Ana SayfaArşivSayı 66Konjonktürde IŞİD ve Politika

Konjonktürde IŞİD ve Politika

 
 
Konjonktürde IŞİD ve Politika
 
 
Doğan Kaya
Giriş
ABD özellikle 11 Eylül’den sonra bölgeye dönük politikalarında kartları yeniden karıştırıp dağıtmaya çalıştı. Şimdi denilebilir ki, bu işlem esnasında kartlar elinden düştü ve dört bir yana saçıldı. ABD şu anda yere düşürmüş olduğu kartları toplamakla meşgul.
IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi, Şengal ve Mahmur’a yönelmesi, genel olarak Rojava’yı bir süredir tehdit etmesi sonrasında özel olarak Kobanè’ye saldırması ve burada güçlü bir direnişle karşılaşması; hem bu örgütü, hem de bu örgüte karşı direniş gösteren HPG ve YPG/YPJ’yi dünya gündeminin üst sıralarına taşıdı.
Bu gelişmelere paralel olarak, içinde Türkiye Devrimci Hareketi’ni de barındıran Türkiye Solu olarak tanımlayabileceğimiz geniş bir yelpazenin yayın organlarına bakıldığında bu örgütün ortaya çıkışı, İslâm ideolojisini edinim biçimi, politika tarzı vb. konulara dair birçok şey yazılıp çiziliyor ve ayrıca çeşitli iddialar ortaya atılıyor: IŞİD’in ABD tarafından kurulduğu ve/veya fiili anlamda desteklendiği, bu ve benzeri örgütlerin emperyalizmin maşası oldukları, Yeşil Kuşak Projesi’nin birer ürünü oldukları, zaten İslâm ideolojisini benimsediklerinden dolayı doğal bir gericilik ve çağdışılık barındırdıkları, çocukları öldürüp kadınlara tecavüz ettikleri, insanlık dışı uygulamalarda bulunarak şiddette sınır tanımadıkları ve bütün bunlardan dolayı da karşı-devrimci oldukları…
Bahsedilen bu başlıklar çerçevesinde dönen tartışmalar dolayımıyla IŞİD’in ve benzeri cihatçı yapıların üç aşağı beş yukarı benzer argümanlarla değerlendirilip ele alındıkları gözlemleniyor ve yer yer de Türkiye Devrimci Hareketi’nin bazı öznelerini kapsamakla birlikte, genel olarak sol hareketin yayın organlarıyla burjuva medyasının geniş yelpazesini kapsayacak bir kesitte yürüyen tartışmaların ve yapılan belirlemelerin neredeyse aynı epistemolojik temelden beslendiği, bu konuda yaygın örtüşmelerin yaşandığı; bu vesileyle bir kez daha gözler önüne seriliyor.
Bugüne kadar Teori ve Politika sayfalarında politika, şiddet, İslâm konuları Marksizmle pozitif etkileşim kanalları açmak üzerinden ele alındı, tartışıldı. Şu an itibariyle IŞİD adlı örgütün Suriye ve Irak’ta uygulamış olduğu karşı-devrimci bir pratik politika var; ve bu yazıda bu karşı-devrimci politika, karşı-devrimciliği teslim edilerek ele alınmak durumunda.
Derdimiz, bu karşı-devrimci pratiği ne olumlamak ne de bu pratiğe anlayış göstermektir. Mesele, yaşanılan durumun şimdiki fotoğrafını çekmeye çalışmaktır. Olan-biten, yaşanılan her şeyin, aslında politikanın doğallığında seyrettiğini, özellikle IŞİD’in varlığının ideolojik bağlamda bir kökünün olduğunu; Türkiye Devrimci Hareketi’nin kimi öznelerini de kapsayan bir yelpazede, IŞİD değerlendirmesi yapıldığında son politik kertede doğru tutumlar alınmakla birlikte, doğru tutumların gerekçeleri sıralanırken uygun bir temelden hareket edilmediği, Türkiye Devrimci Hareketi’nin Kobanè’ye dair ağırlıklı olarak pozitif yaklaşımı paranteze alınarak değerlendirilecektir.
1. Politika, konjonktür ve ittifaklar
Politik birer örgütlenme olarak tarif edilebilecek olan devletler de dahil olmak üzere, politikanın açık uçlu ve geniş alanında kendisini var eden, devrimci olan ve olmayan bütün özneler ezen-ezilen mücadelesinin başlangıcından beri birçok gerekçe ve nedenden dolayı, her biri değişik araçları devreye sokarak belirlemiş oldukları hedefler doğrultusunda kendilerini politika alanında konumlandırılıyor ve ifade ediyorlar. Bu bağlamda tarih kabaca incelendiğinde de görülecektir ki, ideolojik edinimlerinin sınırlayıcılığından sıyrılabilen politik öznelerin, ideolojik edinimlerinin sınırlayıcılığında politika yapmaya çalışan ve bundan dolayı da çoğu kez, aslında politika dışı bir pozisyona düşen öznelere göre kıyas götürmez bir çoğunlukta hedeflerine ulaşıyor ya da çok yaklaşıyor.[1]
Bu konuya dair çok çeşitli örnekler verilebilir. Mesela PKK; Kürt halkının özgürlüğü için savaştı ve savaşmaya devam ediyor. Bu savaş süreci içerisinde birçok kritik aşamadan geçti, krizler yaşadı. Bahsini ettiğimiz o kritik kriz anlarında zaman zaman geriye çekilerek, zaman zaman da ileriye doğru atılımlar gerçekleştirerek, ama her halükarda politika yapmayı gözeterek; “şiddet çözüm dili olmaktan çıktı” biçiminde bir belirlemenin yapıldığı süreçte bile, şiddeti ustaca kullanmayı bilerek, düşmanı gördüğü özneyi taleplerini kabul ettirme aşamasına getirdi ve savaşımını, kendi sorununu uluslararasılaştırmayı başardı.
PKK burada da durmuyor ve duracakmış gibi de gözükmüyor. Bugüne kadar elde etmiş olduğu kazanımları korumak ve bunları geliştirmek için, bir yandan ‘barış’ dili kullanıyor, öte yandan da politika için bütün araçları devrede tutarak mücadelesine devam ediyor.
Gelinen aşamada dört parçanın büyük bölümünde kurmuş olduğu ideolojik-politik hegemonya sayesinde, emperyalist-kapitalist sistemin bölgeye dönük planlamalarında ve hesaplarında gözetmek durumunda olduğu bir özne mertebesine ulaşmış durumdadır. Aslına bakıldığında, bugün Kobanè direnişi esnasında ABD’nin hava ve lojistik desteği sağlaması, bölgede ‘güç’ olan bir öznenin görülmesi ve hesaplanmasına dair bir pratiktir.
PKK, dışarıdan bakıldığında politik uygulama yapabilen ve bu uygulamaları devrimci kılabilen bir özne için, oldukça sarsıcı sonuçlara yol açabilecek hamlelere de girişti, ideolojik formasyonunda köklü değişimlere de gitti. Fakat yaşamış olduğu sarsıntılarda bütün yapısını bir arada tutmayı başararak ve gelecek için öngördüğü hedeflere uyumlu hale getirerek gücüne güç kattı.[2]
Bir örnek de düşman cenahtan verilebilir. Başta ABD olmak üzere diğer emperyalist güçlere de bakıldığında bu ülkelerin Ortadoğu’ya müdahale etmelerinin en önemli güncel nedeninin özellikle El Kaide’nin gerçekleştirmiş olduğu 11 Eylül devrimci cihadı ile birlikte, dünya çapında kurmaya çalıştıkları yeni bir ideolojik-politik hegemonyanın tehlikeye girmiş olduğunu görmeleridir. Bu tehlikeyi, öncelikle bölgede var olan sistem karşıtı öğelerin yok edilmesi ya da zayıflatılmasını, bu öznelerin bulundukları bölgelerde topluma dönük nüfuz kanallarının kesilmesi ya da mümkün olduğunca sınırlandırılmasını; ortaya çıkabilecek sistem karşıtı tepkinin, emperyalist-kapitalist sistemin ideo-politik alanına çeşitli araçlar dolayımıyla kanalize etmeyi hedefleyerek bertaraf etmeye çalışmışlardır.
Bu konularda ne kadar başarılı oldukları, hedeflerine ne kadar ulaştıkları ayrı bir tartışma konusudur. Ancak özellikle ABD’nin, bu hedeflere ulaşabilmek için verili konjonktürde, kendi açısından uygun gördüğü her türlü aracı kullanmaktan çekinmediği, bunda tereddüt etmediği ortadadır.
ABD, kendisinin 2001 sonrasında Ortadoğu’ya yoğun bir biçimde yöneliminin önünü açan ve 11 Eylül saldırılarının ‘faili’ olarak kodlanan El Kaide ile birlikte, süreç içerisinde nesnel açıdan yan yana görünüyor olarak algılanmaktan çekinmemiş, dolayımlı irtibatlanmalarla ya da politik uygulamalarla, bir konjonktürde devrimci pratikler sergilemiş olan bu örgütlenmeyi “varlığından yararlanılabilir” bir pozisyona gerilettiği gözlemlenmiştir.
İşin daha ilginç ve dikkat çekici olmayan yönü ise, bölgeye dönük uygulamaya sokulan politikaların bir sonucu olarak ABD, öngördüğü hedeflere ulaşabilmek için bizzat kendi ideolojik çıktısı olarak tanımlanabilecek ‘hümanizm’ kavramına rahmet okutacak kertede insan kıyımı gerçekleştirmekte tereddüt göstermemesidir. Bu durum ABD’nin ve diğer emperyalist-kapitalist ülkelerin ideolojik kalkış noktalarını oluşturan modernizm, Aydınlanmacılık, ilerlemecilik, hümanizm vb. argümanlarla ne kadar örtüştükleri ya da çelişik olduklarını değil, bölgeye dönük müdahalelerini ve politik tahayyüllerini gerçekleştirme konusunda ne kadar kararlı olduklarını gösterir.
Bu konuya tam tersi bir noktadan da bakılabilir. Normal koşullarda cihatçı bir örgüt için ABD ve diğer emperyalist ülkeler ‘şeytan’ olarak tanımlanabilir, fakat belirli bir anda savaşın sonucunu sloganlar, sözler, ülkeler ve ideolojik belirlemeler değil; verili konjonktürdeki güçlerin pozisyonları, bunların ilişkileri, bu ilişkilerin koordineleri ve konumlanmaları belirler. Bu alanda ‘doğru’ olan değil, ‘uygun’ olan gözetilir. Konumuzun muhataplarından biri olan IŞİD de bu bağlamda kendi yapacaklarını planlar ve uygun gördüğü adımları atarken “ABD’nin maşası olarak görüneceğim” kaygısı taşımaz, adımlarını buna göre belirlemez.
Sanırız politika alanında ideolojinin belirleyiciliği dahilinde hareket eden, bunun etkisini politika alanında en fazla hissettiren Türkiye sol hareketinin bilumum özneleridir. TDH’yi de oluşturan öznelerin hedefi, değişik saiklerden ve teorik belirlemelerden yola çıkarak ezen devleti yıkmak, ezilenlerin eşit ve özgür bir biçimde yaşayacağı bir sistem inşa etmek, buna yönelik bir devlet kurmak, ve giderek bu devlet aygıtını eritmektir.
Ancak bitti gibi görünen sorun tam da burada başlamaktadır. Mesele İslâmcı, cihatçı özneler olduğunda ya da herhangi bir öznenin kendi egemenine uygulamış olduğu şiddet söz konusu olduğunda (ki bu varlıkların ve bu varlıkların uygulamalarının tartışılması politika alanına dahildir), edinilmiş olan Marksizmin modernizme, Aydınlanmacılığa, ilerlemeciliğe bulaşık yönleri ön plana çıkıyor. Bunun politika alanına yansımaları da, cihatçı İslâmcı örgütlerin varlığı değerlendirildiğinde ‘laiklik’; başta cihatçı örgütler olmak üzere herhangi bir ‘ân’da ilgili öznenin egemenine karşı uyguladığı şiddette ise ‘hümanizm’ olarak gerçekleşiyor, bu kriterlere göre konum belirleniyor. Dolayısıyla konjonktürde gerçekleşen bir olaya dair yapılan tartışmalar ideolojik alanda gerçekleşirken, bu durum tartışmayı yapanı politika alanının dışına itiyor.
Algı bu biçimde gerçekleştiğinde ise, cihatçı örgütler Türkiye Solu’nda ABD maşası olarak mahkûm ediliyor. Yani mesele sadece IŞİD’in ABD maşası olduğunu iddia etmekte değil; hiçbir biçimde ABD maşası olarak değerlendirilemeyecek olan Hamas, Hizbullah (Lübnan) gibi daha çok ulusal sınırlar içinde bir İslâm varlığı hedefleyen yapılar da mahkûm ediliyor. Somut olarak devrimci olan ile olmayan, bir konjonktürde ileri pozisyon alan ile almayan; ya da bir politik öznenin bir konjonktürdeki devrimci rolü ile başka bir konjonktürdeki devrimci olmayan rolü takip edilemiyor, birbirine karıştırılıyor.
Haliyle cihatçısından emperyalistine, PKK’sinden Esad’ına kadar hemen hemen her özne ideolojisinin ne olduğundan bağımsız olarak politikanın uçsuz bucaksız alanının kurallarına uyarak ‘kuralsız’ davranıyor, buna göre kendisine bir rol biçip, her yeni ‘ân’da kendisine yeni konumlar belirleyip yeni ittifaklar kuruyor ve daha etkili politikalar izlemek için kendisine yeni alanlar açma uğraşında oluyorken; konu bir bütün olarak cihatçı veya İslâmcı örgütlenmeler olduğunda Türkiye Solu’nun onların ideolojisinin ne olduğundan yola çıkarak eleştiriler getirmesi ve mahkûm etmeye çalışması ideoloji ve politikanın birbirine girmesine neden oluyor. Yeniden vurgulamak gerekirse, bu durum onları politikasızlığa mahkûm ediyor ve ân itibariyle, örnek verecek olursak IŞİD’in, Hamas ve Hizbullah ile birbirlerine karıştırılmasına neden oluyor.
Politika düzleminde alınmaya çalışılan tutumlar ve konjonktürü okuma biçimleri tarih bilimine ya da ideolojinin ‘ne’liğine değil, konjonktüre ve konjonktür içindeki öznelerin birbirine göre konumlanmalarına uygun olmalıdır.
***
İçinden geçtiğimiz sürecin karakteristik özelliği nedeniyle, küresel olanın yapmış olduğu müdahale sonucunda bölgesel olan ile yerel olanın arasındaki ayrım tam manasıyla ortadan kalkmıştır.[3]
Ancak şu da bir gerçektir ki, küreselin bölgeye dönük başlatmış olduğu müdahale sonucunda bölgesel olan ile yerel olanın arasındaki ayrımın ortadan kalkması ‘sonsuz’ bir süreç değildir. Süreç sonucunda yeni yerellikler ve bu yerelliklere ait yeni sınırlar belirecek, bunlar önce meşruluk sonra da resmiyet kazanacaktır. Küreselin başlattığı müdahalenin etkileri ve sonuçları sadece yerelde değil, küreselde de gözlemlenecektir.
Mesela, Rojava devrimi sayesinde ve IŞİD’in Musul’u işgalinden sonra ortaya çıkan yeni durumda HPG’nin, YPG/YPJ’nin direnişleri, Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin Kürdistan coğrafyasında hegemonya alanlarının dünya kamuoyu nezdinde ve uluslararası diplomasi alanında daha fazla meşruluk kazanmasının yolunu açmıştır. Gelinen aşama itibariyle Kobanè’ye uluslararası güçlerin yardımı bu çerçevede yorumlanmalıdır.[4]
Bu konuya dair başka göstergeler de mevcuttur. IŞİD’in Suriye-Irak derinliklerinde oluşmuş olan iktidar boşluklarını hızla doldurması, Suriye’deki Esad iktidarının uzun süredir belli bir bölgeye sıkışıp kalması ve ülkenin kuzeyi ile doğusunu neredeyse gözden çıkarmış olması; zaten sallantıda olan Irak merkezî hükümetinin IŞİD’in Musul hamlesi ile birlikte darbelenmesi; buna ek olarak peşmergelerin, YNK’nin ve PKK’nin Irak’da oluşan siyasal boşluğu doldurmak için ülkenin iç bölgelerine doğru hamleler gerçekleştirmeleri; ayrıca Siyonist İsrail devletinin son Gazze saldırıları ve işgal girişimi (bu bağlamda denilebilir ki, Gazze operasyonunun nedenleri ne kriminal bir adam kaçırma olayıyla, ne de basit bir ateşkes antlaşması sorunuyla alakalıdır); ve bütün bu gelişmeler, bölgedeki 100 yıllık bir sürecin bittiğini, yeni bir döneme girildiğini, şu anda bölgede var olan öznelerin de bu sürece ilişkin konum almaya çalıştıklarını gösteriyor bizlere… Buna rahatlıkla Türk devletinin sınır ötesi tezkeresi ile birlikte ‘tampon bölge ve uçuşa yasak bölge ilanı’ taleplerini de ekleyebiliriz.
Doğaldır ki içinden geçilen konjonktürün dinamik seyri, kimi fiili ve nesnel ittifak konumlanmalarını da açığa çıkarıyordu. Bahsi geçen ittifak konumlanmaları, ortaya çıkan her yeni gelişme dolayısıyla yeniden belirleniyor. Bu durum politikanın doğasına içkindir. Böylesine karmaşalı, çok belirleyenli ve çok sık değişen bir doğallıkta bir öznenin kendisini var edebilmesi, PKK’lilerin deyimiyle, “Ortadoğu’da siyaset yapmanın kırık sandalyede oturabilmeyle alakalı olduğunu” doğruluyor.
Düne kadar TC, ABD, El Kaide ve türevleri, ‘Özgür Suriye Ordusu’ adı ile tanımlanan çatı örgütü zaman zaman fiili, zaman zaman da nesnel olarak her biri değişik saiklerle Esad’a karşı bir kamp oluştururken, Esad yanı başında İran, Rusya, Çin ve Hizbullah’ı buluyordu.
Suriye’de başlayan iç savaş ve bunun şiddeti, ülkenin kimi bölgelerinde iktidar boşlukları da doğuruyordu. Esad’ın bu kadar karmaşa içerisinde bir de Kürtleri karşısına almama taktiği sonrasında Rojava’da oluşan boşluk hızlı bir biçimde PYD tarafından dolduruldu. Bu durum ayrıca Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin devrimci reflekslerinin ne kadar sağlam olduğunu da gösterdi.
Tipik bir ‘sol’ akıl, bir başını Esad’ın çektiği ve karşı tarafta da başını ABD’nin çektiği savaş ortamında tercihini iki cenahtan birinden yana kullanmayı öğütler. Fakat hazır gücü olan Kürdistan Özgürlük Hareketi, hiç çekinmeden böylesi bir karmaşanın içerisine dalış yaptı ve tutumunu ‘üçüncü yol’ olarak tanımladı.
PYD’nin bu şekilde tutum almasının sonuçları oldu. Her şeyden önce TC, Güney Kürdistan Yönetimi, ABD ve El Kaide türevleri ve ÖSO’dan oluşan geniş bir yelpaze, Rojava devrimini boğmak için çeşitli yöntemler denediler. Uzun bir süre boyunca, söz konusu yelpazenin üyeleri, ilan edilen kantonlara zaman zaman silahlı saldırı gerçekleştirdiler, zaman zaman da ambargo uygulayıp oluşan devrimci-demokratik örgütlenmeyi bitirmeye çalıştılar.
Ama hayat böyle bir şey işte! Dün Rojava’ya ambargo uygulamak için sınıra hendek kazdıran Barzani, bugün Rojava’daki Kobanè kantonuna savaşmak için Peşmerge yollamak durumunda kalıyor! Çok değil, 2011’e kadar Suriye’de yaşayan Kürt’e bir kimlik kartını çok gören Esad, bugün Afrin, Kobanè, Serekaniye, Qamışlı ve Cezire bölgelerinde özerkliğe mecburen prim vermek durumunda kalıyor.
Güçlerin ve konjonktürün akışkan seyri, nesnel ve fiili ittifak konumlanmalarını yeniden ve yeniden belirliyor. Esad iktidarının zayıflamış olmasına rağmen yıkılmaması, onu emperyalistler gözünde kabul edilebilir bir noktaya getiriyor. Güç ilişkilerini ve konjonktürü okuyamayan TC, ABD’nin Esad konusundaki tutum değişikliğini izleyemiyor, bölgeye dönük siyasetin güçler ilişkileri içinde kendisini ‘marjinal’ bir konumda buluyor.
IŞİD’in alana hakim olmasıyla birlikte ÖSO’nun altı boşaldı. Hızla güçlenen IŞİD, sadece ABD’ye değil, ABD’nin bölgeye dönük plan ve projelerine de bir tehdit unsuru oldu. ÖSO’dan dağılan grupların büyük bölümü IŞİD’e geçerken bir bölümü de bugün YPG’nin yanında konumlanmış durumda. YPG’nin Kobanè direnişi ve HPG’nin de Şengal ve Mahmur’daki varlıkları sonrası, düne kadar ambargo uygulamak konusunda birbirleriyle yarış halinde olan kimi öznelerin, bugün Kobanè’ye yardım gönderdiklerini açıklıyor ve bu konuda da bir yarış içine giriyor olmaları, konjonktürün hızlı bir biçimde değişmesi ve öznelerin politika alanında kendilerini bu değişimlere göre konumlandırmalarıyla alakalı bir durumdur.
Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin tarihi incelendiğinde görülecektir ki, bu örgüt her zaman ‘hazır’ bir güçtür. Her zaman hazır olması, kurulmaya ve savaşmaya başladığı ilk günlerden bu yana gelen süreç içerisinde kendisine çok önemli avantajlar sağladı.
Bunun bir örneği Rojava’daki özerk bölgelerin ilanı ve oluşumu ise; diğer bir örneği de IŞİD’in Musul’a ve Mahmur’a saldırmasından hemen önce saldırıları sezip HPG’nin güçlerini Güney Kürdistan’ın Şengal bölgesinde konumlandırması olmuştur. Bu öngörü ve devrimci sezgi daha büyük bir Ezidi katliamının önüne geçmekle kalmamış, ilerleyen zaman içinde yine bu bölgeye yakın yerleşim birimlerinde yaşayan Türkmen ve diğer ezilen halkların güvenliklerini alarak onlarla irtibat kanalları açmıştır.
Böylece çok uzun bir zamandır Güney Kürdistan’da ‘var’ olmasına rağmen, toplum içindeki siyaset algısında Barzani’nin gölgesinde kalarak ‘güç’ oluşturamayan Kürdistan Özgürlük Hareketi, Peşmergelerin ve ABD’nin milyarlarca dolar yatırım yaparak eğitip donattığı Irak ordusunun IŞİD karşısında tutuk davranmasının getirmiş olduğu boşluğu da değerlendirerek kendisine önemli bir hegemonya alanı yaratıyor. Şengal’deki başarılı politika sonuçlarını veriyor ve Kürdistan Özgürlük Hareketi fiili hegemonyasını bu alanlara taşıma hamlesi başlatıyor.
Bu durum, Türk devletinin iç ve dış politikalarını da etkilemiştir. Başından beri ifade edildiği üzere, küresel olanın etkisiyle bölgesel olan ile yerel olan arasındaki ayrım ortadan kalkmıştı. Kürdistan Özgürlük Hareketinin nezdinde gözlemlenen en önemli etkilerden biri IŞİD’e karşı yürütülen mücadelenin Türkiye’nin batısındaki laik kesimde yarattığı pozitif etki ve sempatiydi. ‘Çözüm süreci’ şeklinde kodlanan görüşmelerde hem Şengal hem de Kobanè direnişlerinin yaratmış olduğu hava inkâr edilemez. Fakat TC devleti, gelinen aşamada Kuzey Kürdistan’da gerçekleşen serhildanlar esnasında yakılan okullar, indirilen bayraklar ve yıkılan Atatürk büstleri üzerinden bu etkiyi kırmayı hedeflemiştir.
Genel olarak ifade etmek gerekir ki, konjonktürde boy gösteren bütün özneler hedeflerine ulaşmak ve şu ana kadar elde ettikleri kazanımları güvencelemek için her türlü ittifaka girmekten kaçınmayacaktır.
2. IŞİD ve gelişimi*
Meseleye tam tersi bir noktadan bakıldığında ise, IŞİD bugün Irak ve Suriye’nin bazı bölgelerinde, ve daha yakın zamanlarda da Libya’nın bir bölgesinde Sünni Arapların büyük kısmının politik temsilcisi konumundadır. IŞİD’in hem Suriye hem de Irak’ta yapmış olduğu hamlelerle birlikte, başta Nusra cephesi olmak üzere diğer cihatçı örgütlerin altını boşalttığı bir gerçekliktir. Tam da bu noktada IŞİD’in gelişimine bakmak gerekmektedir.
Bu konuda ortaklaşılan genel hususun, IŞİD’in ilk nüvelerinin ABD’nin Irak işgali esnasında ortaya çıkmış olduğudur. IŞİD’in kökeni, El Kaide’nin de desteğiyle Irak’ta ABD’ye karşı savaşılması için Zerkavi tarafından kurulan Tevhid ve Cihad örgütüdür. Bu örgüt, zaman içerisinde Irak devletinin ve ABD’nin katkılarıyla oluşturulan Şii milis güçlere karşı da eylemler düzenlemeye başlar.
Zerkavi, 2006 yılında Amerikan güçlerinin düzenlediği bir hava saldırısında öldürülür. Sonrasında ise Tevhid ve Cihad’ın yerine, Irak’taki tüm Sünni direniş gruplarını aynı çatı altında toplamak amacıyla Şûra Konseyi adında bir yapı kurulur. Bu örgütün başına ise, Saddam Hüseyin rejiminde istihbarat subayı olarak görev yapan, 1980’li yıllarda ise ordudan istifa eden ve Selefî görüşleri benimseyen Ömer el-Bağdadî getirilir.
2007’nin Nisan ayında ise örgüt, bölgesel bir yönetim kurduğunu ve adının da Irak İslâm Devleti olduğunu ilan eder. Kurulan bu devletin Ömer el-Bağdadî ve belirlenen 10 bakan tarafından yönetileceği duyurulur. 2010 yılında ABD ve Irak güçleri tarafından Ömer el-Bağdadî ile diğer üst düzey yöneticiler de öldürülünce, Irak İslâm Devleti’nin yeni lideri Ebubekir el-Bağdadî olur.
Bu döneme kadar El Kaide ile yakın bir ilişki tutturan Irak İslâm Devleti örgütü, El Kaide ile arasına giderek mesafe koymaya başlar. Bunun temel sebeplerinden birinin, Bin Ladin’in ABD operasyonuyla öldürülmesinden sonra El Kaide’nin başına Zevahiri’nin geçmesi ve Irak İslâm Devleti’nin eylem tarzının El Kaide tarafından eleştirilmesi olduğu iddia ediliyor. Nitekim, Bağdadî’nin Bin Ladin hayranı olduğu, Bin Ladin’in öldürülmesinden sonra Bağdadî’nin yüz intikam eylemi düzenleme yönünde yemin ettiği söyleniyor.
İç savaşla birlikte Suriye’de de konumlanan Irak İslâm Devleti, güç kazanmak amacıyla askeri açıdan da önemli operasyonlara imza attı. Özellikle Ebu Gureyb Hapishanesine düzenlenen baskın esnasında 500 kadar El Kaide’cinin serbest bırakılmasının sağlanması Irak İslâm Devleti örgütünün El Kaide’ye karşı inisiyatif almasını ve her iki yapının arasındaki ayrımın derinleşmesini beraberinde getirdi.
Suriye’deki varlık mücadelesinde önemli mevziler elde eden Irak İslâm Devleti güçlendi ve hilâfet ilan ederek adını önce ‘Irak Şam İslâm Devleti’, daha sonra da ‘İslâm Devleti’ olarak değiştirdi. Bu esnada gerçekleşen Musul işgali ve Bağdat’a yöneliş, bölgedeki diğer cihatçı Selefî akımları işlevsizleştirdi, dünyada bu görüşleri benimseyen ve cihat fikrine kendisini yakın hisseden insanların çekim merkezi oldu.
Bugün bölgede ‘varlık’ mücadelesi veren diğer cihatçı gruplar IŞİD’in ‘hilâfet’ ilanını tanıyıp tanımama konusunda önemli bir çatışma içine girdiler. Hilâfet, İslâm dünyası için simgesel öneminin olması dışında, Müslümanları bir arada tutma ve düşmanlara karşı güvenceye alma bağlamında işlevli görülen politik bir kurumsallaşmadır. Haliyle IŞİD, hilâfeti Suriye, Irak, Lübnan, Libya vb. yerlere yayarak hegemonik bir güç elde etmek ve İslâm dünyasının tek temsilcisi olmak istemektedir. Ve bundan dolayı da, bu çabaya karşı çıkan Müslümanları öldürmekten çekinmemektedir.
Bununla birlikte, IŞİD’in tarihsel gelişimi bir yana bırakılırsa, bu ve benzeri yapıların ideolojik bağlamda İslâm’ın hangi biçimini edindikleri ve bu edinimin kökenlerini bilmek de önemlidir. Konu ile ilgili Teori ve Politika’da yayımlanan bir yazıya bakmak faydalı olacaktır.[5]
Seyyid Kutub’un politika fikriyatı, öncülerini de aşan bir kopuşta ve yıkma fikrinde simgelenmiştir. Bulduruç’un değerlendirmesi, Seyyid Kutub’tan yola çıkılarak bugünkü örgütlerin ideolojisini anlamlandırmaya yarayacak niteliktedir: “İslâm’ın devletlü ideoloji olarak kurumsallaşmasıyla cihat bir tür devlet savunması olarak düzenlenmiştir. Cihad’ın savunma savaşı İslâm toplumunun ve ülkesinin korunması amacı üzerine kurulduğu yaygın görüş olarak savunulur. Bu taktiksel bir cihat anlayışıdır. Fitneye izin vermemek, nizamı bozmamak adına, zorba iktidarlar da olsa Müslüman toplumda cihat yapılamayacağı anlayışı ise Kutub tarafından yerle bir edilir.
“Müslüman dünyadaki dinsiz hükümdarlara karşı şiddete başvurulmasını caiz hatta farz kılar. ‘Dar-ül İslâm’da şiddet kullanılması, ‘Dar-ül harbe karşı kullanılmasının ön koşulu haline gelir.[6]
IŞİD tam da bunu yapmaktadır. Bugün bazı Müslümanların “Müslümanı öldüren Müslüman değildir” söylemi IŞİD’in karşı devrimci olmasını kayıt altında tutmakla birlikte, İslâm’ın devrimci bir yönüne yapılan ideolojik bir saldırıdır. Yani, IŞİD’in karşı-devrimci olması, Seyyid Kutub’un fikirlerinin karşı-devrimci olduğu anlamına gelmez.
Kutub böylece sadece Müslüman olmayan toplumları reddiyeye değil, bazı Müslüman ülkelerdeki (bu, kendisine göre politik bir tasniflemeyi gerektiren işlemdir) İslâm’ın anlayış ve yaşanış biçimini de reddiyeye tabi tutar ve buradan bir kopuş gerçekleştirir. Dolayısıyla bu hareket noktasından yola çıkıldığında IŞİD’in neden Şiiler’e, bir kısım Sünni Arap aşiretlere ve Kürtler’e saldırdığını anlamak çok da zor olmayacaktır.
***
IŞİD’in bir ideolojisi, bir stratejisi, ittifak politikası, kendine has bir sosyal yaşam örgütlenmesi veya tasavvuru var. Belirtmek gerekir ki onun ekonomi-politiğinin ‘kapitalist’ olması tek başına bir ‘ret’ gerekçesi de değildir. Aynen IŞİD varlığının toptan bir gerici, karanlık, Yeşil Kuşak Projesi, ABD beslemesi gibi tanımlamaların tek başına ret gerekçesi yapılamayacağı gibi… IŞİD karşı-devrimci bir örgüt olmakla birlikte karşı cenahtan bizlere politikanın, şiddetin ne olduğunu bölgenin yerelliğine uygun bir biçimde gösteriyor.
3. ‘Sol’un bilindik halleri
Gözlemliyoruz ki, net bir varlık haline gelen, sınırları şu an için belirsiz bir alanda, yer yer sosyal yaşam örgütleme ve birçok cephede savaşma kabiliyetine ulaşan bir örgütün karşı-devrimci pratik politikası karşısında, bizim cenahın refleksi, bilindik alışkanlıklarının sığınaklarına çekilmek oldu.
Genel bir ifade olarak Türkiye Sol Hareketi, konu İslâmcı cihatçı örgütlenmeler olduğunda meselenin çözümünü, Yeşil Kuşak Projesi ile açıklamaya çalışmakta buluyor. Bu yaklaşım tarzı, bir önceki bölümde açıklamaya çalıştığımız üzere, dünü açıklamak konusunda yetmezlikle malûl olduğu kadar, bugünü açıklamak açısından da yetersizlikler ve tek yanlılıklar taşır.
Meseleyi bu biçimde ele almak, yani her İslâmcı çıkışı Yeşil Kuşak Projesi ile açıklamak, bu dünyada olan biten hemen her şeyin ABD’nin plan projesi dahilinde gerçekleştiği algısını ezilenlerin zihnine yerleştirir. Böylesine güçlü bir muktedirlik, ezilenlerin mücadele etmesinin gereksizliğine dolaylı bir vurgudur.
Böylesi bir önermede bölgenin sosyolojisi, halkın politik durumlara gösterdiği refleksler, mücadele yöntemleri ve duyarlılıkları yok hükmündedir. Benzeri tanımlamaların sahipleri, IŞİD’in ortaya çıkışında ABD’nin Irak’ı işgal etmesini göz ardı ederler. Tek başına bunu bilmek bile meramımızı anlatmaya yeter. ABD’nin (ya da herhangi bir emperyalist gücün) bir ülkeyi ya da bölgeyi işgal etmesi ve buna girişmesi her türlü direnişi meşru kılar. (Açık bir işgalin olmadığı koşullarda ezilenlerin yaşadıkları yerdeki muktedirlere karşı mücadelesi takip edilmelidir.)
Mesela ESP’nin, IŞİD’in Musul’a yönelik harekâtına dair yapmış olduğu açıklama, eleştirilen yaklaşıma örnek olacak mahiyettedir:
“IŞİD, ABD emperyalizminin Irak ve Suriye’ye yönelik işgal ve saldırı politikalarının yarattığı bir sonuçtur. Nasıl ki El Kaide 80’lerde Afganistan’da SSCB’ye karşı yürütülen savaşın bir ürünüyse, IŞİD de 2003 Irak işgalinin ve 2011-2014 dönemi iç savaşının bir ürünüdür. Bugün terör listesine alınmış olmaları IŞİD’in ortaya çıkışından bütünüyle ABD ve batı emperyalizminin sorumlu olduğu gerçeğini değiştirmez.”[7]
İlk bakışta doğru gibi algılanmaya zemin tutan bu anlayıştaki hata, oluşmuş yerleşik mantığın hatasından kaynaklanmaktadır. Doğrudur, SSCB’nin Afganistan’ı işgali bir nesnel zemin oluşturmuştur, cihatçı örgütlenmeler buralardan güçlenme zemini yakalamıştır. Bu dönemde ABD bu cihatçı örgütlenmelerin önünü de açmış ve onları desteklemiştir. Ancak, işgal koşullarında işgalciye karşı herhangi bir politik öznenin güçlü bir biçimde ortaya çıkması, o yerelliğin halkı ile birlikte direnmesi ‘suç’ mudur?
İçinde bulunulan konjonktürdeki fırsatları değerlendirmek devrimci olan veya olmayan tüm öznelerin doğasında vardır. Dün ABD’nin maşası olduğu ya da oradan yardım aldıklarından dolayı eleştirilen İslâmcı cihatçı örgütlerle; bugün başta ABD olmak üzere uluslararası koalisyondan silah ve insani yardım isteyen/talep eden PYD arasında nasıl bir fark vardır? Bu fark PYD’nin ideolojik olarak bizim cenaha daha yakın olmasıyla açıklanabilir mi? Bu fark ile ortaya çıkan durumun konjonktürle bir alakası olmasın?
Cihatçı örgütlerin şiddet politikalarına eleştiri yöneltilirken de sürekli bir yaftalama pratiği ortaya konuyor. Bunun en açık örneğini 11 Eylül’den sonra gözlemlemiştik. Bugün sol cenahta ‘hümanizm’ vb. kalkış noktalarından hareketle IŞİD pratiğini insanlık dışı olarak değerlendirenler, benzer değerlendirmeleri dün de 11 Eylül eylemlerinden sonra kamuoyuna boca etmişlerdi.
Buradaki asli ayrım noktası, herhangi bir örgütün kafa kesip kesmemesi değil, kimin kafasını kestiği, kimlere şiddet uyguladığıdır. Sol cenahın ağırlıklı bir kesimi meseleyi tersten ele almakla ‘küçük burjuva ahlakçılığı’ndan öteye geçemiyor.
Hal böyle olunca, devrimci cenahın bir kısmını da kapsayan bir alanın yayın organlarındaki değerlendirmeler ile örneğin Cumhuriyet Gazetesinin ‘Kemalizm’ etiketli bir yazarının aynı konu hakkındaki görüşleri arasındaki mesafenin kısalığı dikkat çekicidir:
“(Şengal’de) Yeni yapılan katliamda katliamın resimleri basına yansıdı. Savaş gücü dışındaki sivil insanlar katledilmiş, daha önemlisi kadın ve çocuklar ayrımsız olarak katledilip kıyımdan geçirilmiş, IŞİD adlı bu gericilik, daha önce çağdışı fetvalar vererek Kürtler’e yönelik barbar gericiliğin yüzünü deşifre etmişti. Gerçekleştirdiği katliamlar da bu yüzün başka bir resmidir. Evet, dinci gericilikte bir ahlak olmadığı ve tamamen çağdışı değerlere sahip olarak insanlık düşmanı bir nitelik sergilediği Rojava’da gerçekleştirdikleri son katliamla da görülmektedir.”[8]
Çağdışı değerlere sahip olan bir örgütlenmenin, dünyanın dört bir yanından savaşmaya gelen cihatçıların sayısının ayda ‘bin’e ulaştığı basın yayın organlarından kamuoyuna yansıyor. Buradaki soru şudur: Bu kadar çağdışı olan ve çağdışı değerlere sahip olan bir örgütlenmenin bu kadar güncel/aktüel olmasının gerekçesi nedir? Bu ne yaman bir çelişkidir?
Aynı mantığın izi sürüldüğünde, Ghassan Ebu Cemal ve Uday Ebu Cemal isimli FHKC mensubu iki kuzenin Batı Kudüs’te gerçekleştirdikleri ve üç ABD’li, bir İngiliz’in öldürüldüğü insanlık dışı (!) baltalı saldırıyı da kınamak gerekecektir. Bu eylem sonrasında Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’de sokağa dökülüp kutlama amacıyla halkın birbirine şeker dağıtmasını, yine Gazze’de bu eylemi selamlamak için ellerindeki baltalarla gösteri yapan Filistinlileri, bu solcuların tüylerinin ürpererek izlemesi gerekmektedir. FHKC insanlık değerleriyle donanmış sosyalizmden defedilsin! Hele ki Hamas gibi çağdışı bir örgüt, FHKC’nin bu eylemini selamlıyor ve sahipleniyorsa, bu çelişki de sosyalizm adına bir kenara not edilsin!
‘Din’ olgusunu ve İslâm ideolojisini toptan gerici olarak ilan eden bir bakış açısının herhangi bir konjonktürde İslâmcı bir örgütün almış olduğu ‘ileri’ pozisyonu görebilmesi olanaksızdır. Bugün IŞİD’in karşı-devrimci olması, benzer bir ideolojik edinime sahip olan bir başka örgütlenmenin de karşı-devrimci olacağı anlamına gelmez.
Benzeri ifadeleri bir de Cumhuriyet gazetesinden gözlemleyelim:
“Irak’ta olup bitenleri Türkiye ve dünya hayretler içinde izliyor. Neden hayret edildiğine hayret etmek gerekir. Aslında her şey olağan. Bunlar doğal sebep-sonuç ilişkisi.
“Din ve mezhep bağnazlığını ‘karanlık çağlardaki gibi’ hayatın, siyasetin, ekonominin bir parçası olarak sürdüren insan toplulukları burada.
“Bütün bu mezhep (ve din) kavgalarının insanların önemli bir bölümü tarafından esas alındığında bir koşullanma; 21. yüzyıldaki yaşam tarzlarını bile bu çarpıklıklar içinde kabullenen bir cehalet, ilkellik ve sapkınlık örneği,
“Bütün bunların üzerine küresel çıkar odaklarının bu çağ dışı örgütlenmeleri profesyonel bir biçimde kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaları; ilkel insanların ‘mezhep adına, din adına’ diyerek canavarlaşıp cihat ilan etmeleri; diğerlerinin boğazını kesmeye başlamaları gibi, durumdan vazife çıkararak küresel (ve bölgesel) güçler de ‘her şey mübahtır’ politikası izlerse, çok doğal bir sonuç olarak Ortadoğu’daki bugünkü kaos yaşanacaktır. (…)
“Asırlardır süregelen bu çarpıklıklar, inanç sapkınlıkları ve az gelişmişlik, sosyolojik olarak toplumların genlerine işlercesine bir yaşam haline gelmiş. (…) Tek istisnası, Atatürk ve Kurtuluş Savaşı ile birlikte TC’nin ortaya çıkışı; İslâm dünyasındaki tek çağdaşlaşma oluşumu. Yaşam biçiminde ilkelliklerden kurtularak modernleşme ve çağı yakalama çabaları örneği.”[9]
Erol Manisalı’ya Kemalist olduğu için, ya da İslâm’ı böyle yorumladığından dolayı eleştiri yöneltecek değiliz. Fakat Erol Manisalı’nın bu satırları bizlere, bir konjonktür içinde ortaya çıkan gelişmeye dair Kemalizm ile bir tür Marksist algılanış biçimi arasındaki mesafenin kısalığını gösteriyor.
Ayrıca Kemalizm; M. Kemal’i ve TC’nin ilk kuruluş yıllarını idealize eder. Tarih biliminde bu “ilerleme”yi kendi açısından bir yere oturtur. Tarihsel ilerlemeci ve modernist sol ise, Kemalizm’de idealize edilen tarih anlayışının son basamağında yerli yerine oturtulan Kemalizm’in yerine sosyalizmi koyar. Her ikisinde de ilerleme, modernizasyon sağlanmış ve karanlıktan kurtulmuş, aydınlığa çıkılmış olunur!
Güncele dair olduğundan dolayı başta IŞİD olmak üzere diğer İslâmcı örgütlenmeler, bizim cenah açısından, gökyüzündeyken kendisine hızla yaklaşan ve tanımlanamayan bir cisim gibi görünüyor… Yeni karşılaşılan her durumda olduğu gibi, denize düşenin yılana sarılması misali, gösterilen refleks korunaklı ideolojik sığınaklara çekilmek oluyor. Acaba meselenin politik boyutuyla ilgili olarak Mustafa Yalçıner, dün yazdıkları hakkında bugün ne düşünüyor?
“Mezhepçilik bir kılıf, IŞİD de bir taşerondur. Başka bir şey değillerdir. Batılı büyük devletlerin taşeronu. Başta ABD’nin. Tıpkı Afganistan’da iş tuttukları CIA yetiştirmeliği kanıtlı Bin Laden gibi Bekir Bağdadî de bir taşerondan ibarettir.[10]
Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin uluslararası koalisyondan yardım talebi ve bu talebin bir biçimde karşılık bulması sonrasında ABD ve taşeron kelimelerini yan yana getirirken biraz daha dikkatli davranmak gerekiyor. Ayrıca Bin Ladin’in ve Bekir Bağdadî’nin CIA yetiştirmesi olduğunun ispatının ne olduğu bilinmez, ancak yukarıdaki satırlara ezen ulus şovenizminden etkilenmiş bir solcunun cevap veremeyeceğini çok iyi biliyoruz.
4. Sonuç olarak
·     Her politik özne ister İslâmcı ister ulusalcı veya Marksist olsun, politika alanında gücü ile gücü oranında var olur. İçinden geçilen konjonktüre bu sınırlılıklar çerçevesinde müdahale eder, kendisini süreç sonunda hedefine ulaştıracak biçimde daha güçlü kılmak için mücadele eder.
·     Politika yapan özneye nesnel koşulların uygunluğu yardım edebileceği gibi, nesnel anlamda farklı öznelerle yan yana görünme olasılığının olduğu gibi; fiili anlamda ittifaklar da kurulabilir. Bu konumlanmalar, değişen her yeni ‘ân’da yeniden belirlenebilir. Dolayısıyla politika alanında dümdüz bir çizgide hareket etmek olası değildir. Bu alanda ilkelere ya da ideolojinin dayanak noktalarına yer yoktur. Kürdistan Özgürlük Hareketi Kobanè direnişi dolayımıyla bugün şeytanla masadadır!
·     Önemli olan, Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin ABD’den ya da uluslararası koalisyondan yardım istemesi değildir. Önemli olan, kazanılan mevziinin varlığının korunmasının ve bunun geliştirilmesinin ortaya çıkarttığı sonuçların TC devletinin hem içerideki politik atmosferine hem de uluslararası diplomasisine vuracağı darbe ve taşıyacağı/taşıdığı krizdir.
·     İşte tam da bu nedenlerden dolayı IŞİD karşı-devrimci ve gericidir. Diğer tüm hususlar ikinci derecede önemlidir.
·     Şu an itibariyle IŞİD’in geleceğine dair tasavvurda bulunmak olanaksızdır, doğru da değildir. Ân itibariyle IŞİD şahsında somutlanan ‘gerici barbarlık’la Kürdistan Özgürlük Hareketi şahsında somutlanan ‘ilerici barbarlık’ karşı karşıyadır.
·     IŞİD ve benzeri örgütlerin ortaya çıkışını Yeşil Kuşak Projesi ya da ABD besleyiciliğiyle açıklamak yerine, Arap ayaklanmaları selinin geriye çekilmesi sonrasında ortaya çıkan ‘kum’a benzetmek ya da gerekçeleri Arap ayaklanmalarında aramak daha gerçekçi olur. Sorun, bu ülkedeki solcuların bütün olumsuzlukları propagandif biçimde sunması değil, bu sunumu yapan kimi öznelerin bu propaganda biçimine gerçekten inanıyor olmalarıdır.
·     Bugün Türkiye’de ezilenden yana ve devlet düşmanı bir İslâmcı örgüt yoktur. Kısa vadede böyle bir mücadelenin ortaya çıkacağına dair herhangi bir emare de yoktur. Fakat Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden IŞİD, Nusra vb. örgütlere katılmaya giden insanların varlığı kayıt altına alınmalıdır. Bu bolluk, aslında Türkiye’de devlete karşı mücadele edecek bir İslâm anlayışına yetecek bir varlığa işaret etmektedir. Gerçi, bu bolluk Afganistan’a, Çeçenistan’a, Bosna’ya giden Türk cihatçıların varlığında daha önceleri somutlanmıştı.
·     Tam da bu noktada başka bir sorun ortaya çıkıyor. Bu sorun Türkiye’deki İslâm anlayışının Cumhuriyet’in kuruluşundan beri milliyetçilik aşısıyla sakatlanmış olmasıdır. Hâlihazırda böyle bir sorunun varlığı, kendisini cihatçı fikirlere yakın hisseden insanların kendilerini yerelde ifade etmelerinin önünde engel oluyor. Ayrıca, bölgede faal olan cihatçı örgütlenmelerin TC devletine yönelmelerinin nasıl bir sonuç yaratacağı merak konusudur.
·     Türkiye’den IŞİD vb. örgütlere savaşmaya giden insanların tarihsel mesuliyeti Türkiyeli devrimcilerin ve Marksistlerin üzerinde olabilir mi? Burada bir sorun aranacaksa, yerele özgü bir Marksist formatın yaratılamamasında aranabilir. Mesuliyet burada da kalmaz. Buradan giden cihatçı, bir Kürt köyünü basıyorsa sorun katmerlenir.
·     Son olarak, içinde bulunduğumuz konjonktürün uzun bir sürece yayılacağı tahmin edilmektedir. Bu sürecin sertliğine ayak uydurabilen özneler en fazla kazançlı çıkacak olan öznelerdir. Şiddet dozajının yüksek çıtasının Marksist örgütleri de etkisine aldığı görülüyor. FHKC’nin eylemi buna işarettir. Politika doğrular üzerinden değil ‘uygunluklar’ üzerinden yürütülen Marksizm bileşenidir. Uygunluk konjonktür içinde ortaya çıkar. Doğru olup olmaması ise yarının, daha doğrusu ‘sonucun’ işidir!
Bütün bu gelişmelerin de TC devletine yansımalarının olacağı ve bunun da şiddetli olacağı kesindir.

[1] Burada politik anlayış olarak Makyavelist tarz anlatılmaya çalışılmıyor. Tartışma politika olduğunda, politika ile ideolojinin ilişkisizliği dilimiz döndüğünce uygulanmaya çalışılıyor.

[2] PKK’nin özellikle Öcalan’ın esir edilmesinden sonra yönelmiş olduğu ideolojik alan bir eleştiri konusu yapılabilir. Burada ideolojinin kendisi değil, krizin aşılmasına dönük yapılan hamleye, ortaya konulan devrimciliğin devam ettirilmesine dönük iradeye dikkat çekilmeye çalışılıyor. İşin devrimciliğe yol açan kısmı buradadır.

[3] Bu konuda bak.: Agah Akyazıcı, “Ezilen Politikasının Genişleyen Alanı”, Teori ve Politika 59-60, s. 269.

[4] Kobanè’deki direniş için Türkiye’de sokağa çıkan insanlar ve bu insanlara karşı gerçekleştirilen saldırılar bizlere gösterdi ki, Türkçülük sosuna bulanmış bir biçimde devlet ideolojisine bağlanmış bir İslâm, bu sistemin en büyük emniyet sübabıdır.

* IŞİD ile ilgili kronolojik bilgiler Nevzat Çiçek’in Habertürk Gazetesinde Ekim 2014’te yer verilen yazı dizisinden alınmıştır.

[5] Süleyman Yılmaz Bulduruç, “İslâmda Politik Ayrımlar ve Devrimci Kopuş”, Teori ve Politika 56-57, s. 150.

[6] Hamit Bozarslan’dan aktaran S. Y. Bulduruç, a.g.y.

[7] Atılım, 13.06.2014, s.11.

[8] “Rojava’da Katliam ve Madalyonun İki Yüzü”, Halkın Günlüğü, 1-15 Haziran 2014, s.19.

[9] Erol Manisalı, “Ortadoğu’nun Hali ve Din”, Cumhuriyet, 23.06.2014.

[10] Mustafa Yalçıner, “Yüreğin Gözü Kobanè’ye”, Özgür Gündem, 12.07.2014.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar