Ana SayfaKürsüOsman Kavala'yı 'Savunmak'

Osman Kavala’yı ‘Savunmak’

14 Ekim 2019’da yitirdiğimiz Garbis Altınoğlu, ölümüyle unutulmaya terk edilmemesi gereken yazılar kaleme aldı. Altınoğlu’nun yazılarının -bizce küçük bir yön dışında- temel özelliği, artık dağılmaya yüz tutan Marksist-Leninist doğrultuyu yansıtmasıydı. Bu nitelik, bizi ona karşı yükümlü kılmaya yeter. Bu bağlamda, Garbis Altınoğlu’nun konjonktüre uygun düştüğünü  değerlendirdiğimiz yazılarına Kürsü köşemizde yer veriyoruz.

Teori ve Politika

22-23 Ekim 2017

Bugün (22 Ekim) facebook sayfama Hakan Tanıttıran’ın şu yorumunu aktardım:
“Osman Kavala’yı kişisel olarak tanımam. Siyasî duruşlarımız çok farklı. Yolumuz hiç kesişmedi. Ama bu farklılıklarımız nedeniyle AKP’nin (ya da başkasının) onu boğazlamasına izin vermem düşünülemez bile. Ayrıca Kavala da şöyle liberaldi böyle bilmem neydi diyerek bu operasyona hem objektif hem subjektif destek veren solcuları da anlamam mümkün değil. Osman Kavala hemen serbest bırakılmalıdır!”
Ve arkasından şu yorumumu ekledim:
“Kemalist yazar, akademisyen ve yorumcuların, görüşleri ve yaklaşımlarını genel olarak paylaşmadığım Osman Kavala’nın gözaltına alınmasını -utangaç bir üslûpla da olsa- meşru göstermeye çalışan söz ve açıklamaları gerçekten de kabul edilebilir olmaktan uzak. Şoven ve gerici tutumlarını çarpık bir anti-emperyalizm söylemiyle maskelemeye çalışan bu kişilerin duruşları, Kemalizmle gerçek bir hesaplaşma yaşamaksızın, devletlû önyargılarını terk etmeksizin/ devletle olan göbek bağlarını koparmaksızın ve bunun çok önemli bir öğesi olarak Türk-olmayan halklara karşı düşmanlıklarını bir yana bırakmaksızın Türk ilerici aydınlarının demokrat olamayacaklarını bir kez daha gösterdi.”
Bir süre sonra Metin Koç ile Ozan Ahmetoğlu benim bu yorumuma karşı çıktılar ve özünde, Kavala’yı hedef alan baskının kapitalistler arasında ya da düşman saflarında bir sürtüşme olduğunu ve bizi ilgilendirmediğini söylediler. Metin Koç şöyle dedi:
“Değerli dostum, Osman Kavala 90’lı yılların başında Manisa-Turgutlu’da 600 kişinin çalıştığı gıda fabrikası Evin konserve fabrikasını kapattı. Sebebi bizim orada DİSK sendikasını örgütleyerek kazanmamızdır. DİSK’in o günkü örgütlenmeden sorumlu sekreteri Mehmet Mıhlacı ile anlaşarak, bizleri Yeni Asır gazetesi aracılığıyla terörist ilân ettirdi. İsimlerimizi polise verdi ve dâvâlar sonrası süreçte açıldı. Kapısında emekli bir albay ki soradan öğrendik MİT mensubu imiş. Peki bunları yapmak eski bir devrimciye yakışıyor mu? Kavala ve çevresini sizlerden iyi tanıyoruz. Umarız Tayyip bu adamı ve holdingini bitirir. Bunun savunulacak hiçbir yanı yoktur. Zaten asıl Kemalist Osman Kavala’nın kendisidir.”
Koç daha sonra Hazar Yüksel’in yorumuna verdiği yanıtta ise şöyle dedi:
“Biri yanlış yapıyorsa kimin safında olursa olsun ittir ve itler arasındaki dalaşma da bizi ilgilendirmez.”
Aynı konuda yorum yapan Ozan Ahmetoğlu’nun Koç’unkine yakın olan görüşü ise şöyle:
“Babama Osman Kavala’nın tutuklanışından falan söz ettim. O da direkt şöyle dedi:
‘Oğlum ben sol-liberal falan anlamam. Tuzu kuruysa gerisi boştur.’ İşte hiç boş lafazanlık yapmadan verilmiş olan yalın bir halis muhlis işçi-emekçi cevabı arkadaşlar. Tekelci-sermayenin farklı kanatlarının birinden kopup diğerine yedeklenen burjuva ve küçük-burjuva solcuları, ‘sol’ siyasetle hiç ilgisi ve alâkası olmayan babam kadar bağımsız bir sınıf tavrını gösteremiyor. Tuzu fazlasıyla kuru bir kapitalist patron olması bir yana, sınıfsal konumuna ve ABD ve AB emperyalistlerinin kendisine verdiği role uygun biçimde Türkiye’de ideolojik-siyasal-kültürel olarak ‘sol’un altını oyma operasyonlarını, finansörü olduğu İletişim Yayınları ve STK’lar aracılığıyla yürüten bir simadır; ama burjuva ve küçük-burjuva solcularımız ondan bir ‘demokrat’, ‘barışsever’, ‘insan hakları savunucusu’ vb. yaratmak konusunda nedense çok ısrarcıdır.”
                                                    *      *      *      *      *
Bu iki yorumcunun (Koç ile Ahmetoğlu) söyledikleri özünde haklı ve meşru görülebilir. Ya da daha doğrusu bu söylenenlerin SON çözümlemede doğru olduğu söylenebilir. İşçi sınıfının iktidarı ele geçirebileceği konjonktür ya da koşullarda bütün burjuva fraksiyonları, hattâ küçük burjuvazinin bir bölümü ister istemez düşman ya da baş düşman cephesinde yer alacaklardır. Peki biz bugün Türkiye’de bu konjonktür ya da koşullarda mı bulunuyoruz? Hayır; bugün Türkiye’de temel görev, başında Erdoğan kliğinin bulunduğu İslâmî-faşist rejime karşı ve onun devrilmesi için savaşım verilmesidir. Bir başka deyişle, Türkiye’de işçi sınıfının iktidarını kurma savaşımı zincirinin BUGÜN kavranması gereken halkası işte budur. Son çözümlemeye gelene kadar bazı duraklar vardır ve Koç ile Ahmetoğlu’nun başvurduğu bu radikal devrimci söylemin taktiğe ve günlük politikaya tercümesi hiç de devrimci olmayan sonuçlar doğurmaya adaydır. (Güçlü bir olasılık olmamakla birlikte dünya, bölge ve ülke koşullarının bu durakların bir kısmını, hattâ hepsini aşmamızı ve işçi sınıfının hemen iktidarı ele geçirmek üzere harekete geçmesini olanaklı kılacak biçimde değişebileceğini de unutmamak gerekir elbet.)
Bugün bu görevin yerine getirilmesi; sadece işçilerin ve diğer sömürülen katmanların devrim saflarına kazanılmasını değil, ama aynı zamanda muhalif burjuva parti ve fraksiyonların etkisizleştirilmesini ya da felç edilerek  tarafsızlaştırılmasını gerektirir. CHP de içinde olmak üzere bu tür parti, grup ve akımların tarafsızlaştırılması çabası; onların işçi ve emekçiler üzerindeki ideolojik ve siyasal etkilerinin kırılması ve onların tabanındaki emekçi ve ilerici öğelerin proleter devrimi safına çekilmesi çabasıyla el ele gider. Bu yaklaşımın, üç aşağı beş yukarı Kürt ulusal hareketi için bile geçerli olduğunu, yani komünist hareketin Kürt işçilerini de kendi saflarına kazanma çabası içinde olması gerektiğini söyleyebiliriz.
Bu yorumcuların iyi kavrayamadıkları ve kafalarının karışık olduğu bir nokta da şu: Osman Kavala’nın ya da benzer figürlerin gözaltına alınması, tutuklanması, hapse atılması ya da bir biçimde baskıya hedef olmasına karşı çıkmak asla ve hiçbir biçimde, onların siyasal görüşlerini, işçi sınıfına karşı tutumlarını, anti-Marksist yaklaşımlarını onamak anlamına, hattâ Kavala ve benzerlerini KİŞİ OLARAK savunmak anlamına gelmiyor. Ya ne anlama geliyor? Baskıya, teröre, keyfî ve adâletsiz uygulamalara, anti-demokratik ve gerici politikalara karşı çıkmak anlamına geliyor. Kavala’nın göz altına alınmasına karşı ilgisiz kalmak gerektiğini savunanlar, emperyalist burjuvaziyle dirsek teması olan yerli ve yabancı insan hakları savunucularının, gazetecilerin, aydınların vb. göz altına alınması karşı da ilgisiz kalmayı savunmak zorunda kalacaklardır. Gene onlar, feodal bir despot olan Mesut Barzani’nin önderliğinde yapıldığı gerekçesiyle Güney Kürdistan’da 25 Eylül’de yapılan bağımsızlık referandumuna karşı çıkmak ya da ABD, İsrail ve Suudi Arabistan ile giderek yoğunlaşan ilişkilerinden yola çıkarak PKK/ PYD’ni şimdiden karşı-devrimci ilân etmek zorunda kalacaklardır. Oysa yaşam çoğu zaman ak ile kara gibi değildir; ne bir tarafta mutlak iyiler vardır ve ne de öbür tarafta mutlak kötüler.
Devrimci proletaryanın öncüsünün, geniş emekçi yığınlar ve tüm ilerici güç ve çevreler katında haklı bir saygınlık kazanması, onun sadece işçi sınıfının hedef olduğu sömürü ve siyasal baskı üzerinde durmasından ve buna karşı tavır almasından geçmez; bu onun, tüm halkın ve hattâ muhalif burjuva parti ve kişilerin hedef olduğu baskıya karşı da tavır almasından geçer. Lenin’in Ne Yapmalı? adlı ünlü yapıtında söylediği şu sözler tam da bu tartışmanın özüne ışık tutuyor:
“Eğer işçiler, hangi sınıfları etkilerse etkilesin, bütün zorbalık, zulüm, şiddet ve suistimal olaylarına karşı tepki gösterecek biçimde eğitilmemişlerse, işçi sınıfının bilinci gerçek siyasal bilinç olamaz. Dahası bu tepki, başka herhangi bir görüş açısından gösterilen bir tepki değil, Sosyal-Demokratik (=komünist- G. A.) bir tepki olmalıdır. İşçiler somut ve hepsinden önemlisi güncel, siyasal olgulardan ve olaylardan tüm diğer toplumsal sınıfları ve bu sınıfların entellektüel, ahlâksal ve siyasal yaşamının bütün dışavurumlarını gözlemlemeyi öğrenmezlerse,…işçi  yığınlarının bilinci gerçek sınıf bilinci olamaz.”  (1)
Dikkat edilsin: Lenin burada, KİMİ HEDEF ALIRSA ALSIN BÜTÜN HAKSIZLIKLARA karşı çıkmanın önemini belirtiyor. Ve dahası O, bu haksızlıklara karşı çıkışın Sosyal-Demokratik, yani komünist bir nitelik taşıması gerektiğini söylüyor. Böylelikle O, böylesi durumlarda ortaya çıkabilecak sağ ve “sol” sapmalara da işaret etmiş oluyor. Yani, eğer işçi sınıfı ve/ ya da işçi sınıfı devrimcileri KİMİ HEDEF ALIRSA ALSIN bütün haksızlıklara karşı çıkmazlarsa “sol” sapmanın kurbanı olacaklardır. Tıpkı Koç ve Ahmetoğlu’nun durumunda olduğu gibi. Ama eğer onlar bu haksızlıklara, Sosyal-Demokratik, yani komünist değil de reformist bir tarz ve içerikle karşı çıktıkları takdirde de sağ oportünizme düşeceklerdir. Tam da burada, bu konuda “sol” bir hata içinde olan Koç’un, “Umarız Tayyip bu adamı ve holdingini bitirir” derken aynı zamanda bir sağ hata işlediğini anımsatmak gerekir. Objektif olarak Erdoğan’ın daha da güçlenmesinden yana olma sonucunu verecek olan bu tavrın özünde, 1933 sonrasında Hitler’in, işçileri ezen ve sömüren Yahudi kapitalistleri, bankerleri de içinde olmak üzere burjuva muhaliflerine karşı uyguladığı baskı, terör ve el koyma eylemlerini onamak ve desteklemekten bir farkı yok.
Daha da ileri gideyim: Nasıl Nazi Almanyası’nda Yahudi kapitalistleri, bankerlerinin ezilmesi ve mülksüzleştirilmelerine karşı çıkmak bu kişilerin Alman işçilerini ve yoksullarını sömürmesini savunmak anlamına gelmiyorsa, Erdoğan kliğinin Gülen Hareketi’nden oldukları gerekçesiyle rakip kapitalistleri ezmesi ve onların mal, mülk ve paralarına el koymasına karşı çıkmak da bu kişilerin işçileri acımasızca sömürmesini ya da onların gerici ve anti-komünist tutumlarını savunmak anlamına gelmiyor. Biz; işçi sınıfının ve onun sömürülen bağlaşıklarının iktidara gelmelerinin ardından burjuvazinin SOSYALİSTÇE mülksüzleştirilmesinden yanayız; ama asla Hitler ya da Erdoğan gibilerinin MAFYAVARİ mülksüzleştirme eylemlerinden yana değiliz. Bir başka anlatımla biz köylü/ küçük-burjuva intikamcılığını değil, burjuva adâletinden daha üstün olan sosyalist adâleti savunmakla yükümlüyüz. Dolayısıyla, Kavala ve benzerlerinin zararlı ideolojik-siyasal etkisine ve tutumlarına karşı savaşım vermek pekâlâ onları hedef alan faşist baskıya karşı çıkmakla el ele gidebilir ve dahası gitmelidir de. Burada bir çelişme yok mu? Var elbet. Ama bu bir tutarsızlık değil, nesnelerin diyalektiğine uygun bir çelişmedir.
                                            *       *       *       *      *
“Osman Kavala’yı ‘Savunmak’ ” başlıklı yazım ve ondan önce bu konuda yaptığım yorum, yanlış bulduğum bazı tepkilere yol açtı. Bu konuda -olumlu ya da olumsuz- yorum yapanların bir bölümünün yeterince kavrayamadığı bir noktaya işaret etmek, daha doğrusu bunun altını bir kez daha kalın bir çizgiyle çizmek isterim: Osman Kavala’yı savunmak, aslında Osman Kavala’yı savunmak DEĞİLDİR. Bir başka deyişle, Osman Kavala’yı komünist bir bakış açısıyla savunmak, AYNI ZAMANDA onu eleştirmek, daha doğrusu suçlamaktır. Türkçesi, burada savunulan Osman Kavala değil, insanların keyfî bir tarzda göz altına alınmama, hapse atılmama, işkence görmeme, yargısız infaza tâbi tutulmama HAKKIdır. Eğer, Kavala’nın ideolojik-siyasal duruşuna karşı çıkma adına ona ve başka suçlananlara yapılanları görmezden gelme tutumu içindeyseniz, burjuva demokratlarının ve burjuva liberallerinin bile gerisine düşmüş olursunuz. Tabiî burada Kavala’nın bir sembol olduğunu, burada ortaya koyduğum tutumun böylesi davranışlara hedef olan HERKES için, hattâ Tayyip Erdoğan, Adolf Hitler gibi kişiler için de geçerli olduğunu bir kez daha anımsatmak isterim. Komünist bakış açısı, herkesin, ama herkesin âdil ve açık yargılanmasından, her suçlanan kişinin savunma hakkını sonuna kadar kullanabilmesinden vb. yana olmayı gerektirir.

NOTLAR
(1) Selected Works, Cilt 2, s. 88-89

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar