Ana SayfaKürsüGazze’deki Ateş Kimi Yakıyor?

Gazze’deki Ateş Kimi Yakıyor?

14 Ekim 2019’da yitirdiğimiz Garbis Altınoğlu, ölümüyle unutulmaya terk edilmemesi gereken yazılar kaleme aldı. Altınoğlu’nun yazılarının -bizce küçük bir yön dışında- temel özelliği, artık dağılmaya yüz tutan Marksist-Leninist doğrultuyu yansıtmasıydı. Bu nitelik, bizi ona karşı yükümlü kılmaya yeter. Bu bağlamda, Garbis Altınoğlu’nun konjonktüre uygun düştüğünü  değerlendirdiğimiz yazılarına Kürsü köşemizde yer veriyoruz.
Teori ve Politika 

 16 Temmuz 2014

Ayşe Hür, 13 Temmuz 2014 tarih ve “İsrail’i ve Filistin’i Yakan Ateş” başlıklı yazısında, kendince İsrail-Filistin sorununun tarihsel arkaplânını işlemiş. Yazıda, burada ele almayacağım bazı maddi hatalar da var. Ancak ben burada öncelikle, Hür’ün yazısının başlığına da yansıyan temel hatası, yani saldırgan ile kurbana aynı mesafede durma, bu iki tarafı yaşanmakta olan sorundan aynı ölçüde sorumlu görme anlayışı üzerinde duracağım. Hür’ün, onu Siyonist saldırganın konumuna yaklaştıran önyargılı ve subjektif bakış açısını anlamak için şu paragraflara göz atmak yeter:

“Geçen 5 yılda, benzer pek çok olay yaşandı. Filistinliler ve İsrailliler birlikte yaşamanın yolunu bulacaklarına, işleri iyice sarpa sardırdılar. Son olarak İsrailli üç gencin kaçırılıp öldürülmesi, bu cinâyetlerin intikamı olarak bir Filistinli çocuğun öldürülmesi ve nihayet İsrail’in üç cinâyetin cezasını tüm Gazze’ye ödetmek üzere başlattığı orantısız askerî harekât ise tüm şiddetiyle sürüyor. HAMAS’ın İsrail’e karşı roket atışları da tüm hızıyla sürüyor. Her zaman olduğu gibi Filistin cephesinde büyük can kayıpları varken (bu yazıyı yazarken 120’yi aşkın Filistinli ölmüştü) İsrail şimdilik (çok şükür) çoğu havada imha edilen roket saldırılarının psikolojik rahatsızlığından ötesini yaşamadı. Bu son olaylara yönelik uluslararası ve ulusal tepkiler de 5 yıl öncesinden çok farklı değil. Uluslararası camia suspus dururken, Türkiye’de bazı çevreler İsrail eleştirisi adı altında açıkça Yahudi düşmanlığı yapıyorlar. İsrail ve Filistinliler ise birbirlerini suçluyor.

“Halbuki ilk veya son günahı kim işlemiş olursa olsun, toplumlararası gerilimleri (hele de böyle tarihi çok eskiye gidiyorsa ve çok aktörlüyse) silâh zoruyla halletmeye çalışmak daha fazla kan, daha fazla gözyaşı, daha çok öfke, daha çok kin demek, dolayısıyla çatışma hâlinin kemikleşmesi demek.”

Hür, yazısını şu paragrafla bitiriyor:

“Yazımı da bu konuda her yazımın sonuna eklediğim şu cümlelerle bitireyim: İsraillilerin derin beka endişesini ve Filistinlilerin derin mağduriyet duygusunu giderecek köklü ve sağlam bir çözüm bulunmazsa, korkarım bu savaş her iki tarafı da tüketecek…

Hür bu yazısında “Filistinliler ve İsrailliler birlikte yaşamanın yolunu bulacaklarına, işleri iyice sarpa sardırdılar” derken sorunun özünü gözden kaçırdığını ele veriyor. Filistin topraklarında 1920’lerden bu yana Filistin halkı ile Siyonistler arasında süregelen çatışmanın özü, bu ikincilerin Filistin halkına ait topraklara sürekli olarak zorla el koymaları/ bu halkı toprağından kovmaları/ katletmeleri ve Filistin halkının bu el koymalara, kovmalara ve katliamlara karşı haklı direnişidir. Sorunun özünün bu olduğu olgusunu gözardı edenler ve saldırgan ile kurbanı birbirine karıştıranlar, bilerek ya da bilmeyerek saldırganın yanında saf tutmuş olurlar. Hür, “… ilk veya son günahı kim işlemiş olursa olsun, toplumlararası gerilimleri… silâh zoruyla halletmeye çalışmak daha fazla kan, daha fazla gözyaşı, daha çok öfke, daha çok kin demek, dolayısıyla çatışma hâlinin kemikleşmesi demek” derken tam da bunu yapıyor ve sorunun kaynağının Siyonist işgal olduğu gerçeğinin üzerini örtmeye çalışıyor.

Hür, “İsrail’in üç cinâyetin cezasını tüm Gazze’ye ödetmek üzere başlattığı orantısız askerî harekât ise tüm şiddetiyle sürüyor” derken saldırganı eleştirir gibi yapıyor. Bu arada o, Siyonist devletin, bu ne demekse, “orantılı harekât yapma hakkı”nı meşru gördüğünü de söylemiş oluyor. Bu sözcüklerde anlatımını bulan anlayışın gerisinde ise, Siyonist işgali haklı gören, en azından kınamaya yanaşmayan sömürgeci bir zihniyet yatıyor. İnsan bu mantıkla pekâlâ Latin Amerika’yı işgal eden İspanyol konkistadorlarının, Güney Afrika’nın ırkçı beyaz burjuvazisinin, Cezayir’deki Fransız kolonlarının vb. gerçekleştirdikleri işgalleri, toprak gasplarını ve beyaz terörü de haklı bulabilir. Ve tabiî Türk gericiliğinin ‒birkaç gün sonra 40. yıldönümünü “kutlayacağımız”‒ Kıbrıs’ın kuzeyinde gerçekleştirdiği işgali de.

Hür’ün, “Uluslararası camia suspus dururken, Türkiye’de bazı çevreler İsrail eleştirisi adı altında açıkça Yahudi düşmanlığı yapıyorlar” biçimindeki sözleri de dikkatleri konunun özünden uzaklaştırmaya hizmet ediyor. Ana gövdesini ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin oluşturduğu “uluslararası camia” denen şeyin hemen hemen kayıtsız koşulsuz bir biçimde İsrail’in arkasında durduğu bilindiğine göre, bu suspus olma tutumunda yeni ya da şaşırtıcı bir yan yok. Bu “uluslararası camia” denen şeyin üyelerinin,

a) İsrail’e en son teknoloji ürünü silâhları sağladıkları,

b) İsrail’e sürekli malî destek sundukları,

c) Telaviv’in BM “Güvenlik” Konseyi tarafından kınanmasına izin vermedikleri,

d) Filistin’de bir ateşkes kararı almasına bile engel oldukları ve

e) kendi basın-yayın organlarında hastaneleri, okulları, barajları, camileri, TV istasyonlarını, işyerlerini, evleri, sivil taşıtları vb. bombalayan Siyonistlerin savaş suçlarını haber konusu bile yapmadıkları vb. biliniyor.

Bu koşullarda onlar, bu satırların yazıldığı 16 Temmuz sabahına kadar İsrail saldırısının sonucunda çoğu kadın, çocuk ve yaşlı olmak üzere 200 dolayında insanın yaşamını yitirdiği ve binlerce insanın yaralandığı bu saldırının suç ortakları olmuyorlar mı? Türkiye gibi olayın ikincil ya da üçüncül aktörü konumundaki bir ülkedeki gerici ve anti-Semitik çevrelerin İsrail eleştirisi adı altında açıkça Yahudi düşmanlığı yapıyor olmalarının konuyla ilişkisi ne? İsrail’in çıplak saldırganlığı ortada iken buna değinmemek ve gündeme anti-Semitizm tartışmasını sokmak doğru mu? Türkiye’de ve başka yerlerde bazı çevrelerin anti-Semitik bir konumda olması, Filistin’i hedef alan Siyonist saldırganlığı hafifletir ya da haklı gösterir mi? Kaldı ki, Türkiye’de tutarlı demokrat ve enternasyonalistler anti-Semitizmi her zaman lânetlerken bu anti-Semitik çevreler ve onların arkasında duran egemen klikler İsrail’le bazan üstü örtülü, ama çoğu zaman da açık bir iş birliği içinde olmuşlardır.

Filistin’e Yahudi göçü, 19. yüzyılın sonlarında başlamış ve 1920’lerden itibaren Britanya emperyalizminin gözetimi altında hızlanmıştı. Filistin halkının bu göçe ve toprak gasplarına tepkisi 1936 yılında bir genel greve ve ardından 1939 yılına kadar süren silâhlı bir ayaklanmaya dönüştü. Britanya ayaklanmayı bastırmak için Filistin’e 20,000 asker gönderirken bir yandan da Hagana ve İrgun gibi Siyonist terör örgütlerini seferber etti. Britanya ve Siyonistler bu ayaklanma sırasında yüzlerce Filistinli’yi öldürdüler, onbinlerce Filistinli’yi cezaevlerine doldurdular ve onbinlerce evi yıktılar.

Nazi Almanyası’nın 1940’larda Avrupa’nın Yahudi halkına karşı gerçekleştirdiği jenosit, Filistin’e Yahudi göçüne daha büyük bir uluslararası meşruiyet kazandırdı ve onu daha da hızlandırdı. 1922’de Filistin’de 84,000 Yahudi’ye karşı 660,000 (Müslüman ve Hristiyan) Arap yaşarken bu rakamlar 1931’de 175,000 ve 849,000, 1947’de ise 630,000 ve 1,324,000 olacaktı. Sonuç olarak Filistin halkı Nazi Almanyası’nın gerçekleştirdiği, Avrupa’nın bir dizi ülkesinin burjuvazisinin şu ya da bu ölçüde desteklediği ve onadığı, ancak kendisinin hiç, ama hiçbir rolünün olmadığı Yahudi jenosidinin bedelini ödemek zorunda bırakıldı. Bu bedel ödeme trajedisi bugüne kadar, yani 1948’den başlatacak olursak 66 yıldır sürüyor.

1948’de İsrail devletinin kurulması ve ardından patlak veren Birinci Arap-İsrail savaşı İsrail’in, Filistin topraklarının yarısından fazlasını ele geçirmesi ve yüzbinlerce Filistinli’nin evlerini ve topraklarını terk etmek zorunda kalmalarıyla sonuçlandı. Aynı şey; 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşları ve İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgali için de söylenmelidir. Bütün bu toprak çalmalar tahmin edilebileceği gibi onbinlerce, hattâ yüzbinlerce Filistinli’nin daha yaşamlarını yitirmelerine ve yaralanmalarına ve birçok kez, doğdukları ve yaşadıkları yerleri terk etmelerine yol açan bir askerî zorbalık ve devlet terörü eşliğinde sürdürüldü ve sürdürülüyor. Resmî sınırları belli olmayan İsrail onyıllardır, eskisinin gölgesi bile olmayan ve Batı Şeria ile Gazze’ye sıkıştırılmış olan Filistin topraklarını sürekli olarak kemirmekte ve küçültmektedir. Dahası İsrail, uluslararası burjuva hukukuna ve BM kararlarına aykırı olarak inşa etmiş ve etmekte olduğu yerleşim yerleri aracılığıyla Filistin’in en verimli topraklarına el koymaya, Filistin halkını onyıllardır süregelen acımasız bir ambargoya tâbi tutmaya, Filistin halkına ait zeytinlikleri ve tarım alanlarını yıkmaya, Filistin topraklarında kurduğu sayısız kontrol noktaları aracılığıyla Filistinliler’in yaşamını zehir etmeye, onları kendilerine bırakılmış toprakların sınırları içinde bile gettolara hapsetmeye, onların suyunu ve elektriğini kesmeye, bir yerden bir yere gitmelerini engellemeye ve en küçük bir olayı bahane ederek Filistin topraklarını havadan, denizden ve karadan acımasız bir biçimde bombardıman etmeye devam etmektedir.

Ayşe Hür’ün zorla yerinden yurdundan edilmiş bir halk ve onun siyasal öncüleri ile bu halkın gardiyanları ve cellatları konumunda olan işgalci Siyonistler arasındaki kavgada orta bir yerde durma ve her iki tarafı da kınama çabası, anti-demokratik ve gerici bir nitelik taşır. Ama iki tarafın siyasal, askerî vb. güçleri arasındaki dengesizlik gözönüne alındığında, Hür’ün bu çabası daha da grotesk bir hal alır. O, güçlü kuvvetli bir insanla hasta ve sakat bir insanın boğuşmasında “iki taraf”a da eşit mesafede durmaya çalışan, ikisine de centilmence boğuşma çağrısı yapan, dolayısıyla aslında alttan alta birincisini destekleyen bir hakem gibidir. ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin ve Yahudi Diyasporasının çok yanlı ve cömert desteği sayesinde en ileri askerî teknolojiye, dünyanın en güçlü ordularından birine ve nükleer silâhlara sâhip olan sömürgeci Siyonist devlet ile kalaşnikovlar, roketatarlar ve ilkel füzelerle donanmış Filistinli savaşçılar arasındaki çatışmaya “savaş” bile denemeyeceği açık olmalı. Bu İsrail’in karşısında, bilmem kaçıncı kez doğup büyüdüğü kenti ya da köyü terk etmek zorunda bırakılmış ve dört bir yandan Siyonist devletin askerî aygıtıyla kuşatılmış olan ve haklı olarak bir “açık hava hapishanesi” diye nitelenen Gazze’de yaşayan yoksul Filistinliler bulunuyor. 2014 yılı tahminlerine göre 1,800,000 Filistinli, yüzölçümü 365 kilometrekare, yani İstanbul’un ‒yüzölçümü 310 kilometrekare olan‒ Beykoz ilçesinden biraz daha büyük bir alanda âdeta balık istifi yaşamak zorunda tutuluyor.

Dahası, bir tarihçi olan Hür’ün, İsrail’in sürekli olarak topraklarını genişletme eğiliminde olduğunu ve asla, sadece Filistinliler’le değil, diğer Arap komşularıyla da “birlikte yaşamanın yolunu” bulma niyetinde olmadığını bilmesi gerekirdi. Siyonistler, daha 1918 gibi erken bir tarihte Britanya emperyalistleriyle yaptıkları görüşmelerde, o zaman Londra’nın mandası altında bulunan Filistin’in, yani geleceğin İsrail devletinin kuzey sınırlarının ta Güney Lübnan’daki Litani ırmağına kadar uzatılmasını istemişlerdi.

İsrail’in eski başbakanlarından Moşe Şaret, ölümünden sonra oğlu tarafından yayımlanan anılarında 1950’lerin ortalarında İsrail’in, Müslümanlarla Hristiyanlar arasında bir çatışma çıkararak Lübnan’ı istikrarsızlaştırmak ve böylece bu ülkeyi boyunduruk altına almayı plânladığını yazmıştı.

İsrail, 1967 yılındaki Arap-İsrail savaşında Mısır’ın Sina Yarımadasını ‒ve Suriye’nin Golan Tepelerini‒ işgal etmiş ve Sina’dan ancak 1979’da Mısır ile İsrail arasında imzalanan Camp David anlaşmasından sonra çekilmişti. Golan Tepelerindeki İsrail işgali ise günümüzde de sürmektedir.

İsrail 1981’de Lübnan’ın, Suriye’nin Golan Tepelerine yakın olan ve Şebaa Çiftlikleri diye bilinen 28 kilometrekarelik bir alanını işgal etti ve uluslararası tepkilere rağmen bu bölgeyi boşaltmadı.

Gene İsrail, 1982’de Lübnan’daki Filistin üslerine karşı giriştiği savaşın ardından Güney Lübnan’da bir güvenlik şeridi kuracak, yerel gericilerden bir kukla Güney Lübnan Ordusu oluşturacak ve Hizbullah’ın yürüttüğü görkemli gerilla savaşı sonucunda 2000 yılında çekilmek zorunda kalana kadar bu bölgedeki işgalini sürdürecekti.

Hür’ün, 1982’de Oded Yinon imzasıyla İbranice olarak Kivunim (=Doğrultular) adlı dergide yayımlanan ve İsrail yöneticilerinin ana gövdesinin Ortadoğu’ya bakış açısını yansıtan “1980’lerde İsrail İçin Bir Strateji” adlı makaleden haberdar olmadığını düşünemeyiz. Yinon bu makalesinde, hem Mısır, Libya ve Sudan’ın, hem de Irak, Suriye ve Lübnan’ın farklı etnik ve mezhepsel gruplar temelinde dağılması ve parçalanması gerektiğini yazmıştı. Bu makaleden oldukça ilginç bir pasajı aktarmakta yarar var:

“Lübnan’ın dağılarak beş ayrı eyâlete bölünmesi; Mısır, Suriye ve Irak ta içinde olmak üzere tüm Arap dünyası için izlenmesi gereken bir örnek oluşturmaktadır; Arap yarımadası şimdiden bu yolu tutmuştur. Suriye’nin ve daha sonra Irak’ın askerî güçlerinin dağılması İsrail’in birincil kısa erimli hedefiyken, bu devletlerin dağılarak, Lübnan’da olduğu gibi etnik ya da dinsel bakımdan özgün bölgelere bölünmesi, onun Doğu cephesinde birincil uzun erimli hedefidir. Suriye, etnik ve dinsel yapısına uygun olarak, bugünkü Lübnan’da olduğu gibi bir dizi devlete bölünecektir; böylelikle sâhil bölgesinde bir Alevi devleti, Halep bölgesinde bir Sünni devleti, Şam’da kuzeydeki (yani Halep’teki – G. A.) komşusuna düşman bir başka Sünni devleti olacak, Dürziler de, belki bizim Golan Tepelerimizi de içerecek ve kesinlikle Havran ve Kuzey Ürdün’ü de içine alacak bir devlet kuracaklardır. Daha şimdiden erişim menzilimiz içinde olan bu durum, bölgede uzun erimli barış ve güvenliğin güvencesi olacaktır.

“Petrol bakımından zengin ve içsel olarak parçalanmış olan Irak, İsrail’in hedef adayları arasında yer almayı garantilemiştir. Bizim açımızdan Irak’ın dağılması, Suriye’nin dağılmasından daha da önemlidir. Irak Suriye’den daha güçlüdür. Kısa erimde Irak’ın gücü İsrail için en büyük tehdit kaynağıdır. Bir Irak-İran savaşı Irak’ı parçalayacak ve onun, bize karşı geniş bir cephede savaşımı örgütlemeye fırsat bulamadan yıkılmasına yol açacaktır. Kısa erimde, Araplar arasındaki her türden çatışma bizim işimize yarayacak ve Irak’ı tıpkı Suriye ve Lübnan’da olduğu gibi mezhepler arasında parçalama yönündeki daha önemli hedefimize ulaşmamızı çabuklaştıracaktır. Irak’ın, Osmanlı döneminin Suriyesi’nde olduğu gibi etnik/ dinsel doğrultuda eyâletlere bölünmesi olanaklıdır. Böylelikle, üç ana kent olan Basra, Bağdat ve Musul çevresinde üç (ya da daha fazla) devlet oluşacak ve güneydeki Şii bölgeleri Sünni ve Kürt kuzeyden ayrılacaktır. Hâlihazırdaki İran-Irak çatışmasının bu kutuplaşmayı daha da derinleştirmesi olanaklıdır.”

Stratejik yaklaşımı böyle olan bir devletin Filistinliler’le olsun, diğer Arap komşularıyla olsun “birlikte yaşamanın yolunu” bulma gibi bir derdinin olmadığını anlamak herhâlde pek de zor olmasa gerek.

 Ayşe Hür, “İsraillilerin derin beka endişesi”nden söz ederken aslında kendi pro-Siyonist önyargılarını ele veriyor. Nükleer silâhlarla donanmış olan ve ABD ve Batı Avrupa’nın kesin desteğinden yararlanan İsrail’i yönetenlerin böyle bir endişesi yoktur. Buna karşılık “Filistinliler’in derin mağduriyet duygusu” yaşadığı çok açık, yadsınamaz ve somut bir olgudur. Bu “beka endişesi”, ABD ve Batı Avrupa devletlerinin İsrail’e olan desteklerini sürdürmelerini sağlamak, bu ülkelerin kamuoylarını İsrail’in arkasında durmaya ikna etmek için şişirilmiş bir balondan, bir psikolojik savaş öğesi ve sanal bir tehlikeden başka bir şey değildir. Var olduğu ölçüde böyle bir endişeyi gidermenin tek ve en güvenilir yolu İsrail’in, geçmişte çok acılar çekmiş olan Yahudi halkının omuzlarındaki Siyonist ideolojik ve siyasal boyunduruğu atması ve demokratik bir Filistin’de Filistin’in Arap halkıyla kardeşçe yaşamaya karar vermesinden geçer.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar