Ana SayfaKürsüYoksullar siyaset yapamaz mı?

Yoksullar siyaset yapamaz mı?

Depremler sebebiyle acı çeken halkımıza baş sağlığı ve güç diliyorum.

Üst üste gelen depremlerin şoku henüz atlatılabilmiş değil. Travmanın daha çok uzun süreceği ve her geçen gün başka hakikatlere çarpa çarpa katmanlanacağı da açık.

Zor günler. Öyle ki ülke tarihinin en kara günleri bunlar ve yaşıyoruz. “Hayat devam ediyor.” Yoksullar için devam etmekte, sürdürülmekte, sürüklenmekte olan şey “hayat” kelimesinde tınlayan neşeli çağrışımlar zaten hiç olmamıştır. Ve bugün her şey dünden daha kötü.

Böyle karanlık günlerde siyasî, güncele dair de olsa bir şeyler yazmak insana sizin de tahmin edebileceğiniz, anlayabileceğiniz bir suçluluk, utanç duygusu hissettiriyor. Ya da daha hafif bir tabirle bugünler insanı bir çekinceye, çekingenliğe doğru itiyor. “Ne işe yarayacak bu?” Garip değil, anlaşılabilir. Eylemliliğin bu kadar ketlendiği, öfkenin kendi içinde patlayıp patlayıp söndüğü lanet, uzun, ağrılı bir dönemeçteyiz.

Ayaklarımızın yarısından çoğu boşlukta, düştük düşeceğiz. Ve tutunacak çok az şey var. Böyle bir his. 

Yazı, havasını soluduğumuz bu ağır gerçeklikler ve acı sebebiyle tam olarak başarıyla da kotarılamamış olabilir. Affola. 

Yine de bütün uğursuzların siyaset yaptığı, en başından bu saate kadar her adımı halk için değil kendi ikbali için düşünüp uygulamaya koyduğu bu iklimde bizim de siyaset yapmamız ve tarihe kendi gücümüz, olanağımızca bir not, egemenlerin hayalini kurduğu o dikensiz gül bahçesine bir şerh düşmemiz gerekiyor. Ki siyaset hayatın, hayata tutunmanın ta kendisidir. Hele ki böyle zamanlarda.

 

Burjuvazinin başarısı

“Siyaset yapmak” ve “ideolojik”. Bizzat siyasetin en ucuzunu yapanlarca kriminalleştirilen, pejoratif bir içerikle sunulan kalıplar bunlar. Egemen ideolojinin taşıyıcıları ve onların sefil yancılarının ağzından o kadar çok duyuyoruz ki bunları. “Tarihin sonu” ilan edildiğinden beri o günden sonraki tarihi sadece kendi talihleri üzerinden okuyanların baskın sesleriyle tüm atmosfer kaplanmış vaziyette. “İnsan doğasına aykırı” olan sosyalizmin öldüğünün ilan edildiği, % 1’in % 99’da olandan çok daha fazlasına mâlik olmasınınsa insan doğasına uygun diye taltif edildiği bir karanlık çağda yaşıyoruz.

İhtilal seçeneğinden kafa olarak uzaklaştırılan garibanlara tek bir şık dayatılıyor: İntihar. Elbette bu intihar (çoğu zaman) kelimenin gerçek anlamıyla yaşamına son vermek anlamına gelmiyor. Bir insanî, sosyal, ekonomik, siyasal, felsefî varlık olarak kendi yaşamına son vermekten bahsediyoruz. Yani nefes alıp vermeye devam eden bir cenaze olmaktan. İş yerleri ve evleri kendi tabutları olan yığınlardan.

Görülüyor ki burjuvazi, kapitalizm, emperyalizm bu ödevinde oldukça da başarılı olmuş. Zenginin ve devletin keyfini kaçıracak her gündemde keyfin bire bir sahiplerinden önce zenginin ve devletin malını, iktidarını feryat figan savunacak çok fazla yoksul var. Bizden fazlalar.

Hâl böyleyken toz pembe bir “halkımız” güzellemesinin bir mânâsı olmadığı açıktır. Kuşkusuz halka düşmanlaşıp bohemleşmekten, son çeyrek asırda yaygınlaştığı gibi gettolaşıp, kültürel bir cemaate evrilmek gerektiğinden bahsetmiyorum. Halk halka rağmen de savunulabilir, zira sen bizzat o halksın, onun bir parçasısın. Onu savunurken, o sana düşman olsa bile aynı zamanda kendi izzet-i nefsini, haklarını ve geleceğini de savunmuş oluyorsun.

Öte yandan “halk” derken tıpkı “ulus” gibi bir hayalî cemaat de çizmiş oluyorsun. Olması gereken bir toplama, bir murada, bir ihtimale vurgu yapıyorsun. 

Halk hâlihazırda politik olarak yetkin olmasa da bizim halkımızdır. Ülke bizim ülkemizdir. Bir şeyler başarılacaksa da Vietnam’dan halk ithal edemeyeceğimize göre bu halkla başarılacak ve kazanılacaktır.

Bu noktada ısrarla ve kararlılıkla üzerinde durulması gereken zemin, halk ve ülke gerçeğine dair çıkarımlarda özcü sapmalardan uzak durmak olmalıdır. Yakın tarihe, hatta ve hatta şu felaket günlerine dair bile küçük bir hafıza yoklaması bu sapmayı savuşturmak için kâfidir.

 

Yoksulun siyaseti

Yoksulun kendi için siyasete kendini koşması egemenler için bir korkulu rüya: “Bizleri kurtaracak olan kendi güçlü kollarımızdır.” Depremlerden sonra hükûmete yönelik biriken öfkeye karşı acil gündem bulandırma tedbirleri de bunu açıkça gösteriyor.

İlk günlerdeki acı, tepki, dayanışma havasının üstüne hızla bambaşka karanlık ve kararlı bir gölge çöküyor: “Yağmacılar” ve mülteciler meselesi ve deprem bölgelerinde cirit atan paramiliter güçler ya da lümpen takımı. Durum o raddeye vardırıldı ki, bölgede, özellikle de Antakya’da depremzedelerin ve yardıma koşanların can güvenliği bu şiddet ve linç kampanyası sebebiyle bir derece daha riske girmiş oldu.

Suçlu olup olmadığı belli olmayan insanlara şiddet görüntülerinin üzerinden sosyal medyada bir öfke boşalması örgütleniyor. Yani hedef saptırılıp, yine yukarıdakilerin, yine büyük suçluların kazanacağı bir oyuna hevesle, iştahla koşuluyor.

Bu şiddetin, yarın sahada kendi güçlerinden daha büyük bir görünüm ve varlıkla yer alan, enkazlara koşan, aş dağıtan, çadırlar ve revir kuran devrimcilere, sosyalistlere yönelmeyeceğinin hiçbir garantisi yok mesela. Ya da bir sonraki kurbanın kendi evinin harabesinde eşyalarını arayan bir depremzede, “tipi beğenilmeyen” bir dayanışmacı veya birinin bir sebepten husumet duyduğu bir kimse olmayacağının da…

Bu korkunç ve tehlikeli yönelime karşı dimdik durmak hayatî önemde. Tam da burada yoksulların kendi için siyaset yapması aciliyeti tekrar gündeme geliyor.

Güdülen bir güruh değil, omuz omuza hakkını arayan, hesap soran bir kitle diriliği sağlanmalı. Bunun için de devrimcilere, bilhassa da bölgedeki, bölgeden devrimcilere, sosyalistlere ağır, tarihî görevler düşüyor. 

“İdeolojik” olmayan, “politik” olmayan, son dönemlerin “modalaştırılan” tabiriyle “sınıfsal” olmayan hiçbir şey yoktur. Yoksul kitleler bu bilince eriştiğinde, yönetenlerle bir biçimde, bir ölçüde bir siyasal “eşitlik” durumu kurulduğunda yani örgütlü bir varlık ortaya çıktığında en zor görünen engeller kolayca aşılır. Fakat bunun tersine egemenler karşılarında korkulacak bir kuvvet görmezler ise yeni yeni engellerle hayat giderek daha da zorlaşır. Hayatın anlamı bir zorundalıktan öteye gitmez.

Öldüğümüzle kalırız. Bir ay sonra, üç sene sonra, on sene sonra başka yerlerde başka garipler binlerle ölür ve bunların hesabını kimse soramaz. Devran böyle sürer gider.

Düzenin sabite ve oy deposu olarak belirlediği düşük yoğunluklu kutuplaşmadan sıyrılıp halkın kendi “kader planı”nı uygulamaya koyabilmesi için sınıf siyaseti gerekiyor. Bunu sadece kitap söylemiyor. O kitapları yazdıran hayattı, hayat dayatıyor bu bilinci.

Aksi takdirde bırakın halkın iktidarını, burjuva klikler arası bir iktidar değişikliği bile hayal olur.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar