Ana SayfaKürsüTarihin Meşum Nomenklatura’sı

Tarihin Meşum Nomenklatura’sı

Eyüp Eser

“Tek bir hata koca ulusun korunmasından daha önemli değildi, on binlerce insandan daha önemli değildi. Sovyetler Birliği’nin fabrikaları, makineleri, orduları ne kadar büyüktü ve bu adam bunlara kıyasla hiçbir şey değildir.”

Tom Rob Smith, 44.Çocuk.

Giriş

Hegel, felsefesini iki kelimeyle özetlemişti: “Tin Kemiktir” [1] . İdealist felsefe hiçbir zaman bu kadar basit biçimde ifade edilmemişti. Kemikten bir Tin iradenin özgürlüğünü ve öznenin mutlaklığını muştular; özgür özne, koşullarla sınırlanmaksızın, her şeyi yapmaya kadirdir. Ama bu hürriyetin bir sakıncası vardır: sorumluluk. Öznenin yaptıklarından özne sorumlu tutulacaktır elbette; sonuçta, istemediği bir şeyi yapmak zorunda değildir özne. Peki, özgürlük öznede temsilini bulamayan bir imkânsızlık ise? Ya öznelerin içine girdikleri ilişkiler bütünü kaçınılmaz ve iradeden bağımsızsa? [2] O vakit öznenin sorumluluğu olacak mıdır, olacak ise yapılanların tümünün mü yoksa iradesini kullandığı kadarının mı sorumluluğunu taşıyacaktır? Bunun bir terazisi var mıdır?

Ölümünün 69. yılında Stalin de bu soruların muhatabı olmalıdır ve Stalin’in sorulara yanıt vermeye hakkı bulunmalıdır. Stalin eleştirmenleri onu ‘şüpheden sanık yararlanır’ burjuva hukuk ilkesinden bile mahrum mu bırakacaklardır yoksa?

Bir özgürlük aşığı için, eşcinselliği yasaklayan, tasfiyelerle baskıyı arttıran ve aldığı her nefeste devrimin o ütopik geleceğine ihanet eden Stalin, elbette, bir nefret figürü olacaktır. Yaptıklarıyla burjuva dünyanın modernizmini nihai noktasına taşıması gereken Marksizm’e sadakatsizlik etmiş Stalin, diyalektik müptelası fikri ve vicdanı hür sosyalist için, Marksizm düşmanlarından daha fazla eleştirilmesi gereken biyolojik bir varlıktır. Devrimi yeryüzüne yaymaktan yüzgeri eden ve ideolojik eşitlikçiliği yürürlüğe koymayan Stalin, “bürokratik işçi devletinin” mimarı olarak dışarı atılması gereken bir safradır. Sovyetler Birliğini bir tür bireyler kozmosuna dönüştürmekten imtina etmiş, düşman bellediğine karşı gnostik olmaktan çekinmemiş ve enternasyonalist okültizmi güçler arası mücadeledeki varoluş kavgasıyla değiştirmiş Stalin, savunulması imkânsız biridir. Tüm bunlardaki sorumluluk, özne öncelli solcular tarafından, Stalin’in üzerine fazlasıyla yıkılmıştır. Bu anlayışın Stalin’e ya da Stalinist politika anlayışına karşı pratik-politik eylemde bulunma kudretini kendisinde göremeyen veyahut pratik-politik mücadeleyi yenilgi sonrasının bir avuntusu olarak kurgulayanlar arasında yaygın olması tesadüf değildir. Bir çeşit sol-Hegelcilikle malul olanlar, bütün ideo-politik aydınlanmasını Stalin ve temsil ettikleriyle yaşayanlar ‘tersten tanrı inşasına’ girişmişlerdir. Stalin onlar için bir tanrıdır artık; daha iyi, adaletli, insancıl ve kitabi bir tanrıyla yer değişmesi gereken bir tanrı. Fakat;

“[…] tanrı-inşası kendini aşağılamanın en berbat yolu değil midir? Bir Tanrı inşa işine koyulan ya da böylesi bir eyleyişi hoşgören herhangi birisi, ‘eylemler’ yerine fiilen kendi kendisine tefekkürü, kendi kendini beğenmeyi koyarak bizzat kendisini küçük düşürür ve dahası böylesi biri, tanrı-inşasıyla ululaştırdığı ‘egosunun’ en pis, en aptalca ve aşağılık özelliklerini ‘tasarlar’” [3] .

Stalinist Aydınlanma

“Ona hançerlerden bahsedeceğim, ama
hiçbirini kullanmayacağım.”
William Shakespeare, Hamlet III. Perde.

Peki, ya Stalin bir özne değilse? Ya da onun gibi biri bile her şeyi istediği gibi yapmaktan mahrum ise? Bizzat Stalin bile kendi tarihini ancak ve ancak “doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullarda” [4] yapmışsa? Marksist teorinin totoloji boyutlarında tekrarlanmış bu tespitinden Stalin’i –bir Marksist olarak– mahrum bırakamayacaksak, o vakit, “Stalin gibi diktatörler[in] bile sınırlı bir seçenekler yelpazesiyle karşı karşıya” [5] kalacağını kabul etmek zorundayız. Kaldı ki tarih ne Stalin’i ne de başkasını geriye değil ileriye doğru bakmaya koşullar ve skolastizmi pratikte reddetmeye mecbur kılar.

Rusya gibi organik bir toplumun olasılığının bile mümkün olmadığı bir coğrafyada estirilen ve eleştirilerin yapısal unsurlarından biri olan ‘terörün’ niteliği neydi? Terörün asimetrik sonucu hümanizmdi; gerek terör gerek tasfiye gerekse de Moskova yargılamalarındaki gölge ideoloji tamı tamına hümanizmdi. Gerçekten eğer Stalin, eleştirildiği gibi, Sovyet insanını ezmiş, onu kişiliksiz bırakmış ve onu bir ‘birey’den ziyade basit istatistik girdisi olarak görmüşse; terörün suçlu gördüğü kişiler, bunun tam tersinden, hiç kimseye kısmet olmamış ‘özneliğe’ sahip olmaktaydılar. Bir başka ifade ile kendini sistemin dışında konumlandıran ve özgürlük istencini politik eyleme döktüğü değerlendirilen varlığın bunun sorumluluğunu almasından tuhaf bir şey olamaz. Stalin’in ‘anti-hümanizmi’, böylelikle, hümanist bir sonuca ulaşır ve özgür öznenin dileğini, onun istemediği biçim içerisinde olsa da, ona verir: Özne olmak, özgür olmak istiyordun, işte bedeli! Muhalif niteliğinde özgür olmak hakkın elbette var, ama mücadele ve ölüm bedelini göze alabilirsen!

Lacan’ın ‘Boş Konuşma’ nitelemesi, özneler arası samimiyetin ölçüt olduğu bir karşılıklı tanınma olarak kodlanabilir. Kısaca, iki özne arasındaki diyalogda ‘boş konuşma’ ne kadar fazlaysa samimiyet o kadar az, söylenmek istenen ne kadar dolaysızca dile getiriliyorsa samimiyet, özneler arası tanınma o kadar fazladır. Böylesi bir dolaysızlık politik anlamını düşmanın nitelendirilmesinde bulur; düşman bellenene düşman denir, dolaysızca ve ikirciksiz ve Moskova ya da ‘gösteri’ mahkemelerindeki sanıkların samimiyetle özne olarak tanımlanmalarıyla sonuçlanır. Mahkemelerdeki usul, yargılamalardaki adalet başka bir konu olsa da, bu mahkemeler kıstasından bakıldığında Troçki ve Zinovyev Kruşçev, Mikoyan ya da Bulganin’in yaşamlarında hiç olmadıkları kadar özne olmuşlardır; bir öznenin düşman gördüğünden aynı muameleyi görmesi politik bir arzu, politik bir yeterlilik olarak görülmeli ve sonuçlarından mızmızca şikayet etmekten ziyade kabullenmenin konusu olmalıdır.

Ne bir politik eylem, ne bir politik özne ne de bizzat Stalin ahlaki kategorilerin konusu olamaz, ahlaki normatiflik ile değerlendirilemez. Politik olan, somut durum içindeki eylemini ahlaki bir yasallıkla meşrulaştırmaz, somut eylemi ahlaki yasalara ram etmez; etiğin somut amacının sorumluluğunu üstlenir. Politik özne, amacının belirlenmesi için bir başkasına bakmaz, amacını üstlenir ve sorumluluğunu alır. Stalin de, herhangi bir devrimci gibi, düşmanlık yapmak için kimseden icazet almadı ve görevini kendi belirleyerek sorumluluğu üstlendi. Bir devrimci bir başka devrimciyi bu çerçevede yaptıklarından dolayı eleştirebilir mi? Zaten somut koşullar içerisinde, somut amaçlar uğruna mücadele eden bir özne, soyut sloganlar ve ütopik amaçları birincil kılmaz.

Stalin halkçı değildi, o bir komünistti ve bu nedenle de hesap vermesi gerektiği yeri halk ya da özne olarak değil tarih olarak görüyordu. Tarih ahlakçı ya da hümanist değildi, orada ne kendi ne de bir başkası vardı; Stalin yapılanların farkındaydı elbette ama içtenliği tarihe karşıydı. Proletarya Diktatörlüğü içerisinde var olan Stalin’in ‘soyut’ bir halka inanması mümkün değildi, halk ve Proletarya Diktatörlüğü bir arada var olamayacak iki kavramdır. Bütün halk proleter olmadığı gibi Diktatörlük de ‘soyut’ halktan oluşmaz. Fetişleştirilmiş bir halk kavramı, kaçınılmaz biçimde, diktatörlüğü demokrasiyle birlikte var etmeye çabalar; hâlbuki bunlar beraber var olamayacak kavramlardır, birinin olduğu yerde diğerinin olmaması mantık ve eşyanın tabiatı gereğidir. Stalin’i bu zorunlu ayrıma yerleştirmek doğru değerlendirmenin öncel pratiğidir; Stalin zorunluluğun ölümlü bir parçasıydı ve ne edindiği görevden ne de bunun getirebileceği ölümlü risklerden kaçındı. Stalin kendisini görevlerin verdiği acılara katlanmak zorunda olan basit bir asker olarak görüyordu, 26 Ocak 1924’de Lenin’in ölümü üzerine şöyle diyordu:

“Yoldaşlar! Biz komünistler özel türden insanlarız. Biz özel bir maddeden biçimlendirilmişiz. Biz, büyük proleter stratejisyenin, Lenin yoldaşın ordusunu oluşturanlarız. Bu orduya mensup olmaktan daha büyük bir onur yoktur. Lenin yoldaşın kurucusu olduğu ve önderi olduğu partinin üyesi olmaktan daha büyük bir ad yoktur. Bu partinin üyesi olmak, herkesin harcı değildir. Bu partinin üyeliğiyle bağlı olan zorlukları ve fırtınaları atlatmak, herkesin harcı değildir” [6] .

Stalinist politikada amaçla nesnellik özdeştir, bunun dışındaki her söylem ve niyet ikiyüzlülük ve önemsizdir; Leninist politikanın devamı olan ve eylemin nesnel anlamını teoriyle örtmeye çalışanları düşmanlaştıran politikaya göre, düşmanın, eylemlerinin nesnel anlamını bilmesi mantıksal bir doğrudur. Eylem nesnelliğin belirtecidir, böylelikle belirteçlik niteliği sağlanana kadar konjonktür içerisinde pratik kaymalar kaçınılmaz, hatta arzulanandır. Nesnellikle çakışmanın teorik, doğru ve ideolojik ölçütü bulunmamakta, tabir-i caizse, ‘el yordamıyla’ bulunacak bir çakışma bile teorik eylemselliğe tercih edilmektedir. Çakışmanın kavramsal karşılığı ise zorunluluktur, işte Stalin bu zorunluluğu karşılamayı görev edinmiş, bunun bedellerine katlanmayı baştan kabul etmiş ve düşmanın da ödeyeceği bedeller konusundaki sızlanmasına kulak asmamıştır.

Sonuç

Sonuç olarak, Lenin reddedilmeden Stalin reddedilemez, Marx-Engels reddedilmeden ise iki meşhur Bolşevik reddedilemez. Bu noktada sorun yaşamayacak olan tutarlı anarşisttir. Stalin’i mahkûm etmek için, Lenin başta olmak üzere, birincil Bolşevikleri öne çıkartmak ise aymazlıktır. Nirengi Stalin olduğunda, ilk Bolşevikler hiç de masum sayılmazlar. Lenin’in erken ölümünün Stalin’in yükselişini engelleyeceği ya da terörü farklı bir seviye çekeceği savları metafiziktir. Rosa Luxemburg, 1918’de, Rus Devrimi’ni eleştirirken Bolşeviklerin pratik-politika anlayışlarının ne kadar uzağında olduğunun ve Lenin karşısında kitabi bir eleştiri yapmakta olduğunun farkında değildi. Luxemburg’un eleştirisinin okunması bugün Stalin’i eleştirenlerin orijinallikten ne kadar uzak ve Bolşevik siyasetten ne kadar bihaber olduklarının kanıtıdır. Yine bu eleştiri politik iktidarı almış devrimci bir partinin ya da onun genel sekreterinin, özgür olmak bir yana, koşulların sınırlılığını nomenklaturanın sıradan bir üyesinden bile daha fazla hissettiğinin –tersten– resmidir:

“Lenin ve ortaklarının, siyasetlerinin özü olan merkeziyetçilikle ve öbür demokratik ilkeler karşısında takındıkları tavırla açık çelişki içinde olan bir slogana sarılışlarındaki inat ve direnme insanı şaşırtıyor. Kurucu Meclis’e, genel oya, basın ve toplantı özgürlüğüne, kısacası bütün Rusya’da ‘ulusların kaderlerini tayin hakkı’nı oluşturan halk kitlelerinin temel demokratik haklarının tümüne karşı soğuk bir horgörü öğretirken, ulusların kaderlerini tayin hakkını bizzat kendileri demokratik siyasetin en değerli taşı yaptılar. Rusya’da Kurucu Meclis yararına bir halk oylamasını, soğuk bir uyanıklığın eleştirel düşünceleriyle sonuçlarını basitçe iptal ettikleri, bir halk cumhuriyetinin tam özgürlüğü içinde verilmiş dünyanın en demokratik genel oyuna dayalı bir halk oylamasını hiç dikkate almazken, Brest’de Rusya’nın uydusu ulusların hangi devlete tabi olacakları konusundaki ‘halk oylaması’nın şampiyonu oldular; bunu tüm özgürlük ve tüm demokrasinin ilacı, halkların isteğinin bozulmamış özü, ulusların siyasal kaderlerini belirleyecek bir yüce makam olarak sundular” [7] .

Bu paragrafın derinine inildiğinde, Stalin eleştirmenleri ya da tüm politik var oluşlarını Stalin’e düşmanlıkta bulan özgürlük meftunlarının argümanlarının 100 yıldan fazla süredir dillendirildiğini görebilmemizin yanında, demokrasi ve diktatörlük kavramlarını genelleştirerek bir arada var etmeye dayalı boş hayallerinin, iktidar olmak ve iktidarı tutmak konusunu totolojik iddialarla yok saymaya hizmet ettiğine de şahit oluruz –keşke bu eleştirileri yapanlar da Luxemburg’un yarısı kadar devrimci olabilselerdi [8] . İktidar olmak da, iktidarı tutmak da zarafetle, ‘demokrasiyle’, ya da kitlelere duyulacak idealist-metafizik bir inançla mümkün olmaz; evet, iktidar kirlidir ama bundan kaçınacak kişi kendisine nasıl Marksist diyebilir? [9] Marx, Engels ve Lenin’i sahiplenerek Stalin’i reddetmek, bir bütün olarak liberal ve özgürlükçü vasıfları üzerlerine boca ederek ilk üçünün masumlaştırılmasının bedelini Stalin’e ödetmektir; Stalin ne kadar katı ve nobransa ilk üçü de o kadar katı ve nobrandır, aralarındaki tek fark, kurucu iktidar olma sorumluluğunun sadece Stalin’in omuzlarına kalmış olmasıdır. Öldükten sonra kütüphanesinden Troçki’nin “Terörizm ve Komünizm” [10] kitabı çıkan ve kitabın sayfa kenarlarına, içkin savları onaylayan, bir sürü not düşmüş Stalin, eğer, tüm diğer Bolşeviklerden daha canavar, daha sert ve daha plebyen ise olsun varsın!



[1] “Ama özbilinçli bireyselliğin öteki yanı, dışvarlık yanı, bağımsız ve özne olarak ya da bir şey olarak varlıktır: kemik; insanın edimselliği ve dışvarlığı onun kafatası kemiğidir. –bu ilişki ile iki yanının onları gözleyen bilinçte taşıdığı anlam budur”. Hegel, G.W.F. (1986) Tinin Görüngübilimi. İdea Yayınları, İstanbul, s. 208.

[2] Marx, Karl (1976) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı. Sol Yayınları, Ankara, s. 25.

[3] Lenin, V. I (1973) To Maxim Gorky. Lenin Collected Works Volume 35. Progress Publishers, Moscow, s. 122.

[4] Marx, Karl (1976) Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i. Sol Yayınları, Ankara, s. 13.

[5] Kotkin, Stephen (2018) Stalin. İktidarın Paradoksları (1878-1928) Cilt 1. İletişim Yayınları, İstanbul, s. 10.

[6] Stalin, J.V, Lenin’in Ölümü Dolayısıyla, J.V. Stalin. Eserler Cilt VI. İnter Yayınları, İstanbul, s. 56.

[7] Luxemburg, Rosa (1989) Rus Devrimi, R. Luxemburg Siyasal Yazıları. Verso Yayınları, Ankara, s. 75-76.

[8] Luxemburg’un Proletarya Diktatörlüğü ile Demokrasi konusunda düştüğü soyutlama tuzağının niteliği için bkz. A.g.e., ss. 92-97.

[9] İktidardan kaçış öyle noktalara gelmiştir ki işin ifrata vardırılması bile tepki çekmemekte ve soyut demokrasinin bir gereği olarak kendisini devrimci addeden öznelere içkin biçimde var olabilmektir; “Sovyet insanı ne gördü? Cenneti ararken bin bir eziyet çekerek kapitalist olmayan yoldan cehenneme/kapitalizme nasıl gidileceğini! Bunun için bunları yaşamaya hiç gerek yoktu. Zaten cehennemdeydiler. Çarlık yerinde kalsa da olurdu. Nasıl olsa başka ülkelerde olduğu gibi Rusya’da da kapitalizm gelişecek ve şimdi ulaşılan kapitalizm düzeyine çoktan ulaşılmış olacaktı. Çarlıktan çıkıp sosyalizmden geçip yeniden kapitalizme varmanın bedeli çekilen bunca acı olurken bir de bunların hepsi kapitalist zulmü ortadan kaldıracağını, insanın insan üzerindeki egemenliğine son vereceğini ilan eden sosyalizme fatura edilmiş oldu”. Sayın, Mahir (2002) Sosyalizmin Kafasına İnen Balta ve Troçki’nin Katli https://siyasihaber7.org/sosyalizmin-kafasina-inen-balta-ve-trockinin-katli. Bunun tercümesi şudur: iktidarı almayalım, alsak bile tutmak için o kadar uğraşmayalım, uğraşsak bile demokrat olalım, demokrat olsak bile Leninist politika yapmayalım! –ne de olsa kapitalizm her zaman barışçıl ve iyi huylu şekilde gelişmiştir; Batı Avrupa demokrasileri bunun nişanesidir, onlar gibi liberal bir demokrasiyi oturtursak, ellerimizi kirletmemize gerek de kalmayacaktır.

[10] Trotskiy, Leon, (2009) Terörizm ve Komünizm. Karl Kautsky’ye Yanıt. Epos, Ankara. 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar