Ana SayfaKürsüHaydar: Kırılgan Bir Yaşamın Tragedyası

Haydar: Kırılgan Bir Yaşamın Tragedyası

Yaşamımızı günümüzün egemen kültürünün değer ölçütlerine vurduğumuzda, birçoğumuzun “başarısız” olduğu su götürmez bir gerçek. Bizi büyük ölçüde şekillendiren değerler sistemi içinde “başarmak” “başarı” mıdır? Enine boyuna irdelemek gerek. Güç, kudret, erk, başarı ve varsıllık kavramlarının karşısına zayıflık ve başarısızlık kavramını koyduğumuzda zayıf olana acıma hissi uyanıyor belki bazılarımızda. Che Guevara, Bolivya’daki gerilla savaşı anılarını içeren ve Bolivya Günlüğü adıyla kitaplaştırılan notlarında, bir askere nişan aldığını; ancak 19-20 yaşlarındaki bu gence kıyamadığını, elinin tetiğe gitmediğini söylüyor. Bu onun zayıf yanı mıydı? Yoksa tam tersi mi?

*

Mesela için “kan ağlarken” gülümseyerek dolaşmak. Mesela, kurtarılacak bir şeyler kalmamışsa geriye, bırakıvermek ellerini sevdiğinin. Suçlamadan, yargılamadan…

Üstelik terk edilmenin, tercih edilmemenin yarattığı bir değersizleşme hissi yaşatacağını, uzun yıllar “hüzün” ve “melankoli”yle iç içe bir hayata yol açacağını bile bile… Bencillikten, mülk edinici sözümona sevdalardan uzak; hükmedici dikey ilişkilerin ürünü kişilik bozukluğuyla malûl bir insan olmamak için… Belki çaresizce, müspet bir sonuç alamayacağını bilerek her türlü inceliği, duyarlığı yok eden, öğüten bir makinede ‒adına toplumsal-ekonomik sistem diyoruz bu makinenin‒ aykırı çark olmak… Kırılma pahasına…

Hayat adını verdiğimiz anlar toplamı, ne varoluşçuların iddia ettiği gibi sadece seçimlerimizden oluşur ne de maddi yaşam koşullarının tek yönlü şekillendirmesinden. İkisinin arasında bir yerde cereyan eder kişisel yaşam hikâyemiz: Maddi yaşam koşullarının genel sınırlarını çizdiği bir ortam içinde tercihlerimizin de etkili olduğu bir zaman aralığı…

Çocukluk çağımda, olayların ve kişilerin buğulu bir pencereden zihnime yansıdığı, sürprizlerin ve mucizelerin sıkça yaşanmadığı bir dünyada, ‒gidenlerin bıraktığı boşlukları dolduramadığımdan olsa gerek‒ yaptığım veya yaptığımı düşündüğüm bütün yanlışların ayıklandığı ve hiç kimseyi kaybetmediğim bir yaşam kurgusunu içeren düşler kurardım. Varoluşçular kızacak ama önümdeki seçeneklerin azlığından mıdır nedir, yapmama veya başka şeyleri tercih etme seçeceğini de kullanabileceğim aklıma gelmedi hiç. Elbette seçeneklerimiz vardı. Ama “özgürce” seçtiklerimiz bile içine doğmuş olduğumuz dünyanın zorunluluklarının çerçevesini çizdiği seçeneklerdi.

*


Haydar çocuklarıyla… 

 

Bu seçeneksizliğe ailemizden ilk itiraz edendi İbrahim. Gerçeklerle ütopyanın çatıştığı noktada, ayaklarını kendisini var eden topraklara sağlam basarak, “gerçek”lerin bir kader değil, değiştirilebilecek bir veri olduğunu gösterdi. Seçeneksizliğin duvarlarını yıkarak, hayallerimizin ve fikirlerimizin de dönüştürücü maddi bir güç olabileceğinin örneklerini sergiledi kısa yaşam süresinde İbrahim. Sistem, savunduğu düşüncelere içtenlikle bağlı bu yorgunluk nedir bilmez genci yok etmeyi seçti. Çark kırıldı ama eğilmedi.

Evimizin büyük kardeşlerinden olması nedeniyle, İbrahim abimin tedrisatından ilk geçenlerdendi Haydar abim. Politik olarak İbrahim abim yetiştirmişti onu da. Düşünsel kavrayış gücü, sağlam mantık kurgusu ile ortamda ağırlığını hissettirir, işkembe-i kübradan atarak konuşanların foyasını hemen ortaya çıkarırdı.

Haydar Kaypakkaya, çok iyi şiirler yazan, iyi saz ve mandolin çalan, keskin zekâlı, öğrenim hayatında da başarılı biriydi. Afşin-Elbistan Termik Santralı’nın kuruluşunda görev almak üzere eğitilmek için Almanya’ya gönderilen beş kişilik bir öğrenci grubunun içindeydi. Teknik konularda çok becerikliydi. İbrahim abimin vurularak yaralı ele geçirildiğine ilişkin haberi Vita yağlarının teneke kutusu içine monte ettiği radyodan dinlemiştik. (Çocuktum o günlerde; hafızam beni yanıltmıyordur umarım.)

Kumral kıvırcık saçlı, beyaz tenliydi. Mahallenin ergen kızlarının birçoğu ona ilgilerini açıkça belli ederlerdi. Ancak, abim gösterilen ilgiden utanır, yüzündeki beyazlık anında utanmanın mor renklerine dönüşürdü. Daha sonraki yıllarda “kız isteme” ritüeli tersine çevrilmiş, “oğlan isteme” olmuştu. Kızlarına eş olarak Haydar abimi istiyorlardı. Oysa Haydar abim, teorik tartışmalarda, politik meselelerde ‒kırıcı ve sert olmasa da‒, doğru olarak kabul ettiği düşüncelerinin savunusunu rahatça yapan dışa açık bir kişilik olmasına karşın, duygusal meselelerde aynı rahatlığı gösteremezdi.

Babam, İbrahim abimin yazdığı mektubu okuyup Diyarbakır Cezaevi’ne görüşmek umuduyla gitmeden önce, Haydar abim ve okul arkadaşlarının gerçekleştirdikleri 19 Mayıs gösterilerini izlemişti. Babama İbrahim abimin parçalanmış cesedini verdikleri günlerde lisedeydi Haydar.

Derdini içine atan kişilik yapısıyla, ülkenin ve ailemizin üzerinde dolaşan kara bulutlardan ziyadesiyle etkilenmişti. Özellikle termik santral kurmakla görevlendirildikleri Maraş bölgesinde politik olaylar sıcak çatışmalara evrilmiş, Maraş Katliamı’na giden yolun taşları hızla döşenmeye başlamıştı. Saldırı ve tehditler de artmış, başta işyeri yönetimi olmak üzere Haydar abim üzerindeki baskı yoğunlaşmıştı. Bu ağır ve güvensiz ortamın yükü, kırılgan bir yapıya sahip olan Haydar abimin üzerine çökmüş, yurt dışına gitme düşüncesi bu dönemde şekillenmişti.

Bu arayış sürecinde babamın iş arkadaşının eşinin kız kardeşi ile tanıştırıldı. Bir süre sonra, 1977 yılında, Avustralya’da hayatını kurmak üzere göçmen olmuş Fatma ile (şimdiki Sıhhiye Köprüsü’nün yerinde bulunan) Ankara Belediyesi Zabıta Lokali’nde evlendiler ve kısa bir süre sonra Avustralya’ya gittiler. Bir yıl sonra annemizi kaybettik kalp krizinden. Öldüğünde 40 yaşındaydı annem ve İbrahim abimin adını yaşatacak bir erkek çocuk dünyaya getirmek için altı aylık hamileydi.

Haydar abim ve Fatma yengemin biri kız biri erkek iki çocuğu dünyaya geldi. 12 Eylül darbesi yapılmış, Kaypakkaya ailesinin bazı üyeleri yine işkencelerden geçirilip cezaevlerine gönderilirken, bazıları da yurt dışına mülteci olarak kaçmak zorunda bırakılmışlardı. Aile darmadağın olmuştu.

Bu ricat ve dağılma sürecinde başladı Haydar abimin psikolojik sorunları. Özünde sistem, muhalif, duyarlı bir insanı daha başka bir şekilde sosyal hayatın dışına çıkarıyordu. Bir çark daha, (İbrahim Kaypakkaya’nın kardeşi olma vasfından dolayı) kendisinden beklenilen direnci gösteremeden sistemin çarkları arasında tuzla buz oluyordu. Bir daha geri gelmemek üzere…

12 Eylül sonrasında birçoklarının yaptığı gibi, kendisine suya sabuna dokunmayan bir dünya oluşturabilirdi. Öyle yapmadı. Kaygıların ve travmaların tetiklediği zihinsel dünyası alt üst olup kendini dış dünyaya kapatana kadar politik ortamlarda yer almayı sürdürdü. Bu sürecin başında elinden tutacak, onu yok oluşun kısırdöngüsünden çekip alacak bir ilişkiler ağı olsaydı, kurtulma şansı çok yüksekti.

*


Haydar Avustralya’da yaşıyor

Artık kurguladığı zihinsel dünya nasıldı, bilmiyorum. Ama düşün dünyasının önceki zenginliğini, sözcük dağarcığının boyutunu göz önüne aldığımda, son derece renkli, muhteşem bir dünya olduğunu düşünüyorum. Onu korkuya, dehşete sürükleyen varlığın bile çok boyutlu kurgusal bir varlık olduğunu varsayıyorum. O eşsiz beyninin yaratacağı dünyanın da eşsiz olması gerektiğine inanıyorum.

Hastalığının en derin olduğu, varlığımızın farkında olmadığı zamanlardı; babam Türkiye’ye getirmişti tedavi olsun diye. O tedavi seanslarından sonra içindeki Haydar kısmen ortaya çıkardı ve beni ilk kez görmüş gibi sevinir, sorardı: “Bozkırlar bir kıvılcımla tutuşacak denli kurudu mu?”

Sonra gülerdi. Hazin bir gülüştü bu. Dünyanın bütün bozkırları kurusa da, sistem kendisini yeniden üretmek için çeşitli mekanizmalar kurarken, bozkırlarda çıkan yangınlara şerbetli bir yapıya dönüşüp, müdahalelerinde giderek daha sonuç alıcı adımlar atarken, yangınlardan bildik şekilde ısrar ederek olumlu bir sonuç alınmasının imkânsız olduğunu ve bunu örgütleyecek bir yapının dünya genelinde henüz kendisini var edemediğini nasıl söyleyebilirdim ona… “Bozkırlar büyük yangınlar için yeterince kurumuş; durum iyi” demekten başka.

*

Bildiğim tanıdığım, güler yüzlü, zekî, gözlerinden sevecenlik akan Haydar derinlerde bir yerde…

Ona acıyarak bakmıyorum; siz de acımayın! İnsanlığa, duyarlığa acınmaz. Bu vasıflara sahip insanlara acınmaz.

Bir zayıflık değildir bu. Hemen hepimiz kendimizi korumak için kişiliklerimizin çevresine ördüğümüz kale duvarları içinde savaşırken, Haydar’ın savunmasız-zırhsız savaşmasının bedelidir yaşarken paramparça olmak.

Yaptıklarından sorumlu olmadığı bir dönemin eylemleriyle yargılamayın onu. Ayağa kalkın ve selam durun; kendini ve geçmişini inkâr etmek yerine, bunu yapmaya karakteri elvermediği için, yaşarken hayatını dinamitleyen kırılgan bir insana…

Evet, egemen kültürün “başarı”lı insanlarından değil o. Mevcut toplumsal ekonomik sistemin içinde başarılı olanların da ne kadar “insan” olduğunu sorgulamak, tartışmak gerekmiyor mu? Kendi bireysel kurtuluşlarından ötesini düşünmeyenlerin “başarı”sını…

*

Onu ‒içindeki Haydar’ı‒ bir daha göremeyeceğimi biliyorum. Yaşarken bir insan ölü olabilir mi? Yaşarken bir insan özlenir mi? Ben özlüyorum…

 

Başlık fotoğrafı: Haydar Kaypakkaya ve eşi Fatma Kaypakkaya

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar