Ana SayfaKürsüSeçim Konjonktüründe Bizim Taraf ve Karşı Taraflar

Seçim Konjonktüründe Bizim Taraf ve Karşı Taraflar

Seçimler, TİP, ‘Millet İttifakı’, Yedeklenme, C. Çandar ve H. Cemal, ‘Kürt Açılımı’

 

14 Mayıs seçimlerine az bir süre kaldı. Seçim vesilesi ile politik saflaşmalar da netleşti. Genel seçimler ve cumhurbaşkanı seçimi aynı anda yapılacak.

Sermaye cephesi başlıca olarak iki burjuva blok halinde seçimlere katılmaktadır: “Cumhur İttifakı” ve “Millet İttifakı”.

İlerici demokratik, yurtsever demokratik, devrimci-demokratik, komünist cephede de politik saflaşmalar netleşti.

Sosyalist Güç Birliği” adı altında seçimlere katılan politik ittifak, sosyal reformcu ilerici politik bir bloğu temsil etmektedir. Bu blok, Sol Parti, TKP, TKH, DH ve TSİP’ten oluşmaktadır. TKP ve Sol Parti bu ittifakın merkezini oluşturmaktadır. Bu blok, sosyal pasifizmin, parlamentarizmin, egemen ulus küçük burjuva sosyal şovenizminin sözcülüğünü yapmaktadır. “Sol” olmadığını (bazen de bu görüşlerini yumuşatmak için “sosyalist değil” demektedirler) iddia ettikleri HDP’den uzak durmak bunların temel ilkelerinden birisidir. “HDP sultası”ndan uzak durmak, “HDP’nin kimlikçi/milliyetçi duruşu”nu mahkûm etmek, “cumhuriyetin kazanımları”nı savunmak bu blok için olmazsa olmazdır. Hatta HDP’nin “net aydınlanmacı” çizgiye bile sahip olmadığını iddia etmektedirler. Bu blok cumhurbaşkanlığı seçiminde Kılıçdaroğlu için oy kullanacağını deklare etti.

Lenin’in bir sözünü hatırlıyoruz: “Komünist erkeği kazıyın, altından ataerkil erkek çıkar.” “Sosyalist”, “enternasyonalist”, “Marksist sol”, “anti-emperyalist” geçinen akımların birçoğunu biraz kazıyın, altından egemen ulusun egemen sınıfının, Türk burjuvazisinin şovenizmi ve sosyal şovenizmi çıkar: “Vatan bütündür, bölünmez!” “Sosyalist Güç Birliği”nin gerçeğidir bu. Sömürgeci boyunduruk altında yok edilmek istenen ve Ortadoğu çapında 45-50 milyon nüfusa sahip dört parçaya bölünmüş Kürt ulusunun ulusal demokratik başkaldırısını siyasal bakımdan desteklemek ve birleşik politik mücadele yolunda yürümek yerine, Kemalist Cumhuriyet’i, Kemalist laikliği, Kemalist aydınlanmayı bayraklaştıranlar, Kürt ulusal başkaldırısının, Kürt ulusal devriminin Ortadoğu çapında yaygınlaşmasını, güçlenmesini alabildiğine horlarken, bu hareketin yarattığı, geliştirdiği ulusal devrimci demokratik aydınlanmayı utanç verici tarzda yadsıyarak, dahası yarım bile sayılmayacak Kemalist burjuva aydınlanmayı bayraklaştırmalarının utancını kimlikleriyle temsil etmektedirler. Bu da Türkiye’nin nesnel politik gerçeklerinden birisidir… Bunlar Kemalizmin “sol” kanadıdır; CHP’nin soluna oynamaktadırlar. Bunların Kürt ulusal devrimiyle, Kürt halkının meşru, haklı, devrimci mücadelesi ile araya çektikleri kalın kırmızı çizgi bu gerçeklerle bağlıdır…

PKK’nin ulusalcı çizgisini eleştirebilirsiniz; bu, ideolojik mücadele hakkınızdır. Ama “eleştiri” adına “Vatan Bölünmez!”in propagandasını yapıyorsanız, niyetiniz ne olursa olsun, Türk egemen sınıflarının egemenliğini savunuyorsunuz, Kürt ulusal devriminin boğulmasını meşru görüyorsunuz demektir.

Diğer blok “Emek ve Özgürlük İttifakı”nı oluşturmakta ve Yeşil Sol Parti (YSP) çatısı altında seçimlere katılmaktadır. Bu ittifakta, bazı sosyal reformcu ilerici kuvvetler+yurtsever Kürt güçleri+devrimci hareketin bir bölümü yer almaktadır.

Emek ve Özgürlük İttifakı’nda şu parti ve çevreler bulunmaktadır: HDP, YSP, EMEP, EHP, TİP, TÖP, SMF.

HDP’de yer alan bileşen parti ve çevreler ise şu kuvvetlerden oluşmaktadır:

ESP, SYKP, DBP, Devrimci Parti, SODAP ve Yeşil Sol Parti.

HDP’nin merkezde durduğu bu blok, gerek genel seçimde, gerekse de cumhurbaşkanı seçiminde belirleyici rollerden birisini oynayacaktır. HDP / YSP cumhurbaşkanlığı seçiminde kilit parti durumundadır; oluşacak yeni Mecliste de kilit parti olma konumunu sürdürecektir.

Bu bloklardan herhangi birine katılmayan (bir kısmı devrimci) siyasi çevreler de mevcut; ancak bunu geçiyoruz.

Yukarıda işaret ettiğimiz cepheleşmeler, farklı politik yönelişlerin ve duruşların ifadesidir. En nihayetinde sınıflı bir toplumda yaşıyoruz; farklı sınıf ve tabakalarla karşı karşıyayız. Bu olgu, farklı politikaların ve politik güçlerin duruşunu şekillendirmektedir…

I

Bu tablo içerisinde merkezinde HDP’nin durduğu blok “Üçüncü Yol” politikasını temsil etme iddiasındadır.

Emek ve Özgürlük İttifakı, iki gerici, faşist ve burjuva blok karşısında halkların anti-faşist çizgisini temsil etmektedir. Bu blok, AKP ve CHP’nin liderliğini yaptığı iki burjuva bloğa karşı (üçüncü bir seçenek olarak) genel seçimlere kendi adaylarıyla katılmaktadır. “Burjuva partilere oy yok! Bütün oylar Emek ve Demokrasi Cephesine/YSP’ye!” sloganı ile seçim çalışmasını yürütmektedir.

Bu blok, cumhurbaşkanı adayı çıkarmadı. Blok içinde görüş ayrılıkları var. Cumhurbaşkanı seçiminde Erdoğan’ın kaybetmesini belirleyici tavır olarak belirledi. Şimdilik “Kılıçdaroğlu’na oy ver!” çağrısı yapmadı. ESP (Ezilenlerin Sosyalist Partisi), blokta yer almakla birlikte cumhurbaşkanlığı seçiminde YPS’nin tavrına karşı çıkmakta, Erdoğan gibi Kılıçdaroğlu’na da oy verilmemesi gerektiğini savunmaktadır.

Bu bloğun, (blokta yer alan bazı devrimci yapıları ayrı tutuyoruz) emperyalizme bağımlılık ilişkilerini, egemen sınıfın egemenliğini, onların egemenlik aracı olan burjuva devleti devrimle yıkma, kesintisiz sosyalist devrim ve sosyalizme geçme gibi bir program hedefi yok. Nesnel olarak devrimci bir rol oynamasına karşın son tahlilde sosyal reformdan yana olan cephesel bir ittifaktır. Bugün için bu blok, anti-faşist mücadelenin odağıdır. Geniş anlamda ezilenlerin sözcülüğünü yapmaktadır. Bazı partiler bu blokta “Sinerji yaratarak Erdoğan’dan kurtulmak” isteğinin yanı sıra esasen kendi adaylarını meclise seçtirme hesabıyla yer almaktadır. Aslında ana ihtiyaç, bir seçim ittifakı değil, az-çok uzun erimli anti-faşist ve anti-emperyalist ittifaklardır…

YSP, bütün zaaflarına karşın “dağ”a, Kürt halkına ve sokakların gücüne dayanmaktadır ya da bu kuvvetler tarafından desteklenmektedir. (Bu ittifakta yer almakla birlikte “Dağ”a, Kürt mücadelesine, sokakların meşru mücadelesine mesafeli duran –EMEP, TİP vb. gibi– kuvvetleri hatırlatmadan geçmek doğru olmayacaktır.) Kürt ulusal burjuvazisinin sözcülüğünü yapan nispeten geniş bir kesim de HDP-YSP nezdinde bu cephenin içerisinde yer almaktadır. HDP’de, öteden beri devrimci mücadeleye dayanan devrimci-demokratik bir eğilimin yanı sıra, bu eğilime karşı liberal burjuva ve küçük burjuva çizgide politika yapan bir eğilim de mevcut olagelmiştir…

Kürt ulusal hareketinin merkezde olduğu bu ittifak içerisinde yer alan devrimci ve komünist politik kuvvetler sınırlı bir gücü temsil etmekte ve herhangi belirleyici bir rolleri de bulunmamaktadır. Bu böyle olmakla birlikte, HDP’nin anayasal, parlamenter hayaller yayan, liberal beklentiler uyandıran “toplumsal barış” propaganda ve ajitasyonuna karşı, bağımsız ideolojik tavır takınması, devrim hedefiyle bağlı (komünistler ise asgari programının yanı sıra azami programını…) farklılıklarını ortaya koyması, bunu kitleler nezdinde dile getirmesi gerekir. (Bu görevin hakkını vermemek, verememiş olmak onların zaafıdır.) HDP ile ittifak, politik mücadelede anti-emperyalist, anti-faşist, devrimci bir rol oynadığı müddetçe geçerli ve değerli bir tavırdır; bunun ötesine taşan, anayasal hayaller yayan ideoloji, politika ve ajitasyona karşı çıkmak gerekir. Komünistler parlamentoyu, parlamenter mücadeleyi kurtuluş yolu olarak sunan, devrim ve sosyalizm kavgası ve hedefini yadsıyan bütün reformist ve tasfiyeci eğilimlerle hesaplaşmak zorundadır. Bu görevi 5., 10. sıralara itenler çok ağır bir zaaf sergilemektedirler.

HDP ittifakı içerisinde yer alıp bu gerçekleri sınıf ve kitleler önünde sistemli ve açıkça ortaya koymayan, “kadrolar Kemalizmden kopuşmalıdır” demagoji ve manipülasyonun ardına sığınanlar ideolojik savrulmayı ve tasfiyeci yönelişi meşrulaştırma çabası içerisindedir. “HDP üzerinde önemli bir etkimiz var”, “PKK üzerinde önemli bir etkimiz var” gibisinden doğrudan ya da dolaylı söylemlere ise inanmamak gerekir; ki bu bağlamda tersi doğrudur ve bu, bir zaaftır…

Mücadele ettiği sürece politik olarak birlikte vurma ama ideolojik ve siyasi ayrılıkları da sınıf ve kitleler, halklar nezdinde açık ve kesin bir tarzda ortaya koyma; politik ve örgütsel bağımsızlığa kesinkes en büyük önemi verme ve yedeklenmeme, gölgede kaybolmama… Yapılacak şey budur. Tersi bir duruş ise tasfiye olmayı getirir ve getirmektedir.

Seçim sürecinde politik özgürlük için vuruşurken sosyalist-komünist görevleri asla ihmal etmemek, dahası bütün demokratik faaliyeti, propaganda, ajitasyonu sosyalist perspektiften şekillendirmek gerekir. Bunsuz “komünist” adı hak edilemez. Eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda özgürlük ilkesi, kendimizi ifade etmek için temel bir ilkedir ama önemli olan bu ilke temelinde siyaset yaparken, ideolojik mücadelemizi de etkin bir tarzda sürdürmektir. Bu görevin ihmal edildiği açıktır; esas kaynağına girmeden, asıl muhatabı çevreden dolanarak eleştirmek ise tipik bir tasfiyecilik, oportünist pragmatizm ve korkaklıktan ibarettir.

II

Emek ve Özgürlük İttifakı” ile hareket eden TİP’e gelince, tipik bir küçük burjuva açık gözlülük ve dar grupçulukla karşı karşıyayız.

TİP’in gücü, esas olarak kitleler içerisinde örgütlü maddi bir güç olmaktan değil, “medyatik” olmaktan geliyor. Bu olgunun altı çizilmelidir. TİP’te bir baş dönmesi var. TİP, tipik bir oportünist fırsatçılık, dar çıkarcı pragmatizmle davranmaktadır.

HDP’yi zayıflatmak, giderek TİP’i bu cepheden koparmak isteyen burjuvazi ve sol liberaller TİP’i ya açıkça destekledi ya da yarı-dolaylı, dolaylı destekleyerek teşvik etti… Her şeye rağmen Erkan Başların Okuyangillerden farklı olarak HDP’ye yakın durması pozitif bir durumdur.

TİP, politika düzeyinde çıkan görüş ayrılıklarını öncelikle muhatap platformlarda çözmek yerine, sorunu kamuoyu önüne taşıdı. TİP’in bu tutumu rastlantılarla, “politik acemilikle” vs. izah edilemez. TİP’in bu tutum ve manevrası, burjuvaziye verilen bir mesaj, HDP’ye ve devrimci harekete uzak duran kitlelerin belli bir kesimine berbat bir hesapçılıkla seslenen tutumuyla ilgilidir.

TİP’in kendine özgü politikası olabilir, seçimlere ayrı bir parti olarak da katılabilir; bu hakkı reddetmek yanlış ve anti-demokratik bir tavır olur. Üzerinde durduğumuz konu bir hakkı reddetmek değil, bazı sorunları çözmek mümkünken, bu süreci işletmeden oportünist hesaplarla sorunun kamuoyuna taşınması ve medyatik gösteri yapılmasıdır. TİP bunu yarın da yapacaktır, bu onun istikrarsız karakteridir. TİP’in, “seçimlerde kendimizi görmek istiyoruz”; Doğu’da siz, Batı’da biz; 20 milletvekili ile Mecliste grup kurmak istiyoruz tutumları, TİP hakkında önemli veriler sunmaktadır. TİP, bloktan bağımsız seçimlere girerse ülke barajını geçemeyeceğini bildiğinden bloktan ayrılmadı. Ama öte yandan da fütursuzca “bana destek verin, 20 mebus çıkarıp grup kurayım” demektedir… Burada egemen ulusun “kent soylu” şımarık, esnaf kafalı küçük burjuva bir katmanı ile karşı karşıya bulunduğumuzu vurgulamak isteriz.

TİP’in kendini tek sosyalist alternatif olarak sunması, “sosyalizmi” sadece kendi temsil ediyormuş gibi gösteriler yapması; HDP’nin sadece Kürtlerden oy alan bir partiymiş gibi sunulması yaygın bir tepkiye yol açtı. Bu propaganda ve gösteri, sözgelimi “Sosyalist Güç Birliği” tarafından ve keza burjuva liberalleri tarafından yapılan, “HDP Kürt partisidir, milliyetçidir, kimlik siyaseti yapmanın ötesinde anlamı yoktur” propagandasının, bir başka formda, TİP eliyle yapılmasından ibarettir. Türk emekçileri, Kürtler, Aleviler, kadınlar, gençler, ulusal azınlıklar, LGBT+’lar, işçiler, işsizler, yoksullar, çevreciler, depremzedeler, feministler vb. vb. bütün bu sınıf ve tabakalar, toplumsal kesimler HDP çalışmasının muhatap kitlesidir ve HDP’ye de oy vermektedir; TİP “bizim hitap ettiğimiz kesim farklı” derken, saydığımız kesimler dışında acaba hangi kesimleri hedef alıyor? Andığımız kategoriler TİP’in de kazanmaya çalıştığı kesimlerdir. Kendi logosuyla ve 50 civarında yerde kendi adaylarıyla seçimlere girmesine gerekçe üretirken, “Biz farklı kesimlere sesleniyoruz” derken TİP, esas olarak demagoji ve manipülasyon yaparak fırsatçılığını, faydacılığını, dar grupçuluğunu gizlemeye çalışmaktadır… TİP’in “Bizim tabanımız ile HDP’nin tabanı bir değil” derken, HDP’nin, çalışmasının bile olmadığı Karadeniz gibi bölgelerden de oy aldığını bilmiyor olamaz. “Bize oy verenler HDP’ye oy vermez” gibisinden yapılan açıklamalar ise, nalıncı keseri gibi kendinden yana yontma duruş ve karakterini açığa çıkarmaktadır. HDP yalnız Kürtlerden değil, Türkiye’nin her yanından oy almaktadır. Oy ağırlığını Kürtlerin oluşturmasında ise bir anormallik yoktur. Öncelikle de Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da mücadeleci ileri katmanlar HDP’ye oy vermektedir. Peki HDP’nin “tabanı”? HDP’nin tabanı ne düşünüyor acaba TİP hakkında?! Eğer HDP’nin özel bir çabası olmazsa özellikle Kürt tabandan TİP’e oy zor gider; seçilmek için HDP-YSP tabanından “bana oy verin”, “ben bir bileşenim, tabii ki bana oy vereceksiniz” diyen TİP iki yüzlü davranmıştır. YPS altında şartlı olarak seçimlere katılan TİP, eğer baraj gibi bir sorunu olmasaydı kuşkusuz ki, HDP bloğu içinde daha baştan yer almayacaktı. Duruma göre davranma çıkarcılığı TİP ve TİP önderlerinin küçük burjuva sınıf karakterinin ürünüdür ve bu, TİP’te göz çıkarmaktadır. Ancak güvenilmez de olsa, tutarsız da olsa, politik mücadelede bu tip “yol arkadaş”ları her zaman olacaktır. Bu tip sallantılı yol arkadaşlarını da birleşik anti-faşist mücadeleye çekmek kaçınılmazdır; “çekme”nin biçimleri, yöntemleri ise değişebilir elbette ki.

“Milletvekili seçimlerinde, tek bir oyumuzun heba olmaması perspektifiyle en çok milletvekili çıkarma hedefini gözeterek hareket edeceğiz’’ diyen TİP, gerçeği çarpıtıyor. Özellikle dinci faşizmin özel hesaplarla çıkardığı seçim yasası oylarda bölünme yaratarak “en çok milletvekili çıkarmayı” önlüyor… TİP’in dar grupçu hesabı şu: Nasılsa HDP ve bağlaşıklarının birliğe ihtiyacı var ve beni dışlamayacaklardır; kendimi dayatır, alabileceğimden daha çok mebus kazanırım… Ama bu dayatmayla, nesnel olarak, “sistem dışı değilim, Kürtlerle ittifakım bir yere kadardır, gerektiğinde bu ittifakı da bozarım” mesajını da burjuvaziye vermektedir.

Dolayısıyla, “Parti Meclisi, milletvekili dağılımında Emek ve Özgürlük İttifakı’nı güçlendirecek şekilde, seçimlere ittifak içerisinde kendi adımız, amblemimiz ve adaylarımızla girmemiz gereken illeri tespit etmiştir’’ derken, geçtik “güçlendirme”yi, bile bile “Emek ve Özgürlük İttifakı”nı zayıflatmaktadır.

TİP’in oportünist fırsatçılığı, Kürt tabanından da ciddi tepkilere hedef oldu. “Sırtımızdan geldiler, üstelik hak etmedikleri ölçüde avantajlar sunulduğu halde, böyle kritik bir seçim döneminde ve seçim yasası koşullarında, durumu dikkate almadan sırt dönme anlamına gelen bir tutum takındılar” yorumları gelmektedir. Gerçekte Erkan Baş ve çevresinin üstündeki örtüler çekilirse, bu bloğa bir seçim bloğu olarak baktıkları görülecektir. Kürt sorunundaki anti-faşist duyarlılıkları Kürt hareketinden boylu boyunca uzak durmalarını önlemektedir ama daha özel hesapları, yani kendince yeterli bir gelişme sağladıklarını düşündükleri anda HDP’yle, daha özel olarak PKK önderliğindeki ulusal mücadele ile aralarına daha kalın kırmızı çizgiler çekeceklerdir. Erkan Baş’ın Kemal Okuyan’la giriştiği dar grupçu rekabetin tartıştığımız konu bağlamında özel bir rolü olduğunu söylemek de abartı olmaz. Okuyanlar, berbat bir sosyal şovenizmin savunucularıdır… Erkan Baş söz konusu rekabette güçlenebilmek için HDP’ye yakınlaşmıştır. Bu önemli faktörü de gözden kaçırmamakta yarar var TİP’i değerlendirirken.

Devam etmeden belirtmek isteriz; sadece seçimlere endeksli anti-faşist bloklar da kurulabilir ve bunda ilkesel açıdan bir sakınca da yoktur. Ancak sınıf mücadelesinin politik açıdan gereksindiği acil görev, bir seçim bloğu değil, uzun vadeli bir anti-emperyalist, anti-faşist birleşik mücadeledir; bu görevin gerektirdiği politik ittifaklardır…

Bizce TİP, küçük burjuva sosyalizminin reformist, parlamentarist sözcülerinden birisidir ve bunlardan Türkiye’de bol miktarda bulunmaktadır. Bu reformist, burjuva demokratik çizgi ve duruş, devrim ve sosyalizm çizgisine karşı tasfiyeci bir rol oynamaktadır. Ve bu yalnızca TİP’in değil, genel olarak tasfiyeci reformist solun gerçeğidir de. TİP, Marksist-Leninist sosyalizm teori ve pratiğini yadsıyan bir sosyal reformizmin sözcüsüdür. Bilimsel Sosyalizm (ML) değil sosyal reformizmdir TİP’in teorik-ideolojik temeli. Teoride revizyonizme, politikada reformizme, örgütlenmede legalizme dayanmakta; illegal-meşru temelde örgütlenmeyi ve silahlı devrimi reddetmekte ya da böyle bir hedefi de bulunmamaktadır. Bir dizi akımın olduğu gibi TİP’in de muhalefeti, sistemi ve egemen sınırların egemenliğini yıkma mücadelesini içermeyen, Erdoğan rejimine karşı mücadeleyle sınırlı, parlamenter mücadeleye ve burjuva demokrasisine bağlı, sosyal reformcu kazanımları hedefleyen bir mücadele çizgisidir.

Bizce TİP’in kitleler içerisinde örgütlü ağırlığı yoktur. Politik mücadelenin gerektirdiği devrimci emek ve bedeli, mücadeleciliği temsil etmemektedir. TİP’i kuranların, esas olarak HDP’nin sırtından Meclise girdikleri de doğrudur. Erkan Baş ve arkadaşlarına gereğinden fazla tavizler verildiği açıktır; ki bu, yaygın bir kanıdır. Çok kritik bir seçim sürecinde yaptıkları çıkış ise, mücadeleyi geliştiren bir tutum olmadı…

Belirttiklerimizin yanı sıra, bir başka politik gerçeğin de altı çizilmelidir:

Kürt ulusal demokratik mücadelesine ve HDP’ye mesafeli duran ama CHP’ye de, CHP etrafında oluşmuş olan burjuva bloğa da gitmeyen ve gitmek istemeyen nispeten geniş bir kesim var. Bu kesim bir arayış içerisinde. TİP bu kesimlere oynuyor. Keza bu kesim, ciddi bir şekilde Türk milliyetçiliğinin ve şovenizmin etkisi altında. Bu kesimin esas gövdesi devrime, sosyalizme kazanılmalıdır ya da kazanılacak özelliklere sahiptir. Saçma sapan bir şekilde iddia edildiği gibi bu kesim “korktuğu” için değil, birden fazla nedenle devrimci ve komünist harekete kaymıyor. “Korkuyorlar, bedel ödemek istemiyorlar, bunu göze alamıyorlar, bundan dolayı bize gelmiyorlar” türünden “analiz”ler, kendini aldatan küçük burjuva dar kafalılığın ürünüdür. Gerçekte kendi zaaflarını görmeyen, devrimi anlamayan devrimciliğin, kolay devrimciliğin ilkel kafasıdır bu “analiz”. Evet, korkan, korktuğu için yurtsever Kürt hareketinden ve devrimci hareketten uzak duran önemli bir kesim var ama sorunun esası burada değil ki, sorunun esası bu kesime gidemeyen, yüreklerine dokunamayan, örgütleyemeyen devrimci ve komünist harekettedir… Sen gitmezsen başkası gider ve bu kitleyi kendine çeker ya da bir kesimini örgütler. Önemli olan bu arayışa yanıt olabilmektir; bunu anlamadan, pratikte gereklerini yerine getirmeden “öncü”lük adına yapılacak yüzeysel, dar analizlerle kendimizi tatmin edebiliriz ama hayattan da kopmaya devam ederiz. Eleştirilerimize karşın, TİP’in bu kesimlere seslenmesine karşı çıkmak gerekmiyor. Zaten eleştirilerimiz bu bağlama oturmamaktadır…

Devrimci ve komünist hareket bir çekim merkezi değil, az çok güç olduğu, politik bakımdan az çok varlığını gösterdiği dönem ise, başlıca olarak tasfiyeciliğe sapıldığı için, geride kaldı. Seçim sürecine bir de bu gerçekle birlikte giriyoruz. TİP’in hesaplı-kitaplı, üzerine oynadığı, politik desteğini almaya çalıştığı kesimler de dahil, arayış içerisinde olan kitlelerin başta da proletarya ve halk kitlelerinin ileri katmanlarının kazanılması sorunu açık bir şekilde önümüzde duruyor… Sınıf hareketinden ve genel demokratik halk hareketinden esaslı bir şekilde kopmuş olan, ağır bir kriz yaşayan devrimci ve komünist hareket, politik çarpışmanın bir evresi olan seçim süreçlerini yenilenerek, yeni bir dinamizm kazanarak politik ve örgütsel gelişmesi için değerlendirebilirse, buna sadece seviniriz.

III

Seçimlerde aday gösterilen Cengiz Çandar ve Hasan Cemal haklı tepki ve eleştirilerin hedefi oldu. Ancak bu iki liberal figürün HDP’de yer alması tesadüf değildir. Kandil’den, Öcalan’dan, “demokratik modernite paragdiması”ndan bağımsız bir seçim değildir; dahası, Ortadoğu cangılında, işin ucunun bir biçimde AB, ABD’ye kadar uzanan boyutları vardır… Bu gerçeğin üstünden atlayarak yapılan eleştiriler, nesnel olarak, oportünist bir tutumu tanımlar ve eleştiri sahiplerinin ya dar kafalılığından, ya cesaretsizliğinden ve pragmatizminden ya da tasfiyeci yöneliş ve duruşlarından kaynaklanan gerçeklerini ortaya koyar. Bu olgunun da altı çizilmelidir.

Sözü geçen iki figür, Kürt sorununun burjuva demokratik çözümünden yanadır. “Modernite”ye karşı “demokratik modernite”yi savunmaktadır. Bir diğer anlatımla, onlar “silahlı mücadele çağı”nın bittiğini, sorunun halkların devrimci mücadelesi ve silahlı mücadelesiyle çözülmeyeceğini, “Türkiyelileşmek”, “cumhuriyeti demokratikleştirmek” gerektiğini, çözümün “demokratik cumhuriyet”le olacağını savunmaktadır. Onlar bu kapsamda (diğer liberaller gibi), Türk sermayesinin ve burjuva devletin militarist çözümü terketmesi gerektiğini, “askeri çözüm”ün başarısız olduğunu, askeri çözümün yerine “barışçıl politik çözüm”ün geçirilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. En nihayetinde, son tahlilde bu savunu, TC’nin burjuva sosyal reformlarla restore edilerek, faşizm yerine burjuva demokrasisine geçilmesi savunusu anlamına gelmektedir. Yani emperyalizmi, kapitalizmi devrimle yıkmak yerine, sosyal reformist, burjuva demokratik bir çizgide Kürt sorununun çözülmesinden yanadırlar. Kürt ve Türk liberalleri, çözüm konusunun kapsamı, derinliği, Kürt hareketine verilecek tavizlerin derecesi hakkındaki farklılıklarına karşın, son tahlilde Kürt ulusal devrimini söndürme, bitirme politikasında birleşmektedir…

Bu politika ve tercih elbette ki eleştirilmelidir, fakat eleştiriyi bu iki figürün milletvekili adaylığının sanki yurtsever Kürt hareketinin izlediği çizgiden, özgün politik hedeflerinden ve hesaplarından kopukmuş gibi yapmak tümüyle yanlıştır ve manipülatiftir. Hem eleştirip hem de bu gerçeği ortaya koymamak ilkesiz bir tavırdır.

Kürt halkı on yıllardır kahramanca mücadele ediyor. Hareketin önderi Öcalan ve PKK’dir. Bu mücadelenin sayesinde Kürt sorunu bölgesel ve uluslararası ölçekte varlığını dayatarak kabul ettirdi… Kürt halkı ve ulusal öncüsü kirli, haksız, sömürgeci savaşa karşı bugüne dek inanılmaz kayıplara, iniş ve çıkışlara karşın başarıyla direnerek, savaşarak geldi.

Şimdilik başlı başına girmeyeceğiz ama yurtsever hareketin “demokratik konfederalizm”, “demokratik modernite”, “Türkiyelileşme”, “cumhuriyeti demokratikleştirme”, “demokratik cumhuriyet” çizgisinin objektif anlamı, egemen sınıfın egemenliğini yıkmadan, Kürt hareketinin fiili kazanımlarını kabul ettirme temelinde “barışçıl demokratik çözüm”dür. Yani devrim ve sosyalizm perspektifi yoktur; İmralı çizgisi ile PKK’nin geçirdiği ideolojik ve siyasi dönüşümü hepimiz biliyoruz…

PKK devrimci rol oynamaya devam ediyor. Kürt sorununun anayasal çözümünü dayatıyor. Bu dayatma ve çözümü gerilla mücadelesine ve serhildanlar çizgisine dayandırmaktadır. Bu inkâr edilemez bir gerçek. Rojava Devrimi de PKK önderliğinde gerçekleşti. Öcalan’ın kırmızı çizgisi, Kürt ulusunun varlığının kabul edilmesi, anayasal bakımdan güvence altına alınmasıdır. Bu talep de meşrudur, haklıdır. Zaten bu kırmızı çizgi olmazsa Kürt ulusal hareketi kaybeder. Öcalan (ve PKK) bu kapsamda faşist diktatörlüğün ve Erdoğan’ın baskısına karşı direnmeye devam etmektedir. Öcalan ve PKK gerillasız, serhildansız bir çizginin kendi ölümleri olacağını bilmektedir. İşte burjuva liberalleri bu duruşun tasfiyesi için çalışmaktadır. Kazanımları anayasa katına yükselterek, kendi devrimci imkân ve araçlarına dayanarak bunu başarmak ile kazanımsız ya da birkaç küçük kazanımla sorunu “çözme” arasında çok temel yakıcı bir duruş farkı vardır. Yurtsever hareket, sorunun burjuva demokratik çözümü için devrimci eylem hattında yürümek zorundadır…

Çandarlar, Cemaller misyon insanı olarak oradalar. Kürt ve Türk liberallerinin “barışçıl demokratik çözüm” politikası ile Yurtsever Hareket’in “barışçıl demokratik çözüm” politikası arasında çok önemli ve bazı temel ayrımlar vardır. Birincilerin “çözüm” çizgisi, Kürt halkının devrimci kazanımlarını ve mücadelesini sönümlendirmek, ucuz yoldan tükettirmektir, ikincilerin yolu ise, silah ve sokak, milyonların gücü ve mücadelesine dayanarak kazanımlarını en ileri düzeye taşıyarak sorunu çözmektir. Bu farkı unutmak, oportünizm ve inkârcılık olur.

Kuşkusuz Kürt sorununun Kürt halkının mücadeleci gücü, tarihi, bedeli üzerinde burjuva demokratik sosyal reformcu çözümü de Türkiye’nin gerçekleri bakımından siyasal bakımdan çok önemli bir politik dönemeci oluşturacaktır eğer gerçekleşebilirse…

Konuyu uzatmayalım, bu yazının başlıca konusu ve sınırları bu sorunu tartışmak değildir, kısaca da olsa bazı temel gerçeklere işaret ettik ve eleştirilerimizi ortaya koyduk.

IV

Yukarıda belirttiğimiz iki burjuva bloktan herhangi biri desteklenemez, dahası, iki blok da devrim ve sosyalizmin hedefidir. İki blok da emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin sürmesinden, egemen sınıfın egemenliğinin korunmasından yanadır… Dolayısıyla, “Bütün oylar YPS’ye!”

İktidarda olan blok dinci faşist elebaşının önderliğinde “Cumhur İttifakı”dır. Doğal olarak esas darbe iktidarda olan AKP-MHP bloğuna indirilmelidir. Karşımızda yalnızca bir parti değil, bütün imkân ve araçlarıyla faşist diktatörlük var. AKP-MHP hükümet olmanın ötesinde bir iktidar bloğunu oluşturmaktadır. 12 Eylül askeri faşist darbesiyle temelleri atılan, yapısı kurulan politik rejim (yarı-başkanlık rejimi), AKP’nin iktidar ortağı ve giderek iktidar olmasıyla geliştirilerek yeni bir rejim inşasına, dinci faşist başkanlık sistemine dönüştürüldü. Dinci faşizm yeni bir politik rejim inşa etti… Karşımızda, örneğin 2000 öncesinin ya da 2010 öncesinin faşist politik rejimi yok…

Erdoğan diktatörlüğü yıkılmalıdır, en acil görev budur. Faşist diktatörlüğe en zayıf halkasından saldırmak gerekiyor…

CHP’nin önderlik ettiği burjuva blok ise, burjuva muhalefeti oluşturmaktadır. Bu blok, Erdoğan rejimine ve bloğuna karşı “iktidar olma” iddiasıyla bir seçim kampanyası yürütmektedir. Eğer bu blok seçimleri kazanabilirlerse, ilan ettiği sermaye programını uygulayacaktır.

“Millet İttifakı”nın liderliğini yapan CHP’nin “sol” bir parti olduğu iddiası doğru değildir; CHP “Neoliberal dünya”nın, Türk sermayesinin gereksinmelerine göre şekillenmiş, faşist olmamakla birlikte gerici, gerçekte “merkez sağ”da konumlanmış bir partidir.

Deniz Baykal’la CHP’nin giderek MHP’lileşmesi, CHP’nin etkilediği, kontrol ettiği, kendine çekebileceği geniş kitlelerin başıboş kalma ve önemli bir kesiminin devrimci harekete kayması tehlikesi yaratınca egemen sınıflar CHP’yi yeniden yapılandırmaya girişti. Alevi kitlelerin devrimci harekete kaymaması, Kürt hareketi ile yakınlaşmaması gibi çok önemli bir faktör de Kılıçdaroğlu seçimine dayanan operasyonda özel olarak hesaba katıldı.

Kılıçdaroğlu bir operasyonla CHP’nin başına getirildi; Baykal tasfiye edildi. ABD, AB, “derin devlet” ittifakına dayanan Kılıçdaroğlu operasyonu ile CHP yeniden yapılanarak “küreselleşme”yle, “Büyük Ortadoğu Politikası”yla (BOP), “ılımlı İslam”la uyumlu hale getirildi. Böylece bu çerçevede CHP berbat bir “majestelerin muhalefeti” rolü oynamaya; “muhalefet”ini de Erdoğan’ın çizdiği sınırlar içerisinde oynamaya başladı. AKP’nin iktidarda bu kadar uzun süre kalması aynı zamanda CHP sayesinde gerçekleşti… Sözgelimi CHP, 70’lerde sahiplendiği, (şu reformist solun bir kesimi tarafından oldukça yüceltilen) “cumhuriyetin kazanımları”nı da savunmaktan oldukça uzak. CHP “sol” imajını da kullanan bir partidir. CHP içerisinde yer alan “sosyal-demokrat çizgi”yi savunan sol bir kanadın varlığı CHP’nin “sol” imajını beslemekte ve nispeten geniş bir anti-faşist kesimin CHP’ye yedeklenmesinde işlevli bir rol oynamaktadır. “Milliyetçi”siyle milliyetçi, “dinci”siyle dinci, MHP’lilisiyle MHP’li vb. gözüken, her yöne çiçek atan bir CHP var. “Sağcı partiler”in öteden beri CHP’yi “sol parti” göstererek “sol seçmen” nezdinde CHP’ye sunduğu destek CHP’nin “sol parti” imajını kullanmasına hizmet edegeldi. Sağcı partilerin bugün de tek parti diktatörlüğü döneminde Kemalizme, Kemalist diktatörlüğe karşı yönelmiş tarihsel tepkiyi sürekli sömürdüklerini biliyoruz. Bu demagoji ve manipülasyonun, işçi ve emekçi solunu, ilerici, devrimci solu sağcı kitleler nezdinde teşhir etmede de işlevli olduğu gibi, CHP’nin de “sol” olarak pazarlanmasını kolaylaştırdığını biliyoruz.

“Millet İttifakı” hakkında en ufak hayal yayılmamalıdır. “Gelecekler ve demokrasi getirecekler” propagandası liberal bir yanılgıdır ve sahte bir propagandadır. Başta CHP olmak üzere “Millet İttifakı” her yerde ve her fırsatta teşhir edilmelidir. Kılıçdaroğlu’na bağlanan umutlar boştur; o, sermayenin “restorasyon programı”nı uygulamaya geliyor…

Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı seçilmesi, Erdoğan’ın yenilgisi “faşizmden burjuva demokrasisine geçiş”i ifade etmiyor, etmeyecek. Keza “Millet İttifakı”nın kazanmasının Kürt sorununda burjuva demokratik, sosyal reformcu çözümü getireceği beklentisine de girilmemelidir. Her şey, sınıfın ve halkların kendi öz taleplerini ne ölçüde sahipleneceğine, eylem gücüne bağlıdır ve bu, Kürt sorununun “barışçıl-demokratik çözümü” için daha da geçerli bir durumdur. En ufak bir demokratik talebin kazanılması bile dişe diş bir mücadeleyi, koparıp almayı gerektirir… Sermaye ve sermaye devleti, (içerideki iç çelişki ve çatışmalarına karşın, bir eğilim olarak “Kürt sorununun barışçıl çözümüne istekli” bir kesim olmasına karşın) henüz “bütünü kurtarmak için parçayı feda” etmeye yönelik “yeni bir açılım” iradesi ortaya koyabilecek durumda değildir. Kürt sorununun çözümünde de belirleyici olacak ana kuvvet Türk halkının Kürt halkıyla birleşik mücadelesidir. “Doğu” “Batı”nın desteğini almak zorundadır, “Batı” “Doğuyu” savunmak zorundadır. Bu güç ortaya çıktığı oranda egemen sınıflar “sosyal reformcu çözüm”e doğru ağırlığını koyabilir. Dolayısıyla, burjuvazinin, burjuva muhalefetin taktik manevralarının tuzağına düşmemek önem taşımaktadır. Bu bağlamda “Millet İttifakı”, özellikle de CHP ile Kürt yurtsever çevrelerinin perde gerisinde ne gibi görüşmeler yaptıklarını ise bilmiyoruz. Bu tür görüşmelerin olmadığını düşünmek politik saflık olur.

Demek ki, seçimlerde darbeyi Erdoğancı dinci faşist rejime indirirken “Millet İttifakı”nın da teşhir edilmesi ve hayaller yayılmaması hattında yürümek gerekir. Parlamenter hayaller gerici hayallerdir; reformizme, parlamentarizme karşı ısrarlı mücadele yürütmeyen herhangi bir akım komünist ve devrimci adını hak edemez; evet, çözüm devrim ve sosyalizmdedir; bunu günlük gerçeklerle bağlayarak anlatmamız gerekir.

Böyle bir politika zorunlu olarak sınıfın ve halkların sokaklarda olması, eylem gücünü ortaya koymasını gerektirir. Bu duruş ve yöneliş, bugün, Kılıçdaroğlu’nun başkanlığı kazanması durumunda da ısrarla izlenecek duruş ve yönelimi ifade etmektedir. Sınıfın ve kitlelerin, Kürtlerin ve ulusal toplulukların, Alevilerin, kadınların, LGBT+’ların, çevrecilerin, göçmenlerin, “depremzede”lerin, toplumun bütün ezilen kesimlerinin en yakıcı taleplerini içeren devrimci ve sosyalist bir çalışma ve mücadele hattında yürürken, güvenilecek tek güç kitlelerdir, kitlelerin öz gücüdür, öz örgütlenmesidir… Bütün propaganda, ajitasyon, siyasi teşhir kampanyalarında bu gerçek ısrarla vurgulanmalıdır. Sınıfın ve kitlelerin içinde olmadan, kitlelerle birlikte politika tarzına dayanmadan bu hattan başarıyla ilerlemek olanaklı değildir. Devrim, sınıfın ve kitlelerin eseridir; öncü bir kuvvetin başarısı da bu çizgiyi izlemekten geçer…

V

Seçim süreci aynı zamanda cumhurbaşkanının seçilmesi sürecidir. İki seçim iç içe geçmiş durumda. Cumhurbaşkanı seçiminde de yukarıda anlattığımız politik çerçeveye bağlı kalmak ve mücadele etmek zorunludur. Eğer bu duruş ve yöneliş olmazsa, Erdoğancı faşizme karşı “Millet İttifakı”na yedeklenmek kaçınılmaz hale gelecektir. “Ne olursa olsun, yeter ki Erdoğan gitsin” politikası ve ruh hali kabul edilemez. Ki bu ruh hali dinci faşist diktatörlüğe karşı gelişen öfkenin, mücadele arzusunun, değişim isteğinin (ve aynı zamanda bir yorgunluğun, bıkkınlığın) ifadesidir. Devrimci ve komünist açıdan bu öfke, mücadele eğilimi devrimci çizgiye yönlendirilmeli ve güçlü bir anti-faşist savaş gücüne dönüştürülmelidir. Bu ise varlığı sınıf ve geniş kitleler tarafından hissedilen devrimci ve komünist maddi bir güç olmaya bağlıdır; diğer bir ifade ile, sınıfın ve kitlelerin içinde konumlanmış olarak devrimci politika yapan bir çekim merkezi olmayı gerektirmektedir… Devrimci hareket olduğu kadarıyla bu mücadeleyi yürütecektir, yürütmelidir. Ancak belli ki, bu ana eğilime yön verme kudretini burjuva muhalefet gösterecek; göstereceği bütün devrimci çabaya karşın, devrimciler ve komünistler zayıf kalacak. “Emek ve Özgürlük İttifakı” etrafında yürütülecek savaşım önemli ve değerli olmakla birlikte, bu bloğun yönlendirici etkisi özellikle Batıda ve Türk halkı içerisinde daha sınırlı kalacaktır. Bu bağlamda “sol” çığırtkanlığa dayanan, “Türkün Türke propagandası” tarzı politikadan uzak durmak gerekir… Seçim süreci içerisinde ve sonrasında devrimci gelişmeye bakmak gerekir…

Hayaller yaymak doğru değildir; Kılıçdaroğlu da sermayenin temsilcisidir. Sermayenin ve emperyalizmin programını uygulamaya adaydır. Kılıçdaroğlu kurtuluş değildir, dahası proletarya ve emekçilerin tepkisini sisteme ve devlete yedeklemek, ateşini söndürmek peşindedir. Geride kalan sürecin deneylerinden de görülebileceği gibi, sokaklar CHP ve liderinin en büyük korkusudur; ısrarla sandığı, seçimleri, parlamentoyu, yıpranmış devleti onarmayı kurtuluş yolu olarak pazarlamaktadır…

HDP cumhurbaşkanı adayı göstermedi. Fakat “Kurtuluşumuz Millet İttifakı+Kılıçdaroğlu’dur” demedi. Kendi taleplerini dayatarak özellikle Türk halkına seslendi. İki burjuva blok arası çelişkilere oynadı…

Ortaya çıkmış bir politik tablo var; bu durumda ne yapmalı?

İktidarda olan, Kılıçdaroğlu değil Erdoğan, AKP-MHP bloğudur. Asıl darbe Erdoğan şahsında “Saray rejimi”ne indirilmelidir. Erdoğan’a inecek tokadın güçlü bir halk ayaklanmasıyla gerçekleştirilememesi acı gerçeklerimizden birisidir ve ne yazık ki bu durum öncelikle de devrimci ve komünist hareketimizin zaaflarıyla bağlıdır…

CHP-Kılıçdaroğlu ise umut olarak sunulmamalıdır. İki seçim iç içe geçmiştir. Seçim sürecinde CHP ve “Millet İttifakı”nın gerçekleri bütün boyutlarıyla sınıfa ve halklara anlatılmalıdır… Cumhurbaşkanı seçimini de bu eksen, bağlam ve genişlikte ele almak gerekmektedir. Bu temel duruş, devrimci ve komünist hareketin Kılıçdaroğlu hakkında hayaller yayılmasına karşı mücadelesi bakımdan çok önemlidir.

Var olan tablo şudur: Erdoğancı rejim silahı sınıfın ve halkların beynine ve yüreğine dayamış, tetiği peş peşe çekmektedir. İlk yakıcı görev, durmaksızın tetiği çeken iktidarı vurmaktır.

Öte yanda, iktidar olmayan, “Saray rejimi”ne “muhalefet eden”, ama bugüne dek ömrünü uzatma rolünü de oynayan, keza kitlelerin toplumsal ve politik tepkisini nötralize ederek kendisine yedeklemeye çalışan gerici bir güç olan CHP gerçeği var. Ve “Millet İttifakı” sıranın kendisine geldiğini düşünüyor. Olağanüstü bir gelişme olmazsa, büyük olasılıkla Erdoğan yenilecek, Kılıçdaroğlu gelecek; buna rağmen AKP yeni mecliste ciddi bir güçle temsil edilecek… Kaldı ki, Erdoğan’ın yenileceği mutlak veya kesin değil henüz.

Evet, darbe Erdoğan’a ve dinci faşist diktatörlüğe indirilmelidir; durmaksızın yağmalayan, ezen, yok eden haydut ilk hedeftir; sırasının gelmesini bekleyen haydutlar ise umut olarak sunulamaz ve sunulmamalıdır.

HDP ve etrafındaki güçler, Kılıçdaroğlu’nu umut olarak sunmadan taktik manevra kapsamında darbeyi Erdoğancı diktatörlüğe indirmelidir. Yurtsever hareket ve HDP merkezli politik kuvvet, milyonlara dayanan bir kuvvettir. Maddi-politik bir güç olarak karşı-devrim içindeki parçalanmaya oynama yeteneğine sahiptir. Bu “oyun kuruculuk” lafla, lafazanlıkla olmuyor; sırtında yumurta küfesi taşımayanların “sol” çığırtkanlığı ise derde deva değil. Yaşam ak ve kara ikilemi içerisinde akmıyor… Taktik politikalar an’a, döneme göre değişen esnek politikalardır. Sözgelimi, Rojava Devrimi tam bir kuşatmanın ortasında bulunmaktadır… Yenilgi ve tasfiye tehdidi ile yakıcı bir şekilde karşı karşıyadır. Bu koşullarda bölgesel gericilik ve emperyalist güçler arasındaki parçalanmaya taktik manevralar kapsamında oynamasını ve yararlanmasını doğru buluyoruz. Bu taktiksel manevra ve ittifaklar stratejik ittifaklara dönüşme tehlikesini taşıyor, bu tehlikeye karşı siyasal (çizgi olarak) donanımlı olmazsan ve her an siyasal uyanıklıkla davranmazsan, bir de bakarsın ki, oraya yedeklenmiş ve tasfiye olmuş olursun ya da içinden berbat işbirlikçiler çıkar ve seni de harcamaya başlar. Peki, böyle bir tehlike var diye, sözünü ettiğimiz taktiksel manevralardan uzak durmak mı gerekiyor? Kanımızca hayır! Peki, böyle bir taktiği “ABD’ye yedeklenmek”, “anti-emperyalizmden vazgeçmek” olarak eleştirebilir miyiz? Bizce hayır… Devrimin gücüne dayanmakla birlikte, ayakta kalmak, yolu açmak bakımından manevralar yapmak zorundasın; elbette ki bu manevra, ABD emperyalizminin kendi politikasını yaşama geçirme olanağını da sunmaktadır bir ölçüde; sen bu amaçla değil, bu amaca karşı çıkarak yenilmemek, yıkılmamak, mevzilerini ayakta tutup daha ileri hamleler için taktiksel tutumlar geliştirmek zorundasın; her izlenen taktik politikanın bazı dezavantajları da kapsayabileceği reddedilemez, ancak sen, işin esas yanına bakacaksın; eğer bu esas sana değil de karşıya işliyorsa, bu durumda yanlış yapıyorsun demektir… Her taktik yaşama geçirildiği nesnel durumun, sınıflar arası güç ilişkilerinin, yakıcı politik durumun damgasını taşır; yani taktikler dikensiz gül bahçesinde ya da masa başı âlemlerde değil, en yakıcı koşullar içerisinde yaşama geçirilir, geçiriliyor. Cangılda yürürken önemli yaralar da alacaksın, önemli olan bu değil, yara bereye karşın yürüdüğün doğru çizgi ve yoldan sapmaman; devrimci ve komünist ilkesel duruş ve konumlarını, stratejik hedeflerini terketmemendir. (Rojava’da gerçekleşen taktik ittifakın sadece “askeri bir ittifak” olduğu saptamasının gerçeği yansıtmadığını; askeri taktiksel ittifakın politikanın emrinde, onun uzantısı olduğunu hatırlatalım…)

Uzatmayalım, Rojava’da olunca başını dünya halklarının baş düşmanı olan Amerikan emperyalizminin çektiği Batılı emperyalist güçlerle taktiksel de olsa kurulan ittifakı doğru bulacaksın ve bir biçimde orada olacaksın, (bunun dolaylı bir yer alış olması bu nesnel gerçeği yok saymamızı gerektirmiyor; dolaylı ama yine de bir ittifak!); öte yandan kalkıp HDP’nin başkan adayı göstermemesini, tüm zaaflarına karşın karşı devrim içine de oynayan taktik politikasını, “sol” keskinlikle mahkûm edeceksin! Peki, buna ne demeli? İnsanda, öncüde tutarlılık olmalıdır; olmadığında gözden düşersin; inandırıcılığını kaybedersin ya da kitleler, devrimciler düpedüz sana inanmaz; istediğin kadar “ben büyük öncüyüm” de…

Geçmeden vurgulamak isteriz: Gerek HDP-YSP ve gerekse de “Emek ve Özgürlük İttifakı” içerisinde yer alan önemli sayıda reformcu parti, özellikle de ve esasen Kılıçdaroğlu hakkında hayaller yayan tutumlar sergilemektedir. Bu reformist politik tutumun eleştirilmesi gerektiği açıktır ve bu, ciddi bir zaaftır. Bu eleştirilerin kamuoyu önünde açıkça ve güçlü bir tarzda yapılması gerekir; eylem birliği, blokta yer alıyor oluş, bunu önlememeli ve önleyemez. Bu bağlamda belirleyici olan şey, işin gereğine uygun davranılıp davranılmaması olacaktır.

“Millet İttifakı’na yedekleniyorsunuz!” eleştirisini yapanlara yöneltilen eleştiri de şudur: “Erdoğan’ın kazanmasını mı istiyorsunuz? Erdoğan’a yedekleniyorsunuz.”

Burada yöntem, bu tartışmayı ak-kara ikilemine indirgemeden tartışmak, analizler yapmak olmalıdır. Kuşkusuz ki her taktiksel tutumun da nesnel anlamı vardır ve “tartışma”ya buradan bakmamak yanlış olur.

HDP’nin tavrı, nesnel olarak, Kılıçdaroğlu’na sunulan politik bir destek anlamına gelir; belirleyici merkez olan yurtsever hareket, beğenelim ya da beğenmeyelim, bu tutumu, taktiksel bir manevra olarak kavramaktadır. (Ve Kılıçdaroğlu hakkında ciddi liberal beklentiler uyandıran açıklamaları da mevcuttur.) Yurtsever hareket, kendi çizgisinde bu manevrayı ve manevraları yapacak güç ve yeteneğe de sahiptir. Ekleyelim; yurtsever hareket ve HDP, büyük bir olasılıkla seçimlerin ön gününde “Erdoğan’a kaybettirme” tutumunu “Kılıçdaroğlu’na oy verin!” çağrısıyla birleştirecektir.

Biz, cumhurbaşkanlığı seçiminde “Kılıçdaroğlu’na oy ver!” çağrısı yapmanın doğru olmayacağını düşünüyoruz; ancak, “Erdoğan’a kaybettirme” taktiksel manevrası kapsamında, bu somut durumda, “dolaylı yedeklerden yararlanma” taktiği gereği “Kılıçdaroğlu’na oy verme” çağrısı da yapmamak gerektiğini düşünüyoruz. Erdoğan götürülmelidir; darbe Erdoğancı dinsel faşist politik rejime indirilmelidir; Kılıçdaroğlu, CHP ve “Millet İttifakı” hakkında en küçük hayal yaymadan, bu bloğu da sistemli teşhir ederek sınıfın ve halkların kendi talepleri için sokaklarda olması ve sonuna dek kendi talepleri için mücadele etmesi gerektiğini her saniye vurgulamalıyız. İki seçimin aynı anda gerçekleştirilecek olması, iki bloğa karşı mücadele etmek ve CHP gerçeğini ortaya koymak bakımından da önemli bir avantaj sunmaktadır. Doğru olduğunu düşündüğümüz “dolaylı tavır” iki düşman arasında asıl darbeyi iktidara indirmeyi öngören bir taktik manevraya dayanıyor. Bu bağlamda seçim süreci boyunca CHP gerçeğini ortaya koyarken, Kılıçdaroğlu seçilirse “bizi kurtaracak” beklentisi yaratmadan, Kılıçdaroğlu ve CHP hakkında en ufak bir hayal yayılmasına fırsat vermeden, “oy ver” çağrısı yapmamakla birlikte, kitlelere Erdoğancı rejimi politik olarak yenilgiye uğratmayı öneriyoruz. Bu tavır, nesnel olarak, bir bakıma ve belli bir ölçekte Kılıçdaroğlu cephesine alan açmaktadır ama ne Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı hakkında hayaller yaymaktadır ne de darbenin Erdoğancı rejime indirilmesini zorlaştırmaktadır. Soruna buradan baktığımızda, bu taktiksel tutumu basitçe, “Millet İttifakı”na yedeklenme olarak kavrayıp propagandasını yapmanın subjektif bir “eleştiri” olacağı açıktır. Aslında bu konuyu da içerecek tarzda dönüp Komintern’in Hitler faşizmine karşı mücadele deneyimine, keza “Halk cephesi” taktiklerine; İspanya iç savaş deneyimine; Çin devriminin gelişme sürecinin deneyimlerine; Stalin ve SBKP’nin Hitler’in başını çektiği faşist kampla ABD-İngiltere-Fransa’nın oluşturduğu kamp arasındaki çelişki ve çatışmalara oynayan politik taktiklerine (strateji ve taktik bağlamında) bakmak, incelemek yararlı olacaktır…

Birkaç bin kitlesi olan devrimci parti ve çevrelerle, milyonlara hitap eden, seferber edebilen devrimci ya da objektif olarak devrimci rol oynayan politik yapıların pozisyonu, pratik-politik duruşu aynılaştırılamaz; büyük kitlelere dayanmayan, böyle bir mücadele deneyiminden geçmemiş dar devrimci politik yapıların “strateji ve taktik ustalığı” gelip belli dar sınırlara dayanmaktadır. Hele de, devrimci ve komünist hareketin, “ustalık” adına pek bir başarısından bahsedemeyeceğimiz Türkiye gerçeğinde, politika bilimini ve tarihsel deneyimleri öğrenmede oldukça geride olduğunu ve kaldığını saptadığımızda (gerçi kimse burnundan kıl aldırmıyor!), dikkat çektiğimiz olgu daha da anlamlı olmaktadır… Politik alanda liberalizme, reformizme, parlamentarizme, tasfiyeciliğe karşı mücadeleyi önde tutarken, sekter politika ve taktiklere karşı mücadele etmek de gereklidir.

VI

Erdoğan kaybederse “toplum rahat nefes” alır mı? Çünkü bu yaygın bir beklenti. Dinci faşist diktatörlüğün iki on yıla yayılmış azgın yağması, yıkımı, terörü altında inim inim inleyen geniş kitlelerin, mücadele eden, her şeye karşın direnen kitlelerin, halkların, öncü kuvvetlerin nefes almaya ihtiyaç duyduğu da bir gerçektir. Karşımızda nefes aldırmaz bir diktatörlük vardır ve en rafine temsilcisi de Erdoğan’dır. Öyle ki, “sol” çığırtkanlık yapanlar bile, Erdoğan’ın tahtından düşürülmesi durumunda sevinecektir, “neyse iyi oldu” vs. diyecektir; bunu açıktan ifade etmeyecekler belki ama bu, böyle olacaktır…

Ekonomik yoksullaşma, ağır faşist terör, sınır tanımayan adaletsizlik ve toplumsal eşitsizlik; toplumsal ve politik yaşamı dinselleştirme; kadın haklarına dönük azgın saldırı ve gasplar; zindanların tıka basa doldurulması; tam bir faşist keyfilik; komşu halklara ölümü dayatan emperyal politika; mafyalaşma, uyuşturucu tacirliği; korkunç bir yağma, rüşvet, yolsuzluk çarkı ve devasa boyutlara ulaşmış fuhuş, sınır tanımaz bir çürüme ve ahlaki çöküş; ağır bir göçmen sorunu, çevrenin yıkımı… Bunlar AKP-Erdoğan-MHP döneminde tavan yapmış olgulardır.

Kitlelerin beklentileri ve yürütegeldiği mücadeleler var. “Restorasyon” iddiasıyla gelecek olanlar on milyonların birikmiş toplumsal ve siyasal öfkesi ve mücadelelerin baskısıyla, istemleriyle doğrudan karşı karşıya kalacaklardır. “Toplumu” oyalama, yönünü saptırma, sistem içi asilime etme gereksinimi duyacaklardır. İşçilerin, halkların, aydınların, kadınların, gençlerin, işsizlerin, Kürtlerin, Alevilerin vb. vb. taleplerini hiç dikkate almadan Erdoğan gibi yollarına devam edemeyecekleri açıktır. Belli ki ilk dönemde beklentileri yedeklemek ve yönetmek için bazı manevralara girişeceklerdir ama bunun sınırlarını belirleyen olgu, sermayenin çıkarları ve ABD, AB gibi emperyalistlerin istemleri olacaktır. Eğer seçimleri kazanırlarsa işçi sınıfının ve halkların durumunu iyileştirmek için değil, iç ve uluslararası sermayenin programını uygulamak için yol almaya bakacaklardır. Örneğin, geldiklerinde “enkaz devraldıkları” gerekçesine sığınarak hızla zam yağmuru yağdıracaklardır… Geçmişe sünger çekme manevraları yapacaklardır vb.

“Rahat nefes alma” yalnızca ve yalnızca yüz binlerin, milyonların militan mücadelesine bağlıdır. Bu, bugün için de, yarın için de geçerli bir kıstastır. “Toplum”a anlatılması gereken budur. Yoksa, “Kılıçdaroğlu gelecek, toplum rahat nefes alacak” beklentisi ve bu beklentiye çanak tutan propagandalar tepeden tırnağa yanlıştır; bu eğilime karşı mücadele yaşamsal önemdedir; bu beklenti kitleleri pasif bir bekleyişe iter, eylem gücünün ortaya çıkarılmasını önler, faşizm ve sermayenin saldırılarını kolaylaştırır…

“Gelen gideni aratır” denir, bu “Millet İttifakı” için de geçerlidir. Eğer “gelenin gideni aratacağı” bir tablonun ortaya çıkmasına karşıysanız, tek yol mücadele etmektir; kitlelere açıklanması gereken şey budur.

Sonuç itibari ile her şey proletarya ve halkların mücadelesine bağlıdır. Ya bu mücadeleyi Türkiye ve Kürdistan’da başarıyla geliştirirsiniz ya da ezilirsiniz. Seçim süreci de bu mücadelenin bir halkasıdır.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar