Ana SayfaKürsüBüyük Anlatının Yitimi

Büyük Anlatının Yitimi

Büyük güne, yani seçime yalnızca bir gün kaldı.

Hâliyle bu yazı, gündelik hayatımdaki yoğun iş yükünün baskılamasıyla epey gecikmiş bir yazı olacak. Muhtemelen de pek az kişinin dikkatini çekecek. Zaten bizim cenah dâhil herkes coşkudan, umuttan, zaferden başka bir şey görmeye, bir şeyden söz etmeye tahammül edemediği için yazımız, ihtimal ki çok fazla ilgi de görmeyecek.

Ziyanı yok. Mütevazi notumuzu düşeceğiz. Tarihe de, dönüp bakacağımız kişisel tarihimize de.

“Bu en önemli seçim” söylemi Türkiye’nin uzun yirmi yılında o kadar dillendirildi ki, bu iş artık bir karikatüre dönüştü. Bu seçimler içinde gerçekten de çok önemli, belirleyici olan birkaç seçim de vardı. 2009 yerel seçimi, 7 Haziran 2015 ve 2019 yerel seçimleri dışında hepsi muhalefetin açık yenilgisiyle sonuçlandı.

Çalındığı söylenen ‒ve buna rağmen bir karşı reaksiyon verilmeyen‒ 2017 referandumu dışında hiçbir zaman başa baş bir durum oluşmadı.

Üstelik saydığımız seçimlerde dahi AKP “mutlak galip” pozisyonuna yerleşemese de yine de açık ara birinci parti olmuştu.

İktidarın 7 Haziran’ı nasıl “telafi” ettiği hâlâ hafızalarda canlıdır. Zaten bugüne gelen sürecin de başlama vuruşunun yapıldığı tarihtir o. 15 Temmuz atağıyla ve meskun mahal savaşıyla da iktidar kazanımını berkitmeye uğraşmıştır. Benzeri bir hamle de 2019 yerel seçimleri sonrasında kayyum saldırısıyla yapıldı. Buna karşı ciddi bir mukavemetin hiçbir biçimde ortaya çıkmamasıysa Kürt halkının yorgunluğuna verilmeli.

Neticede çok daha örgütsüz ama çok daha göz önünde olan İstanbul’u geri alamayan iktidar, Kürdistan’da belediyeleri sorunsuz geri alabilmiştir. (Geçerken belirtelim; bu seçimde AKP bölgedeki oylarını savaşa rağmen korumuştur. Hatta Şırnak’ı AKP’nin alması gibi bir şok da yaşandı.)

Gelin görün ki önümüzdeki genel seçimde bölgede AKP’yi yine ‒7 Haziran benzeri‒ bir “silinme” bekliyor.

İşin siyaseten biraz komik ya da trajikomik veya en azından ilginç olan yanıysa Kürdistan grafiklerine yansıyacak olan rekor Kılıçdaroğlu oyları olacak.

Kurucu parti yüz sene sonra bir şekilde Kürt halkıyla barışıyor ve geçici, pragmatik bir işbirliğine gidiyor (SHP biçimsel ve fikrî olarak biraz daha farklı bir partiydi). Neresinden bakarsanız bakın tarihî bir olay.

Kılıçdaroğlu etrafında stratejik olarak kenetlenen halkaların bir yanında İYİP’li milliyetçiler, Saadet’li şeriatçılar, DEVA’lı, Gelecek’li, DP’li liberal muhafazakârlar, diğer tarafında Kürt hareketi ve sosyalistler var.

Anca Çin-Japon Savaşında görülebilecek bir ittifak… Kılıçdaroğlu’na nasip oldu.

Her ahval ve koşulda geniş bir spektrumda ince ittifaklar örgütleyebilen AKP’ye ise kendisine pek bir oy katkısı sunamayan aşırı sağ dışında bir şey kalmadı: Eriyen bir MHP yüzde 6-8 (Geçtiğimiz seçimde AKP’den kendilerine kaçan oylarla şaşırtmışlardı ama şimdi öyle bir havuz da kalmadı), BBP yüzde birin altı, 0,5-6 gibi, Yeniden Refah belki yüzde bir, Hüda-Par birkaç yüz bin.

Bu durum Kılıçdaroğlu’nun, çoğu durumda başarısızlık, beceriksizlik, basiretsizlik, iktidara en dar gününde stepne olma gibi olumsuz ve taze hatıralarla şekillenen siyasi kariyeri için pek beklenmedik bir durak oldu. Fakat tarih geldi ve güçlü, asıp kesen, karizmatik lider Tayyip’in karşısına mütevazi Gandhi Kemal’i çıkarıverdi.

Üstelik favori aday olarak. Üstelik muhalefet içi (Ekrem/ Mansur) onca tartışmadan, çatlaktan ve daha dün sayılabilecek krizden sonra (Akşener krizini sendika.org’a yazmıştık: https://sendika.org/2023/03/aritmetik-karnavali-679092/#more)

Hakkını teslim edelim. CHP, yerel seçimlerden beri iktidarla psikolojik üstünlük savaşını en azından gitgelli hâle getirmeyi başarmıştır. Kılıçdaroğlu da tüm siyasî hareketler ve figürler içinde depremden sonra süreci en iyi yöneten isimdir. (Batıcı istikametin altını çizen, bu yönelimi sivrilten ve garip bir anda, bağlamda dillendirilmiş Rusya aleyhine söylem dışında.)

Yeşil Sol Parti ile TİP’in dahi ittifak meselesini nasıl yüzüne gözüne bulaştırdığı, aynı “çatı” altında sübut eden düşmanlaşmaları ortadayken, Kılıçdaroğlu’nun oldukça zor bir işi başardığı açıktır.

Lâkin her şeye rağmen yerli yerinde duran bir gerçek daha var: AKP bu ülkede hâlâ birinci parti. Mecliste en çok vekil onlarda olacak. Karşı sıralarında da bir yığın eski AKP’li duracak. Bu şekillenişin, aritmetiğin nelere gebe olacağını ileride göreceğiz. Kaldı ki artık AKP’ye benzemek için eski AKP’li olmaya da gerek yoktur. Yirmi bir yıllık iktidar tüm bir siyaseti kendi hassasiyetleri, ideolojisi çerçevesinde dizayn etmiş, bu konuda mühim bir zafer kazanmıştır. Türkiye’de herkes bir tık daha sağa kaydı. “Bizim taraf” hariç değil…

Muhalefet içinde AKP’nin hâlâ dominant parti olmasına şaşıranlar ezici çoğunluğu teşkil ediyor. Sanki normal bir ülkeden, siyasetten, partiden ve liderden söz ediyormuşuz gibi. Bu şaşkınlık ya siyaset bilmezlikten ya da naiflikten kaynaklanıyor.

İktidar partisi ve onun lideri yirmi bir yıldır ülkeyi yönetiyor, tam olarak devlet anlamına geliyor. Bu süreçte sadece kendileri yemedi, sadece para babalarına yedirmedi ya da yeni para babaları yaratmakla da yetinmedi. Ayrıca iş teminiyle, yardımlarla milyonları da doyurdu ve çok geniş bir yandaş ağı yarattı.

Bu bir rant müşterekidir, büyüklü küçüklü bir rant müştereki.

İşin bir de tabiî politik, kültürel boyutu var. Bu epey önemli. Kimlik siyasetinin her şeyi belirlediği arenada hayatî önemde. Yoksul Müslümanlar, milliyetçi yığınlar “bizim adamımız” diye bir kişiye bağlandılar. Aynı evlerde yaşayamasalar da başlarının aynı secdeye vardığının bilinciyle bir siyasî istikâmet belirlediler kendilerine.

Ve son dönemde kuvvetlenen, sahici görünümlere de sahip (alt emperyalizm tartışmalarına dâhi sebep olan) “olabildiğince bağımsız, bölgesel güç” imajı da birçok kişiyi cezbediyor. “Patates soğan güle güle Erdoğan’ın” karşısına SİHA’lar dikiliyor, millî savaş sanayi dikiliyor, “terör”ün zayıflatılması dikiliyor.

Hiç durmadan çalışan şedid propaganda makinesi kaç milyon eve giriyor peki? Bunu da hesaba katalım. Korkunç enflasyona, tüm hayatı budayan, insanları depresyon çukuruna iten hayat pahalılığına karşın yapılan maaş zamları, kimi düzenlemeler de illaki birilerini çekiyordur (Bunun etkisinin biraz güdük kaldığını düşünüyorum. Neticede insanlar hâlâ dışarıda yemek yemeye, markete gitmeye korkuyorlar ve bırakın ev almayı kiraya bile çıkamıyorlar. Krize rağmen önceki tecrübelerimizin aksine hiçbir kepenk kapatma vakasının olmaması da gösteriyor ki bu işin kazananı esnaf, tüccar ve mülk sahibi kesim olmuştur. Derin ekonomik bunalımla fırsatçılık, denetimsizliğin, fiyat anarşisinin, keyfîliğinin güvenli sularında buluştu.)

Bir de tabiî Tayyip Erdoğan kültü var. Böylece bu parti yüzde 35’ten aşağı inmemeyi garantiliyor. Büyük deprem felaketi ve üstüne yaşanan rezillikler, ihanetler bile AKP’nin oyunu anca bir iki puan etkileyebildi.

Zira iktidar partisi deprem öncesinde zaten doğal sınırlarına çekilmiş durumdaydı hemen hemen. (En muhafazakâr bölgelerde bile gözle görülür düşüşler meydana geldi.) Geriye, dünya yıkılsa da Tayyip diyecek bir kesim kaldı.

Gelecek için Türkiye adına düşündürücü bir sosyolojik kompozisyon bu.

Yani Erdoğan, Başkanlık sistemi diye bir şey icat etmeseydi ömrünün sonuna kadar bir şekilde ülkeyi yönetebilecek kudrete sahipti. Daha fazla güç adına ‒ki ne istedi de verilmedi, zaten fiilen tek adamdı‒ kendi ayağına sıktı. Şimdi ise iktidarını kaybetme riskini ensesinde hissediyor. Genel algıya ve anketlere göreyse kaybetti bile.

Videolarında konuşma yaparken sırtının bir yanına Atsız’ın diğer yanına Nâzım’ın kitabını alan Kürt (Zaza) Alevisi “Piro” Cumhurbaşkanlığına daha yakın görünüyor. İlk Alevi Cumhurbaşkanı. “Laik, sosyal, hukuk devleti” için ilk olması biraz oksimoron gibi duruyor ama vaziyet budur. Aleviler bu toprakların Kürtlerle ve Çingenelerle birlikte temel ötekisidir. Kimi zaman (mesela zorunlu askerlikte, işte, sosyal hayatta) Kürtlerden bile daha dezavantajlı durumdadırlar.

İnce’nin çekilmesi umutları (ilk turda bitirme) daha da arttırdı ama bunun ne gibi bir katkısı olacağı da açık değil. Bir kere son dönemde İnce’nin oyları Oğan’ın dahi gerisine düşmüştü. Anketlere göre mevcut bir iki puanlık oy ilk turda bitirmeye yeterli ama bu tabana öyle bir Kılıçdaroğlu düşmanlığı pompalandı ki bu oyların nereye yöneleceğini kestirmek zor. Birazı Oğan’a, birazı Kılıçdaroğlu’na ve garip ki birazı da Erdoğan’a gidecek muhtemelen. Yine de kendi çapında süreci iyi götüren Oğan’ın son düzlükte yaşadığı imaj zedelenmesi belki Kılıçdaroğlu’nun işine yarayabilir. Ve tabiî “ilk turda bitebilir” atmosferi de.

Kılıçdaroğlu’nun kazanması durumunda iktidarın çekilmeyeceği, kaos, şiddet ortamı yaratılacağı hatta ülkeyi iç savaşa bile sürükleyebileceği dillendirilmekte. Bunca yıllık iktidar ve ikbal, rant söz konusuysa, üstelik devlete tamamen hâkim olmuş bu iktidarın bir de bunca suçu ortadayken “çekilirler mi?” diye sormak tuhaf değil elbette.

Yine de ortada bir mübalağa hâli olduğunu söyleyebiliriz. “Gidiciler” söylemi epeydir yürürlükte ‒bunu ve yarattığı pasifizmi, konforu yazılarımızda eleştirdik de. Ama insanlar, gerçekten gidici olduklarına ilk kez bu kadar çok inanıyorlar. Ve bu hava anketlerle de pekiştiriliyor. Böyle bir hava varken insanların çalınan bir seçimi ya da seçim sonrası tek taraflı bir şiddet iklimini uysal koyun gibi kabullenecekleri düşünülemez. Muhalif kitleler sadece iktidarın baskısıyla değil muhalefetin de siyasetiyle bu kadar sindirilmişken, pasifleştirilmişken bile. Gezi’yi de aynı kitlelerin yaptığını ve söz konusu kesimlerin Fethullahçı taban kadar / gibi ürkek, siyaseten fedaîlikten yoksun bir kesim olmadığını unutmamak gerekir.

İktidar da bunun farkındadır, Soylu da… Bu sebeple yapabilecekleri sınırlı ve bir yerden sonra da “yemezler”.

Ulusalcılar, cumhuriyetleri “yıkılırken” ordusuyla tabanıyla aktif bir direniş örneği ‒Cumhuriyet mitingleri ve tabanın bir parçası olduğu Gezi dışında‒ gösterememiş olabilirler, zaten bunların büyükbaşlarının bir kısmı da 15 Temmuz’dan sonra Tayyip müttefiki oldu.

Fakat seçime dair komplo teorileri çok daha geniş bir kesimi ilgilendiriyor ve bu devinim sağ/sol Kemalistleri de radikalleştirme istidadını haizdir. Öte yandan her şeyin de bir sınırı var. Sabrın da, korkunun da. Her şeyin bir sonu var, bir başlama noktası.

Buradan sosyalist sola değinip yazıyı bitirelim.

Yazının önceki bölümlerinde herkesin bir tık sağına kaydığını söylemiştik. Bundan sol da muaf değil. Öyle bir basınç var ki zaten aksi pek mümkün de değil. Sadece nicelik olarak değil, nitelik olarak da bulanmış bir siyasî kesim için bu sürüklenme hâli kaçınılmaz.

Çok daha büyük bir parça olan HDP dahi bir aday çıkarma fikrine yaklaşmadı / yanaşmadı. Aşikâr ki yeni bir çözüm sürecinde güçlü bir konuma erişmeyi umuyorlar. Normaldir.

Sosyalist solunsa böyle bir gücü de enerjisi de zaten yok. Aday çıkarma fikri ortaya çıksaydı karşılarına alacakları korkunç tazyiki göğüsleme motivasyon ve kudretleri de yoktu.

Devrim Hareketi’nin fikrî öncülüğünde sosyalist aday önerisi sunulsa da TKP ve Sol Parti buna sıcak bakmadığı için olmadı. CHP’nin biraz soluna yerleşmeye çalışan Sol Parti için Kılıçdaroğlu zaten doğal adaydı ama TKP için işlerin o kadar kolay olmadığı, taraftarlarının hafif bir ideolojik bunalım, kafa karışıklığı yaşadıkları da sır değil. Her ne kadar “Kemalist” olmakla eleştirilseler de bir burjuva adayı destekleme konusunda gönülsüz olduklarını biliyoruz.

Boykot meselesi ise devrimci hareketin gücüyle orantılı olarak giderek bir “âdet”e dönüşen ve gittikçe destekçisi azalan bir fikirdir. HDP içinde olan ya da onunla ittifak eden bazı örgütler Kılıçdaroğlu’na oy vermeyeceklerini açıkladılar. Cephe ve birkaç örgütse her zaman olduğu gibi “düzen partilerine oy yok”, “seçim çare değil tek yol devrim” dedi.

Örgütlü olduğum yıllar dâhil her seçimde ayrım gözetmeden boykot tavrı takınmayı biraz ezber buldum. Toplumda bunun bir karşılığının olmaması, sandık yakacak gücün yokluğu ve Leninist taktikte boykotun bir ön kabul şeklinde belirlenmemesi de bu yönelimimi besledi.

Devrimci avukat Selçuk Kozağaçlı’nın “Sandığa Gider” yazısında da altını çizdiği gibi Türkiye toplumu sandığa giden bir toplum. Bu, devrimci hareketin en güçlü olduğu dönemde de böyleydi. Sandığa gitmeyen aslında geniş sayılabilecek bir kesim de var ama bu insanların ezici çoğunluğu tabiî ki devrimci değil, hatta “apolitik”ler, meseleye ilgisizler. Bu seçimde ise muhtemeldir ki bir katılım rekoru kırılacak.

Yine de “eski alışkanlıklar” üzerinden yorumladığımız vakit solda bugünkü seçim heyecanının bir reformizm alameti olduğunu teslim etmek gerekiyor. Hayır, sandığa gitme iradesini ya da yönelimini küçümsemiyorum. Yukarıda belirttim, böyle huylarım yok, kaldı ki öylesi sert roller kesecek bir konumum da yok. “Sıradan” insanlara zaten bir şey demiyorum. Tayyip’in gitmesini istiyorlar, ne olursa olsun gitmesini. Ben de istiyorum. Âhir ömürlerinde bir zafer, bir öç görmek istiyorlar. Ve buna iyice motive olmuş durumdalar.

Fakat sosyalistlerin bir bölüğünün HDP’ye, liberal çekime, bir bölüğünün Kemalizan eğilime yamanmakta olduğu bir tablo var karşımızda. HDP içindeki devrimci unsurlar bugün bunun krizini yaşıyorlar zaten. Tünelin sonunda görünen ışık buydu, şaşırmamak lâzım.

Bağımsız bir hat olarak sosyalizm sadece küçülmüyor, anlamsızlaşıyor da. “Popüler” ve aynadaki sûretini olduğundan epey büyük gören TİP’in aksi yöndeki iddialarına karşın.

Bugün birçok sosyalist dostumuz Kılıçdaroğlu holiganlığı yapmakla meşgul. Tıpkı geçmişte şimdi sövdükleri İnce’nin amigoluğunu yaptıkları gibi, fakat bu kez daha bir şiddetle. En azından bu holiganlık, tam tabi olma, büyük umutlar ve anlamlar yükleme yönünden bir uyanıklık, şerh, hassasiyet beklenirdi. Yok ve şaşırmıyoruz.

Beklenmiyor ama seçimi Erdoğan kazanırsa, bu, toplum ve ülke için büyük bir yıkım anlamına gelecek, geniş anlamıyla muhalefetin ve dar anlamıyla halkın da bir daha toparlanabilmesi güç olacak. Kılıçdaroğlu kazanırsa bu da solda, halk güçlerinde merkeze kayışı şiddetlendirecek.

Bu ikisine de mâni olabilecek bir güç nâmevcuttur. Erdoğan’ın gitmesi bir umuttur ama “iyimser olmayan bir umut”tur. Elbette bu durum bazı kazanımlar anlamına gelecek ama orada maksimize bir gelişme imkânı devrimci hareket adına görmüyorum. Biraz nefes alınacak.

Düzen cephesine bakarsak, AKP’nin mecliste birinci parti olarak kalacağını akılda tutmak gerekir. Kılıçdaroğlu’nun kazanması durumunda bu tablo muhtelif krizlerden erken seçim ihtimaline dek birçok vakaya gebedir. Bir sonraki seçime kadar AKP’nin kendini az çok diri tutabilmesi için de bir motivasyon kaynağı olacaktır bu. Yani iç kargaşayla fazla sallanmazsa AKP için “ANAP’laşıp” siyaset sahnesinden silinme ihtimali gene başka bahara kalabilir. Yine de tamamen Erdoğan’ın karizmasına bağlı olmanın bu parti için hep bir gerilim, dağılmaya teşne olma sebebi olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Büyük anlatılar yitirileli çok oldu. Yeniden büyük bir anlatıya sahip olabilmek için mevcut olanın topyekûn altüst oluşu gerekiyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar