Ana SayfaKürsü19 Aralık: En Uzun Gece

19 Aralık: En Uzun Gece

 Not: Bu yazı Aralık 2013’te fraksiyon.org için kaleme alındı. Ama artık Fraksiyon yok. Kendi yazılarımı arşivlediğim Fikir Karargâhı’nı da geçtiğimiz yıl sona erdirdim. Dolaşımda, erişilebilir durumda olması gerektiğini düşündüğüm için makaleyi tekrar yayımlıyorum. Yazıdaki az sayıda bold, yeni notları işaret eder. Başta bu yazıda bir dipnot olarak başlattığım “Türkiye’de sol örgütler için anahtar liste”yi ise Bugünlerimiz adlı kitabımın genişletilmiş ikinci baskısına aldım. (40 Kitap, Haziran 2022, Ankara)

“şuramızda bir şey var

acıya benzer

umuda benzer

böyle günlerde hayat

hem acıya, hem acıya benzer.”

Arkadaş Z. Özger

Türkiye solunun tarihi uzun yıllar tamamen kendi içine kapalı ve politika üretemeyen bir yolda ilerlese de, bu yürüyüş belli bir dönemden sonra kendine kerterizini birçok kırılma ve sarsıntıdan koyan karakteristik dönemlere ayrılmıştır. Osmanlı’nın son yıllarındaki nüvelerden, ’60’ların ortalarına doğru giden büyük “sessiz” aralık pekâlâ başlıbaşına bir dönem olarak değerlendirilebilir. ’60’ların ortalarında TİP-DİSK çıkışı ile ’68-’71 aralığı da kendi içinde epey karmaşık dönüşümler tetikleyen bir süreç diye ele alınmalı. ’68’de belirginleşen devrimci gençlik hareketi, TİP ve Belli doğrultularıyla ayrışıp, ’71’de netleşmiş bir çizgiyi yaratacak ve bu çizgi, Türkiye solunun seyrine TKP kökenli gelenekler dışında “kurucu yuva” durağını işaretleyecektir.

THKP-C, THKO, TKP-ML (ya da Mahir, İbo, Deniz) devrimci çıkışıyla kısa ama “etkileyici” bir başlangıç yapan Türkiye devrimci hareketi, ’72’de kırımla sona erdirilmiş olan bu genç akımla hayat bulmuştu. 12 Mart’ın etkisi uzun sürmez, ’74’te devrimci hareket eski ve yeni isimler eliyle toparlanmaya koyulur, bu toparlanma hâli üç-dört yıl içinde bugüne dek memlekette eşi benzeri görülmemiş bir yükselme dönemine evrilir. Öyle ki Türkiye’de devrimci hareket gündemi belirleyen ana unsurlardan ve –Kürt illeri hariç[1]‒ ülkenin dört bir yanını etkisi altına alan ideolojik “iç savaş”ın taraflarından biri hâline gelir.

Bu dönem mâlum ’80’de sona eriyor, ’80’ler Türkiye’de tüm ülke için olduğu gibi sol adına da alabildiğine karanlık ve kâbusla, ölüm dirim mücadelesiyle geçer. Bu yıllarda solun kavgasına dair hapishane direnişleri dışında birkaç istisna (Devrimci Sol ve TİKB’nin çabaları) hariç pek bir şey konuşamayız. Hapishane direnişleri de hem eşyanın tabiatı; hem de o yıllardaki faşist cunta gerçeği gereği toplumdan yalıtık, daha çok solun kendini ilgilendiren eylemliliklerdi. Ancak burada ’84’ Metris ölüm orucu direnişinin devrimci hareketin hiç olmazsa dışarıdaki bir kitleyi az çok harekete geçirebilmeyi başardığı bir dönüm noktası olması sebebiyle altını çizmek gerek.[2] Zira TAYAD ve İHD gibi hak örgütleri de “dışarıda yaprak kıpırdamayan” bu dönemde ortaya çıkmıştı. TAYAD ve İHD, hak mücadeleleri anlayışı için de iki ayrı eğilimi imleyecekti zamanla.

İşte bizim 19 Aralık anlatımımız da ’80’ sonrası bu dönemden itibaren bir “tarih okuma”sı biçiminde olacak.

19 Aralık’a Giden Yol

Darbenin ardından Türkiye’de sol hareket, bir toparlanma evresine anca ’80 sonlarına doğru girebildi. Ancak bu iki yönlü bir toparlanma hâliydi. Neydi bu iki “yön”? Solun bir tarafı legal siyaset kanallarında var olmanın yollarını ararken, öteki tarafı ise devrimcilikte ve silahlı mücadelede ısrarcı oldu.[3] Bütün gelenekler varlıklarını korumak için çaba sarf ettiler ve birkaçı dışında hepsi en azından örgütsel devamlılığını sürdürebildi.

Türkiye devrimci ve sol hareketi, ’88-’89 yıllarında etrafındaki kuşatmayı yarmaya başladı. ’89 1 Mayısında gerçekleştirilen 5 bin kişilik korsan eylem, solun gelebildiği yer açısından anlamlı bir örnek olmalı. Aynı dönemde, Türkiye’de sol hareket için her zaman lokomotif işlevi gören öğrenci hareketi de gelişmeye başladı. Bu yıllarda Devrimci Sol’un genellikle eski ve yeni devlet adamlarına yönelik silahlı eylemleri gündeme gelmeye başladı ve hapishanelerde de devrimcilik bir çeşit “özerklik” biçimini sağlamlaştırabildi.

Dönemin öğrenci hareketinin yükselişi ’95-96 yıllarında doruğa ulaştı. Aynı yıllarda solun ayağa kalkabilmesinde süreç özelinde önemli bir anlamı olan memur hareketi de gelişti ve militan/meşru bir çalışmaya yöneldi. İşçi hareketinde yine sağ eğilimler güçlü olsa da, mücadelenin bu ayağının da bugüne göre çok daha derli toplu ve güçlü olduğu şüphesizdir.

’90’lı yıllar… Öğrenci ve çalışan hareketleri gelişirken, doğal olarak devrimci ve sol akım da kendine yürüyebileceği yolu açmaya başlıyordu. Eski illegal fraksiyonların devamı olan yeni yasal sol partiler ortaya çıkıyor ve başta ÖDP olmak üzere bu partiler belli bir etki yaratıp, bir “heyecan” anlamına gelebiliyorlardı. Beri yandan, tüm dünyada sol, “sosyalist” blokun çökertilmesiyle hızla sağa ve “sosyal-demokratlığa” doğru kayarken Türkiye’de devrimci mücadelenin devamlılığında ısrar alabildiğine görünürlük kazanıyordu. Bu süreçten bugüne bu tarafta öne çıkan örgüt özellikle şehirlerde düzenlediği ses getiren silahlı eylemleriyle Devrimci Sol ve onun devamı DHKP-C’dir. Devrimci Sol’un ’89-’93 pratiği kent gerillası faaliyeti açından dünya çapında başarılı bir örnektir. Büyük merkezî operasyonlar ve bir iç darbe yenilen 1992-1993’ten sonraki dönemde de örgüt ses getiren eylemler yapmışsa da, moral/ teknik üstünlüğün devlet güçlerine geçtiği söylenebilirdi. Bu örgüt dışında TKP-ML, TKP(ML), TDP ve TDKP[4] kır gerillasında tutunan yapılar olarak dikkat çekiyorlardı. Bir birlik örgütü olan MLKP ise solun içinde güçlü ve etkili bir odak hâline geliyor ve hızlı sayılabilecek bir yükselme trendini yakalabiliyordu. Bu yapılar dışındaki bütün solun da bugüne göre çok daha güçlü yapılar olabildikleri tartışmadan varestedir o günlerde.

Devrimci ve sol hareketlerin alanlara on binleri doldurabildiği, PKK’nin devâsâ bir ordu ve örgütlenme ağıyla neredeyse “devlete alternatif” pozisyonu kazandığı ve bu durumun solu da çeşitli açılardan etkilediği o günlerde sol kuşkusuz daha hızlı koşabiliyordu. ’95 Gazi Ayaklanması’ndan ’96 1 Mayısına giden süratli süreç, burada devrimci ve sol hareketin edinebildiği gücü ‒ve bununla atbaşı ilerleyen zaaflarını‒ göstermek açısından dört başı mamur bir fotoğraf sunar bize. Bizim bu satırlarla özetle söylemeye çabaladığımız şey ise şudur: Bugün sadece gündeme eklemlenebilen ve “hazır kitleleri” bile yönlendirebilmekte çoğu kez aciz kalan sol o günlerde ‒’90’ların büyük bölümünde‒ hâlâ gündem belirleyebiliyordu.

Ama zaten kendi içinde de kesinti ve gerilemelere uğrayan bu “yükselme” dönemi uzun sürmedi. Devrimci hareket, bir kere daha 1992’de yediği ağır darbelerle epey zayıfladı, 1994’te tekrar ve daha güçlü bir toparlanma evresine girilse de bu hız özellikle ’98’den itibaren ve 1999’a doğru hızla düştü ve sonunda sönümlendi ‒benzer bir evrim özellikle Öğrenci Koordinasyonu’nun ’80 sonu-’94 arası “hazırlık” dönemi, ’95-’96 yükselişi ve ’98’den itibaren geriye çekilip, 2004’te başka ve zayıf bir biçime varması üzerinden gençlik hareketinde de izlenebilir. Legal solun hikâyesi de illegal olanlardan farklı olamadı, yani devrimci hareketler zayıflarken, reformcular da güç kazanamadı, ki bu durum günümüze gelinceye de aynen böyle sürdü. Türkiye’de öne çıkabilen, illegalin görece güçlü olan örgütlerinden anlamlı farklarla daha diri durabilen herhangi bir yasal sol parti yoktur.[5]

Devletin sola tahammül ettiği, karşısında anlık durumlar dışında geri çekildiği herhangi bir dönem söz konusu olmadığı gibi andığımız dönem de solun etrafının sürekli saldırılar, gözaltılar, kitlesel tutuklamalar, yargısız infazlar, toplu katliamlar ve psikolojik harple iyice kuşatıldığı zamanlardı. Sol da bu ablukayı dağıtamadı ve zayıflama, varla yok arası bir forma bürünme hâline evrildi. İşte bu ’90’lı yıllar aynı zamanda Cumhuriyet’in en önemli tarihi kesitlerinden biri olarak da görülmeli. Zira düzenin çılgınca kan akıttığı, ülkenin ağır bir karabasan iklimi yaşama ruh hâliyle mündemiç olduğu, sürekli sarsıntılarla ve krizlerle geçen bu dönem aynı zamanda, devletin siyaseti reorganize edip biçimlendirdiği dönemdir de. Yani bu yıllarda oligarşinin ve müttefiklerinin hedefinde olan yalnızca sol/ devrimci hareket değildi.

İslamcılar 28 Şubat denilen müdahaleyle yeniden biçimlendirildiler, Milli Görüş bir operasyonla bölündü, oradan çıkan “yenilikçiler” uzun sürecek bir tek başına iktidar olma yoluna doğru yürüdü. PKK’ye Öcalan’ın 1999’da yakalanmasıyla tasfiye dayatıldı. Kürt hareketi çeşitli krizler ve çatışmalı/çatışmasız dönemlerle dönüşüp, bugünkü karışık döneme gelebildi. İmhadan kurtulsa da hatta yeniden güçlenme, söz sahibi olabilme durumu kazansa da, ’90 başı ve ortası arasında aday olduğu “topyekûn bir halk hareketi olma, yüz binlerce kişilik bir silahlı orduyu yönetme” fırsatını kaybetti. Kendi sınırlarında bir ileri bir geri evresine girdi.

“Devlet aklı” sadece, muhalifleri ‒devrimcileri, İslamcıları, Kürtleri‒ değil, T.C. siyasetinin ağır yükünü artık omuzlamaya mecali kalmamış burjuva politikasına da “ustaca” yapılmış ameliyatlarla yeni biçimler verdi. Bunun bir ayağı “fazla radikal olan” Milli Görüş’ün bölünüp tasfiye edilmesiyken, diğeri düzenin alışıldık geleneklerinden partilerinin kesin olarak bitirilmesi oldu. DSP ikiye bölündü, ikisinden de geriye hemen hiçbir şey kalmadı. ANAP ve DYP de tamamen tükendi.[6]

Aradan ana muhalefet olarak elbette Türkiye düzen siyasetinin en eski partisi olan CHP çıkabildi. Yüzde 8’lik kemik bir tabana sahip olduğu söylenen MHP ise, “ameliyat”tan sonraki ilk seçimde baraj altında kalsa da ‒hem baraj altında kalabilmeye bir yönüyle alışık, hem de bir “ideoloji”, kadro ve “sokak” hareketi olabilmesi sebebiyle‒ ayakta durabildi.

19 Aralık

Düzenin “milenyum”a doğru başlattığı bu tasfiye ve biçimlendirme saldırısında en ağır yarayı alan kuşkusuz devrimci ve sol hareket oldu. Bu “tasfiye hamlesi”nin su yüzüne net bir vahşetle çıktığı tarih ise 19 Aralık 2000. 12 Eylül darbesinden uzun süre sonra anlatmaya çalıştığımız biçimde toparlanabilmiş olan solun başından devletin keskin kılıcı hiç eksik olmadı. Devrimci hareketin kendini yeniden var edebildiği ana havza olan hapishanelerdeki devlet saldırıları ise en başından beri hiç bitmedi. “Tabutluk” tipi denilen hapishaneler 1980’li yılların sonlarında gündeme geldi, ancak devrimci hareket tarafından savuşturulabildi. 1996’daki bir diğer güçlü ve kararlı devlet hamlesiyse hapishanelerdeki ölüm orucu direnişiyle 12 kayıp verilerek engellendi. Fakat devlet, devrimcileri tabutluklara koymaya, her ağır yenilgide tekrar ayağa kalkmayı becerebilen bu hareketi bitirmeye yeminliydi. 19 Aralık’a giden süreçte hapishane katliamları sürdü (Buca, Ümraniye, Ulucanlar, Diyarbakır, Burdur). Ecevit, “IMF politikalarını hayata geçirebilmek için sokağa, sokağa hakim olabilmek için ise cezaevlerine hakim olmalıyız” diyordu. Her şey işte bu kadar netti.

Devlet düğmeye bastı, devrimcilere F Tipi hücreler dayatıldı. Buna cevapsa direniş oldu. DHKP-C, TKP(ML) ve TKİP, 20 Ekim 2000 günü süresiz açlık grevini ilan etti. Eylem, Kasım’da ölüm orucuna dönüştürüldü. Daha önce eylemin zamanlamasının yanlış olduğunu belirten örgütler (MLKP, TKP-ML, TDP, MLSPB, Direniş Hareketi, Devrimci Yol, TİKB, TKP/Kıvılcım) 10 Aralık 2000’de SAG (süresiz açlık grevi) eylemine başladılar ‒önce bu örgütlerle birlikte eylemi “zamansız”, “aceleci” bulan fakat daha sonra kendini bu gruptan ayıran TKEP/L de SAG eylemine aynı tarihte başladı.

Devlet, bir yandan DHKP-C ve TKP(ML) temsilcileriyle hem kendi bürokratları hem de aydınlar eliyle görüşüyor; bir yandan da hapishaneleri zapt etme planını yürütmeye koyuluyordu. Medyaya yaptırılan haberlerde “F Tiplerinin villadan farksız” olduğu propagandası yaygınlaştırılıyor, hapishanelerde yüzlerce tutuklunun bir arada kolektif yaşamasının “zaafiyet” yarattığı sürekli tekrar ediliyordu. Devrimci cenahta ise dışarıdaki hücre karşıtı kampanyalar pek iyi yürütülemiyordu, devrimci örgütlerin kendi çevreleri haricinde dışarıda yapılan eylemlere pek bir ilgi olmuyordu. Ama o zamanlar devrimciler bugüne göre daha kitlesel oldukları için o eylemlere bakanlar şimdi şaşırabilirler! Ayrıca dışarıdaki eylemlere baskılar “dayanılmaz” hâle gelinceye dek yasal sol da destek vermişti ‒her ne kadar “işler büyüyünce” parti binaları destek açlık grevcilerine ve onların dayanışmacılarına talimatlarla kapatılsa da. Yani Türkiye devrimci hareketi ülkenin gündemini işgal ediyordu ama gündemi, toplumu kendi lehine çevirecek bir kudrete sahip değildi, olamıyordu.

11 Aralık günü TKP(ML) Gazi mahallesinde bir çevik otobüsünü taradı, eylemde iki polis öldü, on bir polis yaralandı. Devrimci çevrelerin de tartıştığı bu eylemden hemen sonraki günse 3 bin polis İstanbul’da “bizi satanı, biz de satarız!”, “kahrolsun insan hakları!”, “dişe diş, kana kan, intikam, intikam!”, “örgütler savulun, silah kullanacağız!”, “hükümet affını al başına çal!”, “devlet hainle pazarlık etmez!”, “Tantan uyuma, polisine sahip çık!”, “çevikler burada, tetikçiler nerede!” ve ‒üniversiteleri göstererek‒ “işte burası teröristler yuvası!” gibi sloganlarla yürüyüş yaptı. Havaya kaldırdıkları silahları “bunları öldükten sonra mı kullanacağız?” diye sorarak tehditkâr bir edayla teşhir eden polislerin bu “protesto gösterisi” hem ülke tarihinde bir ilkti, hem de bir işaretti.

Bu süreçte, militan olmayan kitlelerde ölüm orucu eylemlerine destek eğiliminde de gerileme başladı.

Yine aynı dönemde görüşmeler sürerken ve hükümet daha yeni “F Tiplerine geçişi erteledik” vesaire derken müdahale hazırlıkları son sürat devam etmekteydi. Devlet içinde hemen şiddetle müdahale ile “erteleme” sözüyle F Tiplerine ölümler olmadan yumuşak geçiş üzerinden bir ayrılık söz konusu olsa da, koğuş sisteminden hücreye geçme hususunda herhangi bir çelişme yoktu. Devletin ölüm orucuna ve ona destek eylemlerine tahammülü o kadar zayftı ki, konuyla ilgili Van’dan Ankara’ya yapılan her eyleme sert müdahale ediliyor, medya eliyle kamuoyu yönlendiriliyordu ‒ki daha önce Çakıcı, Karagümrük çetesi gibi adli olaylar da toplumun algısını hapishaneler hususunda yönetmek için kullanılmıştı. O kadar ki, kitle gösterilerine ateş açılmaktan çekinilmiyor, ölüm orucuna destek için afişe çıkanlar bile öldürülebiliyordu (Özkan Tekin. Atılım okuru. 9 Aralık).

Devlet, her dönem kendine hizmette kusur etmemiş sivil faşistleri de bu süreçte kullanmaktan geri durmadı. Örneğin, faşistler Ankara Kızılay’daki şiddetli bir çatışmada polisin yanında devrimcilere saldırdılar. Aynı minvaldeki vakalar yurtdışındaki destek eylemlerinde de görüldü. Bu eylemlerden birinde, Hollanda’da Cafer Dereli faşistler tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Yani devrimcilere nefes aldırmamakta kararlı olunduğu açıkça gösteriliyordu. Çünkü dışarısını dizayn etmek için, içeriyi teslim almak gerekirdi. F Tiplerine ne pahasına olursa olsun geçilecekti.

Eylemcilerin örgüt baskısıyla ölüm orucunda oldukları ve devletin “şefkatli elleri”nin onları kurtaracağı demagojisi toplumu motive etmenin en bilindik araçlarından biriydi. Büyük saldırı için hazırlıklar buna benzer propagandalarla, “modern ve güvenlikli cezaevleri” söylemiyle hızlandırılıyor ve meseleyi “olması gereken de bu” şeklinde yorumlayan kamuoyu bu tip yollarla genişletiliyordu.

13 Aralık’ta F Tiplerine sevklerin hemen yapılmayacağı bir kez daha ilan edildi. 14 Aralık’ta ise DHKP-C ve TKP(ML) hapishane sorumlularıyla bir görüşme daha yapıldı. Örgütler bu erteleme sözlerinin bir tür oyalama taktiği olduğunu açıkladılar.

19 Aralık’ta 21 hapishaneye geceyarısı eş zamanlı olarak binlerce kolluk gücüyle saldırıya geçildi (devlet buna “Hayata Dönüş” dedi, aslının “Tufan” olduğunu öğrendik). Türkiye tarihinin en vahşice işlenmiş fakat belki de en çok sessiz kalınan katliamlarından birine tanıklık ettik. İnsanların etleri yanıyordu fakat giysilerine bir şey olmuyordu. Devrimciler kimyasal silahlarla, mermilerle, diri diri yakılarak, kalaslarla darp edilerek öldürüldü. Devrimciler cehennemin tam içinde başka bir var oluş için büyük imkânsızlıklara karşın ölümüne direndiler. 30 devrimci öldü.[7] İki jandarma erinin yaşamı da kaza kurşunlarıyla son buldu. Devrimcilerse, en başından beri ölüm oruçlarına katılmayacaklarını ve kendi “statülerinin farklı olduğu”nu söyleyen, hapishanelere saldırı yapılınca da direnmeyen PKK’li tutsaklar[8] dışında topyekûn bir direniş hattı örmeye çalıştılar.

Medya katliama alkış tuttu, “kafalarını patlattık”, “artık bellerini doğrultamazlar” dedi. Ülke daha çekilmez hâle geldi, devrimciler daha çok yalnızlaştı, sıradan insanlardaki faşizan eğilimler daha yükseldi, memleket daha bir karanlık, daha bir onların oldu…

19 Aralık’tan Sonra

Katliam sonrası devrimciler bin bir eziyetle hücrelere sevk edildiler, fakat ölüm orucu eylemi büyüyerek ve dışarıya taşarak sürdü. 3 Şubat 2001’de yedi örgüt, ‒açlık grevi konusunda ortak hareket eden Devrimci Yol dışındaki saydığımız  tüm örgütler‒ eylemlerini ölüm orucuna dönüştürdüklerini ilan ettiler. TKEP/L de 10 Şubat’ta ölüm orucuna başladı. Yani eylemi sürdüren örgüt sayısı on bire ulaşmış ve eylem kitleselleşmişti. Fakat kamuoyunun direnişe ilgisi, medyanın ölüm oruçlarını hemen hemen tamamen görmezden gelmesi ve olayın “sivil toplum/demokratik kitle örgütleri”nin gündeminden de düşmesiyle yok denecek seviyeye çekildi. Örgütlerin süreci bu şekilde omuzlamakta zorlandığı ve devrimci hareketin her zamankinden daha büyük bir krizin içine savrulduğu açıkça belli oluyordu. Hareket bütün parçalarıyla ağır bir yara almıştı ve bunun telafisi, buradan çıkılabilmesi oldukça güçtü. Nitekim süreci bu şekliyle sürdüremeyen sekiz örgüt (TKP/ML, MLKP, TKP(ML), TİKB, TDP, Direniş Hareketi, MLSPB, TKP/Kıvılcım) 28 Mayıs 2002 günü ölüm orucu direnişini bıraktıklarını “Halklarımıza” başlıklı bir bildiriyle ilan ettiler. TKİP ise herhangi bir açıklama yapmadan fiili olarak direnişe son verdi. TKEP/L direnişi sürdüreceğini ilan etti.

Yani direniş DHKP-C’ye ve gücü ölçüsünde TKEP/L’ye kalmış ve zayıflamış oluyordu. DHKP-C bu eylemi 2007 yılına dek sürdürdü. 27 Ocak 2007’de Adalet Bakanlığı’nın 45/1 no.lu genelgesiyle F Tiplerinde ortak kullanım alanlarından yararlanma süresini 10 saate çıkarılmasıyla DHKP-C “eyleme süresiz ara verdiğini” ilân etti. Adalet Bakanlığı’nın bu adımı atmasındaysa elbette ki Av. Behiç Aşçı’nın ölüm orucuna girerek toplumun dikkatinin bir ölçüde yeniden eyleme çekilebilmiş olması etkili oldu. Fakat genelgede verilen 10 saatlik ortak alan kullanım hakkı fiiliyatta çoğu yerde keyfi bir biçimde uygulanmadı ve uygulanmıyor. Ayrıca yine burada belirtmek gerek ki, kazanımı “zafer” olarak nitelendiren DHKP-C, diğer sol örgütlerden çeşitli şekillerde eleştiriler aldı, almakta. Gerekçeleri, daha önce “olası” olan kazanımların bundan daha geniş ve anlamlı olduğu ancak DHKP-C’nin “sekter tavrı”yla buna engel olduğuydu.

Böylece tam yedi yıl süren ölüm orucu 122 ölüm ve 600 sakatla sona ermiş oldu.[9] Gerek operasyonun, gerekse eylemin Türkiye solu ve devrimci hareketi üzerindeki etkileri hâlen net bir biçimde izlenebilir durumdadır.[10] Devlet devrimcileri teslim alamasa da, amacına büyük ölçüde ulaşabilmiş, devrimcileri siyaset alanında etkisizleştirmiş sayılabilir. Bugüne baktığımız vakit, devrimci örgütler içinde “en güçlü / en kitlesel / en etkili / en bilinen” gibi “en”lere sahip olma niteliğini hiç yitirmemiş olan ve genel sol siyaset içinde de ağırlıklı bir yerde duran Parti-Cephe özelinde son yıllarda yeniden bir yükselme trendi gözlemlenebilse de, solun, 19 Aralık günü yaşadığı “yıkılma” psikolojisinden çıkabilmiş olduğu söylenemez. Devrimci hareket ya da genel olarak sosyalist solun bugün ülkede oldukça etkisiz olduğu en sarih hâliyle Gezi direnişi sürecinde şifrelenmiş olarak karşımızda durmaktadır. Devrimci hareketin etkin olduğu mahalleler ‒Cephe’nin pankartı ardında Gazi’de yürüyen on binler ya da Okmeydanı’nda geceler boyu süren çatışmalar elbette önemlidir, ama ayrı bir konudur‒ ve Taksim meydanının tam ortası gibi merkezi mevziler dışında devrimcilerin yönlendiriciliği ve etkinliği ‒hatta bazen kitlenin gerisine düşebilecek kadar‒ zayıftır. O günlerdeki İstanbul’u gözümüzün önüne getirip, Cihangir’den Şişli’ye bir gezinti yaptığımızda duvarlarda göreceklerimizin Mahir, Deniz, İbo şablon resimleri ya da devrimci sloganlar değil, espriler, küfürler, “Çare Drogba” gibi yazılamalar olacak olması devrimcilerin bugünkü durumunun özeti gibidir.

O “karanlık hâli” devrimciler adına sürmektedir.

 

[1] Bölge, batısında kalan belli yerler dışında “sağ-sol” çatışmasına şahit olmuyordu. Çoğu Türkiye solu çıkışlı olan PSK, PDK, Kawa, KUK, Rizgari gibi Kürt örgütleri ‒belediye de alabilecek kadar‒ oldukça etkindiler ve kendi aralarında çatışıyorlardı. PKK ya da Apocular ise uzun süre orta hâlliden bir tık yukarıda bir örgüt olarak varlığını sürdürdü. Hareketin yükselişi aşiretleri ve diğer örgütleri hedef almaya başladığı zamanlardan, yani 1978’den sonradır. Bu tarihten sonra coğrafyada PSK, DDKD vesaire değil PKK ve PDK’den kopmuş KUK daha etkindir. Darbe olmadan çekilen PKK, 1984’te ülkeye döndüğündeyse artık bölgedeki tek güçtü. Hareket çok geçmeden Türkiye’nin gördüğü en büyük silahlı muhalif güce de dönüşecekti.

[2] Türkiye’nin ölüm orucu tarihçesine dair bir yazıyı PKK’nin ölüm orucu direnişi gündemdeyken yazmıştık; http://www.bianet.org/biamag/diger/141828-turkiye-de-olum-oruclari

[3] Eylem Birliği, Acil gibi örgütler varlıklarını sürdüremedi. TDP, 2000’lerin başında görünürlüğünü kaybetse de zamanla farklı bir formda tekrar ortaya çıktı. Bunların dışında ortaya çıkıp, siyasal yaşamını sürdüremeyen örgütler de var. 2010’a doğru ve 2010’lu yıllarda, bilhassa Rojava’nın da itkisiyle uzun süre sonra eline silah alan örgütler, ki bunların içinde ’80 öncesinde dahi pek bir silahlı mücadele vermemiş olanlar da vardır, incelenmeyi bekleyen bir konudur. Türkiye solunun kendine haslığının altı bir kere daha çizilmiştir.

[4] TDKP, 1990’ların ortasına dek gerilla mücadelesi verse de aynı dönemde “âniden” yasal partiye evrildi. Devrimci Sol / DHKP-C ise, diğer örgütlere göre daha yaygın bir biçimde ‒Dersim, Ege, Karadeniz, Toroslar‒ dağa kadro çıkarsa da burada tutunamadı. 2000’lerin ortasından beri DHKP-C’nin bilinebilen bir kırsal alan faaliyeti yoktur. (2010’lu yıllarda Dersim’de tekrar ortaya çıktı fakat bastırıldı.) MKP ve TKP-ML ise kırsal alanda gerilla hareketini (yoğunlukla Dersim ve çevresi olmak üzere Orta ve Doğu Karadeniz, Orta Anadolu’nun kuzeyi) sürdürüyor.

[5] 1980 öncesinin “dört büyükleri” Devrimci Yol, TKP, TDKP ve Kurtuluş’tu. Bugünün “dört büyükleri” ise tartışılabilir ama DHKP-C, Halkevleri, TKP ve ÖDP diye sayılabilir. Ne kadar “güçlü” olunabildiği mâlumdur ve bunlarla beraber, bunların gücüne, kitleselliğine ya da etkileyebildiği alanlara yakın örgütler olarak yalnızca EMEP, ESP ve MKP’yi sayabiliriz sanırım. HDP’yi elbette ayrı ele almak gerek.

[6] ANAP ve DYP bitse de “merkez sağ” elbette bitmez. Buraya hitap edebilecek siyasal oluşumlar AKP’nin tıpkı ANAP gibi tasfiye olmasını bekliyor. Ama AKP’nin ANAP olmadığını anlamıyorlar.

[7] 28 devrimci tutsak müdahale sırasında yakılarak, kurşunlanarak, dövülerek ya da kendini yakarak öldü.

[8] PKK’li tutsaklar direnişe katılmayıp, operasyon sırasında devrimcilerden ayrıldılar, bu elbette ki hem nicelik; hem de moral açısından direnişe olumsuz etki yaptı. Bildirilenlere göre az sayıdaki TDKP tutsağı da PKK ile benzer bir direnmeme eğilimi gösterdi. Direnişi örgütleyen örgütlerden DHKP-C’nin 1200’den fazla, MLKP’nin 350, TKP/ML ve MKP’nin 250’şer tutsağı vardı. Diğer direnişçi örgütlerin de bu dört örgütle karşılaştırılamayacak kadar az tutsakları bulunuyordu. (Sayısal bilgiler Teori ve Politika‘nın “Post-Devrimcilik” sayısından alındı http://www.teorivepolitika.net/index.php/okunabilir-yazilar/item/235-post-devrimcilik-donemi). (O dönem tutsaklık yaşamış bir arkadaşım Parti-Cephe’nin tutsak sayısının bundan daha az olduğunu söyledi.)

[9] 19 Aralık bilançosu:

-Açlık grevi yapılan hapishane 41

-Operasyon yapılan hapishane 21

-Öldürülen tutuklu ve hükümlü 30

– Yaralı tutuklu-hükümlü 237

-Operasyon öncesi ölüm orucundakiler 259

-Operasyonun sonrası ölüm orucunu sürdürenler 357

-Operasyonu protesto edip gözaltına alınan 2 bin 145

-Operasyonu protesto edip sonra tutuklanan 58

-Operasyonun sonrası basılan kültür merkezi, dernek, parti binası 18. (Bu veriler fraksiyon.org’un facebook sayfasından alındı).

Başka bir veri: 7 yıl içinde ölüm oruçlarında ve ilişkili eylemlerde ölen insanların dördü TİKB’li, üçü TKEP/L’li, ikisi MLKP’li, ikisi PKK-DÇS’li (Devrimci Çizgi Savaşçıları), yedisi MKP’li, biri KP-İÖ’lü, ikisi TKP-ML’li, biri TKİP’li, dokuzu TAYAD’lı ve 91’i DHKP-C’liydi.

Katliam sonrası bazı gazetelerse haberi şu başlıklarla verdi: “Sahte Oruç, Kanlı İftar” (Milliyet), “Devlet Girdi” (Hürriyet), “Nihayet” (Zaman), “Operasyon” (Cumhuriyet), “Duvarları Delip Girdiler” (Sabah), “Ölüm’e Müdahale” (Yeni Şafak), “Korkulan Oldu” (Radikal).

[10] Türkiye solu 12 Eylül’den sonraki on yılı takiben legal ve devrimci sol biçiminde net olarak bölündü. ’90’ların başında güçlenen bu ayrılık eğilimi, ’96 1 Mayısıyla iyice görünürleşip yerleşti, sol içinde neredeyse “iki ayrı kamp”tan söz edilebilir oldu. 19 Aralık’la ise zaten uzaklaşmış olan legal ve devrimci sol arasındaki eylemsel ve psikolojik mesafe iyice açıldı. O günün legal sol partilerinin yayın organlarında yazılanlar bu konuda önemli bir “bilgi” kaynağıdır. 2002’de diğer devrimci örgütlerin ölüm orucunu bırakmasıyla da DHKP-C ve diğer devrimci sol yapılar arasında benzer açılardan farklılıklar ve karşılıklı antipati hâli belirginleşti. Devrimci Sol / DHKP-C zaten diğer devrimci örgütlerle ve PKK ile hep mesafeli bir yapı oldu, ancak ölüm orucu süreci ilişkileri iyice sorunlu hâle getirdi. Açık konuşalım, Devrimci Sol / DHKP-C her zaman diğer sol yapılar tarafından derin bir antipati ve “mecburi bir saygı” arasında yorumlanageldi. 7 yıl süren ölüm oruçları duyulan “nefret”i de, “saygınlığı” da artırdı denilebilir. Karmaşık bir durum.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar