Ana SayfaArşivSayı 70Araf’ta Beklemek

Araf’ta Beklemek

13 Mart üzerine akıl yürütmeler
Mehmet Polat
Derler ki, yaşarken işledikleri günah ve sevaplar eşit olduğu için öldükten sonra cennete mi cehenneme mi gideceği henüz belirlenemeyenler, bir süre Araf’ta bekletilir. Burası cenneti cehennemden ayıran ve üzerinden iki tarafın da görüldüğü yüksekçe bir yerdir. Bekleyenler cennete girme umudu ve cehenneme düşme korkusuyla durmadan dua eder. Araf, artık değiştirilemeyecek bir geçmişle nasıl olduğu bilinmeyen bir geleceğin arasıdır.
Yaşayanlar için Araf, varoluşu üstünde herhangi bir bilinçli etkide bulunamadıkları gerçeklik tarafından sürüklenme halidir. Zaman şimdi, yer burası, hareket noktası konjonktürel konum, varış yeri ise “cennet” ve “cehennem” arasında uzanan sayısız seçenekten biridir.
Keşke gönüllerindekine yakın bir seçeneğe ulaşabilecek kadar derman bulabilseler! Keşke peşlerinden sürüklendikleri güçler insaflı davransa!
***
Bu yazı 13 Mart’ta TAK’ın (Teyrêbazên Azadiya Kurdistan) Kızılay eylemi sonrası çeşitli akıl yürütmelerle ilgili. İster yergi ister övgü, faili olmadığımız eylem üzerine konuşmak her zaman kolaydır. Bu yüzden bir eyleme karşılık yüzlerce yazı ve konuşma üretiliyor. Ama zaten bu tür eylemler de böyle olacağı bilinerek ve toplumsal evrenin en geniş kesimlerine bu yolla ulaşmak için yapılmıyor mu? Öyleyse tanınan bu “hak” ve konuşmanın kolaylığı çerçevesinde soruyoruz:
Söz söylemek zorunda kalışımızın nedeni ele aldığımız konu mu, yoksa duyduğumuz gereksinim mi? Öte yandan söyleniş gerekçesini açıklayarak başlamayan ve yeterince açık olmayan söz, hangi konuyu açıklayabilir ki?
13 Mart eyleminin benzerleri aynı örgüt tarafından daha önce de üstlenilmiş ama haklarında fazla konuşulmamış, bu kez konuşma gereği duyulmuştur. Kınama içerikli basın açıklamaları, ebedî ve ezelî değerler gibi dile getirilen “devrim, sosyalizm, insanlık, iyilik güzellik…” sözcükleriyle örülüdür. Ölümde, doğumda, düğünde hocanın aynı duaları okuması misali, sol da her felâketli ya da mutlu anda bu sözleri tekrarlar. Öyleyse açıklamaların konusundan önce bunun üzerinde durulmalı ve bu meta-söylemin bugün daha şiddetli ifade edilmesinin nedeni düşünülmelidir.
Kim, neyi söylemiş biliyor/biliniyor. Burada adlarını anmayacağız. Adların (öznelerin) toplumsal varoluşlarımız üzerinde herhangi bir etkisi yok. Etkiyi yaratan eylemlerdir. Zaten sarfedilen sözleri de düşünceler olarak değil, aynı zamanda eyleyişler olarak gördüğümüz için üzerinde durma gereksinimi duyuyoruz.
Yapılan açıklamalar iki ortak özellik taşıyor: İlki, olayın gizemli hale getirilerek istenildiği gibi yorumlanması. İkincisi, “bizi daha kötü günlerin beklediği” uyarıları.
Gizemli hale getirmekten kastımız, olayın  “derin devlet” misali bilinmezliklere bağlanması değil –gerçi bir zamanlar TAK için bunu söyleyenler oldu-, bir olguyu açıklamaya çalışırken, ortaya konan bakış açısının konuyu anlaşılmaz kılmasıdır. Bu şöyle oluyor:
Genel olarak olgular (bu bağlamda 13 Mart eylemi) ampirizm ile nesnel idealizm karışımı felsefî-ideolojik bir zeminde ele alınıyor. Böylece konu bir yandan yüzeysel görünümüne indirgenirken, diğer yandan saptanan ampirik verilerin değerlendirmesi bunu yapacak olanın öznel bilincine bırakılıyor. Bunun doğal sonucu; ele alınan konunun ele alan bilinçten bağımsız varoluşuyla ilgili gelişmeleri, dolayısıyla başka olgularla ilişkilerini, ortaya çıkış nedenlerini, yol açacağı olası sonuçlar üzerinden öngörüde bulunmak gibi şeyleri dikkate almamak oluyor. Geriye, ampirik verileri gözlemcinin feraseti çerçevesinde yorumlayıp açıklamak kalıyor.
Böylece açıklama, açıklayıcısının gördüğü ve göstermek istediğiyle sınırlı hale gelir. Gidimli bilgi içermez. Kafamızda belli bir planla yaşayıp gidiyorken aniden ortaya çıkan ve birbiriyle ilişkisiz olaylarla karşılaşıyormuşuz gibidir. Her birinin anlamını, ancak, herkesin gördüğünü gören ama bunların nasıl ele alınması gerektiğinin sırrına sahip uzman kişiler açıklayabilir. Kılı kırk yarmaya gerek yoktur. Bu eylemin yol açtığı sonuçlar “amasız-fakatsız” değerlendirme yapmak için yeterlidir. Gerekçeleri ve daha fazlası için “uzmanın” söylediklerine bakılabilir…
Bu ampirizmdir.[1] Düşünce, düşünülen şeyle çakıştırılır. Teorinin nesnesi kavramlar değil, somut şeyler olarak düşünülür. Son derece gerçekçi bir noktadan başlanıyormuş gibi yapılarak, olgunun bileşenleri mercek altına alınır. Ama her bir öğe, daha önceden hazır bir bilinç çerçevesinde yorumlanır. Nitekim ortaya koyduğumuz bakış açısı da aynı ampirist anlayışla ele alınarak, eylem yerine eylem hakkındaki görüşleri eleştirdiğimiz için sanki bütün sonuçlarıyla birlikte eylemi savunduğumuz sanılıyor. Eleştirinin yalnızca eleştirilen şeyi nitelendirdiği ve ne o, ne de başka şeyler hakkında bilgi vermediği unutuluyor.
Buna göre eylemin faili, arkasındaki karar verici irade, eylem biçimi, araçları, yeri ve yol açtığı sonuçlar üzerinde kabaca durulur. Değerlendirmelerde, eylemin öznenin amacını tam olarak karşılayıp karşılamadığına bakılmaz. Önemli olan, eylemden etkilenenlerin onay verip vermedikleridir. (Elbette değerlendirmeci de kendini “etkilenenler” arasına katar.) Nitekim olayın hemen ardından yapılan açıklamalarda olumsuz etkiler sayılmış, bu tür bir eylemin onaylanmadığı yeterince ifade edilmiştir.
Buralarda eylemin sorumluluğu öznesine (faili ve karar vericisi) yüklenmekte, “milliyetçi” ve “intikamcı” hislerle yapıldığına dikkat çekilmekte, seçilen araçların ve yerin “masum insanların” ölümüne yol açması nedeniyle “sorumsuz” davranıldığı vurgulanmaktadır. Kimileri eylemin “sorumlularına seslenerek” bir daha böyle yapmamaları yönünde uyarmıştır. Bazıları eylemi “mahkûm etmek” istemiştir. Bu tür eylemlerde bulunan odakların “dağıtılmasını” talep eden de olmuştur.
Bu değerlendirmelere göre yanlış bilinçle yüklü bir özne, uygunsuz araçlarla ve yerde, istenmeyen bir eylem yapıyor. Değerlendirmelerin geçerliliğini göstermek için ideolojik ve psikolojik iki grup kanıta başvuruluyor. Elbette bir yerde özne varsa, ideoloji de olacaktır. Burada olaya ideolojik yaklaşılmasının nedeni, yanlış bir ideolojiye (Kürt milliyetçiliği, intikamcılık vs.) dayanarak yanlış işler yapan bir özneyi doğru yola çekme isteğidir. Doğru ideoloji olarak ‘insan sevgisiyle dolu, karıncayı bile incitmeyen, ahlaklı vs.’ bir devrimcilik ve sosyalizm gösteriliyor.
Psikolojik göndermeler yapılması ise ilginç. Çünkü psikoloji solun pek üstünde durmadığı bir konu. Belki Aydınlanmacılığın etkisiyle, zihnin bilinçdışı bölümünden çok bilinç tarafıyla ilgileniliyor. Değerlendirmelerde psikolojiye iki yönde yer verildiğini görüyoruz. Bir yandan eyleme gerekçe oluşturduğu varsayılan intikam duygusunun anlaşılır olduğu ama kontrol edilmesi gerektiği hatırlatılıyor. “Kör şiddet” gibi ifadeler bununla ilintili. Diğer yandan bu tür eylemlerin korkuyu arttırarak halkın politikadan uzaklaşmasına neden olacağı vurgulanıyor. Buradan da “yapılanın AKP’nin ekmeğine yağ sürdüğü” sonucuna varılıyor.  Ama ne kendi kendini kontrolün nasıl yapılacağı, ne de halkın nasıl cesaretlendirileceği hakkında öneride bulunulmuyor.
Olguyu ideolojikleştirerek ve psikolojikleştirerek ele almak, gizemlileştirmenin bir parçasıdır. Nasıl ki ampirizm yardımıyla gerçek bir olayın anlaşılır kılınması değerlendirme yapan öznenin bilincine bağlı hale getiriliyorsa, burada da ampirist bakış açısının başka bir kullanılışı devreye sokuluyor. Eleştirilerin failin “yanlış” bilincine odaklanması ve karşılığında neler yapılacağı sıralanarak “sapkın” öznenin doğru yola çekilmeye çalışılması, eylemi öznenin bilincinin uzantısı gibi görmek anlamına geliyor. Doğru bilinç = doğru eylem, ya da tersi. Bir yandaki yanlış, diğer yan üzerinden doğrultulabilirmiş gibi.
Ancak bütün bu çabalar kendi içinde büyük bir tutarsızlık barındırıyor. “Yanlış” bilinç taşıyana “doğru” bilinç önerebilecek durumda olan, zaten bu bilince sahip demektir. Öyleyse “yanlış” bilinçlileri doğru yola çekerek uygun eylem yaptırtmaya çalışmakla vakit kaybedeceğine, neden kendi bilincinin gereğini yapıp herkesin birden kurtulmasını kolaylaştırmıyor?
Tutarsızlığın nedeni, doğru ya da yanlış politik bir eylemin, doğru ya da yanlış politik bir bakış açısıyla ele alınmayışı/alınamayışıdır. Eğer konumuz, örneğin bir taşın yere düşüşü gibi fiziksel bir olay olsaydı; bunun saçmalık olduğunu bildiğimiz için taştan yere düşmemesini istemezdik. Ama toplumsal bir olay karşısında böyle şeyler söyleyebiliyoruz. Ve bu bir taşa seslenmek kadar saçma görünmüyor. Çünkü kendiliğinden bir bilinç çerçevesinde, toplumsal olayları bilinçli/bilinçsiz belli öznelerin faaliyeti gibi görüyor ve eğer doğru bir bilinçle yapılırlarsa, istenilen sonucu vereceklerini sanıyoruz. Bu yüzden bir olay karşısındaki genel tutumumuz, eylemin failine seslenerek yönlendirmeye çalışmak oluyor. Hele eylemle pasif bir etkileşim içindeysek, seslenmekten başka çare düşünemiyor ve buna önem veriyoruz. Sanki özne bize kulak verecek, ikna olacak ve hemen gerekli düzeltmeleri yapacakmış gibi.
Böyle düşünmenin teorik arka planında, genel olarak bilinç süreçleriyle maddi süreçlerin çakıştığını sanmaktan kaynaklı bir yanlış anlayış yatıyor. Bu yüzden doğru bir bilinç yüklemesinin uygun maddi süreci yaratacağı sanılıyor. Ya da tersine, geçerli bir maddi sürecin mutlaka doğru bir bilinç üreteceği varsayılıyor.[2] Oysa bu iki sürecin farklı toplumsal pratiklerin sonucu olduğu ve aralarındaki uyumun da ancak başka bir toplumsal pratik gerektirdiği hesaba katılmıyor. Çünkü herkesin aynı “toplum” içinde bulunmasının, aralarında maddi ilişki oluşmasına yettiği sanılıyor. Ayrı bir yazı konusu olabilecek bu yanlış üstünde kısaca duralım:
Farklı kişi/grup/çevre/toplum kesimleri arasında toplum aracılığıyla sanki kendiliğinden bir bağ kurulabilirmiş gibi düşünmek, toplumla birey (buna grup, çevre vb. dâhil) arasında diyalektik bir bağ olduğu varsayımına dayanıyor.[3] Bu anlayış, toplumun bireyler/gruplar vs. insanlardan oluştuğu iddiasındaki liberalizmin bir tezahürüdür.
Oysa toplum bireyden önce de var. Onu eylemlerimizle yeniden üretip sürekli dönüştürüyoruz. “O halde toplum bireylerin karşısında asla yapmadıkları ama ancak faaliyetleri sayesinde var olan bir şey olarak durur.”[4] “Toplum insan eylemliliğinin her zaman mevcut koşulu ve mütemadiyen yeniden üretilen sonucudur.”[5]
Bu nedenle gerçeklik içinde somut eylemiyle kendine yer açmaya çalışan belli bir özneye sözle düzen verilemez. Bunun olabilmesi için ya seslenilen özneyle gerçeklik içinde –rastlantıya bırakılamayacak- somut bağlantılar olmalıdır, ya da söz maddi bir güce dönüştürülerek etkili hale getirilmelidir. Burada söz ancak ideoloji olarak kitlelerce benimsenir, eyleme dönüştürülür ve yeterli güce ulaşabilirse; düzen verilmek istenen özne üzerinde etki kurabilir. Bu, politik tavır alıştır. Zaten yapılamadığı için, halihazırda politik pratik sürdüren bir özneye kestirmeden akıl vererek sonuç almaya çalışılıyor. Kendi politik gücünü yaratmaya muktedir olamayan ideoloji, seslendiği özneyle arasında ideolojik akrabalık bağları arayarak ve kurmaya çalışarak, onun verili politik gücüne kendini kabul ettirmeye çabalıyor. “Sen ne biçim Fenerlisin, sen ne biçim hemşerisin” der gibi, “Sen ne biçim devrimcisin, sosyalistsin vs.” diyerek ikna etmeye uğraşıyor. Bu tavrın saçmalığı, yıllardır sürdürülerek artık kötü bir geleneğe dönüştüğünden, fark edilmiyor.
Yalnızca söz söyleyebildiğimiz ve dişe dokunur hiçbir eylem yapamadığımız ama bu arada düşüncelerine katılmasak bile başka politik öznelerin eylediği bir dönemde ne yapabiliriz? Teori ve Politika’nın yaptığı gibi, teorik pratik yapabiliriz. Bunun temel ilkesi, politika pratiğinin ancak konjonktürde –gerçek gerçek içinde- yapıldığını bilmektir. Dolayısıyla teorik pratik kitaba bakıp hayata bir şeyler anlatmak değil, tersidir. Kitaba rağmen devrimci kalabilmek için, gerçek veri alınarak kitabî olan sürekli sorgulanır. Çünkü ezilenler tarihin hiçbir döneminde ezenlere karşı “en doğrusunu yapma” kaygısıyla hareket edememiş; bilakis her dönemde varlık-yokluk mücadelesi vermişlerdir. Bu sırada bilmek, yalnızca gerçeklik içinde doğru yer edinip, doğru konum almaya yarar. Doğru bir bilinçle mücadele edilmesi politik pratik sürdürenlerin değil, doğru bilinci temsil ettiğini düşünenlerin sorunudur. Bu ancak konjonktürde mücadele edenin hatalarından ders çıkartmasına ve gerçeği görebilmesi için önündeki ideolojik engellerin kaldırılmasına yardımla sağlanabilir. Bunun yolu da zaten kendi mücadelesini sürdürene komut vermeye kalkışmaktan geçmez, yapamadığını yapıp, eksiğini tamamlayarak olur. Mücadele eden ezilen hatalıysa da hatasızsa da bizdendir. Bizim görevimiz ona hatasını söylemek değil, kendi hatasından sonuç çıkartmasına yardım etmektir. Teorik politikanın pedagojiden, Marksizmin Aydınlanmadan ayrıldığı nokta burasıdır. Bunun “şiddet tapıncı” ya da “şeyhin her yaptığında keramet aramak”la ilgisi yoktur.
***
Solun eyleme ilişkin eleştirileri, Kürdistan Özgürlük Hareketinin de hatayı işaret etmesiyle geçersiz hale gelmiştir. Ancak eylem yalnızca içerdiği yanlışlardan dolayı değil, geleceğe dönük kaygılar yüzünden de eleştiriliyor. Ve bunun Kürt Hareketi ya da konjonktürel gelişmeler çerçevesinde bir karşılığı görünmüyor.
Kaygı, eylemin söylendiği gibi salt tekil bir girişim olmadığının bilinmesi ve konjonktürdeki değişimin işareti olabileceğinden kaynaklanıyor. Yaygın sol, önemli bir toplumsal dönemece elverişsiz konumda girmenin olası sonuçlarından endişe ediyor. Geçmişe dönüp eksiklerini gideremeyeceğine göre, belki geleceği değiştirebilme umuduyla Kürt Hareketinden koşulları zorlamayacak bir eylem çizgisinde kalmasını bekliyor, hatta bunu istiyor. Kâh “böyle davranmayı sürdürürseniz 90’lara dönülür” diye göz korkutuyor, kâh ‘ne büyük projeleri olduğu ve Kürt sorunu dâhil her konuyu tereyağından kıl çeker gibi nasıl çözeceğini’ anlatıp duruyor.
İşte Araf’ta durmak bu! Yalnız solun değil, her iki yarısıyla birlikte bütün bir ülkenin ve komşu ülkelerle birlikte ortak bir coğrafyanın; bir durumdan çıkıp başka bir duruma geçişinin ortasında olma hali.
Türkiye’de 12 Eylül 1980 cuntası öncülüğünde neoliberal ekonomi politikaları temelinde devletin yeniden yapılandırılmasıyla kurulan yapı değişiyor ya da bunun yeni bir evresine geçiliyor. Bu değişimde, Sykes-Picot’un geçersiz hale gelmesi sonucu yeni bir bölgesel denge arayışına girilmesi ve bunun için çatışan güçler, siyasi plandaki belirleyiciliği üstleniyor. Neoliberalizm küresel ölçekte genel kabul gören bir işleyişe sahip olduğundan, ABD bölgesel dengelerin yerel dinamiklere göre oluşmasına doğrudan müdahil olmuyor. Nasıl olsa ortaya çıkan her dinamik genel işleyişe uyum sağlamak zorunda kalıyor. Buna uymayan tek güç cihatçılar. Ancak o da rekabet halindeki güçlerin ortaklık kurmalarına hizmet ettiği için, küresel kapitalizm açısından “hayırlı” sonuçlar doğuruyor.
Süreç sonunda Kürt halkıyla birlikte Irak ve Suriye’deki Sünnilerin de statüleri değişecek gibi görünüyor. Türkiye bu süreçte AKP-Kemalist koalisyonu öncülüğünde yer alıyor. Bunun da Türk egemenlerinin yerel ve dönemsel gereksinimleri çerçevesinde hangi yatırım alanlarına yöneleceği, anayasa değişikliği, devletin restorasyonu gibi konularda taşıdığı pürüzler var. Bütün bunların etkilerini içerde Kürt halkıyla savaş, dışarıda Sünni koalisyonuyla birlikte Suriye’ye karşı geliştirilen tutum ve bunun sayısız sonuçları biçiminde yaşıyoruz. Geri kalan şeyler aynı kalmak kaydıyla bu seçeneğin eşdeğeri; Kürt halkı, Esat yönetimi ve Rusya ile ilişkilerin gözden geçirilerek İran’la yakınlaşılmasıdır.
Şu anki gidişata Kürt Hareketi dışında karşı koyan siyasi bir özne yok. Buna ülkenin Batısından doğrudan destek olmak, Kürt Hareketinin bir bölüğü haline gelmekten öte anlam taşımıyor. Batının kendi özgünlüğü çerçevesinde geliştireceği bir mücadelenin katkısı daha anlamlı görünüyor. Kent, çevre, işçi, kimlik sorunları gibi toplumsal mücadele dinamikleri her zaman var. Ama buralardan yıllardır devrimci siyasi bir özne çıkmıyor. Bir kısım sol, Kürt Hareketinin zamansız girişimlerinin bunu önlediği iddiasında. Bu mantığın, iktidar çevrelerinin 13 Mart eylemini “tam da Cumhurbaşkanının Azerbaycan ziyareti öncesine rastlaması tesadüf değil” diye yorumlamasından bir farkı yok.
Oysa 90’larda değiliz, o zaman Batı’da yaşayanın Kürdistan’dan haberi olmuyordu. Bugün durum farklı. Ayrıca savaş ülkesel değil, asıl olarak bölgesel nedenlerden kaynaklanıyor. IŞİD gibi aktörler de devreye girecek ve AKP’nin Suriye politikaları her geçen gün daha çok sorgulanacaktır. Bu nedenle iktidar da herkesle birlikte aynı konjonktürün içinde ve ince bir buz tabakasının üstünde yürüyor.
Konjonktürdeki her değişiklik, siyasi öznelerin çalkantılar yaşamasına ve konumlarını gözden geçirmesine yol açıyor. Bu boyutlardaki bir toplumsal değişim kayıpsız yaşanmayacak, kaybedecek şeyi olanlar kaybedecektir. Özgür irademizi ortaya koyabildiğimiz sürece bizim için “kazanmak” ya da “kaybetmek” söz konusu değildir.
24 Mart 2016 / teorivepolitika.net

[1] Roy Bhaskar şu tanımı veriyor: ”Ampirizm ideolojisinde dünya yassı, tekdüze, yapılaşmamış ve farklılaşmamış olarak görülür: esasen sürekli olarak birleşen, böylece kapalı sistemlerde vuku bulan, atomistik olaylardan veya durumlardan oluşmaktadır.” Çağdaş Felsefeye Eleştirel Bir Giriş, Gerçekliği Geri Kazanmak, Nota Bene Yay., s.31

[2] Nitekim Metin Kayaoğlu’nun “yanlış bir devrimci eylem” tanımlamasına ‘sosyal medya’da “devrimciyse yanlış değildir, yanlışsa devrimci değildir” misali yanıtlar verilmesindeki gibi…

[3] “İnsanlar ve toplum, ileri süreceğim üzere, “diyalektik olarak” ilişkili değildir. Aynı sürecin iki anını oluşturmazlar. Daha ziyade kökten farklı türden şeylere atıfta bulunurlar.” A.g.e., s. 125

[4] A.g.e., s. 126

[5] A.g.e., s. 148

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar