Ana SayfaKürsüTalât Paşa Harekâtı: Bir Doğu Perinçek Klasiği

Talât Paşa Harekâtı: Bir Doğu Perinçek Klasiği

14 Ekim 2019’da yitirdiğimiz Garbis Altınoğlu, ölümüyle unutulmaya terk edilmemesi gereken yazılar kaleme aldı. Altınoğlu’nun yazılarının -bizce küçük bir yön dışında- temel özelliği, artık dağılmaya yüz tutan Marksist-Leninist doğrultuyu yansıtmasıydı. Bu nitelik, bizi ona karşı yükümlü kılmaya yeter. Bu bağlamda, Garbis Altınoğlu’nun konjonktüre uygun düştüğünü  değerlendirdiğimiz yazılarına Kürsü köşemizde yer veriyoruz.

Teori ve Politika

 

 

Talât Paşa Harekâtı: Bir Doğu Perinçek Klasiği

Garbis Altınoğlu

15-16 Mart 2006

 

“İşçi” Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, geçtiğimiz günlerde yeniden manşetlere çıkmayı başardı. Bilindiği gibi, bir süre önce Perinçek ve onun “İşçi” Partisi, az sayıda şoven ve faşist eğilimli grupçukla birlikte “Talât Paşa Harekâtı” adlı bir etkinlikler dizisi düzenlemeye girişeceğini açıklamıştı. Bu çerçevede, 15 Mart’ta Şişli Abide-i Hürriyet Tepesinde bulunan Hürriyet Şehitliği’nde ve Berlin’de Talât Paşa’nın vurularak öldürüldüğü yerde bir saygı duruşu, 18 Mart’ta bir “Ermeni Katliamı Yalanına Son” Yürüyüş ve Mitingi ve 19 Mart’ta bir “Talât Paşa Kurultayı” gerçekleştirilmesi plânlanıyor. Kampanyanın, “Emperyalist merkezlerde imâl edilen ‘Ermeni Soykırımı’ yalanını püskürtmek” ve “Batı’ya Türkiye’nin büyük gücünü göster”mek amacıyla düzenlendiği ileri sürülüyor. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in desteğiyle örgütlendiği söylenen bu kampanyaya, KKTC eski başkanı Rauf Denktaş, eski başsavcı Vural Savaş, dışişleri eski bakanı Şükrü Sina Gürel, İstanbul Üniversitesi eski rektörü Kemal Alemdaroğlu, DYP Genel Başkan Yardımcısı ve emekli büyükelçi Nüzhet Kandemir, Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Ertuğrul Kazancı, Aydınlar Ocağı Başkanı Mustafa Erkal, AKP İstanbul milletvekili Nevzat Yalçıntaş, Türk-İş Sendikası Başkanı Salih Kılıç gibi kişilerin de katıldığı belirtiliyordu.

“İşçi” Partisi’nin 14 Mart 2006 tarihli ve “Talât Paşa’yı Mezarı Başında Anıyoruz” başlıklı bildirisinde adıgeçen kişi için şöyle deniyordu:

“Namık Kemaller’den, Mustafa Kemal Atatürk’e devrim tarihimizin ve vatan savunmamızın seçkin önderlerinden, devlet adamı Talât Paşa’yı, mezarı başında, Genel Başkanımız Sayın Doğu Perinçek’in katılımıyla anıyoruz. Tüm yurttaşlarımızı anma törenine katılmaya çağırıyoruz. İP İstanbul İl Örgütü tarafından düzenlenen anma töreni 15 Mart 2006 Çarşamba günü saat 13: 00’de, Şişli Abide-i Hürriyet Tepesinde bulunan Hürriyet Şehitliği’nde yapılacak.

“Türk devleti, 1914-23 arasındaki emperyalizme karşı yürütülen büyük mücadele ile kurulmuştur. Talât Paşa da, bu savaşın devrimci önder kadrosu içindedir.”

Aslında Doğu Perinçek, Talât Paşa’ya ilişkin orijinal (!) görüşlerini 2 Şubat 2006 tarihli “Cihan Savaşı ve Talât Paşa” başlıklı yazısında dile getirmişti. İttihat ve Terakki katillerinin ve savaş suçlularının şefi Talât Paşa’yı “devrimci” ilân eden ve onun “emperyalizme karşı yürütülen büyük bir savaşın devrimci önder kadrosunun başında” olduğunu ileri süren bu bay, Ermenilere karşı gerçekleştirilen tehcir ve jenosidi “emperyalizme karşı mücadele meselesinin bir parçası” ilân ediyordu. Kararsız ve güdük Türk “ulusal kurtuluş” savaşını, olması gerektiği gibi 1919’da değil 1914’te, yani Osmanlı ordusunun Prusya militaristlerinin hizmetinde Birinci Dünya Savaşına katıldığı yıl başladığını savunan Perinçek sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“Türkiye, batıda da doğuda da vatan savunması yapmıştır. Bu iki cephe vatan savunması açısından aslında tek cephedir. Nitekim o zaman İttihat ve Terakki hükümetinin aldığı tehcir (zorla göç ettirme) kararı, cepheler arasındaki bağlantıyı korumak için zorunluydu…” Ermeni jenosidini açıkça savunan, hattâ bunu devrimci bir önlem (!) gibi sunan İttihatçı bayımız şunları söylüyordu:

“Bu koşullarda Talât Paşa hükümetinin emperyalizme karşı savaş cephesinin geri hatlarının güvenliği için Tehcir kararı alması, zorunlu bir savaş önlemidir. Denebilir ki, bu karar olmasaydı, Kurtuluş Savaşımız o yıllarda zafere ulaşamazdı. Tehcir, Atatürk’ün 1919 yılında Erzurum ve Sivas Kongreleri’ni örgütlemesi ve doğuda yaratılan dayanakla İzmir’i kurtarması için önkoşulları hazırlamıştır…

“Tehcir, emperyalizme karşı vatan savunmasının gereğiydi ve haklıydı. Kurtuluş Savaşımızın daha 1914 yılı sonunda başladığı bu olguyla da doğrulanır… Yalnız Doğu Cephesi açısından değil, Çanakkale Savaşı olmasaydı, ne Sovyet Devrimi olurdu, ne de Türk Devrimi…

“Bu nedenle bugün Talât Paşa’ların vatan savunması mevzilerinde sağlam durmak, aslında Kurtuluş Savaşı zaferimizi ve Cumhuriyeti savunmak için şarttır…”

Yani ona göre, İttihat ve Terakki devrimci bir parti ve Talât Paşa (ve herhâlde kafadarları da) devrimci önder konumunda kişilerdir. İttihat ve Terakki şeflerinin bile kendilerini böyle nitelemeyi akıl edemediklerini ya da uygun görmediklerini unutmuş gözüken Perinçek sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“Aydınlarımız, gençlerimiz, bütün milletimiz, devrimci tarihimizi olumlu olumsuz dersleriyle incelemek durumundadır. Namık Kemal ile Mustafa Kemal arasındaki devrimci halka kimdir derseniz, Talât Paşa’dır. Öncelikle büyük bir devrimcidir.

“Büyük teşkilâtçıdır. İttihat Terakki, Türk devrim tarihinin kökündeki teşkilâttır; hattâ dünya devrim tarihinde yeri olan bir partidir. Talât Paşa, işte o partinin önderidir.”

Zemzem kuyusuna işeyerek adını duyuran kişinin yolundan gittiği anlaşılan Perinçek sık sık yaptığı gibi burada da gerçekleri pervasızca çarpıtmakta, kendisinin ve çevresinin geçmişte savunduğu görüşleri yadsımakta ve sahte bir anti-emperyalizm vaaz etmektedir. Onun, Türk egemen sınıflarıyla ortaklaşa giriştiği Ermeni-karşıtı kampanyayı onamasak ta anlayabiliriz. Ancak Perinçek’in, gerici ve şoven bir Batı karşıtlığıyla birleştirdiği militan Ermeni düşmanlığı her türlü ahlâk, insaf ve mantık ölçüsünü aşıyor. Bu kadarını Türk gericiliğinin değme temsilcilerinin bile açıkça dile getirme cüretini gösteremeyeceklerini söylemek bir abartma sayılmamalıdır. Aslına bakılacak olursa bu bayın bir numaralı savunucusu olduğunu ilân ettiği Mustafa Kemal, ikiyüzlü ve tutarsız bir biçimde de olsa, Ermeni halkına karşı bir insanlık suçu işlendiğini kabul ediyor, ama bunun sorumluluğunun İttihat ve Terakki çetesine ait olduğunu belirtiyordu. Mustafa Kemal, cılız bir anti-emperyalist karakter taşıyan, ama esas olarak Ermeni, Rum vb. halklarına karşı bir yok etme ve yağma savaşı olan ve Anadolu’daki devrimci ve halkçı güçlere saldırılarla el ele giden Türk “ulusal kurtuluş” savaşını, İttihatçı kadrolara dayanarak yürütüyordu. O, 24 Nisan 1920’de, henüz yeni açılmış bulunan TBMM’nin ilk oturumlarından birinde, İngilizlerin, Türkiye’nin Ermenilere karşı katliam uygulamasından vazgeçmesi yolundaki koşulunu değerlendirirken şunları söylemişti:

“İkinci teklif ki memleket dâhilinde katliam yapılmaması. Ermenilere karşı bu gayri varid idi. Memleketimiz cümlemizce malûmdur. Hangi kıtasında Ermenilere karşı katliam yapılmıştır? Veya yapılmaktadır. Harb-i Umuminin (Birinci Dünya Savaşı- G. A.) başlangıç safahatından bahsetmek istemem ve zaten İtilâf devletlerinin de bahsettikleri bittabiî mâziye aid fazahat (geçmişe ait rezillik/ ayıp) değildir. Bugün memleketimizde bu gibi fecaiin (faciaların) icra edildiğini iddia ederek, bundan sarfınazar etmemizi talep ediyorlar.” (1)

Perinçek ve ortaklarının gözardı ettiği bir nokta daha var: “Enverland” hâline getirdikleri Osmanlı İmparatorluğu’nu, hükümet üyelerinin çoğunun haberi bile olmaksızın bir oldu-bittiyle Birinci Dünya Savaşına sokan Talât Paşa, Enver Paşa ve kafadarlarının suçları, Ermeni halkına karşı bir jenosit gerçekleştirmekten ibaret değildi. Onlar, zaten çöküşün eşiğine gelmiş bulunan Osmanlı İmparatorluğunu, başında Kayzer Wilhelm’in bulunduğu Alman emperyalizminin hizmetine sokarak yok oluşunu hızlandırmış ve bu arada Ermenilerin yanı sıra Anadolu, Ortadoğu ve Balkanlar’ın Türk ve Türk-olmayan bir dizi halkının da büyük acılar yaşamasına neden olmuşlardı. Mustafa Kemal, 20 Eylül 1917’de hazırladığı ve Talât ve Enver Paşalara ayrı ayrı gönderdiği bir raporda, içinde bulunulan ve büyük ölçüde, Perinçek’in “devrimci” kahramanlarının sayesinde yaratılmış olan durumu şöyle değerlendiriyordu:

“Türkiye’nin askerî durumu şudur: Ordu, savaşın başlangıç günlerine oranla çok zayıftır. Birçok orduların mevcudu, olması gereken miktarın beşte biri kadardır. Memleketin insan kaynakları, eksileni tamamlamaya yeterli değildir…

“Askerî politikamız, bir savunma politikası ve elimizde bulunan kuvvetleri ve bir tek askeri son ana kadar saklamak politikası olmalıdır. Bu politika, memleketimizin dışında bir tek Osmanlı askeri kalmasına tahammül edemez…

“İçinde bulunduğumuz bataklıktan Almanlarla birlikte bulunarak kurtulmak zorunlu ise de, Almanların bu zorunluluktan ve savaş yardımından yararlanarak bizi sömürge biçimine sokmak ve memleketimizin bütün kaynaklarını kendi ellerine almak politikasına karşıyım ve devlet ileri gelenlerinin bu hususta hiç olmazsa Bulgarlar kadar bağımsız ve kıskanç olmalarını gerekli görürüm… Bugün (Alman komutanı General Erich von- G. A.) Falkenhayn her fırsatta herkese karşı Alman olduğunu ve elbette Alman çıkarlarını en çok düşüneceğini söyleyecek kadar küstahtır. Halep’te ve Fırat’ta ve Suriye’de Alman politikası ve Alman çıkarının ne demek olduğunu ve özellikle bu sözü söyleyen bir Alman konsolosu olmayıp, yüzbinlerce Türk kanı için karar vermek durumunda bulunan bir komutan olursa, işin tamamen vatanımızın çıkarlarına uygunsuz olacağını anlamamak mümkün değildir… Gerçekte ülküsü, bütün Arabistan’ı Alman yönetimine almak idi… Memleket, tümüyle bizim elimizden çıkarak bir Alman sömürgesi durumuna girmiş olacaktır. Ve General Falkenhayn, bu amaç için bizim borcumuz olan altınları ve Anadolu’dan getirdiğimiz son Türk kanlarını kullanmış bulunacaktır.” Mustafa Kemal sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“Savaş, müslüman, hristiyan bütün halkımızı bitkin hâle getirmiştir. Halk ile hükümet arasındaki bağlar çözülmüştür… Öte yandan idare, tam bir acz içinde olduğundan, genel yaşantının tam anarşiye sürüklenmesini önleyememekte, adâlet ve hukuka aykırı davranışlar, hükümetten nefreti arttırmaktadır…

“Bu nedenle savaş devam ederse, karşısında bulunduğumuz en büyük tehlike, her taraftan çürüyen ulu Saltanat binasının bir gün içeriden ve hep birden çökme olasılığıdır.” (2)

Mustafa Kemal 1 Aralık 1921’de yaptığı bir konuşmada da İttihat ve Terakki kliğinin mâceracı politikasını şöyle eleştiriyordu:

“Büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kinini memleketin ve bu milletin üstüne çektik. Biz Panİslâmizm yapmadık. Belki ‘yapıyoruz, yapacağız’ dedik. Düşmanlar da ‘yaptırmamak için bir an önce öldürelim’ dediler. Panturanizm yapmadık. Yaparız, yapıyoruz dedik, yapacağız dedik ve yine ‘öldürelim’ dediler. Bütün dâvâ bundan ibarettir… Haddimizi bilelim…” (3)

Ermeni ve Rum burjuvazisinin ve halklarının mülksüzleştirilmeleri sonucu zenginleşen Türk burjuvazisinin sözcüsü Mustafa Kemal’in, burada da İttihat ve Terakki çetesine karşı, ikiyüzlü ve sahte bir eleştiri yönelttiğini görüyoruz. İttihatçılarla aynı sınıf ve katmanların temsilcisi olan bu bay, Panİslâmizm ve Panturanizme ilkesel plânda karşı çıkmamakta, ancak son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bunu yapacak gücü olmadığını belirtmektedir. Mustafa Kemal’e bu sözleri söyleten ve onun demagojik “Yurtta Barış, Dünyada Barış” sloganını savunmasının altında, İttihat ve Terakki kliğinin, sırtını Alman emperyalizmine dayayarak giriştiği siyasal ve askerî mâceranın Türkiye’yi gerçek bir yok oluşun eşiğine getirmiş olması yatar. Ancak, aralarında ilkesel plânda bir karşıtlık olmamakla birlikte İttihat ve Terakki kliğinin mâceracı ve Panturanist yaklaşımıyla Kemalistlerin daha muhafazakâr ve ihtiyatlı dış politikası arasında önemli bir ayrım olduğunun altı çizilmelidir. Dolayısıyla Perinçek’in, bir yandan Kemalizmin şampiyonluğunu yaparken, bir yandan da Alman emperyalizminin uşağı Talât Paşa’yı “vatan savunmamızın seçkin önderlerinden” biri olarak nitelemesinin, bu bayın sınırsız demagojisini ve siyasal sahtekârlığını ve onun pro-emperyalist karakterini bir kez daha ele verdiğini belirtmem gerekir.

Perinçek ve şürekası, TİİKP (=Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi) dâvâsından yargılandıkları sırada, Haziran-Temmuz 1974’de Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 3 No’lu Askerî Mahkemesine sundukları savunmalarında ise Enver, Talât ve Cemal Paşaların başını çektiği İttihat ve Terakki kliğini şu sözlerle mahkûm etmişlerdi:

“İttihat ve Terakki, daha baştan feodal-komprador iktidarla uzlaştı…

“Komprador burjuvazinin yönetimi altına giren İttihat ve Terakki, işçileri, köylüleri ve çeşitli azınlık milliyetlerini ezdiği gibi, içinden yükseldiği millî burjuvaziyi de baskı altına alan bir diktatörlük kurdu. Turancılık ideolojisiyle, Alman emperyalistlerinin Asya’daki yayılma siyasetine hizmet etti.” (4) Daha sonra, bu kliğin işçilere ve köylülere karşı uyguladığı baskı ve sömürü politikasını anlatan Savunma, İttihat ve Terakki’ye ilişkin değerlendirmesini şu sözlerle bitiriyordu:

“1911 yılına kadar İngiliz ve Fransız emperyalistlerine dayanan feodal-komprador iktidar, 1911’den sonra hızla Alman emperyalistleriyle iş birliğini geliştirdi…

“Halkın ve millî burjuvazinin muhalefetini ezen Talât, Enver ve Cemal Paşalar yönetimindeki feodal-komprador İttihat ve Terakki diktatörlüğü, Alman emperyalistleriyle birlikte ülkemizi Birinci Dünya Savaşı’na soktu…

“Emperyalistler ve işbirlikçileri kendi emelleri uğruna, Galiçya’dan Arabistan çöllerine kadar çeşitli cephelerde yüzbinlerce Anadolu köylüsünü kırdırdı. Alman emperyalistlerinin Bakû petrollerini ele geçirmesine hizmet eden Enver Paşa’nın ‘Turancı’ siyaseti uğruna yalnızca Sarıkamış seferinde 90 bin asker soğuktan donarak öldü.” (5)

Perinçek, 1974’ten bu yana köprülerin altından çok sular aktığını ileri sürebilir; ya da ‘Hafıza-i beşer nisyan ile malûldur’ (=‘İnsan belleği unutma özürlüdür’) deyişinin gölgesine sığınmayı yeğleyebilir. O takdirde kendisine Aralık 1985’de yayımlanan bir yazısını hatırlatmam gerekecektir. Perinçek, “Kemalizm ve Devlet” başlıklı bu yazıda, Mustafa Kemal’in, İttihat ve Terakki kliğinin elinde son nefesini veren Osmanlı İmparatorluğu için söylediklerini aktarırken şöyle diyordu:

“Atatürk’e göre Osmanlı devleti ‘milletin esareti’ üzerine kurulmuştur, ‘mutlakiyetçi’, ‘müstebit’ ve ‘zâlim’dir; yönetim ‘keyfî’ ve ‘serseri’dir. ‘O saraylar ve sarayların etrafını çeviren hainler’ asırlarca, ‘milleti’ gaflette bırakmışlar, ‘memleketi soymuşlar’dır. ‘Debdebeleri için’ gereken parayı ‘milletten sopa ile’ almışlardır. ‘Bütün Anadolu’yu baştanbaşa harabe hâlinde’ bırakmışlardır… Osmanlı sarayı ve etrafı, ‘bir baştan memleketi soyarlar, diğer yandan milletten aldıkları askerle Viyana’yı, Mısır’ı, İran’ı zabt için fetihlere kalkarlardı. Oysa milletin o fetihlerde hiçbir millî amacı, vicdani arzusu ve menfaati yoktu.’ Fetihler zararlı mâceralardı ve ‘milletimiz de böyle Fâtihlerin (‘fâtihlerin’ olacak -Perinçek’in notu) arkasından serserilik etmiş’ti.” (6)

Şimdilerde Perinçek’in bol bol “Ermeni sorunu” korkuluğunu sallamakta olduğunu görüyoruz. Yukarda da belirttiğim gibi, ona göre Ermeni sorunu, “Emperyalist merkezlerde imâl edilen” hayalî bir sorundu; hattâ “Tehcir, emperyalizme karşı vatan savunmasının gereğiydi ve haklıydı.” Ama aynı Doğu Perinçek daha önceleri bu konuya da farklı yaklaşıyordu. O, 2000’e Doğru dergisinin 12-18 Nisan 1987 tarihli 15. sayısında yer alan “Tarihten Korkmak” başlıklı başyazıda,

“Tarihte yaşanan olaylar ne olursa olsun, Türkiye’nin hiçbir bölgesinde bir devlet kurmaya veya yetecek kadar geniş bir bölgede bir Ermeni çoğunluğu yaşamıyor. Uluslararası hukuk alanında, bir toprak talebinin ciddiye alınmaması için bu kadarı bile yeter” dedikten sonra “resmî politika”yı suçladığı yazısında şunları söylüyordu:

“Türkiye’de bu anlamda bir Ermeni sorunu yoktur, ama dünya arenasında böyle bir sorun yaratılmıştır. Bu sorunu yaratan, (Ermeni küçük-burjuva milliyetçi örgütü ASALA’nın yaptığı- G. A.) terör eylemlerinden çok, resmî politikadır…

“Günümüzün resmî görüşü, bugün Türkiye’de yaşayan halkın Anadolu’daki tarihini 1071 Malazgirt Savaşı’yla başlatıyor. Anadolu’nun 1071 öncesinde ıssız olmadığı da biliniyor… Bu toprakların yalnız fâtihi olmakla övünenler, fetih öncesi tarihe bir barbarın yabancıya duyduğu düşmanlıkla bakıyorlar. Kendilerinin saymadıkları bir tarihten korkuyorlar…” (7)

“Dün dündür, bugün de bugün” yaklaşımını rehber edinmiş olduğu anlaşılan şoven bayımızın yazılarında, başka konularda da birbirini çürüten pek çok teze rastlamak olanaklıdır. Ama, konumuz bakımından bu kadarı yeter.

Bugün, Türk gerici egemen sınıfları bir “Ermeni tehdidi”yle karşı karşıya bulunmadıklarına ve Türkiye’nin bir köşesinde bir Ermenistan kurulması olasılığı asla sözkonusu olmadığına göre, Perinçek ve efendilerinin neden sistemli olarak Ermeni korkuluğunu salladıklarını sormalıyız. Onların neden, adları “etnik temizlik”le, yani Türk-olmayan halkların katliyle ve esinini emperyalist merkezlerden alan Panturanist/ Panİslâmist dış politikalarla özdeşleşmiş olan Talât ve Enver Paşa’ların ruhunu hortlatma kampanyaları açtıklarını sormalıyız. Sormalıyız; çünkü görünürde geçmişte kalmış olaylar üzerine yürütülen bu tartışma, aslında son derece güncel ve yakıcı sorunlar çevresinde yürütülen siyasal savaşımın üzerini örten ideolojik bir perdeden başka bir şey değildir.

Herhâlde siyasal gelişmeleri ortalama bir ilgiyle izleyen herkes, “Ermeni tehdidi” masalı üzerinden sürdürülen bu devlet-destekli kampanyanın asıl hedefinin bir yandan Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürt halkı ve onun demokratik hakları için verdiği savaşımın bastırılması, bir yandan da Türkiye’nin ABD – Britanya – İsrail blokunun bölgesel plânları doğrultusunda yeni askerî mâceralara çekilmesinin sağlanması olduğunu görebilecektir. Perinçek ve çevresinin Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın hazırladığı iddianameye ateş püskürmesi, bir Kürt-Türk çatışmasını körükleyen isimlerin başında gelen Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt’a hararetle sâhip çıkması ve –sanki Türkiye’de askerî klikten bağımsız hareket edebilen bir hükümet varmış ya da olabilirmiş gibi– ülkenin AKP – Barzani ittifakı tarafından yönetildiğini sayıklaması, PKK’nin “Türkiyeci” kanadının ve Öcalan’ın, Kürt halkının bazı alçakgönüllü taleplerinin yerine getirilmesi karşılığında Türk gericiliğiyle uzlaşmaya yıllardır hazır olduğunu görmezden gelmesi vb. bunu doğrular. Anlaşılan, yıllardır bindikleri dalı kesmekten başka bir şey yapmayan Türk gericileri, “geçmişi anımsamayanların onu yeniden yaşamaya mahkûm oldukları”nı anlatan deyiş uyarınca hareket etmekte ve bir kez daha bindikleri dalı kesmekte kararlılar.

Notlar

(1) Aktaran Salih Ural, “ ‘Duvardaki Kan’, Kemalistler ve Ermeni Sorunu”, Saçak, Ocak 1987, Sayı: 36.

(2) Aktaran Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, Üçüncü Kitap, s. 952-56.

(3) Aktaran Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, Dördüncü Kitap, s. 1428.

(4) TİİKP Dâvâsı Savunma, s. 153.

(5) Aynı yerde, s. 155-56.

(6) “Kemalizm ve Devlet”, Saçak, Aralık 1985, Sayı: 23.

(7) Aynı yerde.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar