Ana SayfaKürsüLatin Amerika’da İsyan, Reformizm ve Reaksiyon - 2

Latin Amerika’da İsyan, Reformizm ve Reaksiyon – 2

Jeffery R. Webber ile Söyleşi

Ashley Smith: Ekvador ve Şili’de durum nedir?

Jeffery R. Webber: Ekvador ile başlayalım. Bu yılın mart ayında IMF, Latin Amerika Kalkınma Bankası’nın (CAF) 1.8, Dünya Bankası’nın 1.7 ve Amerikalılar Arası Kalkınma Bankası’nın 1.7 milyar dolarlık kısmını karşıladığı ve kalan bölümünün daha küçük çok taraflı kuruluşlardan oluşan bir grup tarafından tamamlanacağı 10.2 milyar dolarlık geniş kapsamlı bir paketin 4.2 milyar dolarlık kısmını Ekvador’a borç vermeyi kabul etti.

Bu tür anlaşmalarda her zaman olduğu gibi borçlara “yapısal reformlar” eşlik ediyor. Reformlar ağırlıklı olarak bütçe açığının azaltılmasına, işgücü reformuna, artan dış rezervlere ve Ekvador’da istihraca[1] dayalı sektörlerde faaliyet gösteren ulus-ötesi şirketlerin yatırımları için daha cezbedici koşulların sağlanmasına odaklanıyor. IMF bütçe açığına gözlerini dikmişken, Ekvador ekonomisinin en yakıcı sorunu dolarizasyondur. Dolarizasyon ülkeyi normal bir para politikası uygulama kapasitesinden yoksun kılmakta, bu da ithalatı abartılı bir biçimde ucuzlaştırırken ihracat için endüstriyel ürünlerin üretimini, sürdürülmesini imkânsız kılacak ölçüde pahalılaştırmaktadır.

Ekvador’un üretimi küresel petrol üretiminin %0.5’ine karşılık gelse de ülkenin ekonomisi yabancı para için ağırlıklı olarak bu ihracat ürününe dayanmaktadır. 2014’ün ortalarında gerçekleşen petrol fiyatlarındaki sert düşüş küresel ekonomik krizi Ekvador’a taşıyan esas düzeneği oluşturdu. Gayri safi yurtiçi hasıla çarpıcı bir biçimde düşmeye başlamadan önce bölgesel standartlardan göreli olarak yüksekti (2010 yılında 3.5, 2011 yılında 7.9, 2012 yılında 5.6, 2013 yılında 4.9; 2014 yılında ise 3.8, 2015 yılında 0.1, 2016 yılında -1.2, 2017 yılında 2.4 ve 2018 yılında 1.4). Petrole ek olarak muz, karides ve kakao sektörlerindeki ihracattan elde edilen gelir de meta patlamasının sonundan kötü etkilendi.

Dolayısıyla, Rafael Correa’nın görevde bulunduğu on yılın (2007-2017) ilk yarısının belirleyici özelliği Ekvador standartları açısından coşkulu bir büyüme oldu, buna kamu harcamaları ve sosyal harcamalarda petrolün mümkün kıldığı önemli artışlar eşlik etti. Aynı zamanda çokuluslu sermayenin kontrolü altında istihraç kapitalizminin madencilik ve petrol sektörlerindeki yoğunlaşması Correa ile yerli hareketlerinin ve toplumsal-ekolojik hareketlerin karşı karşıya gelmesiyle sonuçlandı. Eşzamanlı olarak Correa yönetimde bulunduğu iki dönem boyunca sendikalara alçakça saldırdı ve kamu çalışanlarının hareketi ile gaddarca mücadele etti.

Bu nedenlerden ötürü, istihraca dayalı kapitalist modernleşme projesi, tepeden inme teknokratik yönetime doğru aşırılaşan bir yönelim, petrol kirasından elde edilen gelirlerin bir bölümünün halk tabakalarına dağıtımının hedeflenmesi, toplumsal-ekolojik mücadelelerin, örgütlü emek hareketinin ve yerli hareketinin –özellikle de onun en gelişkin örgütü Ekvador’un Yerli Uluslarının Konferedasyonu’nun (CONEIE)– tasfiye edilmesi, gitgide bastırılması ve suçlu gösterilmesi Correa yönetimini simgeleyen unsurlardır. Ekonomik durgunluk koşullarında Correa hükümetinin kalkınmacılığının bölüşüm unsuru zayıflamaya başladığı gibi, Correa rejiminde her zaman mevcut olan gerici öğeler daha da güçlendi ve Correa’nın popülaritesi azalmaya başladı.

2007-2013 yılları arasında Correa’nın başkan yardımcılığı görevini sürdüren Lenin Moreno, 2017 seçimlerinde Yurt İttifakı’nın (PAIS Alliance) adayı olarak Correa’nın halefi oldu. Moreno nisan ayında seçimlerin ikinci turunu kazandı ve mayıs ayında göreve geldi. Moreno, göreve gelişinin hemen ardından kendinden önce görevde bulunan Correa’nın aleyhine döndü; Correa’ya yönelik, Brezilya’da sürmekte olan Araç Yıkama (Lava Jato) adli kovuşturmasıyla ve Brezilyalı mühendislik ve inşaat şirketi Odebrecht’in –Ekvador da dâhil olmak üzere– bölgenin pek çok ülkesindeki yüz kızartıcı skandallarıyla ilgili yolsuzluk soruşturmaları başlattı.

Yolsuzlukla mücadele davaları hızlıca Moreno’nun başkan yardımcısı Jorge Glas’a da sıçradı; Glas 2013-2017 yılları arasında Correa’nın da başkan yardımcısıydı. Moreno 2017 Ağustos’unda Glas’ı başkan yardımcılığı görevinden aldı ve Glas 13.5 milyon dolar rüşvet almayı kabul ettiği için Odebrecht skandalı ile ilgili soruşturma kapsamında altı yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Çin ve ABD arasındaki jeopolitik rekabetin hızlanmasıyla birlikte Moreno Correa’nın Çin’le geliştirdiği yakın bağlardan uzaklaşarak ABD’ye sadakat işaretleri gönderdi. Julian Assange’ın Londra Ekvador büyükelçiliğindeki sığınma sürecini yarıda kesti, Ekvador’u yeniden (kuzeyde ve Galapagos adalarında) ABD birliklerine açtı ve ABD’nin arkasında olduğu bölgesel entegrasyon girişimini –Güney Amerika Kalkınma Forumu (PROSUR)– destekledi. Bu girişim daha bağımsız olan ve Kanada ve Birleşik Devletler’i kapsamayan Güney Amerika Ulusları Birliği’nin (UNASUR) yerini almak üzere tasarlanmıştır.

Kısacası, Moreno’nun ilk Correa yönetimindeki rolü ne olursa olsun ve Correa dönemini nasıl tanımlarsak tanımlayalım, Moreno yönetimi tereddüde yer bırakmayacak bir biçimde sağcı olarak tanımlanabilir. Moreno ile karşılaştırılabilecek başkan figürlerinden biri Nikaragua’daki Daniel Ortega’dır.

Correa’dan farklı olarak Moreno anaakım özel televizyonların ve yazılı basının koşulsuz desteğine sahip. Resmi hükümet ve özel medya çevreleri kendilerini halkın büyük çoğunluğunun düşüncelerinden ve içinde bulunduğu gerçeklikten öylesine yalıtmıştı ki, neoliberal yeniden yapılandırmanın ve IMF anlaşmasının gerekliliğine ilişkin kendi içindeki fikir birliğine bakarak,  geniş bir toplumsal mutabakat olduğunu sanıyordu. Moreno’nun 1 Ekim’de açıkladığı uyum paketi ani bir halk ayaklanması ile karşılaştığında esaslı bir biçimde şaşırdılar ve isyana hazırlıksız yakalandılar.

Ashley Smith: Bu isyanı tetikleyen düzenlemeler nelerdir?

Jeffery R. Webber: Kıvılcımı ilk ateşleyen devletin benzin ve dizel desteğini azaltması, dizel fiyatının bir gecede iki katına çıkması ve benzin fiyatlarındaki ani artış oldu. Devlet desteğindeki azalma ve söz konusu zamlar ülkede 1990’ların sonu ve 2000’li yılların başından (bir dizi hükümetin devrildiği bir dönem) itibaren görülmemiş ölçüde büyük bir toplumsal huzursuzluğu tetikledi.

Ekvador’a ilişkin siyasal ve ekonomik gelişmeler söz konusu olduğunda sıklıkla olduğu gibi konjonktüre ilişkin en esaslı çözümleme yine Pablo Ospina Peralta tarafından gerçekleştirildi. Peralta devlet tahminlerine göre, benzin ve petrolde gerçekleşen devlet desteği kesintisinin, yeniden yapılandırma paketinin gerektirdiği iki milyar dolarlık yıllık tasarrufun 1.5 milyar dolarlık kısmını oluşturacağını belirtiyor. Benzin, ürünleri piyasaya ulaştıran ağır nakliyat araçları tarafından kullanıldığı gibi toplu taşıma araçları tarafından da kullanılıyor.

Hükümetin programına göre devletin dizel desteğinde gerçekleştirdiği kesinti devlet destekli enerji sektöründeki 1.5 milyar dolarlık tasarrufun 1.17 milyar dolarlık bölümünü oluşturacak. Dizelden farklı olarak benzin Ekvador’da özel taşıt sahipleri tarafından –nüfusun %25’ine tekabül ediyor– kullanılmakta. Benzindeki kesinti tasarruf için geriye kalan 330 milyon doları sağlayacak.

Peralta’nın işaret ettiği gibi dizele gelen zam hem toplu ulaşım zammında hem de nakliyat ücretlerindeki artış tüketiciye yansıyacağı için piyasadaki temel ürünlere gelecek zamlarda kendini gösterecek. Nüfusun en fakir %75’lik bölümü devlet desteğindeki kesintinin bedelinin %78’ini sırtlanmak zorunda kalacakken araç sahiplerinin en zengin %25’lik kesimi arta kalan %22’lik yükü sırtlanacak. Kesintilerin ardında yatan akıl yürütmeden ayrı olarak, bu tür bir politika oluşturma biçiminin kendisi yoksullara karşı açık bir sınıf savaşı meydana getirmekte.

3 Ekim’den itibaren on bir gün boyunca ülke çapında süren protestolar Moreno rejiminin baskıcı, güçsüz ve acemi karakterini gözler önüne serdi. İlk çağrı ulaşım sektöründeki şoförlerden gelirken protestoların öncü gücü yenilenmiş Ekvador Yerli Halklar Konfederasyonu (CONAIE) oldu. Konfederasyon’un 1960’lardan beri bölgede sahip olduğu emsal niteliği göz önünde bulundurulduğunda bu durum bölgedeki başka alanlarda gerçekleşecek sol-yerli mücadelelerinin önündeki manzara açısından da heyecan verici.

Tesadüfi olmayan bir biçimde, en yoksulların ve yerlilerin yaşadığı Esmeraldas, Napo, Chimborazo ve Morona gibi bölgelerden başlayan yerlilerin militan yürüyüşleri Quito’da birleşti. Arjantin’deki feministler gibi, pançolar kuşanmış yerli militanlar bir kez daha Ekvador’daki sınıf mücadelesinin çaprazlamasına birleştirici halkası oldu. Yerli yürüyüşlerindeki popüler pankartlarından birinde göze çarpıyordu bu: “IMF Ekvador’dan defol.”

Yerlilerin ülkenin farklı farklı bölgelerinden başkent Quito’ya yönelen protestolarına öğrenciler, işsizler, güvencesiz işçiler ve işçi sınıfından aktivistler silahlı kuvvetler ve polisle çatışarak katıldı. Takip eden günlerde Quito barikatlar ve yanmış araçlarla doldu. Hükümet merkezi geçici olarak bir kıyı kenti olan Guayaquil’e taşınmak zorunda kaldı. Moreno olağanüstü hâl ilan etti, anayasal haklar olan gösteri ve örgütlenme haklarını askıya aldı ve Quito’da otuz dakikalık bir ihtarla saat 3’te sokağa çıkma yasağı ilan edildi. En az beş kişi öldürüldü ve 2000 kişi tutuklandı.

Dizel ve benzinde gerçekleşen kesintilerin geri alınması ile sonuçlanan hükümet ve yerli liderler arasındaki görüşmelere Birleşmiş Milletler ve Katolik Kilisesi aracılık etti. En önemlisi yerli hareketlerinin ve onların halk kesiminden destekçilerinin kendilerini bir kez daha güçlü bir biçimde kemer sıkmanın, sınıf hakimiyetinin, ekolojik yıkımın, ırkçılığın ve IMF’nin emperyalist kibrinin düşmanı olarak ortaya koymalarıydı. Ekvador, 1990’larda ve 2000’lerin başında Bolivya ile birlikte aşağıdan örgütlenen radikal, sıkı bağlarla örülü çeşitli biçimlere sahip özörgütlenmelerin yaygınlığı ve derinliği bakımından Latin Amerika’da öncü bir rol üstlenmişti. Ekvador halkı bir kez daha görevi üstlendi.

Ashley Smith: Muhtemelen en önemli gelişme olan Şili’deki isyan hakkında ne düşünüyorsunuz? O isyanı ateşleyen neydi ve şu an gelişmekte olan nedir?

Jeffery R. Webber: Şili’deki isyanın tarihi ve dinamikleri diğer ülkelerdekilerden farklılık göstermekte. Şili 1990’ların sonu ve 2000’lerin başında bölgede gelişmeye başlayan kitlesel radikalleşme eğilimine ayak uyduramadı. Bu durum 1973’ten 1990’a dek örgütlü solun büyük bir kesimini ortadan kaldıran Augusto Pinochet’nin askeri diktatörlüğü ve haliyle 1970’lerin ortalarında Şikago okulunun yardımıyla Pinochet tarafından inşa edilen neoliberal ekonomik düzeni sürdüren elitlerin liberal demokrasiye tedbirli geçişte neredeyse hiçbir itirazla karşılaşmamaları ile ilgilidir.

1990’dan 2010’a kadar her hükümeti Uzlaşma (Concertación) isimli bir merkez sol –Sosyalist Parti, Komünist Parti ve Hıristiyan Demokrat Parti’yi içeren– koalisyon oluşturdu. Uzlaşma’nın egemenliği 2010’da merkez sağ ve sağ partilerin koalisyonu olan Haydi Şili’nin  (Chile Vamos) adayı Sebastián Piñera tarafından kurulan hükümetle birlikte son buldu. Uzlaşma’nın ardından oluşan koalisyon Yeni Çoğunluk, Michelle Bachelet’in ikinci kez başkanlığa gelmesiyle (2014-2018) göreve geri döndü. Bunu 2018’in Mart ayında Piñera’nın ikinci kez başkanlığa gelmesi izledi.

Diktatörlük sonrası dönem boyunca Şili neoliberal büyüme ve siyasal istikrar modeli olarak örnek gösterildi. Çeşitli değişikliklere rağmen 1980’de diktatörlük tarafından yürürlüğe konan anayasa yerinde durmakta. Gayri safi yurt içi hasıla 2008’deki küresel krizi takip eden yıllarda emtia fiyatlarını takiben düşene dek, bölgedeki standartlarla karşılaştırıldığında oldukça yüksek oranlara ulaştı – 2010’da 5.8, 2011’de 6.1, 2012’de 5.3, 2013’te 4.0; 2014 ve 2017 yılları arasında ise sırasıyla 1.8, 2.3, 1.7 ve 1.3. Birikim 2018 yılında artarak, %4 GSYİH büyüme oranına ulaşsa da, 2019’da dünya ekonomisinde işlerin yolunda gitmemesiyle birlikte yeniden yavaşlamakta.

Merkez sol ve merkez sağ tarafından paylaşılan baskın ideoloji, toplumun depolitizasyonu ve karar vericilerin teknokratik yalıtıklığı ilkeleri üzerinde yükselmiştir – öyle ki sermayenin kişiler-üstü tiranlığı toplumsal çatışmanın mutlak hakemi olarak özgürce hareket edebilir. Karşılaştırıldığında büyüme istikrarlı olsa da Şili’deki eşitsizlik oldukça çıplaktır. On Şilili milyarder, toplam servetlerinin gayri safi yurt için hasılanın %16’sına tekabül etmesiyle övünmektedir.

The Bello’nun köşe yazarı bu hafta muhafazakâr İngiliz dergisi The Economist için etkileyici bir gözlemde bulunmuş: “Birkaç yıl önce köşe yazarınız altmış kişilik bir partiye katılmıştı. Bir arkadaşı kulağına fısıldadı: “Şili’nin gayri safi yurt içi hasılasının yarısının bu salonda bulunduğunun farkında mısın?”.

Bu esnada işçi sınıfı ve orta sınıflar kredi kartıyla geçinmekte, yaşamlarını sürdürmeleri için gereken –eğitimin özelleşmesi, sağlık, konaklama, otoyol, su hizmetleri ve örtük bir biçimde yoksullara yıkılan vergilerle (toplu taşımaya gelen yüksek zamlar gibi) ilişkili– devasa miktarı karşılayabilmek için borçlanmaktalar. Latin Amerika’daki en yüksek hane içi borçlanma oranı Şili’de –GSYİH’nin %45.4’ü. Bildiğimiz gibi işçi sınıfının bireysel borçluluğu sermayenin elindeki oldukça etkili disipline edici bir kırbaç. Bu yolla işçiler suyun üstünde kalabilmek için daha da fazla çırpınmak durumunda. Mevcut durumun acı ironilerinden biri de Piñera’nın 2.8 milyarlık tahmini servetinin büyük bir kısmını Şili’deki halk kesimlerine sunduğu kredi kartı borcundan elde etmiş olmasıdır.

Eşitsizlik yasal sisteme de uzanmış durumda. Anaakım siyasal partilerin ülkedeki büyük tekeller ile illegal anlaşmalara giriştikleri herkesçe bilinen bir sır. Suçun açığa çıktığı ve suça ilişkin yasal delillerin bulunduğu nadir durumlarda da bu kodaman kimseler hapse gönderilmek yerine yasadışı işlemlerden kazandıkları kârı kapsamaya bile yeltenmeyecek kadar ufak cezalara çarptırılıyor.

Bu esnada özel güvenlik korumaları –ve en yoksul mahallelerde de silahlı polis– toplu taşıma araçlarına biletsiz binenleri yakalamak için büyük kentlerdeki minibüs güzergâhlarını kullanan işçi sınıfını gözetliyor. Cezalar yüzlerce dolara denk gelecek kadar büyük miktarlara ulaşabiliyor, hapis cezası bile söz konusu olabiliyor. Tartışmamızı sürdürürken kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde göreceğimiz üzere dayanışmacı sınıfsal duygular biletsiz binenler için yaygın bir sempati anlamına gelirken kurumsal vergi kaçırıcıları ve onların siyasal destekçileri için benzer ölçüde antipati anlamını taşıyor.

Ashley Smith: Bu neoliberal kemer sıkma son haftalarda nasıl sorgulanmaya başlandı?

Jeffery R. Webber: 17 Ekim’de Financial Times’da yayınlanan, sonraları başına bela olacak bir söyleşide Piñera Şili modelinin ethosunu yönetici sınıfların gözünden şu şekilde yansıtıyordu: “Latin Amerika’ya bir bakın” diyordu. “Arjantin ve Paraguay’da ekonomi düşüşte, Meksika ve Brezilya’da ise duraklıyor, Peru ve Ekvador derin bir siyasal kriz içinde; bunların arasında Şili bir vahayı andırıyor. İstikrarlı bir demokrasimiz var, ekonomi gelişmekte, istihdam yaratıyor, maaşları iyileştiriyor ve makroekonomik dengeyi koruyoruz. Tüm bunlar kolay mı? Hayır, değil. Ancak uğruna mücadele etmeye değer.”

Ertesi gün ülkede ayaklanmalar patladı, “vaha” Piñera’yı alaya almak için kullanılmaya başlandı. Ekvador’daki kıvılcımın nedeni dizel ve benzin fiyatlarındaki artışken, Şili’de kıvılcımı çakan Santiago’daki metro ücretlerine yapılan zam oldu. Santiago dünyadaki en pahalı toplu taşıma sistemlerinden birine sahip. 2010 ve 2015 yılları arasında bilet fiyatları reel anlamda %40 oranında zamlandı.

Harekete geçen ilk özne metroda kitlesel bir turnikeden atlama gösterisi örgütleyen öğrenci hareketi oldu. Göstericiler kolektif bir direniş eylemi olarak bilet ücretini ödemiyordu. Polis keyfi devlet baskısıyla karşılık vererek yaygın öfkeyi ve turnikeden atlama eylemine olan desteği kuvvetlendirdi.

Devlet güvenlik güçleri şiddeti dizginsiz bıraktı ve başkan hızlıca olağanüstü hâl ilan etti, çeşitli anayasal hakları askıya aldı, önce Santiago’da sonrasında ülkedeki pek çok şehirde sokağa çıkma yasağı ilan etti ve 1990’lardan sonra ilk kez ağır donanımlı araçlar kullanan orduyu sokağa sürdü. Piñera, Pinochet döneminin karanlığına bir adım daha yaklaşarak rejimin güçlü bir iç düşmanla “savaş halinde” bulunduğunu açıkladı.

Çoğunlukçu diktatörlük karşıtı düşünceler harekete geçti ve halk canlandı, meclisi ve toplanma hakkını ezmeye girişen zalimane olağanüstü hâli ve sokağa çıkma yasağını tanımadı. Halk tabakalarının karmaşık bir bileşimi, ciddi biçimde borçlanmış ve sınıfsal olarak aşağıya kayan orta sınıflar hep birlikte isyan etti. Hareketin kitleselleşmesi/devlet baskısı diyalektiği iki haftalık bir zaman dilimi boyunca ülkeyi çevreledi. Otuz pesoluk bir zammın boyutlarını oldukça aşan bir hareket yükseldi. Sıklıkla dolaşan bir sloganın ifade ettiği gibi: “Mesele otuz peso değil, otuz yıl!”

Diktatörlüğü izleyen dönemdeki neoliberal baskı modeli bütünsel bir biçimde sorgulanır oldu. Hemen hemen hiçbir siyasal yapının ya da devlet kurumunun halk nezdinde güvenilirliği kalmadı. Şili neoliberalizminin mevcut sosyo-ekonomik yapısının üstündeki perde çekildi, şu anda tüm yapı açık bir biçimde büyük çoğunluğun üzerindeki asker ve polis baskısına dayanmakta.

Vatandaşların son yıllarda devlet kurumlarına ilişkin sahip oldukları düşüncelerini Birleşmiş Devletler Gelişim Programı tarafından gerçekleştirilen kamuoyu yoklamalarından takip edenler, bir patlamanın elinin kulağında olduğunu hissetmiş olmalıydı. 2017 ve 2019 yılları arasındaki çeşitli aralıklarda katılımcıların %80 ila %95’i devlete, siyasal partilere ya da politikacılara hiçbir şekilde güven duymadıklarını ortaya koyuyordu. Temsil krizi sıfır noktasına ulaşmıştı.

Yakın dönemde Şili tarihinde görülmemiş boyutlara ulaşan ayaklanmalara kitlesel yürüyüşler ve tencere-tava eylemleri eşlik etti. Sınıfsal bir mantık metro istasyonlarını, süpermarketleri, alışveriş merkezlerini, seçkin dükkanları ve enerji şirketlerinin binalarını yağmalamak ve yakmak için hedef alırken küçük dükkanlar korundu.

Şehirlerde barikatlar kuruldu ve güvenlik güçleri ile süren çatışmalar Şili’nin resmi imajı ile uyumsuz bir biçimde aşağıdan militan bir öfkeyi gözler önüne serdi. Kimi tahminlere göre 1.2 milyonun katıldığı Santiago’daki yürüyüş muhtemelen ülke tarihindeki en kalabalık gösteri oldu ve ülke toprakları boyunca 18 milyonluk nüfusun iki milyonu yürüyüşlere katıldı.

Yaklaşık olarak 3 bin kişi tutuklandı; polis ve asker tarafından alıkonanlara ilişkin geniş çaplı işkence, tecavüz ve cinsel saldırı raporları söz konusu. Devlet yetkilileri ölü sayısının 20 olduğunu ifade ediyor ancak sosyal medya ağlarında paylaşılan videolardaki yoğun ve ciddi boyutlara ulaşan devlet şiddeti ve cinayet görüntülerine dayanarak toplumsal hareketlerin aktivistleri gerçek ölü sayısının düzineleri bulduğunu ve rastgele plastik mermi kullanımının neden olduğu ciddi yaralanmaların sayısının oldukça yüksek olduğunu tahmin ediyor.

Devletin insan haklarına ilişkin taahhütlerini izlemekten sorumlu Ulusal İnsan Hakları Komisyonu’nun (INDH) Hıristiyan Demokrat yöneticisi görevlerini kasten ihmal etmekle eleştirildi. Baskıcı devlet şiddetinin en yoğun ve ciddi olarak, bir milyon işçinin yaşadığı Puento Alto ile La Florido ve 500 bin işçinin ikamet ettiği şehrin batısında kalan Maipu gibi kentsel mahallelerde yaşandığı görülüyor.

Ashley Smith: Bu protesto ve baskı dalgasının ardından mevcut durum nedir?

Jeffery R. Webber: İsyanın en azından bu noktasında ortalık yatışacağa benziyor. Liberal demokrasinin tesisinden beri bir devlet başkanının sahip olduğu en düşük desteğe –%14– sahip olan Piñera olağanüstü hâli ve sokağa çıkma yasağını askıya aldı ve bilet fiyatlarına yapılan zam geri çekildi. Devlet başkanının Şili’yi neoliberal bir sığınak olarak uluslararası kamuoyuna sunması ile utanç verici bir uyumsuzluk içerisinde, hükümet kasım ayında gerçekleştirilmesi planlanan Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesini ve aralık ayında gerçekleşecek Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’nı (COP25) iptal etmek zorunda kaldı.

Piñera kabinedeki en yakın iki müttefiki olan maliye bakanı Felipe Larrain ve içişleri bakanı Andres Chadwick’i, son iki haftada sıradan Şilili insanlara yönelik kamusal biçimde sergiledikleri aşağılama görevde kalmalarını imkânsız kıldığı için feda etti. Daha merkezci ve rejimin makul simaları olan Ignacio Briones ve Gonzalo Blumel, Larrain ve Chadwick’in görevlerini devraldı.

Devlet başkanı toplumsal huzursuzluğu dindirmek için kullanılacak 1.2 milyar dolarlık bir sosyal paket açıkladı. Buna ilaveten, kongre kiralara ve maaşlara ilişkin reformlarda ilerleme için tartışma yürütecek. Devlet başkanı zenginlere daha yüksek vergilerin uygulanacağının ve pek çok sosyal hizmet için fiyatların karşılanabilir oranlara çekileceğinin sözünü verdi. Şunu da eklemek gerekir ki Şili’de çalışma süresinin haftada 40 saate düşürülmesine ilişkin Komünist Parti’nin desteklediği yasa, kongrenin alt meclisinden 24 Ekim’de geçti ki bu sokaklardaki halk gücünün açık bir göstergesidir.

Ashley Smith: Ayaklanmaya katılan örgütlenmeler neler? Ayaklanma ne ölçüde kendiliğindendi? Bu öfke günlerinde hangi siyasal fikirler ve talepler öne çıktı?

Jeffery R. Webber: Kesin bir muhasebe gelecek aylarda çok daha titiz bir çalışma gerektirecek. Erken bir değerlendirme riskli olabilir. İlk olarak, öğrenci hareketinin geçtiğimiz yıllarda inşa ettiği yapılar açık ki başlangıç için anahtar niteliğinde. 2001 gibi epey erken bir tarihte ilk kıpırdanmalar söz konusuydu, Santiagolu 50 bin lise öğrencisi sokaklara dökülmüştü.

2006’da, lise öğrencilerinin siyah beyaz üniformalarına atıfta bulunarak Penguen Devrimi olarak adlandırılan eylemlere ülkenin her yanından 1.4 milyon öğrenci katılmış ve diktatörlüğün son yıllarındaki demokrasi yanlısı hareketlerden sonraki en büyük gösterileri meydana getirmişti. 2011’de üniversite öğrencilerinin hareketliliği daha da büyüdü ve farklı biçimlerde başlamakta olan işçi hareketleriyle, Mapuche halkının direnişiyle, diğer yerli özgürlük mücadeleleriyle ve sosyo-ekolojik hareketlerle birleşti.

Kitle demokrasisinin meclisci biçimleri Şili’nin siyasal kültürüne yeniden girdi, kadınlar ve gençler toplumun çoğunluğundan geniş destek alan kitlesel bir hareketin en önündeydi. Piñera’nın o dönem görevde olduğunu hatırlanmalıdır. Protestoların en yoğun olduğu dönemde Piñera’nın oyu %26’ya –şu andakinin neredeyse iki katı– düşmüştü. Bu oran, diktatörlükten beri yakalanan oranlara kıyasla oldukça düşük kalmıştı.

2014’te görevi bırakırken kabine üyeleri Piñera’ya Charles Tilly’nin Toplumsal Hareketler, 1768-2012 kitabını hediye etti ki görevde olduğu dönemin neden bu denli içler acısı olduğunu anlayabilsin. O tarihe dek açık ki kitabı okuma şansı olmamıştı. Öğrenciler ilk turnikeden atlama eylemini örgütledi ve Santiago’daki Öğrenci Federasyonu binası takip eden gün ve haftalarda başkentteki hareketin koordine edildiği karargâhlardan biri oldu.

İkinci olarak, Arjantin’de olduğu gibi Şili’de de militan, kitlesel, heterojen ve solcu bir feminist hareket ortaya çıktı. Öğrenci radikalleşmesi ve örgütsel altyapılarda da geçtiğimiz yıllarda açık örtüşmeler söz konusu oldu. 2016 ve 2017’de yanı başlarındaki Arjantin’de gerçekleşen olaylardan esinlenerek 2017 yılının sonlarına doğru Şilili militan öğrenciler 2018’de ülkelerinde gerçekleştirmeyi planladıkları Uluslararası 8 Mart Feminist Grevi için diğerleriyle örgütlenmeye başladılar. Feminist aktivistler 8 Mart 2018’deki feminist grevin örgütlenmesinde birleşen tarımsal ekoloji, barınma, eğitim, sağlık, emek, emeklilik hareketlerine, toplumsal cinsiyet temelli şiddete ve kürtaj yasağına karşı hareketlere dâhil oldu, 28 Şili kentinin greve katılımını sağladı ve Santiago’nun ana caddesinde 100 bin kişilik bir buluşma gerçekleştirdi.

Bu başarının ardından hemen 2019’daki 8 Mart grevini örgütlemeye başladılar. Alondra Carrillo Vidal’in ifadeleriyle “Üzerine çalışmak için kendimize bir yıl verdik ve bu süreçte üç amacı gerçekleştirecektik: feminizmi toplumsal hareketler içerisinde çaprazlamak, yani, feminist bir perspektifi toplumsal örgütlenmelerdeki aktivitelerin içine doğru genişleterek feminist hareketin anlamını çoğaltmak; farklı örgütlenmeler arasındaki eklemlenmeleri hareketlendirmek ve yaşamın güvencesizleştirilmesine karşı olan hareketlerin ortak bir ajandasını oluşturmak. Buna biz karar verdik, hiç kimse bize ne için savaştığımızı ve bir program hazırlamamızı söyleyemezdi, biz bunu Mücadele Eden Kadınların Çokuluslu Buluşması’nda yapacaktık.”

2018 Mayıs’ına kadar geçen sürede 8M Feminist Koordinasyonu çatı bir örgüt olarak oluşturuldu. 8 Mart 2019’daki feminist grev Şili tarihindeki en büyük gösterilerden biriydi, en azından son birkaç haftadır süren ihtilalvari eylem dalgasına dek.

Son mücadelelerin ortasında 8M Feminist Koordinasyonu genel grev çağrısı yapan ilk örgüttü. Onları militan liman işçilerinin sendikası ve kimi bakır madeni sendikaları izledi. Liman işçileri Şili limanlarında Kasım ve Aralık 2018’de başarılı bir sektörel grevi henüz gerçekleştirmişti. Liman işçileri 20 limanın işlememesini mümkün kılabilirdi.

Her seviyedeki öğrenci federasyonu okulların ve üniversitelerin kapanmasını sağlayabilirdi. Baskı altında, ağırlıklı olarak Komünist Parti tarafından yönlendirilen daha ılımlı merkezi emek konfederasyonları grevi destekleme çizgisine getirildi. 23 Ekim’de bankalar ve işyerleri kapandı, dersler askıya alındı, 20 liman felç oldu, endüstriyel sektörün %75’i çalışmadı ve endüstrinin kalan bölümleri yalnızca yarı kapasitede çalışabildi.

Liderlerinden Karina Nohales’e göre 8M Feminist Koordinasyonu öldürülen, kaybedilen ve yaralananların gerçek rakamlarını ortaya çıkarmak ve tutuklu kadınların polis memurları ve askerler tarafından uğradıkları ve medyanın sessiz kaldığı tecavüzün ve cinsel saldırının boyutlarını ortaya koymak için bir araştırma komisyonu oluşturdu.

Üçüncü olarak, siyasal partiler, buna sol partiler de dâhil, Şili’de Ekim ayında gerçekleşen ihtilalvari dalganın gelişiminin kıyısında köşesindeydi. Halk tabakaları arasında bir ölçüde itibara sahip olan tek sol partiler geleneksel Komünist Parti ve Şili’nin yeni solunun çeşitli akımlarının oluşturduğu bir koalisyon olan Geniş Cephe’dir. Cephe 2011’de üniversite öğrencileri tarafından başlatılan hareketlenme sürecinin bir sonucudur. Bu partilerin militanları eylemlere yoğun bir biçimde dâhil olsalar da kitlelerin parti-karşıtı fikirlerinin daha düşük oranda olsa da onlara da sirayet ettiği görülüyor ve bu herhangi birinin liderliği ya da koordinasyonu sağlamasını imkânsız kılıyor.

Şili’nin neoliberal bir vaha olduğu miti parçalandı. Hareketlenmeler şu an için yatışıyor görünse de toplumun geniş kesimleri devlet şiddetinden korkmamaya ve devlet otoritesine hiçbir biçimde saygı duymamaya başladı. Şilili anaakım siyasetçilerin teknokratik piyasa ağzıyla gerçekleştirdikleri konuşmaların ardında yatan şiddet açığa çıktı. Heterojen Şili işçi sınıfında militan sınıf mücadelesine dönük bir eğilim söz konusu ve güvencesizleştirilerek borçlandırılmış orta sınıflar radikalleşerek sola yöneliyor.

Ancak sokaklardaki siyaset netlikten yoksun ve sürekli olarak değişmekte. “Siyaset karşıtı” fikirlerin ayrımsız bir biçimde var olduğu, farklı sınıfların yan yana geldiği bir atmosferde sokak politikası hızlıca tersine dönebilir. Haziran 2013’te Brezilya’da bilet fiyatlarına gelen zamlara karşı işçi sınıfından sol politikayı destekleyen güvencesiz işçiler sokaklarda hakimiyet kurmuşken iki yıl sonra yolsuzluk karşıtı, güvenlikçi aşırı sağ küçük burjuva politikalar sokakların kontrolünü ele aldı ve Bolsonaro’nun parlamento dışındaki kitle tabanını oluşturdu.

Geniş Cephe içindeki en iyi akımların partiyi bir bütün olarak parlamenter siyasete ilişkin vurgudan uzaklaştırarak sokağın sistem karşıtı fikirleri ile aynı hizaya getirip getiremeyeceğini göreceğiz. Cephenin, 8M Feminist Koordinasyonu gibi esas toplumsal örgütlenmeler ile birlikte, daha radikal, sistemli ve ahenkli anti-kapitalist bir siyaseti, bu ihtilalvari ayaklanmalara katılan işçi sınıfı tabakaları içerisinde bir tür Gramscici aklıselimi örecek bir laboratuvar olma ihtimali söz konusu.

Noal Titelman’ın değindiği gibi son haftalarda sokaklarda bulunanların pek azı sendikalara, çok daha azı siyasal partilere üye. Aktivistlerin çoğu çok genç ve pek çoğu kadın. Bu olasılığın kaybedilmesi Şili solunun geleceği için oldukça büyük bir imkânın yitmesi anlamına gelir ve sonuçları büyük ölçüde belirsiz bir siyasal senaryoda oldukça tehlikelidir.

Ashley Smith: 1990’lar ve 2000’lerin başındaki ayaklanmaların son halkası Venezuela’dan Bolivya’ya dek tüm bölgede reformist hükümetlerin iktidara geldiği bir dalga yaratmıştı. Pembe Dalga olarak adlandırılan bu hükümetler görevde bulundukları sürede neler yaptı ve bu deneyimlerden çıkarılacak dersler nelerdir?

Jeffery R. Webber: Bu hükümetler arasında önemli farklılıklar var elbette. Dolayısıyla genel bir değerlendirmenin önünde ciddi engeller bulunuyor. Ancak Uruguaylı politik ekolojist Eduardo Gudynas’ın geliştirdiği “telafi edici devlet” kavramının pembe dalga ve onun geniş siyasal-ekonomik değişkenlerinin söz konusu olduğu pek çok ülkenin deneyimleri hakkında fikir verici olduğunu düşünüyorum.

1990’ların sonu ve 2000’lerin başında, neoliberalizmin keskin bölgesel ekonomik krizinin ortasında Güney Amerika’nın büyük bölümünde geniş toplumsal hareketler ortaya çıktı. Buna karşın, pembe dalgayı oluşturan merkez-sol ve sol partilerin bu toplumsal hareketlerin yarattığı dalgayla göreve geldiği 2003 yılına kadar kapitalist dinamizm pek çok Güney Amerika ülkesinde Çin kaynaklı bir emtia patlaması yoluyla yeniden canlanmıştı.

Yeni hükümetlerin temelindeki sınıf çatışmaları geçici olarak, daha sonra patlamak üzere perdelenmişti. Emtia bolluğunun imkân verdiği kaynak kiraları ‘telafi edici devletlerin’ maddi temellerini oluşturdu. Bu devletler, yüksek vergilendirme ve üretim payları aracılığıyla elde ettikleri rantın bir bölümünü hedeflenen yeniden bölüşüm programlarını kolaylaştırmak için kullanarak ve bunun yanında, altyapı projeleri, toplumsal kesimlere kredi sağlama ve yeni iş alanları açma tasarıları hazırlayarak siyasal meşruiyet kazandı. Sosyal harcamaların seviyesinin göreli olarak yüksek olması ve emtia-destekli ekonomik büyüme, birkaç ülkede –Venezuela örneğinde geçici bir süreliğine, Bolivya örneğindeyse hâlâ (en azından şimdilik) gördüğümüz gibi– kimi zaman dramatik bir biçimde, yoksulluğun azalmasına yardımcı oldu.

Ancak bu telafi edici devletlerin kapsayıcı siyasal-ekonomik programları toplumsal mülkiyet ilişkilerine ya da ekonomilerinin, geleneksel neoliberal seleflerinden kendilerine miras kalan üretim matrislerine karşı koymadı. Bu ülkeleri uluslararası iş bölümüne bağımlı biçimde hammadde ve ucuz işgücü kaynağı olarak dâhil olmaktan uzaklaştıracak bir geçiş başlamadı. Neoliberal ekonominin yapısal temelleri pek çok açıdan el sürülmeden kaldı ancak bu temeller hızlanarak gelişmeye devam ediyordu.

Kalkınma programlarının uluslararası sermaye ile uyumlu ve yoğunlaştırılmış maden çıkarmaya, endüstriyel tarımın tek mahsul üretimine, doğalgaza ve işlenmiş petrole dayanan ekolojik öncüllerinin sürdürülemez olduğu ortadadır. Bu yaz Amazon’da gerçekleşen eşi benzeri görülmemiş yangınlar bu gerçeğin sarih bir ifadesidir. İstihraca dayalı mantık sol ve merkez-sol partiler tarafından yönetilen devletleri, kendilerini toprakları ile istihraca dayalı çokuluslu sermaye arasında bulan yerli halklar, köylüler ve ekolojik hareketlerle çatışmaya sürükledi.

Siyasal ve ideolojik terimlerle ifade edecek olursak, her bir örnekte kalkınmacı devlete ve onun sihirli güçlerine tapan aşırılaşmış bir devletçilik ortaya çıktı. Bu durum, kendi partilerini ele geçirdikleri devlet aygıtıyla birleştirmeye meyleden hükümetteki yeni partiler tarafından cesaretlendirildi. Bu partiler, toplumsal hareketlerin ve sendikaların bağımsız ve özerk faaliyetlerini, bu faaliyetler devlet yöneticileri tarafından adlandırıldığı şekliyle devlet eliyle gerçekleştirilen kapitalist gelişmenin çıkarları ile ters düştüğünde şüpheli ve hatta suçlu yahut sağ ve emperyalistler için işlevli olarak değerlendirmeye başladı.

Küresel kriz Güney Amerika’ya gecikmiş bir şekilde emtia fiyatlarındaki düşüş üzerinden ulaştığında, merkez-sol ve sol hükümetlerin kısmi biçimde gizlediği sınıf çelişkileri yüzeye çıktı. Bu hükümetler sağa kaymaya, maskeledikleri kemer sıkma politikalarını değişik raddelerde uygulamaya ve böylece kendilerini destekleyen toplumsal kesimleri yitirmeye başladı. Aynı dönemde, net kazancın gerçekleştiği süreçte bu rejimlerle yaşamayı öğrenen sermaye de doğal siyasal yuvasına, eski ve yeni biçimler alarak yapılandırılan açıkça sağ siyasal hareketlere geri döndü. Pembe dalga projelerinin tükenmişliğinin ve bununla birlikte özgüvenli fakat en nihayetinde dümensiz olan sağcı girişimlerin neden olduğu istikrarsız ve dalgalı açmaz içinden geçilen anı tanımlamaya devam ediyor. Anımsayalım, tüm bunlar dünya piyasasındaki uzun süreli durgunluğun yeni bir döneminin ve hızla yükselen ekolojik krizin ortasında gerçekleşiyor.

Ashley Smith: Bolivya’daki Evo Morales hükümeti pembe dalganın en karakteristik örneğiydi, fakat o da krize sürüklendi. Şu anda neler oluyor ve yaşananların ardındaki nedenler neler?

Jeffery R. Webber: Son başkanlık seçimleri Morales hükümetinin içinde bulunduğu açmazın bir semptomuydu. Bolivyalılar 20 Ekim 2019’da sandığa gitti. Ülkenin seçim sistemine göre, başkanlık seçimlerinde ikinci turun gerçekleşmemesi için önde olan adayın oyların %50’sinden fazlasını alması ya da %40’ından fazlasını alarak ikinci sıradaki aday ile arasında %10’luk bir oy farkı oluşturması gerekiyor.

Oyların %83.8’inin hızlandırılmış sayımı tamamlandığında Yüksek Seçim Kurulu’nun (TSE) internet sitesinde Sosyalizme Doğru Hareket’in (MAS) adayı Evo Morales’in oyların %45.3’ünü alarak önde olduğu, merkez-sağda bulunan Yurttaşlar Topluluğu’nun (Citizen Community) adayı Carlos Mesa’nın oyların %38.2’sini alarak ikinci sırada olduğu görülüyordu. Seçim ikinci tura kalacağa benziyordu. Oyların %83’ü sayıldıktan sonra, Yüksek Seçim Kurulu açıklanamaz bir biçimde oy çizelgelerinin sayımının canlı akışını kesti. Takip eden günlerde TSE yetkilileri bu kesintiye ilişkin birbiriyle çelişen dört farklı açıklamada bulundu; daha da beteri, TSE başkan yardımcısı Antonio Costas canlı akış kesilmeden önce bu konuda bilgilendirilmediğini söyleyerek istifa etti ve usulsüz sayım gerçekleşmediğine inandığını dile getirse de akışın kesilmesinin kötü bir tercih olduğunu ifade etti.

Yirmi iki saat sonra, pazartesi akşamı oy sayımı akışı yeniden başladığında internet sitesi oyların %95.63’ünün sayıldığını gösteriyordu. Önde giden Morales ile onu takip eden Mesa arasındaki mesafe önemli ölçüde artmıştı. İki aday arasındaki farkın şimdi %10.12 olduğu söyleniyordu ve Morales, kırsal kesimlerdeki oylar sayıldıktan sonra ikinci tura ihtiyaç kalmayacağını ilan ediyordu.

O akşam ülke genelinde sonuçlara itiraz eden protestolar başladı; seçim mahkemesinin kimi binaları yakılırken MAS taraftarları da kutlamalar için aynı anda sokakları doldurdu. Resmi oy sayımı birkaç gün sonra sona erdi. Morales oyların %47.08’ini, Carlos Mesa %36.51’ini almıştı. %10.54’lük oy farkı Morales’i ilk turda lider yapıyordu.

Sonuçları hızla hileli ilan eden ve şaibe söz konusu olup olmadığına karar vermek için yeniden sayım bile talep etmeyen muhalefet sonuçları tanımadı ve Morales’i koltuğundan etmek için destekçilerini sokağa çağırarak yoğun bir kampanya başlattı. Morales hükümeti Amerikan Devletleri Örgütü’ne (OAS) denetleme ve yeniden sayım izni verdi, OAS bunu kabul etse de muhalefet reddetti. Oylara internet arşivinde bulunan pusula fotoğrafları eşlik ettiği için denetleme açıkça bir olasılıktı ve OAS’ın muhalefete karşı Morales hükümetine taraf olacak bir kurum olarak sunulması imkânsızdır.

Morales’in 2016 Şubat’ında bir sonraki dönemde görev yapıp yapamayacağına ilişkin referandumun olumsuz sonuçlarını görmezden gelmesinin yarattığı önemli meşruiyet kaybı ve TSE yetkililerinin tuhaf davranışları, hile kanıtlanmasa dahi, durumun iyileşmesine pek de yardımcı olmuyor. Sağın radikalleşmesi ve Morales döneminde devlet otoritesinin gücünün sağlamlaşması yakın gelecekte gerçekleşebilecek olası durumlar.

Ashley Smith: Bu deneyim ışığında Morales hükümetini nasıl değerlendirmeliyiz?

Jeffery R. Webber: Bu prosedürel ve kurumsal dramanın altında, 2006’dan beri Morales’in Sosyalizme Doğru Hareket projesine ilişkin uluslararası soldaki tartışmalarda herhangi bir sürekli değerlendirme ya da fikrin kaybolması yatmakta. Özellikle 2010’dan beri yaşananın kapitalist modernleşmenin yukarıdan devlet yönlendirmesiyle gerçekleşmesi olduğu daha açık hale geldi. ‘Sosyalist başarı’ gibi Anglofon solda dolaşımda olan kavramlar saf bir fanteziden ibaret.

Hareketin ekonomik stratejisi çokuluslu hidrokarbon sermayesi ve doğudaki düzlük arazilerde yerli ve yabancı endüstriyel tarım sermayesi ile gerçekleştirdiği anlaşmalara dayanıyor. Hareketin ana toplumsal tabanı zaman içerisinde sokak satıcıları, küçük istihraççılar, küçük ölçekli endüstriyel üreticiler ve tarımsal ürün ticareti gerçekleştiren orta ölçekli üreticilerden oluşan yerli küçük burjuva bir tabaka haline geldi. Bu tabaka emtia patlamasının gerçekleştiği Morales’in ilk döneminde hızla büyümüş ve Morales’in toplumsal tabanının sınıfsal yapısını dönüştürmüştü.

İstihraca dayalı sektörlerdeki büyük ölçekli, yabancı sermayenin mantığı yerli küçük burjuva bir tabakanın meşrulaştırıcı gücü ile yan yana var oluyor. Bu çekirdeğe ek olarak, alt sınıfın oluşturduğu geniş bir pasif seçmen kitlesi de var elbette. Ekonomi, 2013’teki 6.8 oranındaki büyümenin ardından son üç yılda 4.2 oranında bir büyümeye düşerek sabitlendi. Doğal maden işletmelerinden elde edilen rantın farklı sektörlerdeki sermaye çevrelerine bölüştürülmesinin sağladığı destekleyici etkiler, göreli olarak düşük işsizlik ve yoksulları hedefleyen para desteği yoksulluk seviyesinde ciddi iyileştirmeler anlamına geldi. Tüm bunlar ve Morales’in çoğunluğu yerlilerden oluşan ülkenin 1825’teki kuruluşundan bu yana ilk yerli başkanı olması Morales’e süren desteği açıklamakta önemli noktaları oluşturuyor.

Aynı zamanda Bolivya ekonomisi dünya piyasasının daha geniş eğilimlerden bağışık değil ve döviz tasarrufu kesilirken kamu harcamalarını sürdürmek amacıyla borçlanıyor ve bu gerçeği geçen yıldan ya da seçim öncesindeki hazırlık döneminden beri saklıyor. Mevcut kargaşadan hâlâ görevde kalarak çıkarsa, ki çıkabileceğinden kuşkuluyum, Morales’in kendisinin de kemer sıkma paketi uygulaması oldukça olası.

Politik ve ideolojik olarak şunu belirtmek gerekir ki Morales hükümetinde bağımsız toplumsal hareketler ve sendikalar edilgenleştirildi ve devlet aygıtının içerisine çekildi ya da sağın aktörleri olarak şeytanlaştırıldı; şu anda oldukça güçsüz durumdalar. Her zamankinden daha fazla istihraca dayalı bir ekonomi için, düşmekte olan piyasa koşulları istihraç faaliyetlerinde bir azalma anlamına gelmekten çok istihraca dayalı çokuluslu sermaye için kârlı koşulların geliştirileceği bir yarış halini alıyor. Bu durum, Morales hükümetinin kendi toprakları üzerinde gerçekleşen istihraca dayalı kalkınma projeleri öncesinde yerli toplulukların anlamlı bir müzakere hakkını ellerinden almasında gözlenebiliyor.

Benzer şekilde, mevcut kapitalist modernleşme gayretiyle beraber toplumsal-ekonomik çöküş yoğunlaşacak. Bu yaz gerçekleşen tropik yangınlar yalnızca Bolsonaro’nun Brezilya’sı ile sınırlı değildi, Bolivya topraklarının 500.000 hektarını da kapsıyordu. Hükümetin tarımsal ticaret ile doğudaki bağı kopmadıkça alevler yayılmaya devam edecek.

Seçimlerin diliyle konuşacak olursak Morales’in zaferi mümkün olan albenisiz sonuçlar içerisinde en çekici olanıydı; ancak siyaseti devletin bu kurumsal alanına hapsetmek sosyalizmin ve yerli özgürleşmesinin değil muhafazakâr Realpolitik’in kullanacağı bir yoldur. Morales yönetiminin yeni bir kemer sıkma ve durgunluk dönemindeki çelişkilerin derinliğine ilişkin hiçbir avutucu hayale kapılınmamalı. Gelecek yıllarda bağımsız halk hareketlerini ve onların radikal siyasal eklemlenmelerini yeniden inşa etme zorunluluğu –özellikle de 2000-2005 dönemindeki Su ve Gaz Savaşları olarak adlandırılan dönemden beri yaşadıkları gerileme göz önünde bulundurulursa– önceliktir. Ayrıca gözlerimizi seçim alanında Hıristiyan Demokratik Parti’nin adayı Koreli-Bolivyalı doktor Chi Hyun Chung ile kendini ilk kez aldığı %9’luk oyla gösteren, gelişmekte olan hararetli aşırı sağın üzerinde tutmalıyız. En nihayetinde Morales ile Mesa arasında kutuplaşmış bir yarışta, bu %9 muhtemelen hararetli sağın ülkedeki gelişmekte olan toplumsal-siyasal gücünü küçük görüyor. Bolsonaro yönetimindeki Brezilya siyasetiyse onun gelişiminden neden korkmamız gerektiğine dair iyi bir hatırlatıcı.

Ashley Smith: Siyasi yelpazenin diğer tarafında sağ, bu reformist hükümetlerin içine düştüğü çıkmazı nasıl avantaja çevirdi ve yönetimde neler yaptı? Bölgenin siyasal düzeni ve geleneksel partileri bu kutuplaşmaya nasıl bir tepki verdi?

Jeffery R. Webber: Brezilya’da İşçi Partisi’nin (PT) 14 yıllık merkezci neo-kalkınmacılık deneyinin çökmesi ve aşırı sağcı Jair Bolsonaro’nun başkanlığa gelmesi kesinlikle en korkutucu ve tehlikeli gelişme.

Brezilya’nın dinamikleri yukarıda söylediklerimin çoğunu yansıtıyor. Büyüme ve azalan yoksulluk –ve finansal sektör için benzeri görülmemiş kârlılık– yıllarından sonra küresel kriz Brezilya’ya bir intikamla geri döndü. Son yıllarda ülkenin GSYH’sindeki yüksek ivmelenme, durgunluk, daralma ve tekrar durgunluk döngüsüne dikkat edin: 7.5 (2010), 4.0 (2011), 1.9 (2012), 3.0 (2013), 0.5 (2014), -3.5 (2015), -3.3 (2016), 1.1 (2017), 1.1 (2018).

Sokak protestolarının sosyolojik bileşimi ve ideolojik liderliği, 2015, 2016 ve 2017’de değişerek Bolsonaro’nun yükselişine ve konsolidasyonuna militan küçük burjuva bir temel oluşturduğu için sokak siyasetinde, geçen ay Şili’de ulaşım zammına karşı gerçekleşene benzer bir sol toplumsal hareket ayaklanmasının umudu Haziran 2013 ayaklanmalarından sonra birkaç yıl için kayboldu. Dilma Rousseff’in İşçi Partisi hükümeti 2013 protestolarını, o yılın sonunda kendisini sol kanat bir başkanlık seçim kampanyası yürütmek zorunda bırakmış olmasına rağmen küçümsemeyle karşıladı. Daha sonra Rousseff, 2014’te ikinci kez göreve gelince bir kemer sıkma paketi uygulamaya koydu ve finansal sermayeye bir güvenilirlik göstergesi olarak Brezilya’nın en büyük ikinci özel bankası Bradesco’nun bir bölümünde başkanlık yapan neoliberal iktisatçı Joaquim Levy’i maliye bakanı olarak atadı.

Sonraki yıllarda Brezilya sağı, yolsuzluk karşıtlığı şeklinde bir ideolojik sancak altında ve hâlâ kontrol edilen yargı organlarını kullanarak 2016’da Rousseff’e meclis darbesiyle yasadışı bir soruşturma açtı. İşçi Partisi’nin başkan adayı olarak anketlerde kesin bir biçimde önde giden Lula’nın hapsedilmesinin ardından Bolsonaro’nin seçildiği 2018 yılına kadar da topal ördek Michel Temer’i geçici başkan olarak başa getirdi. Aklı başında hiç kimse Lula’nın siyasi tutsak olmadığını iddia edemez.

Fazla ayrıntıyı girmeden anlatılacak olursa Bolsonaro, zayıf ve benim kültürel otoriteryanizm yanlıları, militaristler ve neoliberal teknokratlar şeklinde adlandırdığım kesimlere bölünmüş bir aşırı sağ rejiminin tepesinde bulunuyor. Bu senenin ocak ayında başa geçtiğinden beri kabul görme oranı sürekli azalıyor. Sermaye, krizden çıkmak ve bir İşçi Partisi zaferinin önüne geçmek için son dakikada Bolsonaro’yu bir dış aday olarak desteklemiş olsa da rejim, yakın zamana kadar derin ekonomik yeniden yapılanma sözlerini tutmuyordu ve piyasalar inançlarını kaybetmekteydi. Fakat, toplumun daha geniş bir ölçekte piyasalaşmasına giden yolda bir adım olduğu için uluslararası ve yurt içi sermaye tarafından çok önemli addedilen, çoğunluk tarafındansa nefretle karşılanan emeklilik reformu yakın zamanda meclisten geçti.

Her şeye rağmen hükümet dümensiz ve halk desteğinden yoksun. Birkaç ay önce bir genel grev gerçekleşti ve yazın (Brezilya’da kış), hükümetin Amazon trajedisindeki rolünden ötürü büyük yürüyüşler yapıldı.

Tüm bunlar hükümetin tehlikeli olmadığı anlamına gelmiyor. Tam aksine. Son birkaç yılda Latin Amerika solundaki en umut vadeden güç kitleye dayalı sol kanat feminizmin ortaya çıkışıysa da Bolsonaro’nun “toplumsal cinsiyet ideolojisi”ne karşı hiddetli savaşı, cinsel şiddetin Brezilya toplumundaki mevcut yapısına yeşil ışık yaktı. Günde ortalama 175 tecavüz yaşanmakta. Bu, beş sene öncesinin iki katı.

İlişkili olarak, ülke kuir insanlar için en ölümcül yer olma statüsünü sürdürüyor. 2017’de bununla ilgili kayda geçen 455 nefret cinayeti ve başkanlık seçimleri sırasında, doğrudan Bolsonaro destekçileriyle bağlantılı 50 saldırı gerçekleşti. Bu 50 saldırıdan iki trans kadının öldürüldüğü iki saldırı Bolsonaro’nun ismini anan erkekler tarafından gerçekleştirildi.

Yıllardır süren ırkçı polis şiddeti Bolsonaro yönetiminde daha da kötüleşti. Brezilya Yıllık Kamu Güvenliği Raporu’na göre 2017 yılında Brezilya polis güçleri günde 14 kişiyi, yıl boyunca 5144 kişiyi öldürdü. Rio de Janeiro favelalarının Temer’in emriyle askeri müdahale altında olduğu 2018 yılında resmi kayıtlara göre 1532 kişi polis tarafından öldürüldü. 2019 yılında da rakamlar bir o kadar çarpıcı: sadece ocak ayında 170 ölü. Bu, esas olarak Afro-Brezilyalılar’ın ırkçı devlet ve paramiliter güçlerce büyük bir şiddetle infazını meydana getiriyor.

Daha birçok şey sayılabilir.

Bence kendine has yanlarına rağmen Brezilya sağının genelleştirilebilir birkaç özelliği var. Birincisi, Latin Amerika sağı, geleceğe dair bir umudun güveniyle tabanını coşkulu bir biçimde bir araya getireceği, 1990’lardaki neoliberalizm ve küreselleşme gibi pozitif ideolojik bir programa sahip değil. Bunun nedeni sağın, neoliberal kapitalizmin dünya çapında içinde bulunduğu durgunluktan yerel ölçekte nasıl çıkılacağını bilmiyor oluşu. Latin Amerika muhafazakarları bu bakımdan pek de özgün değil.

İkincisi, birinci faktörün bir sonucu olarak, iktidara geldiği yerlerde durgun ekonomileri idare etmek zorunda kalan sağ, hızla halk desteğini kaybetmesine neden olan kemer sıkma paketlerini uygulamaya koyuyor ve bir yandan da giderek daha da çok baskıya başvuruyor. Bunu, Pinochet’den beri ülkedeki en baskıcı başkan olan Piñera’nın son ayaklanmalara karşı verdiği tepkinin şiddetinde görebiliriz. Bunu, Ekvador’da Moreno’nun olağanüstü hâl ve sokağa çıkma yasaklarında görebiliriz. Bunu, Kolombiya’da barış anlaşmasından uzaklaşılmasında, Honduras’ta demokrasi kılığı altındaki diktatörlükte, bu seneki seçim kampanyasında Macri’nin ekibinin bazı Arjantinliler’in deyimiyle “Bolsonarolaşma”sında ve diğerlerinde görebiliriz.

Üçüncüsü, sağın berbatlığı, geçmişin pembe dalga merkez sol yapısına yönelik belirli bir nostalji duygusunu güçlendiriyor. Brezilya’da Lula’nın popülaritesinin tekrardan artmaya başlamasına ve Arjantin’de Peronizmin geri dönüşüne bakın. Fakat belirttiğim gibi, anlaşılabilir olsa da bu nostalji, bu reformist projelerin sahip olduğu ve sağın yeniden güçlenmesine neden olan çelişkilerle hesaplaşmaya engel olma eğiliminde. Diğer yandan, eğer bu siyasal güçler iktidara gelecek olursa, ki Arjantin’de aralık ayının başında gelecekler, en iyi ihtimalle kapitalist durgunluğu, en kötü ihtimalle krizi yönetebilmek adına sola değil sağa kaymaları için içten ve dıştan devasa baskılarla karşılaşacaklar.

Ashley Smith: Bu istikrarsız durumda, özellikle ABD, Kanada ve Çin olmak üzere emperyalist güçler nasıl bir konum aldı?

Jeffery R. Webber: Zamandan kazanmak adına Kanada’yı şimdilik bir kenara koyup, okuyucuları bu konu hakkında Todd Gordon ile birlikte yazdığımız Blood of Extraction: Canadian Imperialism in Latin America kitabına yönlendireceğim.

Emperyalizmin neoliberal safhasının en önemli özelliklerinden biri, doğrudan yabancı yatırımların rolü, bu yatırımların arkasındaki unsurlar, çokuluslu şirketler ve bu şirketlerin genel merkezlerine ev sahipliği yapan devletlerin bu şirketlere verdiği destektir. Dolayısıyla, doğrudan yabancı yatırım hareketlerinin takibi, günümüz emperyalizmine dair herhangi bir tartışmayı başlatmak için makul bir nokta olacaktır. Birleşmeler ve satın almalar da dahil edilecek olursa ABD, Latin Amerika’ya doğrudan yabancı yatırımlarda başı çeken ülke olmaya devam etmektedir. Ardından Avrupa Birliği bloku, üçüncü sırada Kanada ve dördüncü sırada da Çin gelmektedir.

Birleşik Devletler arsız bir sevinçle pembe dalga “döngüsünün sonunu” kutladı ve Latin Amerika ve Karayip Ülkeleri Birliği (CELAC) gibi dahil edilmediği pembe dalga dönemi örgütlenmelerinin yerini alması için, üyesi olduğu ve alınan kararlarda perde arkasından etki sahibi olduğu Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) gibi bölgesel kuruluşları eski haline getirmek amacıyla yeni sağ kanat müttefiklerin ortaya çıkışından faydalandı. Yukarıda da bahsedildiği gibi bu hareket biçimi, UNASUR yerine PROSUR’un öne çıkarılması örneğinde de görülebilir. IMF, Dünya Bankası ve Amerikalılar Arası Kalkınma Bankası’nın bölgede yeniden canlanması da ABD etkisinin dolaylı bir göstergesidir.

Uyuşturucuyla Savaş; ABD ordusunun, istihbarat örgütlerinin, diplomat heyetlerinin ve polisin özellikle Meksika’da, Karayipler’de, Orta Amerika’da ve Kolombiya’da güçlerini uygulayabildiği esnek bir zemin oluşturmaya devam ediyor. Askeri üsler ve birlikler mümkün olan her yere yayılmayı sürdürüyor.

Göç konusunda Trump, ülkenin yeni popülist merkez sol başkanı Andres Manuel Lopez Obrador’u, Orta Amerikalı göçmenleri ABD sınır rejimi yararına Meksika’da kontrol altında tutmaya ikna etmek ya da mecbur bırakmak için Birleşik Devletler ve Meksika arasındaki devasa güç asimetrisini kullanmayı başardı.

Trump yönetimi altında özellikle Venezuela, Latin Amerika’da Amerikan egemenliği hesapları açısından özel bir öneme sahip. Bu durum, Ocak 2019’da Juan Guaido’nun kendini Venezuela’nın geçici başkanı ilan edişinin ABD önderliğinde tanınmasında ve Nisan 2019’da çarpıcı bir şekilde kötü planlanmış darbe girişiminde bu muhafazakâr muhalif siyasetçiye ABD’nin verdiği doğrudan destekte görülebilir. Ağustos 2017 ve Ocak 2019’da başkanlık kararnamesiyle Venezuela’ya uygulanan yaptırımlar gibi, ABD’nin Guaido’nun paralel hükümetini tanımasının ardından Nicolas Maduro yönetimine karşı fiili ekonomik kısıtlamalar da devam etmekte.

Bunun yanında ABD; merkezi Birleşik Devletler’de bulunan, çoğunluğu devlete ait, petrol rafinerisi ve taşıma şirketi olan CITGO gibi milyarlarca dolar değerindeki Venezuela dış varlıklarına da el koydu. İngiltere Merkez Bankası gibi müttefik kurumların da yardımıyla Venezuela’nın büyük kısmı altın rezervi olan 9 milyar dolarlık dış rezervlerinin çoğunu dondurdu.

Gelelim Çin’e. 2005 ve 2016 yılları arasında Çin’in doğrudan yabancı yatırımı mütevazı bir rakam olan 90 milyar dolara ulaştı. Bu, bölgeye bu yıllar arasında yapılan doğrudan yabancı yatırımların %5’ini oluşturuyor. Fakat 2017 yılında –25 milyar dolara, ya da toplam yatırımın %15’ine varan tahminlerle birlikte– bir artış söz konusu. Çin’in doğrudan yabancı yatırımları doğal kaynaklara ve birkaç ülkeye yoğunlaşıyor. Ülkenin yatırımlarının %81’i Brezilya, Peru ve Arjantin’de gerçekleşmekte. Toplam yatırımın %55’i büyük bir farkla Brezilya’da yapılıyor.

Doğrudan yabancı yatırımların yanı sıra Çin’in bölgedeki emperyal gücü kredi sağlayıcı rolüne dayanıyor. 2005 ve 2016 yılları arasında Latin Amerika ve Karayipler’deki hükümetlere verdiği kredi taahhütleri 141 milyar doları aşıyor. Bu rakam, ABD’nin başlıca finansal kurumlarının aynı dönemde verdiği toplam krediden daha fazla. Bu kredilerin büyük kısmı hidrokarbonlarla (doğalgaz ve petrol sektörü) ilişkili ve Venezuela’da yoğunlaşıyor. Fakat Brezilya, Ekvador ve Arjantin’e de bu türden önemli miktarlarda kredi sağlanmış durumda.

Bunlardan bazıları “petrol için kredi” şeklinde ve petrolün teminatlı olarak doğrudan Çin’e nakliyesiyle ödenecek şekilde tasarlanmış krediler. Çin kredilerinin çoğu altyapı projeleriyle ve dolayısıyla inşaat sözleşmeleriyle bağlantılı. Çin kalkınma bankaları altyapı projeleri için borç almakta ve bu borcu Çin firmalarına hibe edilen inşaat sözleşmeleriyle işleme sokmakta. Bu firmalar da, genellikle kontrol etmeleri daha kolay olduğundan Çinli işgücü kullanmakta. Bu inşaat sözleşmeleri, başta hidroelektrik olmak üzere enerji sektöründe ve taşımacılık sektöründe bulunma eğilimine sahip.

Çin’in şu an için Latin Amerika’da ABD’nin siyasi-askeri bir rakibi olduğunu söylemek anlamsız olacaktır. Ancak doğrudan yabancı yatırımlar, kredi anlaşmaları, altyapı projeleri ve Çin’e teminatlı enerji akışlarına bakılırsa bölgedeki emperyalist gücünün diğer unsurlarına doğru genişleyen açık bir gidişat var. 2015’teki ilk CELAC ve Çin Forumu’nda Çin, 2025’te bölgeyle olan ticaretinin 500 milyar dolara ve gerçekleştireceği doğrudan yabancı yatırımının da 250 milyar dolara ulaşacağı tahmininde bulundu. Bu, her ne kadar bir tahmin olsa da ve Çin’in bu türden tahminleri genellikle gerçekleşmese de, bir vizyona işaret ediyor.

Ashley Smith: Son olarak neler söylemek istersiniz?

Jeffery R. Webber: Bugünün konjonktürel gelişmelerini, kapitalizmin son on yıllarda bölgedeki çelişkili gelişiminin ve bunun dünya pazarının ritmiyle nasıl bir etkileşim içinde olduğunun uzun vadeli örüntüleri içinde değerlendirmemiz gerektiğini tekrarlamak isterim. Özellikle, bölgenin 2008’de başlayan küresel krizle nasıl bir ilişkisi olduğu birçok açıdan hala yüzeysel bir şekilde kavranmış durumda.

Bu kapsamlı arka plan dahilinde, bölgenin çıkmazına dair temel siyasi dinamiklerden bazılarına değindik: yönetimde olduğu veya yönetime döndüğü yerlerde, şiddetli bir devlet baskısı yerine müzakere ve toplumsal uzlaşma yoluyla da olsa kemer sıkma politikalarını uygulamak için hazırlanmış, bitkin ve muhafazakarlaşan resmi bir pembe dalga.

Merkez sağ ve aşırı sağ, bazı ülkelerde iktidarda ya da iktidara geliyor ama neoliberal 1990’larda olduğu gibi bir kutup yıldızları yok ve kapitalist canlılığı geri getirmeyi başaramadıkları için de genellikle yönetime gelir gelmez halk desteğini hızlıca yitiriyorlar. Giderek daha fazla saldırgan bir devlet baskısıyla yönetme mecburiyetinde kalıyorlar – Şili, Brezilya, Honduras ve diğerlerine bakın. Uluslararası alternatif sağ (alt-right) ile bağlantılı ve onu etkileyen, cinsiyet ve ırk nefretini, “kültürel Marksizm” antipatisini ve bölgede büyüyen sağ kanat evanjelizmin kültürel olarak muhafazakâr parçacıkları ile örgütsel altyapısını harmanlayan ideoloji tarafından kahramanlaştırılan aşırı sağ hareketler, yakından izlenilmesi ve direnilmesi gereken fenomenlerdir.

Ciddi manada antikapitalist eğilimler içeren sol kanat feminist hareket başta olmak üzere, halk mücadelesinin yeni formları belirginleşiyor. Bölgenin farklı yerlerinde yerli hareketleri, bütünlüğünü ve militanlığını geri kazanmaya başlıyor. İstihraç sermayesine karşı antikapitalist ekolojik direniş ise sınıf mücadelesinin ve sosyo-politik uzlaşmazlığın bir cephesi olmaya devam edecek.

Nerede olacağını tahmin etmek imkânsız olsa da tartıştığımız şiddetli anlara benzer anlar diğer yerlerde de büyük ihtimalle ortaya çıkacaktır. Küresel kapitalizmin uzun süreli durgunluğunun ortasında hükümetler kemer sıkma programları uyguladıkça, Ekvador’daki dizel/benzin zammı ve Şili’deki metro ücreti zammı gibi kıvılcımlar diğer toplumları da tutuşturmaya devam edecektir. Savunmaya çalıştığım gibi, Ekvador ve Şili’deki dinamikler, sonuçları büyük oranda belirsiz olmaya devam etse de potansiyel doludur. Bu ayaklanmaların büyümesinde ve siyasal gelişimlerinde radikal toplumsal hareketin ve parti solunun açık ve cüretkâr müdahalesi azımsanamayacak kadar önemlidir. Seçimler müdahale edilmesi gereken sınıf mücadelesi anları olsa da kısa ve orta vadede kurtuluş olanaklarının nihai belirleyicisi, son birkaç haftada Ekvador ve Şili’de olduğu gibi, parlamento dışı büyük mücadelelerle tayin edilen güç dengesi olacaktır.

Kaynak: https://www.versobooks.com/blogs/4477-rebellion-reformism-and-reaction-in-latin-america-an-interview-with-jeffery-r-webber

[1] Orijinali extractive capitalism olan kavram, Webber’in Latin Amerika’da Kanada Emperyalizmi kitabında açıkladığı biçimiyle, ‘uluslararası iş bölümü’ dolayısıyla Latin Amerika’nın endüstrisizleştirilmesi ve bölgenin yeniden merkez ülkelere hammadde sağlamaya dayanan geçmişine geri dönmesi anlamını taşımaktadır; Türkçe’ye Ömer Madra tarafından istihraç kapitalizmi olarak çevrilmiştir. İstihraç, yoğunlaştırılmış madencilik faaliyetleri, petrol ve doğalgaz çıkarımı, tek ürün yetiştiriciliğine dayalı endüstriyel tarım, vb. yollarla gerçekleştirilir. İstihraca dayalı sektörler ifadesiyle bu faaliyetlerin hâkim olduğu sektörlere işaret edilmektedir.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar