Ana SayfaKürsüMaraş Yalanları ve Maraş Gerçekleri

Maraş Yalanları ve Maraş Gerçekleri

14 Ekim 2019’da yitirdiğimiz Garbis Altınoğlu, ölümüyle unutulmaya terk edilmemesi gereken yazılar kaleme aldı. Altınoğlu’nun yazılarının bizce küçük bir yön dışında temel özelliği, artık dağılmaya yüz tutan Marksist-Leninist doğrultuyu yansıtmasıydı. Bu nitelik, bizi ona karşı yükümlü kılmaya yeter. Bu bağlamda, Garbis Altınoğlu’nun konjonktüre uygun düştüğünü değerlendirdiğimiz yazılarına yer veriyoruz. (Altınoğlu yazılarının editörlüğünü Nazım Taban yürütmektedir.)

TvP

Maraş Katliamını Anarken

25 Aralık 2014

 

2014 Aralığı, yakın tarihe damgasını vurmuş olan ve aralarında hamile kadınların, bebeklerin, hastaların ve yaşlı kadın ve erkeklerin de bulunduğu yüzlerce insanın en vahşi yöntemlerle öldürüldüğü kanlı Maraş katliamının 36. yıldönümüdür. Türkiye’nin 12 Eylül askeri-faşist darbesine sürüklenmesinde çok önemli bir dönemeç olan bu kanlı kıyımın gerçek sorumluları olan Türk Kontrgerillası ve burjuva devleti ve arkalarındaki ABD emperyalizmi, pek çok suç ve cinayet gibi bu ağır suçun da üzerini örtmeyi ‒en azından şimdilik‒ başarmışlardır. Türkiye ve Kürdistan halkları ve devrimci güçleri bu tür katliamların gerçek mimarlarını ortaya çıkaracak ve teşhir tahtasına çivileyecek güce erişemedikleri sürece benzer acıları yaşamaya, benzer katliamlara hedef olmaya devam edeceklerdir. Önümüzdeki günlerde, yani 28 Aralık 2014’de Roboski’de 34 Kürt gencinin bedenleri paramparça edilerek katledilişinin üçüncü yıldönümünü yaşayacak olmamız, Maraş katliamından önce ve sonra yaşadığımız benzer trajedilerin sorumlularından hesap soramayışımızın, hatta bunları bir ölçüde unutmamızın doğrudan sonucudur. Sözcüğün gerçek anlamıyla bir hesap sorma ancak kitleler içinde etkili bir güç olmaktan geçer elbet; ama bu aynı zamanda, değişik ulus ve milliyetlerden milyonlarca ve milyonlarca emekçinin ve gencin kanıyla beslenmiş olan Osmanlı-Türk gericiliğine ilişkin aptalca hayal ve yanılsamalardan arınmaktan, onun gerçek karakterini asla ve bir an bile akıldan çıkarmamaktan geçer. Siyasal gericilik ve faşizmle, özellikle insanlığa jenosit ve kitlesel insan kıyımlarını, Maraş, Sivas, Roboski katliamlarını ve benzerlerini armağan etmiş Türk usulü siyasal gericilik ve faşizmle ne barış olur ve ne de onlarla birlikte bir demokratik cumhuriyet kurulabilir. Barış ve demokrasi, ister İttihatçı, ister Kemalist, ister İslami faşist kılıklara bürünsün, Osmanlı-Türk gericiliğinin yıkılması ve siyasal iktidarın değişik ulus ve milliyetlerden işçilerin ve emekçilerin eline geçmesiyle gerçekleşebilir ancak. 1960’lı ve 1970’li yıllarda sıradan ve yeni yetme bir devrimcinin bile bildiği bu basit ve çıplak gerçeğin şimdi unutulmuş olması ve halkların haklarının, Türk, Kürt vb. devrimcilerinin ve halklarının elleri kanlı katilleriyle uzlaşmak/ pazarlık yapmak/ anlaşmak suretiyle gerçekleştirilebileceği anlayışının bu denli yaygınlık ve yerleşiklik kazanmış olması, bu toprakların devrimciliği açısından, tek sözcükle utanç vericidir.

Bu vesileyle, Maraş katliamının 31. yıldönümünde kaleme almış olduğum eski bir yazımı okurların dikkatine sunuyorum.

Maraş Yalanları ve Maraş Gerçekleri

21 Aralık 2009

(Genişletilmiş versiyon)

31. yıldönümüne girmek üzere olduğumuz Maraş katliamına ilişkin tartışmalar, AKP hükümetinin düzenlediği Altıncı Alevi Çalıştayı vesilesiyle bir kez daha gündeme geldi. Anımsanacağı üzere 17 Aralık’ta başlaması öngörülen Altıncı Alevi Çalıştayı’na Ökkeş Kenger / Şendiller’in de çağrılması bir dizi tartışma ve polemiğe yol açmıştı. Gerçi Kenger / Şendiller tepkiler üzerine Çalıştay’a katılmaktan vazgeçti ya da bundan vazgeçirildi. Ancak o bu vesileyle Maraş katliamının devletin güdümündeki sağcı ve faşist güçlerin işi olduğu gerçeğinin üstünü bir kez daha örtmeye kalktı. Dahası bu bay, Maraş katliamına ilişkin kaba ve demagojik açıklamalarıyla bana ve benim üzerimden Ermeni halkına ve Türkiye sol ve devrimci hareketine yönelik o iyi bilinen karaçalmalarını büyük bir pervasızlıkla dile getirmeyi sürdürdü. Örneğin bu bay, 14 Aralık’ta yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:

“Maraş olaylarının arkasında Ermeni Garbis Altınyan var. Türkiye’deki birtakım olayların perde arkası aydınlanmalıdır. Aleviler kışkırtılıyor. ‘Maraş’ta, Sivas’ta yakıldınız, katledildiniz’ deniliyor. Aleviler de haklı olarak tepki koyuyorlar. Siyasetçiler de bunu kullanıyorlar… İşkence, katliamlar konusunda benim kadar kimsenin canı yanmadı. Çalıştayda da Ermeni Garbis Altınyan’ın yaptıklarını anlatacağım…

“Ölen Sünniler var, 7 sünnetsiz ceset var. Bunlar kimdi. O yörede hiçbir vatandaş sünnetsiz olamaz. Bunlar Garbis’in takımı… Ben işte bunları tek tek anlatacağım.” (Akşam, 14 Aralık 2009) Gene o, 16 Aralık’ta yaptığı bir başka açıklamada şöyle diyordu:

“Toplantıya katılsaydım çantamda, olayları Apocular, Halkın Kurtuluşu Örgütü, Devrimci Savaş Örgütü ve Garbis Altınoğlu’nun kışkırttığını, bunların aldığı cezaları belgeleyen mahkeme kararları ve belgeler olacaktı.” (Zaman, 16 Aralık 2009)

Ne yazık ki önemli olan, beni, 5 Temmuz 1993’de gerçekleştirilen Başbağlar katliamıyla bile ilişkilendirmeye ve Hrant Dink’i Maraş katliamının sorumluları arasına koymaya kalkan bu faşist piyonun sayıklamaları değil; hatta önemli olan benzer duygu ve düşüncelere sahip hayli geniş bir şovenist ve faşist “aydın”, yazar ve düşünür katmanının bulunması da değil. Asıl önemli olan Türkiye’de hiç de küçüksenmeyecek sayıda insanın, belki de Türk halkının önemli bir bölümünün böylesi zırvalara inanması ve buna bağlı olarak ülkedeki Türk-olmayan halklara karşı dostça sayılamayacak, hatta düşmanca duygular beslemesidir. Bunun günümüzde Türk halkının geniş kesimlerinin, özellikle Kürt halkının çektiği acılara karşı duyarsız kalması, bu halkın haklı davasına ve ulusal kurtuluş savaşımına karşı olumsuz bir tutum takınması ve bu halka karşı “kendi” burjuvazisi ve devletinin yanında yer alması biçimini aldığı biliniyor. Tarih bilinci zayıf, toplumsal belleği yüzeysel, ve şovenist etkilere açık kaldığı sürece Türk işçi sınıfı ve halkı, Ökkeş Kenger / Şendiller gibilerinin ve onların efendilerinin siyasal manipülasyonları karşısında savunmasız kalacak ve pekâlâ yeni Maraş katliamlarına alet edilebilecektir. Ermeni jenosidiyle, Rum-Pontus ve Süryani katliamlarıyla, Kürt halkına yönelik katliamlarla, 6-7 Eylül 1955 vahşetiyle, 1 Mayıs 1977’yle, 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbeleriyle, 2 Temmuz 1993 Madımak katliamıyla, Diyarbakır Cezaeviyle, Kürdistan’da 1984’ten bu yana işlenen cinayet ve katliamlarla vb. yüzleşemeyen ve hesaplaşamayan ve 29 yıldır 12 Eylül faşist cuntasının anayasasını değiştirmeyi ve çöpe atmayı başaramamış olan bir halkın yazgısının pek aydınlık olamayacağı açıktır. Ökkeş Şendiller’in içinde yer alacağı bir Alevi Çalıştayı düzenlemeye kalkması, İslamcı gerici AKP hükümetinin ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıklarının hiç de demokratik olmayan bir “Kürt açılımı” ya da “demokratik açılım” tasarladıklarını bir kez daha göstermiş oldu. Ve asgari ölçüde bir burjuva-demokratik açılımın bile Türk şovenizmi, faşizmi ve militarizmiyle bir hesaplaşma olmaksızın olamayacağını. Ancak AKP’nin bu girişimlerinin bu denli zayıf, ikircimli, titrek ve zavallı bir nitelik taşıması olgusuna bir de, onyıllardır kaba ve saldırgan bir Türk milliyetçiliğiyle yoğrulmuş bu sözkonusu Türk halk gerçekliği açısından bakmakta yarar var. Hiçbir burjuva partisi ya da liderliği, “kendi” halkının köklü önyargılarına karşı doğrudan bir tavır alamaz. Bu bağlamda her halkın layık olduğu bir devlet altında yaşayacağı saptamasının Türk halkı için tümüyle geçerli olduğunu söylemek, herhalde hiç de abartma sayılmamalıdır.

* * *

24 Aralık 2008’de 30. yılı anılan Maraş Katliamı, özellikle Milliyetçi Hareket Partisi (=MHP) çizgisindeki kişi ve vebsitelerinin bir kez daha tarihi çarpıtma çabalarına vesile oldu. Bu çabalar demokrat ve ilerici yazarlarca çürütülmüş bulunuyor. Ben bu konuyu ayrıntılarıyla tartışmayacak, sadece insanları değil, bellekleri de katletme ve bu arada Hrant Dink’i de bu katliamın mimarları arasına sokma heveslilerinin beni bu katliamın sorumlusu gösterme yolundaki çabalarını yanıtlamaya çalışacağım.[1] Bu çabaların hiç de yeni olmadığı biliniyor. Birkaç örnek: Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, dönemin bölge sıkıyönetim komutanı Tuğgeneral Tayyar Aygur’un Ökkeş Kenger’le görüşmesinde şunları söylediğini aktarıyor:

“Oğlum, bu hadiseler sizin boyunuzu aşar, bunu biz de biliyoruz. Soldan her şey elimizde. Silahlar, mermiler, dokümanlar… Hepsini yakaladık. Hatta Ermeni Garbis adında birinin olduğunu tesbit ettik. Eğer bu şahıs ölenler arasında değilse, yakında bir vilayetin başını daha yakabilir. İnşallah ölen yedi sünnetsizden biri budur. Peki, bu sağdaki çarıklı Mehmet ağayı kim sokağa döktü, biz bunu arıyoruz.” (adı geçen yapıt, Cilt 7, s. 2337)

Ökkeş Kenger / Şendiller, 7 Mayıs 2008’de verdiği bir mülakatta bu savı yineliyor. Aktarıyorum:

“Paşa ‘Anlaşıldı oğlum, olayları kimin çıkarttığını biliyorum. Ermeni Garbis Altınyan diye sandık cinayeti faillerinden biri var. Doktor Mustafa diye biliniyor burada. Elbistan Afşin yöresinde örgütlendi. Bu olayları başlatanların başında o var’ dedi. Kahramanmaraş olayları dosyasında mevcuttur, ölen 111 kişiden yedisi sünnetsiz ve kimliksizdir.” (“Maraş’ın 112. Kurbanı Benim”)

(Geçerken, polis-yanlılarına, faşistlere ve aptal Türk şovenlerine ait pek çok vebsitesinin, “adımın karıştığı” nitelemesiyle sırtıma yıkmaya çalıştığı “Sandık cinayeti”nin çok büyük olasılıkla siyasal polis ve / ya da Kontrgerillanın işi olduğunu belirteyim. Bu cinayet, benim 10 Nisan 1972’de Kayseri’de gözaltına alınıp Mamak Askeri Cezaevine konmamdan iki ay kadar sonra, yani 13 Haziran 1972’de İstanbul’da gerçekleştirildi. Bu gerici eylemin benim mensup olduğum çevrenin insanları tarafından gerçekleştirilmiş olması, onun bir Kontrgerilla eylemi olması olasılığını zerrece azaltmamaktadır.)

2 Şubat 1984’te tutuklu bulunduğum İstanbul’dan 7 arkadaşımla birlikte Antep Kapalı Cezaevine sevkedilmiş, girişte tektip elbise giymeyi reddettiğim için çok ağır bir biçimde dövülmüş ve kapısı hiç açılmayan bir müşahade hücresine konmuştum. Aynı müşahadede Maraş Katliamı davasından tutuklu çok sayıda yerel MHP sempatizanı vardı. Benle ara sıra –gardiyanların görmesinden‒ korkarak hücremin parmaklığından sohbet eden bu kişilerin bazıları bana savunmalarını göstermişlerdi. Bunların hepsinde de ben katliamın sorumlusu gösteriliyordum. Çoğu cahil ve siyasal bakımdan çok geri olan bu kişilerin bu savı savunmalarına koymalarının, MHP’nin üst düzeyde bir kararı sonucu olduğu belliydi. Birileri bu savları yeniden ve yeniden dile getiriyor. Bir-iki örnek: Bugün gazetesi yazarlarından Emin Pazarcı şöyle diyordu:

“Kahramanmaraş olaylarının tertipçilerinden biri de Devrimci Halkın Birliği Örgütü lideri Ermeni asıllı Garbis Altınoğlu (Altınyan) idi. Adana Sıkıyönetim Komutanlığı 2 Numaralı Askeri Mahkemesi’nde idam cezası aldı.” (“Kim Kimin Aleti”, 9 Nisan 2008)

Burada, bir başka yaygın yanılgıyı da düzelmek zorundayım. Ben hiçbir zaman, kuruluş tarihi 1976’ya uzanan TKP (M-L) Hareketi’nin “lideri” ya da bu anlama gelmek üzere genel sekreteri olmadım. Hatta bu örgütün –ve onun 1994’te TKİH ile birleşmesinden sonra oluşan MLKP’nin‒ üst yönetimi içinde yer almam da sadece 1992-1999 dönemini kapsar. Ama siyasal polis ve devlet, akıllarınca Ermeni düşmanlığını kullanarak devrimci örgütleri karalamak ve halkın gözünden düşürmek için sürekli olarak benim bu örgütün “lideri” olduğum tantanasını yapmışlardır. Devam edelim.

Ökkeş Kenger / Şendiller’in, şimdi aktif olmadığı görülen vebsitesinde yer alan 30 Ağustos 2008 tarihli bir yazıdaysa şöyle deniyordu:

“Ancak 1980 sonrası 6 sol örgüt hakkında davalar açılmış… Başta Ermeni Garbis Altınoğlu olmak üzere yüzlerce militan ceza almış… Adana Sıkıyönetim Mahkemeleri tarafından cezalar verilmiştir. İdam cezası alan bu militanlar 1991 yılında çıkarılan afla tahliye edilmiştir.”[2]

Bu bay, sözkonusu davada yargılanan yüzlerce sanığın küçük bir bölümünün devrimci ya da sol görüşlü olmasından hareketle Maraş katliamından sağcı ve faşistlerin ve onların efendilerinin sorumlu olmadığına inandırmaya çalışıyor. Ama o burada da çürük tahtaya basıyor. Bunun böyle olması neyi kanıtlar? Sadece devrimci ve sol görüşlü insanların faşist saldırganlara karşı yürütülen meşru ve onurlu direnişe katılmış olduklarını…

Peki, faşizmin yalan ve sahtekârlık üzerine kurulu olduğunu kanıtlayan bu bayların, önlerinde saygıyla eğildikleri devletlerinin savcıları ve mahkemeleri bu konuda ne diyordu? İşkencelere polisle birlikte katılan Savcı Yardımcısı Selahattin Karagöz, “TKP (M-L) DHB Pazarcık Grubu” iddianamesinin 39. sayfasında benden söz ederken,

“Her nasılsa Türkiye’de doğmuş, Türk tabiyetinde olan kolejlerde cemaat adına okuyan, Boğaziçi Üniversitesi’nde tahsil gören, hasılı devlet ve milletin bahşettiği en büyük nimetleri nefsinde yaşayan bu ermeni oğlu ermeni…” ifadesini kullanacak kadar gözü dönmüş bir gerici olmasına rağmen benim Maraş katliamına katıldığımı ileri sürememişti. Öte yandan, Askeri Yargıtay 2. Daire Başkanlığının düzenlediği Esas No: 1987/1 ve Karar No: 1987/789 başlıklı belgede şöyle denilmektedir:

“DHB’nin amacının da; mevcut Anayasal düzeni yıkıp, Marksist-Leninist bir düzen kurmak olduğu, gayeye ulaşmak için de kırlardan şehirlere uzanacak silahlı mücadeleyi esas aldığı, bu maksatla gerekli organizasyonu yapmak üzere 1975 yılında Garbis Altınoğlu’nun Elbistan’a gönderildiği, bölgeye varır varmaz köylerden şehire doğru örgüt birimleri oluşturup, mensuplarını silahlandırdığı, daha önce TKP/ML-Hareketi adıyla çalışmalarını sürdürdüğü, bu çalışmalar içinde; mali kaynak sağlamak maksadı ile banka soygunları yapıp para gaspettikleri, mensuplarının gizli faaliyetlerini saklamak için nüfus idarelerinden kimlik ve mühürler çalarak sahte kimlikler düzenledikleri, örgüte karşı çıkan kişileri öldürdükleri veya yaraladıkları, sığınaklar kazdıkları, örgüt propagandası için resmi dairelerden teksir kâğıdı, daktilolar, teksir makinaları gaspettikleri ve matbaa kurdukları dosyadaki belgeler ve silahların mevcudiyetinden anlaşılmıştır.”

Aynı belgede hakkımda şunlar da söylenmektedir:

“Örgütün mahiyeti bölümünde de izah edildiği gibi, sanığın 1975 yılında Elbistan’a gönderildiği, burada örgütün gerekli organizasyonunu sağlayıp, Kahramanmaraş, Gaziantep, Tunceli il ve ilçelerinde teşkilatını kurup, bu durumu mezralara kadar yansıttığı, bölgenin liderliğine getirildiği, mensuplarını silahlandırıp, ayrıca askeri birimler oluşturduğu, mali destek ve malzemeler temini için, gasp ve hırsızlık eylemleri yaptığı veya yaptırdığı, örgütün etkinliğini arttırmak için karşı örgüt mensupları ile çatışmaya girdiği, kanunsuz eylemlerini kabul etmeyen vatandaşları öldürtüp yaralanmalarını sağladığı…”

Görüldüğü gibi 12 Eylül döneminin, mensup olduğum örgütle birlikte beni de yargılayan ve idama mahkûm eden üst mahkemesi, beni hiçbir biçimde Maraş katliamıyla ilişkilendirmemiştir. Zaten ilişkilendirmesi de olanaksızdı. Herhalde, cuntanın buyruklarıyla hareket eden askeri ve sivil savcı ve yargıçların bu davranışı, bana ve diğer devrimcilere olan sempatilerinden değil, katliamın sorumluluğunu benim örgütüme ve bölgede aktif olan diğer devrimci örgütlere yıkma çabalarının başarısız kalmasından kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda, 12 Eylül darbesinden sonra, özel olarak Maraş Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Yusuf Haznedaroğlu’nun direktifiyle Maraş’ta –içlerinde benim de bulunduğum‒ çok sayıda devrimcinin, bu amaçla aylarca işkencelerden geçirildiğini, ancak bu sorgulardan herhangi bir sonuç alınmadığını da anımsatmak isterim.

Dahası Maraş katliamı davası Adana, Mersin, Kahramanmaraş, Adıyaman, Gaziantep ve Hatay İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Bir Numaralı Askeri Mahkemesi’nde görülmüş ve sanıklar çeşitli cezalara çarptırılmışlardı. Davanın Gerekçeli Hükmünün “Olayların Genelinin Hukuki Değerlendirilmesi” bölümünün ilk paragrafında şöyle denmekteydi:

“19.12.1978 günü akşamı Çiçek Sineması’nda vuku bulan patlama, bu patlama sonrasında CHP İl Binası’nın tahribi, 20.12.1978 günü alevi şahıslarca işletilen Akın kıraathanesinin bombalanması, 21.12.1978 günü akşamı sol görüşlü olarak bilinen iki öğretmenin öldürülmesi, 22.12.1978 Cuma günü bu iki öğretmenin cenazelerini taşıyan kortejin aşırı sağ çevrelerce Ulu Camiine sokulmayarak saldırıya maruz bırakılması, cenaze töreninde çıkan olaylar sonrasında üç sünni vatandaşın öldürülmesiyle olaylar doruk noktasına çıkmıştır.” (Aktaran Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler-III, Ankara, Tekin Yayınevi, 1986, s. 515)

Herhalde Türkiye halkının belleğinin zayıflığına güvenerek şimdi olayın kurbanlarını sanık koltuğuna oturtmaya ve bu arada beni yargılamaya kalkan Ökkeş Kenger / Şendiller adlı piyon, 19 Aralık akşamı Çiçek Sinemasında “Güneş Ne Zaman Doğacak?” adlı filmin oynatılması sırasında salonda hiç kimsenin yaralanmasına yol açmayan bir bomba patlatmak suretiyle Maraş katliamının fitilini ateşleyen kişiydi.

1979 Haziran’ında adıgeçen askeri mahkemede –sadece küçük bir bölümü solcu olan‒ 804 sanık hakkında dava açılmış, 8 Ağustos 1980 günü sonuçlanan davada, 29 sanık hakkında ölüm cezası verilmişti. Davada 7 kişi de müebbet hapis cezası almış, 379 sanık aklanmış ve diğer sanıklar da çeşitli cezalara çarptırılmışlardı. Yargıtay’ın bozma kararından sonra yargılama yeniden başlamış, ancak bu arada 12 Eylül askeri darbesinin gerçekleşmesi üzerine idam cezaları uygulanmamış ve dosya hafif cezalarla kapatılmıştı.[3] Askeri mahkemenin 1330 sayfalık Gerekçeli Hükmünde aynen şöyle deniyordu:

“Olay tarihlerinde Türkiye’de demokratik anlamda sol çizgide bir program izleyeceğini öne süren bir siyasal kadro (yani başında Bülent Ecevit’in bulunduğu CHP- G. A.) TBMM’den güvenoyu alarak iktidar olmuştur. Bu siyasi görüşü benimsemeyen aşırı sağ siyasal görüşteki kuruluş ve kişilerin, iktidarı anayasal yollarla değil de şiddet eylemleriyle zayıflatıp yıpratarak sonuçta istifasını sağlamak için, sade vatandaşları tahrik ve teşvik ettikleri bilinen bir gerçektir. İşte uzun süreden beri yapılagelen bu tahrik ve teşvik sonucu Kahramanmaraş ilinde 23.12.1978 Cumartesi günü sabah erken saatlerden itibaren binlerce sünni vatandaş sokaklara dökülmüş, 25.12.1978 günü akşamına kadar Kahramanmaraş’ta devlet güçleri zaafa uğratılmış ve şehre sokaktaki güçler hâkim olmuştur.” (adıgeçen yapıt, s. 516)

Şunu eklemekte hiçbir sakınca görmüyorum: Maraş katliamı döneminde ben bu yörede değildim; bir görev nedeniyle başka bir bölgede bulunuyordum. Ama, bu alçakça katliam ve ona karşı yürütülen soylu direniş sırasında orada olsaydım, elbette bu direniş içinde yer alır ve sağ kalmam halinde bunu gururla açıklar, yargılandığım mahkemede de bunu belirtirdim. Ancak, o zamanlar mensubu olduğum TKP (M-L) Hareketi’nin ve diğer bazı devrimci grupların kadro ve sempatizanları bu direnişte saldırıya uğrayan halkın yanında yer aldı; bunların bazıları şehit oldu ve bazıları da yaralandı. Hepsini de saygıyla anıyorum.

* * *

Maraş katliamı, tekil ve mimarı sadece MHP olan bir faşist vahşet olayı değildi; o, ABD’nin, büyük sermayenin ve Kontrgerillanın ve onların küçük ortağı ve maşası olan MHP’nin, en azından 1977’den itibaren ülkeyi bir faşist darbe ortamına sürüklemek amacıyla giriştiği eylemlerin doruk noktasıdır. Bu sürecin en önemli duraklarından biri Kontrgerillanın 1 Mayıs 1977’de gerçekleştirdiği ve 34 kişinin can verdiği katliamdı. Bunu, şimdilerde unutulmuş gözüken ve içinde MHP yanlısı askerlerin yer aldığı bir faşist darbe girişimi izledi.

CHP milletvekili Süleyman Genç, Bıçağın Sırtındaki Türkiye adlı kitabında, bu darbe girişimine değinir. Egemen sınıfın ana gövdesinin onayına dayanmadığı için önlenen, ancak üzeri daha sonra kalın bir sansür perdesiyle örtülen bu darbe girişimi için ABD’de yayımlanan Monitor adlı gazete şunları yazmıştı:

“İhtilal teşebbüsüne yeni faşist eğilimli MHP’nin lideri Albay Alpaslan Türkeş idaresinde aşırı sağcı 200 kadar subay giriştiler. Kara Ordusundan kıdemli asgari üç general de bu teşebbüste yer aldılar…

“2 Haziran’da Cumhurbaşkanı Korutürk’ün tasvibiyle vaktinden önce ve sebep gösterilmeden emekliye sevkedilen Kara Kuvvetleri Komutanı General Namık Kemal Ersun’un da ihtilal liderlerinden biri olduğu sanılmaktadır. İhtilal teşebbüsüne karışan üçüncü yüksek rütbeli subayın ise General Musa Öğün olduğu ifade ediliyor. 1971 yılında askeri kuvvetlerin desteklediği rejimin liderlerinden biri olan General Öğün’ün adı aynı zamanda esrarengiz bir ‘Kontr-Gerilla Organizasyonu’na da karışmaktadır… İhtilal teşebbüsü 2 Haziran günü için planlanmıştı. MHP’nin, adına ‘Bozkurt’ denilen komando birlikleri caddelerde çatışma çıkarıp, resmi müesseselere hücum edecek ve seçim toplantılarına müdahalede bulunacaklar ve böylece Ordu idareye el koyacaktı.” (Hürriyet, 12 Haziran 1977, adı geçen kitap, İstanbul, Der Yayınları, 1978, s. 239)

Bu savın ışığında 1 Mayıs 1977 katliamının, 29 Mayıs 1977’de CHP lideri Bülent Ecevit’e Çiğli Havaalanında yapılan suikast girişiminin ve Başbakan Demirel’in Ecevit’e gönderdiği mektupta, 3 Haziran 1977’de Taksim’de yapılacak mitingde kendisine suikast düzenleneceğini ihbar etmesinin hep, bu Kontrgerilla-MHP yönelimli darbenin hazırlık çabalarının parçaları ya da uzantıları olduğu düşünülebilir.

Bu darbe girişimi, ‒büyük olasılıkla‒ koşulları olgunlaşmadan yapılmış erken bir çıkış olarak değerlendirildiği için önlenmişti; ancak bunun böyle olması, MHP’nin, en önemli araçlarından biri olduğu ABD-yanlısı faşist darbe planlarının ortadan kalktığı anlamına gelmiyordu. Dolayısıyla faşist saldırılar, esas olarak 1978 başında hükümeti, “bağımsızlar”ın desteklediği CHP’nin kurmasından sonra daha da hızlandı. 1978 ve 1979 yılları boyunca İstanbul, Adana, Ankara gibi büyük kentlerde faşist saldırganlığın artmasına paralel olarak özellikle Alevi ve Sünni halkın birarada yaşadığı Sivas, Tokat, Amasya, Malatya, Elazığ, Adıyaman, Maraş, Çorum, Antep, Hatay gibi illerde yüzlerce insanın ölümüne yol açan ve hem anti-faşist güçleri sindirmeyi ve hem de bir faşist kitle seferberliği sağlamayı amaçlayan saldırılar tezgâhlandı. Aralık 1978’de ise askeri birliklerin kayıtsızlıkla izlediği ve ciddi bir müdahalede bulunmadığı Maraş katliamı yaşandı. Katliam sırasında insanları evleriyle birlikte diri diri yakan, bebekleri baltalarla parçalayan, hamile kadınları şişleyen Kontrgerilla destekli MHP’li faşistler gerçek yüzlerini sergilediler ve emekçi halk için ne tür bir rejim öngördüklerini gösterdiler. Daha sonraki yıllarda tarih, ordunun ve “güvenlik” kuvvetlerinin 6-7 Eylül 1955 pogromunda sergilemiş olduğu bu “hoşgörü”yü, 2 Temmuz 1993’de Madımak oteli katliamında ve geçtiğimiz yıllarda Batı’nın değişik kent ve ilçelerinde özellikle Kürtlere yönelik “sivil” linç eylemlerinde de sergileyeceğini gösterecekti.

MHP lideri Alpaslan Türkeş, 19 Mart 1978’de İzmir’de yaptığı konuşmada “büyük yürüyüş”ün başladığını açıklamış, 1978 Ekiminde “Şanlı Türk Ordusu, devlet ve demokrasinin düşmanlarını, vatan bölücülerini susturacak huzurlu bir ortamı meydana getirdikten sonra, 1979 senato seçimleriyle birlikte erken seçime gitmelidir” (Aktaran Dursun Karataş, Haklıyız Kazanacağız 1, Halk Kurtuluş Yayınları, 1996, s. 313) demişti. Kasım 1978’de, yani Maraş katliamından bir ay kadar önce ise MHP Genel İdare Kurulu “yetki ve sorumluluğun askeri yönetime devrinin gerektiğini” ileri sürmüştü. Maraş katliamının ardından 13 ilde sıkıyönetimin ilanıyla bu yönde önemli bir adım atıldı. Ne var ki bu saldırılar, işçi sınıfının ve anti-faşist güçlerin –ciddi zaaflar taşıyan‒ direnişi nedeniyle hedefine tam olarak ulaşamadı. Fakat ABD’nin, büyük sermayenin ve Kontrgerilla’nın ve onların küçük ortağı ve maşası MHP faşizminin işlevi de bundan, yani bir askeri darbenin ortamını hazırlamaktan ibaretti.

Eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in ölümünden sonra ortaya çıkan ve kendisinin üzerine “Çok ciddi bir kaynaktan verilmiştir” notunu düşerek kasasına yerleştirdiği 1 Ocak 1979 tarihli belge, bu bilinen vargıları bir kez daha doğrulamaktadır. Bu belgede şöyle deniliyordu:

“CHP iktidarı devraldıktan sonra vuku bulan büyük olayların (Malatya, Sivas, Kahramanmaraş) çıkacağına dair bir-iki ay evvelinden haber verilmediğinden yüzlerce vatandaşımızın can ve mal kaybına sebebiyet vermişlerdir. Önceden haber vermek bir tarafa olayın yaratılmasında en etkin rol oynamışlardır. Nitekim Kahramanmaraş olayı MİT’in (Şahap H., Ali K., Mehmet K., Av. Metin E. Nart K.) müşterek planlamaları ile çıkarılmıştır. Türkeş oraya …’in tavassutuyla ….’u tayin ettirerek Güney Bölgesi’ni ele geçirmiş ve Maraş olayını rahatlıkla tertip ettirmiştir. MİT olayın içinde olmasaydı Maraş’tan her türlü istihbaratı aylar evvel alır ve olayın zuhur etmesine meydan vermezdi. MİT, CHP zamanında büyük olayları yapan ve yaptıran MHP’lilere ait bilgileri saklamış, sıkıyönetim mahkemelerine sadece sola ait raporların verilmesi hususunda Türkeş, MİT’teki elemanlarına talimat vermiştir.”

Darbeyle birlikte bu eli kanlı çete, kirli hizmetlerine yeniden gereksinim duyulacağı zamana kadar bir yana atılacaktı. 12 Eylül darbesinden sonra, yönetici, üye ve sempatizanları ayrıcalıklı bir muamele görmekle birlikte MHP ve yan kuruluşları da kapatıldı ve az-çok göstermelik bir yargılama sürecine dahil edildiler. 12 Eylül döneminde MHP’lilerin yargılanması sırasında partinin yöneticilerinden Agah Oktay Güner’in şu söyledikleri bu ruh halini özetler gibidir:

“12 Eylül’den sonra kurulan hükümet döneminde bizim siyasi fikirlerimizin büyük bir bölümü de uygulama şansına kavuşmuştur… Şimdi, ekonomide savunduğu bütün fikirler 12 Eylül’den bu yana teker teker kurumlaşan, memleketin kurtarılması için siyasi tercihi güçlü devlet ilkesine bugünkü iktidarın uyduğu, dolayısıyla fikirleri iktidar, kendileri tutuklu siyasi kadro dünya siyaset tarihinde maalesef yalnızca bizden ibarettir.” (Tanıl Bora-Kemal Can, Devlet, Ocak, Dergâh, İstanbul, İletişim Yayıncılık, 1991, s. 105-06)

Tam da burada, 12 Eylül’den önceki yıllarda MHP’nin temel sloganlarından birinin “milli devlet, güçlü iktidar” olduğunu anımsatalım. Bundan kastın, ABD ve NATO-yanlısı, diktatöryal, yani emperyalizme uşaklık eden ve halka karşı terör uygulayan bir rejim olduğu açıktır. Güner’in sözünü ettiği ve 24 Ocak 1980’de, yani darbeden önce ilan edilen neo-liberal ekonomik politikalar da ancak 12 Eylül darbesinden sonra tutarlı bir biçimde uygulamaya konabilecekti. 10-14 Ekim 1978’de ABD’yi ziyaret eden TÜSİAD heyetinin görüşme tutanaklarında Amerikalıların şöyle söylediği belirtiliyordu:

“Türkiye’nin Batı’dan kopmaması için elinizden geleni yapmalısınız… Sorunları çözmek için güçlü ve istikrarlı bir yönetime ihtiyacınız vardır…” (Mehmet Ali Birand, 12 Eylül Saat 04:00, İstanbul, Karacan Yayınları, 1984, s. 100) Bu söylediklerim 12 Eylül’den önce temel sloganlarından biri “Ne ABD, Ne Rusya, Ne Çin, Her Şey Türklük İçin!” olan MHP’nin doğrudan ABD’nin ya da ABD istihbaratının bir uzantısı olduğunu kanıtlamaz; ancak adını bile Amerikan siyasal literatüründen alan bu “parti”nin çizgisinin ABD emperyalizminin politikalarıyla örtüştüğü ve onun politikalarına hizmet ettiği tartışma götürmez. Suat Parlar şöyle diyordu:

“CIA ajanı büyükelçi J. Spain, MHP Genel Başkanı Türkeş için anılarında ‘Gerçekten genel olarak, bize sıkıntı yaratacak ölçüde pro-Amerikan – Amerikan taraftarı biliniyordu’ demektedir.” (Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet, İstanbul, Bibliyotek yayınları, 1997, s. 300-01)

Evren cuntası, tarafsız olduğu izlenimini vermek için MHP’nin birkaç alt düzey militanını idam etti ve Türkeş ve ortaklarını pek de uzun sayılmayacak bir süre cezaevinde ağırladı. Ancak, devrimci tutsakların ve özellikle Kürt tutsakların savunma haklarını büyük ölçüde kısıtlayan ‒ve cezaevlerinde onlara eziyet etmeye devam eden‒ cunta bu bayların sözümona yargılandıkları askeri mahkemede “savunma” denen faşist zırvalarını haftalarca özgür bir biçimde dile getirmelerine izin verecek, daha sonra da kendilerini tahliye edecekti. Zaten, Askeri Yargıtay da bir kararında,

“MHP ve Ülkücü Gençlik Derneği’nin legal kuruluşlar olduğu, bunlara üyeliğin, cürüm işlemek için oluşturulan teşekküllerle (yani devrimci örgütlerle-G.A.) karıştırılmaması gerektiği”nden (Aktaran Erbil Tuşalp, Eylül İmparatorluğu, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1988, s. 443) söz etmiyor muydu?

Öte yandan, Ökkeş Kenger ve benzerlerinin Maraş katliamının sorumluluğunu, devrimcilerin ve hatta Ermenilerin üzerine atma ve kendilerini kurban gösterme çabasının, MHP de içinde olmak üzere, askeri ve “sivil” gericiliğin klasik yöntemi olduğu gözardı edilemez. Zihniyetleri Süleyman Demirel’in “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” sözleriyle özetlenebilecek olan bu baylar 6-7 Eylül 1955 saldırısını “komünistler”in işi olarak göstermiş, 1 Mayıs 1977 katliamını “sol gruplar arasında çatışma” olarak yutturmaya kalkışmış, 2 Temmuz 1993 Madımak katliamını solcuların ve özellikle Aziz Nesin’in tahrikleri sonucu gerçekleştiğini ileri sürebilmişlerdir. (Aynı yöntem son yıllarda bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtmaya çalışan resmi ve “sivil” faşist güçlerce de kullanılıyor: “Bizi tahrik ettiler!”) Bu yöntem Maraş katliamına öngelen dönemde de kitlelerin, dinsel gericiliğin ve şoven milliyetçiliğin etkisi altındaki en geri katmanlarını seferber etmek için kullanıldı. Örneğin, 18-19 Nisan 1978 Malatya olaylarında “Komünistler Hamido’yu öldürdü!” propagandası yapılmış, MHP eğilimli Ortadoğu gazetesi 9 Temmuz 1978 tarihinde “Kahramanmaraş Beyazıt Camii’ni solcular benzin dökerek yaktı” biçiminde bir yalan haber yapmış, 3 Eylül 1978 Sivas olayları sırasında gericiliğin etkisi altındaki kitleler “Alibaba Camisi bombalandı, ölenler var” yaygarasının yardımıyla sokağa dökülmüştü.

Bitirirken, bu trajik olayların esas sorumluluğunun, içinde MHP’li figüranların da bulunduğu egemen sınıf ve onun efendilerine ait olduğunu unutmaksızın halkımızın hiç de küçüksenmeyecek bir kesiminin böylesi saldırı, linç, terör ve yağma eylemlerine sürüklenmeye yatkın bir ruhsal biçimlenmeye sahip olduğunu hesaba katmak gerektiğini vurgulamak isterim. Kuşkusuz bu, ayrı bir tartışmanın konusudur. Ancak, 16. yüzyılın ikinci yarısında başlayan uzun ve acılı bir çürüme ve can çekişme sürecinden sonra çöken Osmanlı’nın mirası zemini üzerinde, 19. yüzyılın son onyıllarının ve 20. yüzyılın ilk onyıllarının büyük çalkantıları içinde biçimlenen Türkiyeli toplumsal kimliğinin bunda son derece önemli bir payının olduğu yadsınamaz.

Santayana, “Geçmişi anımsamayanlar, onu yeniden yaşamaya mahkûmdurlar” demişti. Eğer Türkiye, geçmişindeki karanlık sayfaları açmaz, onları tartışmaz, onların sorumlularıyla hesaplaşmaz ve bu acı olayları ve onların sorumluların mahkûm edemezse, Aralık 1978’den, hatta çok daha öncesinden bu yana yaşananların da göstermiş ve göstermekte olduğu gibi o geçmişi yeniden ve yeniden yaşayacaktır.

[1] Bu bay, 2009’da Bugün gazetesinde yayımlanan ve Madımak katliamını ele alan bir haberde Maraş katliamının suçunu benim üzerime yıkarken, 5 Temmuz 1993’de gerçekleşen Başbağlar katliamını da benim haneme yazıyordu. Yazıda aynen şöyle deniyordu:

“Ökkeş Şendiller, Kahramanmaraş olaylarını sağcılar çıkarttı izlenimi vermek için kendi üzerlerine yıkıldığını ifade ederek, Maraş ve Sivas olaylarının aynı tertip olduğunu savundu. Başbağlar olaylarına Ermeni Garbis Altınoğlu’nun da öncülük yaptığını dile getiren eski milletvekili Şendiller, ayrıca burada yaşanan çatışmada askerler tarafından toplanan cesetlerden 7’sinin sünnetsiz olduğunu söyledi.” (“Muhsin Yazıcıoğlu hükümeti uyarmış”, Bugün, 8 Temmuz 2009) PKK’nın olaydan 4,5 yıl sonra üstlendiği ve sert bir biçimde eleştirdiği bu katliamdan beni sorumlu tutmak, herhalde ancak Ökkeş Kenger / Şendiller gibi geri zekâlı faşistlerin işi olabilirdi. Oysa benim, Ocak 1993’te yurtdışına çıkmamdan altı ay kadar sonra gerçekleştirilen bu eylem, çok büyük bir olasılıkla bir Kontrgerilla operasyonuydu; Başbağlar saldırısı, 2 Temmuz 1993’te Madımak otelinde 36 kişinin vahşice ve devlet “güvenlik” kuvvetlerinin kayıtsız bakışları altında katledilmesinin hemen ardından yaşanmış ve herhalde bu iğrenç eylemin Madımak katliamının yarattığı anti-faşist öfkeyi etkisizleştirmesi umulmuştu. Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar köyü, 5 Temmuz 1993 günü akşam saatlerinde basılmış, köyün giriş ve çıkışlarını tutan ve köyün telefon bağlantısını kesen yaklaşık 100 kişilik baskın ekibi savunmasız köylüleri köy meydanına toplamıştı. Daha sonra saldırganlar 33 köylüyü kurşuna dizmiş, çok sayıda ev ve aracın yanı sıra okul ve camiyi de ateşe vermiş ve çok sayıda hayvanı öldürmüş, olay yerine “Yaşasın Başkan Apo, Yaşasın PKK!” sloganlarının yer aldığı ve bu katliamın 2 Temmuz’da Sivas’ta meydana gelen katliama misilleme olduğunu belirten bir bildiri bıraktıktan sonra köyden ayrılmışlardı.

[2] Aralık 2008’de TRT’de yayınlanan “Şahların Labirenti” adlı programda konuşan Ökkeş Kenger / Şendiller, Hrant Dink’i de Maraş katliamının mimarları arasına soktu. Basında yer alan haberlere göre, danışmanlığını BBP’lilerin yaptığı programda konuşan bu profesyonel yalancı aynen şöyle demişti:

“Hrant Dink ve arkadaşlarının örgütleri bu işleri yaptı. Zaten olaylarda ölenlerin arasında yer alan 6-7 tane sünnetsiz cesedin Alevilikle Sünnilikle ne alakası var?”

[3] Ertuğrul Mavioğlu’nun belirttiği gibi,

“Katliamla ilgili açılan dava tam bir hukuk skandalı oldu. Bir numaralı sanık Kenger beraat ettiği gibi, katliamda birinci derece rolü olan 68 kişi hiç yargılanmadı. 804 kişinin yargılandığı davada, 379 kişi beraat etti. Bir ile 15 yıl arasında mahkûmiyet cezası ile yargılanan 314 kişinin cezalarında önce 1/6 oranında indirim yapıldı, sonra hepsi mahkeme sürecinde salıverildi. 29 kişi hakkında verilen idam ve yedi kişi hakkında verilen müebbet hapis cezası Yargıtay tarafından bozuldu. 1991’de çıkan Terörle Mücadele Yasası’nda yapılan değişiklikle de katliam sorumlularının hepsi salıverildi.” (“Maraş katliamında derin tartışma”, Radikal, 7 Ocak 2007)

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar