Ana SayfaArşivSayı 64-65Devrimci Karargâh Davası

Devrimci Karargâh Davası

                                      G      Ö      R      Ü      Ş

Devrimci Karargâh Davası

Politik Tutumlar, Saflaşmalar

Doğan Kaya

Giriş

Konu, bir devrimci örgüt olarak Devrimci Karargâh’ın davası ve bu davadaki politik tutumlar olduğunda, hiç tereddüt göstermeden pratik-politik devrimciliğin yanında olunmalı, mesele bu pencereden değerlendirilmelidir.

Meselenin bu biçimde ele alınmasının çok basit bir nedeni bulunmaktadır. Çünkü devrimci olan ile olmayan; devrimci olan ile reformist olan ve haliyle devlet ile devrimin arasındaki ayrımlar ancak ve ancak devlete karşı yürütülen pratik-politikanın, yani devrimciliğin yaratmış olduğu saflaşmalardan yola çıkılarak belirginleştirilebilir, bu biçimde tutum alınabilir ve dava kapsamında oluşan saflaşmalar, öbekleşmeler ancak bu biçimde değerlendirilebilir.

Baştan belirtmekte fayda var; bu çalışmanın kapsamında Devrimci Karargâh’ın devlete karşı bir süreç boyunca uygulamış olduğu devrimci şiddetin değerlendirilmesi ve muhasebesi yoktur; bu değerlendirmeyi yapmak tercih edilmemiştir. Eylemler bağlamında, her şey gün gibi açık ve ortadadır. Her şey milyonların gözü önünde olup bitmiştir. Davanın başlangıcına kadar olan bitenin değerlendirilmesini, sürecin başlatıcıları ve emektarları kamuoyuna deklare etmişlerdir.

Ayrıca ve önemle ifade etmek gerekir ki, bu davanın devam ettiği dört yıllık dönem boyunca kürsüden söylenen “güzel” sözlerin tek başına, pratik-politik devrimcilik karşısında ne hükmü, ne de bir önemi vardır.

Keza, bu dava boyunca, her yerde ve her zaman olduğu gibi devlet ile devrimin arasında bir çarpışma yaşanmıştır. Çarpışma sırasında herkes bir tutum almıştır. Bu tutumlar esnasında söylenen güzel sözler, ancak ve ancak devlete karşı yürütülen pratik-politik devrimciliğin siyasal ve moral değerlerine katkıda bulunduğu sürece önemlidir ve önemsenmelidir. “Güzel” sözler bu bağlamda düşünüldüğünde politik karşılığını bulur. “Kötü” sözler ise, ideo-politik bir tartışma başlığı olduğundan dolayı önemsenmemekle birlikte; sadece bu dava kapsamında değil, her zaman ve her yerde muhataplarına aynen iade edilmelidir ve edilecektir.

Bu ayrıştırma işlemi mutlaka yapılmalıdır. Politik ayrışmaların net olarak anlaşılması için uzun alıntılara yer vermekten çekinilmemiştir.

Dava boyunca, saldırı merkezi ‘devlet’ olarak belirlendiğinde, ana çarpışma devlet ile devrimcilik arasında gerçekleşmiştir. Bu çarpışma bir an için paranteze alındığında, ikinci bir çarpışmanın da olduğu ve bunun, devrimcilik ile reformizm arasında yaşandığı görülecektir. İkinci çarpışma, en genel haliyle bu topraklardaki mücadele tarihinin özellikle son 20 yılında yaşanan devrimcilik – reformizm ayrımının Devrimci Karargâh davası kapsamında çekilmiş bir fotoğrafı gibidir.

Toplamda bakıldığında ise, dava sürecinde beliren ve üzerinde tartışma yürütmeye değer dört ayrı öbeğin ortaya çıktığı görülmektedir.

Birinci öbeği, davanın asli unsuru olan Devrimci Karargâh kadroları ve buna ek olarak bu kadroların çeperinde yer alan kişilerin dava boyunca devlete karşı almış oldukları siyasi-hukuki tutum oluşturmaktadır. Mehmet Güneş’in tutumu ve duruşmada yaptığı savunma da bu öbekte değerlendirilecektir.

İkinci öbek, SDP ve TÖP’ün başını çektiği ‘Sıra Kimde Platformu’nda somutlanan reformistlerden oluşmaktadır.

Üçüncüsü; bir devletlû şahsiyet olarak davaya bağlanan Hanefi Avcı’nın konumu ve davaya etkisidir.

Dördüncü öbeği, İsmail Saymaz ve Ahmet Şık’ın yazdığı kitaplar ve bu kitapların dava bağlamındaki işlevi oluşturmaktadır.

Birinci öbek dışında kalanların, devletin gerçekleştirdiği müdahaleler sonucu, nasıl da yan yana geldiklerini veya getirildiklerini gözlemlemek ve takip etmek oldukça ilginç olacaktır.

Birinci Öbek: Devrimci Karargâh militanları, onların çeperinde yer alanlar ve Mehmet Güneş’in tutumu

İlk öbekte davanın asli unsurları bulunmaktadır. Bu öbekte yer alanların, yaptıklarını ve içinde bulundukları sürecin bütününü hiç tereddüt etmeden üstlendikleri, bu doğrultuda tutum aldıkları gözlemlenmiştir.

Ayrıca, 2008 yılında başlatılan eylem sürecinin etkisiyle birlikte bu militanların çevresinde bir çeper meydana gelmiştir. Bu çeperde yer alanlar, Devrimci Karargâh militanlarının takındığı tutuma benzeşen biçimde, hukuk ya da güvenliğe ilişkin herhangi bir kaygı duymaksızın, hukuken ve siyaseten devlete karşı oldukça anlamlı bir duruş gerçekleştirmişler, devrimci bir tutum sergilemişlerdir.

Özellikle böyle bir çeperin varlığı, ilk operasyondan başlayıp bugüne kadar hem devletten hem de reformist cenahtan gelen, değişik biçimlerdeki “bozucu” müdahalelere karşı genel olarak “koruyucu” bir işleve sahip olmuş, devrimciliğin moral değerlerine önemli bir katkı sunmuştur. Devletin her türlü manipülasyon ve komplolarına karşı gerçekleştirilen bir duruşun değerini, hakkını teslim etmek gerekmektedir.

Devrimci Karargâh’ın 2008’de başlattığı eylemsellik süreci, devletin reorganizasyon hamlelerini hızlandırmaya başladığı, devlet ile devrimcilik arasında süre giden mücadeledeki şiddet orantısının devlet lehine açık biçimde açıldığı, devrimci ve reformcu mücadele biçimleri arasındaki farkların devrimcilik aleyhine silikleşmeye başladığı bir döneme denk geliyordu. Takip edilebildiği kadarıyla örgüt merkezi de benzer tespitler yapıyor, özellikle çıkış gerekçelerini de bu temellere dayandırıyordu.

Devletin bu örgüte karşı gerçekleştirdiği bütün operasyonlarda kara propagandaya, manipülasyona ve komploya yoğun bir biçimde başvurmasının altında yatan asıl nedenler burada aranmalıdır.

Yüksek bir eylem çıtasıyla çıkış yapan ve yukarıda da tespit edilen konjonktüre denk gelen (belki de iradi olarak denk getirilen) hamlelere karşı devletin kara propaganda hamlesi başlangıçta oldukça “klasik” görünüyordu. 27 Nisan 2009’daki ilk operasyonda şehit düşen Orhan Yılmazkaya’nın direnişi ve bu direnişin etkisinin dağıtılması için gizli tanık ifadeleri üzerinden bir Ergenekon bağlantısı yaratılmaya çalışıldı. Bu çalışma, 27 Nisan operasyonundan önce STV aracılığı ile kitlelere sunulmaya başlanmıştı bile. Bu durum, “Devrimci Karargâh Ana Savunması”nda şöyle anlatılıyor:

“Gizli tanık eşliğinde STV aracılığıyla başlatılan kara propaganda faaliyeti, özellikle Devrimci Karargâh’ı hedeflemişse de, esas amaç kitlelerin devrimciliğe, devrimcilere daha fazla itibar etmesinin önüne geçmekti. Bunu bildiğimiz için devrimci ve sosyalist kesimleri kara propagandalara karşı birlikte davranmaya, harekete geçirmeye davet etmişsek de, Türkiye Solu’ndan böyle bir karşılık gelmedi.”

Bu noktada bir parantez açmak gerekmektedir. Devletin, takip eden operasyonlarda da Ergenekon bağlantısı üzerine manipülatif yayınları, Hanefi Avcı’nın davaya bağlanması ve sonrasında da bu konu üzerinde çokça durulması, bir MİT ajanının Devrimci Karargâh üyesi olmak iddiasıyla tutuklanmasından kısa bir süre sonra hapishaneden salıverilmesi, bütün bu olup bitenlerin yankıları, devrimcilerin ezilenler nezdinde sadece itibarsızlaştırılmaya çalışılmasını değil, aynı zamanda, özellikle peşi sıra gelen operasyonlara karşı örgüt tarafından etkili biçimde yanıt verilememesi neticesinde, devletin, oluşan havayı kendi reorganizasyon hamlesine payanda etmeye çalışmasını da gösteriyordu. İşte, devletin her operasyonda tansiyonu ve baskıyı biraz daha artırmasının nedenleri burada aranmalıdır.

Ergenekon motifi, ikinci operasyonda da devlet tarafından dozajı biraz daha artırılarak kullanılmaya devam ettirildi. Buna temel olarak da, şantaj ve tehditle, zorla imzalatılan bir ifade gösterildi. Bu bağlamda dikkati çeken bir başka husus ise Devrimci Karargâh ile Kürt Özgürlük Hareketi arasındaki yakınlığın devlet tarafından göz önünde bulundurulmasıydı. Devlet; “Bu operasyon olmasaydı, çözüm süreci baltalanacaktı” şeklinde bir kara propaganda söylemi geliştirdi. Devlet, hem Kürt Özgürlük Hareketi, hem de bu harekete yakın duran Türkiye Sosyalist Hareketi içindeki liberal unsurların algılarına oynuyordu. Ana Savunma’da bu bağlamda şu değerlendirmeler yapılmaktadır:

“Bu verilerden hareketle Devrimci Karargâh’ın Ergenekon lehine eylemlere girişmek niyetinde olduğu, ona hizmet ettiği yalanları medyada yoğun bir biçimde işlendi. Doğrusunu söylemek gerekirse, açılımı baltalamak kavramı bir yana, bahsi geçen hedeflere yönelmek hâlâ son derece yerinde ve anlamlı fikirler gibi görünüyor. Sırf Ergenekon ile bağ kurulacak diye bunu belirtmekten kendimizi alıkoyamayız. Çünkü egemenler, devrimcilerin her hareketini Ergenekon ile bağlantılandırmak üzerinden okumaya çalışırlar. Bunu yapmamaları için, devrimcilerin politika sahnesinden çekilmesi gerekir. Biz de bunu yapmayacağımıza göre, devletin kara propagandasına takılmadan yolumuza devam edeceğiz.“

Koskoca legal partilerin başkanlarının, platform sözcülerinin meşruluk, mağduriyet ve devrimciliği çoluk-çocuk işi görme martavallarından kesinlikle daha iyi bir tercih!

Devlet, bu dava kapsamında gerçekleştirmiş olduğu her operasyondan birden fazla getiri elde etmeyi hedefliyordu. Özellikle üçüncü operasyon, yani Devrimci Karargâh’ın reformist cenah ve Hanefi Avcı ile yan yana getirildiği operasyon buna en güzel örnektir.

Eski bir Kurtuluşçu’nun hem SDP ile hem de Hanefi Avcı ile olan “insani” ilişkisinden yola çıkan devlet, bir yandan Hanefi Avcı’nın Cemaate karşı takındığı tutumdan yola çıkarak onu cezalandırmaya çalışıyor; öte yandan da bu hamleyle birlikte reformist cenah ile devrimcilik arasındaki açının devrimcilik aleyhine kapanmaz bir biçimde açılmasını umuyordu. Bu durum, mahkeme salonundaki tutumlara da yansıyacaktı.

Ana Savunma bu konuyu şöyle ele alıyor:

“Bu yeni zırvalara, Hanefi Avcı’nın Devrimci Karargâh ile bağı olduğuna ilişkin yalanlara inanmayanlar çoktu. En başta ideolojik olarak net olan devrimcilerle işkencecilerin asla yan yana gelmeyeceğini bilen ahlaklı ve namuslu insanlar buna inanmadılar. Akıl, mantık ve vicdan sahibi olanlar buna inanmadılar, kara propaganda yürütenler inanmadılar; daha çok inanmış gibi yaptılar. Devrimcilikten korkan ciğersiz, oportünist, liberal solcular buna inanmak istediler. Bütün söylentileri, olguları, yaratılmak istenen şaibeyi doğrulamak üzere bağlantılandırmayı tercih ettiler. (…) Devletin karalama çabalarına soldan omuz verdiler. Atlattıklarını sandıkları karabasan er ya da geç huzurlarını tümden bozacaktır.”

Dördüncü operasyon, 6 Aralık 2011’de gerçekleşmişti. Bu operasyonun merkezinde Devrimci Cephe dergisi ve çalışanlarının olduğu anlaşılıyordu. Fakat hazırlanan iddianame ve bu operasyonla birlikte ana davaya bağlanan tutuklular açısından iki önemli özellik ön plana çıkıyordu. İlki; belki de Türk hukuk sisteminde ilk kez, MİT, hazırladığı rapor ve bir adet ajanıyla birlikte aleni biçimde bir davaya müdahil oluyordu. Bu operasyonun ikinci özelliği ise, bilhassa çeperdeki insanların mahkemede gösterdikleri devrimci tutumlarıydı.

Murat Şahin isimli MİT ajanı Avrupa’da yaşamaktaydı ve çeşitli dernek, örgüt ve kurumların kadro ve çalışanlarıyla ilişkide olduğu iddia edilmekteydi. Bu kişinin daha sonradan Paris katliamının tetikçisi Ömer Güney ile irtibatının olduğu ortaya çıkacaktı. Murat Şahin, polis sorgusu esnasında, polisin de yoğun bir biçimde yönlendirmesiyle birlikte, özellikle Devrimci Cephe çalışanları üzerine ifadeler vermiş, tutuklanmalarını sağlamıştı. Tutuklanmasından kısa bir süre sonra MİT ile irtibatlı olduğu kesinleşince Murat Şahin hapishaneden salıverilmişti.

Basından da takip edildiği üzere; MİT, deşifre olmasını neden göstererek kendisiyle irtibatı kesince, Murat Şahin çareyi devrimcilere sığınmakta buldu. Ana Savunma’nın buna ilişkin pasajı şöyledir:

“Devrimciler tarafından sorgulanan Murat Şahin, devletin kendisi üzerinden tezgâhlamaya çalıştığı kirli hesapları, Kürt Hareketi’ne karşı tasarlanan komploları, Paris’te katledilen üç kadın devrimcinin tetikçisi olarak Fransa polisince tutuklanan Ömer Güney’e ilişkin bildiklerini anlattı. (…) Tutsaklar, savunmalarda MİT raporunu teşhir ederek Murat Şahin’in aleyhlerindeki beyanlarına karşı çıktılar. Mahkemeden MİT’e yazı yazılmasını, Murat Şahin ile olan münasebetlerinin; ajan mı olduğu, muhbir mi olduğu, kadrolu mu olduğu vb.’nin tanımlanmasını istediler. Fakat MİT, Murat Şahin’in Avrupa’da sorgulanmasının ardından köşeye sıkıştı. İki ucu pis bir değnek MİT’in elindeydi. Ya Murat Şahin’in kendi adamları olduğunu söyleyecek, onun beyanlarının arkasında duracaktı –ki bu aynı zamanda Murat Şahin’in devrimcilere yapmış olduğu itirafların MİT tarafından tasdiki anlamına gelirdi– ya da Murat Şahin’i tanımazdan gelerek, Paris’te yaşandığı gibi devrimcilerin katledilmesine ilişkin üzerine yapışan ‘olağan şüpheli’ etiketinden sıyrılacaktı ki, bu durumda ise MİT’in ve Murat Şahin’in Devrimci Karargâh soruşturmalarında mahkemeyi etkileyen beyanları güvenirliğini yitirecekti.”

Davanın asıl sahipleri, MİT’in davaya açıktan müdahil olmasını bu biçimde bertaraf etmeye çalıştılar ve devletin bu operasyondaki amacını şöyle değerlendirdiler:

“Bir dizi sebebin yanında, MİT raporu üzerinden asıl amaçlanan şey, Devrimci Karargâh’ı kriminalize ederek, onu şaibeli göstererek sosyalist ortamda yalnızlaştırmak, hareketimizle bağlantılı olduğunu düşündüğü kimi kesimleri darbeleyerek etkisiz kılmak, sol-sosyalist kesimlere yönelik olarak da nerede durmalarını gerektiğini hatırlatmaktı.”

Bu bağlamda hem dördüncü operasyonda tutuklanan devrimcilerin, hem de diğer tutsakların almış oldukları tutumlar, özellikle de üçüncü operasyon sonrasında mahkeme salonuna hakim olan reformist havayı dağıtıcı bir işlev gördü. Gelinen noktada Mehmet Güneş’in, 7 Ağustos 2012 tarihinde yaptığı savunmaya değinmeden geçmek olmaz.

Savunmasında şöyle diyordu Mehmet Güneş:

“Burada açıklayacaklarım bir savunma değildir. Kendimi suç işlemiş olarak görmediğim için savunma yapmıyorum. Heyetinize bir şey anlatmak, ikna etmek amacım da yoktur. Sadece şahsıma karşı yapılan faşizan uygulamaları kamuoyuna teşhir etmek istiyorum. Bu iddianamenin hukuk dışı olduğunu söylemiştim. Bu iddianameyi aynı zamanda kişilik haklarıma bir saldırı olarak görüyorum. Bundan dolayı bu düzmece iddialara karşı savunma yapmayı kendi kendime saygısızlık olarak görüyorum. Bu iddianamede benim tarafımdan gerçekleştirildiği iddia edilen hiçbir şeyi reddetmiyorum, hepsini kabul ediyorum. (…) Bugünün egemenleri tarihe zorbalar olarak geçerler. 12 Eylül ekmeğe, özgürlüklere karşı alçakça bir savaş olarak geçer. Orada direnenler kalır, 18 yaşını doldurmadan dimdik sehpaya giden Erdal Eren kalır. ‘Bütün Türkiye ayaklarımızın altında, en büyük biziz’ diyebilirsiniz, (…) zenginliklerinize zenginlikler katabilirsiniz, bu düzendeki her şey sizin olabilir, hepsine sahip olabilirsiniz. (…) polis şefleriniz, omzu kalabalık generalleriniz hepsi sizin olsun, ama asla bir Deniz Gezmiş’iniz olmayacak. Davası olmayanın Deniz’i olmaz!”[1]

Dava kapsamında yargılanan devrimcilerin hem devlete hem de reformist cenaha karşı yürütmeye çalıştığı mücadelede, Mehmet Güneş’in savunması belirleyici nitelikteki savunmalardan biri olmuştu. Bu belirleyicilik, 19 Temmuz 2013 tarihindeki son duruşmanın son sözlerine de yansımıştı. İşte birkaç örnek…

Fatih Aydın’ın son sözünden: “Nerede ve nasıl olursa olsun devrimci mücadelem bu inançla devam edecektir. Bizi zindanlara attınız, işkencelerde katlettiniz, diri diri toprağa gömdünüz, sürdünüz, darağaçlarına astınız, infaz ettiniz. Ama beyhude bu çabalarınız. Düştükçe kalkarız, öldükçe çoğalırız. Devrimci mücadelemiz devam ediyor, edecek. Savaşarak düşenler, savaşarak anılırlar.”

Bir başka tutsak Özgür Dinçer, Osmanlı döneminde askerlerin köylülere yaptığı zulüm sonrasında halkın, Osmanlı devletine karşı bir gün bir yiğidin ortaya çıkıp kendilerini bu zulümden kurtaracağına dair inancını vurgulamak amacıyla söylediği “zulmünüz artsın” sözüyle benzeşme yapar: “Gezi Parkı’nda başlayan ve bütün Türkiye’ye yayılan ayaklanma, bu zulmün son bulacağına dair olan inancımızı bin kat daha artırdı. Tam da bu nedenden dolayı, bize ister darağaçları kurun, ister çok uzun yıllar ağır hapis cezaları verin, hiçbir hükmü yoktur! Ezilen halklarımız zaten Türkiye’nin dört bir yanında kendi hükmünü kurdu, kuruyor. Son sözümüzü sordunuz: ‘Zulmünüz artsın!’”

Volkan Karakuş’un son sözlerinden: “Gerçek adalet, sizlerin oturduğu koltuğa bizler geçtiğimizde ve bizleri buraya getirenler burada, sanık sandalyesinde oturdukları zaman gelecek. İşte bu, halkın adaletidir. Adalet o zaman gelecek ve ben inanıyorum ki bu çok yakın artık; ki Gezi olayları da bir göstergesidir. Artık sıra bizde, artık sıra devrimcilerde, işçilerde, emekçilerde. Son söz olarak şunu söylüyorum: Biz sizin yalanlarınızla baş edemedik, bu bize dert oldu; ama sizin karşınızda da diz çökmedik, bu da size dert olsun.”

Okan Duman: “Kuran-ı Kerim’in Bakara Suresi der ki; zulme uğrayıp da isyan etmemek bir şirktir. Bu bir mümine düşmez. Son olarak ben şunu söylüyorum: Bugün bu davayı bitiyorsunuz, ama tarih siz zulmedenleri değil, biz zulme başkaldıranları yazacaktır.”

Bu savunma örneklerine, gelinen aşamada düşman mahkemelerinde yaşanan yumuşamalara karşı bir direnç oluşturması dolayısıyla yer veriyoruz. Zaten yine bir sonraki bölümde aktarılacak ifadelerde somutlanan tutumlar ve bu tutumlardaki psikoloji göz önünde bulundurulduğunda ne kadar haklı olduğumuzun görüleceğini umuyoruz.

Son olarak, örgütsüz bir sosyalistin bu bağlamda düşmana karşı gösterdiği ve şu sözlerde somutlanan tutum oldukça değerlidir: “Bizden sosyalist olmamamızı, hiçbir şeyi sorgulamamamızı, koyun olmamızı bekliyorsunuz; olmayacağız!”

“Sıra Kimde?” ve devrimci olmayan tutumlar

Bu bölümde, sosyalizmin ideolojik savunusu üzerine kurgulanan ve “dar Marksizm” olarak bilinen bir savunu biçimini bir mahkeme pratiği üzerinden gözlemlemeye çalışacağız.

Bugün bu ülkenin ezilenlerinin ezici çoğunluğu, sosyalizmin ve devrimin karşısındadır. Bu manzaranın sorumluluğu kırk yıllık devrimci mücadelenin mi omuzlarındadır?

Reformist sosyalizm akımına bakılırsa, devrimci yöntemler eskimiştir ve ezilenlerin sosyalizm düşmanlığının tek sorumlusu, pratik-politik devrimci yöntemlerdir. Reformistlerin bu görüşe sahip olmasının asıl sorumlusunun devletin hizaya getirici kudreti olduğunu söyleyebiliriz. Hizaya gelen bu tür sosyalistler kendi faaliyetlerini “özgür”, “demokratik” olarak ilan ediyor ve bu görüşlerinin de düşünce özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesini istiyor / bekliyorlar. Bu, kendi fikirlerini savunma örtüsü altında, düşmanın gözleri önünde, devrimciliğe yöneltilen bir saldırıdır.

Devrimci mücadelenin artık eskidiği, egemenlerce ve günümüzde de emperyalist-kapitalist ideologlarca, Teori ve Politika’nın değişik sayılarındaki makalelerde de değinildiği üzere, ilk ezen-ezilen çatışmasının ortaya çıktığı anlardan itibaren dolaşıma sokulan bir aldatmacadır.

Dava sürecinde bu reformist cenahın bir başka karakteristik tutumu da dışarı ayağında yaşandı. Oluşturdukları platformun adında somutlandığı “Sıra Kimde”; geçtik politikayı, aynı zamanda “sosyalist” mücadelenin tarihiyle de pek bir alakalarının kalmadığının itirafı gibiydi sanki. Keza, devletin muhaliflerine yönelik baskısı ve sindirmesi en azından TC’nin tarihiyle özdeştir ve bu özdeşlikte devrimciler, sosyalistler ve Kürtler hiçbir zaman es geçilmemiştir. “Sıra” hep bunlarda olmuştur bu tarih boyunca ve devlet bu dönemde de “sıra”yı başkalarına vermeyecektir.

Bahsettiğimiz politik tutumlar ve söylemler dolayımıyla bir tür sosyalizmciliğin devletin yaratmış olduğu psikolojik hava altında nasıl ezildiğini, açıktan ya da örtük biçimde devlet tarafından nasıl hizaya getirildiğini, bizzat kendi sözcülerinin ifadelerinden takip edelim:

Örnek 1: “Bu örgütün görüşlerine kesinlikle katılmıyorum, teorik bakışını, ideolojisini, politika yapma tarzını, örgütlenme biçimini, silahlı eylem vs’sini merkeze alarak siyaset yapma biçimini yanlış buluyorum, ancak bu temelde bir eleştiri yapmak istemiyorum. (…) Dünyada olağanüstü dönüşümler yaşandı son 20-30 yılda. Dolayısıyla sosyalist politika biçiminin de değişmesi gerekir. Geçmiş tarzdaki sosyalist politika yapma biçiminin, bir biçimde nostaljiden öte gidemeyeceğini, kimi başarılar kazansa da tarihsel, kalıcı başarılar elde edemeyeceğini, çünkü dünyanın koşullarının değiştiğini düşünüyoruz. (…) Eskiye benzeyen bir örgütün anlamı yok, bir inat hareketidir. Bir öfkedir, kendine göre meşruluğu olabilir, insanlar yoksullaştıkça öfkelenir. Baskı gördükçe, demokrasi azaldıkça öfkelenir, öfkelerini silahla dile getirir, ama bunların tarihsel olarak kapitalizme karşı bir sonuç yaratma şansı yok. Bugünkü kapitalizme karşı dinamiklerin içine girip, o dinamikleri birleştiren bir anti-kapitalist alanın içinde devrimci sosyalist özneyi örgütlememiz lazım. (…) Bir inat olsun, ‘ben gençken devrimci oldum, inadım inat ben devam ediyorum’ tarzındaki bir şey, belli bir yaştan insanı kesmez. (…) Genç çocukların yaşından daha büyük oğlum var, burada beni izliyor, gençken insanın dünyaya bakışı ile ellili yaşlardaki bakışı farklı. Ben yaptığım şeyin meşru olduğunu, mutlaka gerekli olduğunu, insanlığa bir hizmet olduğunu düşündüğüm için yapıyorum. Asla bir inat olsun diye değil. (…) Türkiye’de bugünkü siyasi mücadele, sosyalist mücadele, açık, meşru bir şekilde yapılırsa anlam ifade eder. Ben bu görüşlerimle, gizli ve silahlı bir mücadeleyi temel alan bir örgüte ‘örgüt’ diyebileceğimi düşünmüyorum. (…) Bize emniyette bambaşka konuşuldu. Dendi ki, ‘özür dileriz, biz sizin buraya neden geldiğinizi bilmiyoruz’, yani getirdiler işte vs. gibi, ben burada aktarmak da istemiyorum. Hâlbuki aynı anda televizyonlarda bizim nereleri bombaladığımız, nereleri yaktığımız anlatılıyormuş. Gerçekten inanılmaz. Yani bu mudur emniyet teşkilatı, yani sosyalistlerden düşman üretme ve bunları bir şekilde toplumda itibarsız yapma… Buradan ne çıkacaktır? Türkiye’deki bu çatışmalar, bu gerilimler… Daha mı çok çatışma olsun isteniyor? (…) Devrimci Karargâh örgütüyle herhangi bir ilgim yoktur ve 11 aydan beri böyle bir örgütten yargılandığımdan dolayı herkes tarafından bilinen siyasi kişiliğim de gölgelenmiştir.”[2]

Örnek 2: “Dolayısıyla burada yargılanan, Devrimci Karargâh – SDP ilişkisi filan değildir. SDP’nin açık meşru faaliyetleridir. Açık bir polis komplosuyla SDP şu an karşı karşıyadır. İki temel sebepten dolayı: Bir; Kürt meselesinde takındığı tutumdan dolayı, Kürt meselesinin barışçı, demokratik, kan ve şiddet olmaksızın çözülmesi için takındığı tutumdan dolayı. İkincisi ise, sosyalistlerin birliğini sağlamak için verdiği çabadan dolayı SDP cezalandırılmaya çalışılmaktadır.[3]

Bu örneklerin, devletlü bir şahsiyet olarak Devrimci Karargâh Davasına dahil edilen Hanefi Avcı’nın şu sözlerinin ruhundan çok da uzak olmadığını anlatmaya gerek var mı? “Evet, kendileri yanlış yoldalar, kendilerini doğru yolda zanneden insanlar var. ‘Biz’ diyorlar, ‘Devrimci Karargâh örgütündeniz.’ Bana göre yanlışlar. Devletin bu gücü karşısında kendilerine ve etraftaki insanlara yazık etmekten başka hiçbir şey yapamazlar. Ben bu devletin içini biliyorum. Hiçbir zaman başarılı olamazsınız, kendinize yazık edeceksiniz.”[4]

Bu ifadelere, silahlı mücadele biçimlerinin, en hafif deyimiyle ‘yanlış’ olduğunu belirtmek için, dava ile ilgili yazdığı kitabın ilk bölümüne Uğur Mumcu’dan esinlenerek ‘Çıkmaz Sokak’ başlığını atan bir yazarı da ekleyin.[5]

İşte o zaman bu davranış tarzlarının, tutumların bizlere birkaç şeyi açıkladığını göreceksiniz. Öncelikle bu bir ideolojik çöküntü halidir. Nasıl ki Devrimci Karargâh’ın eylem süreci ile ilgili “her şey gün gibi ortada” diyorsak, bu çöküntü hali de gün gibi ortadadır. Daha doğru bir ifadeyle, bu tutumlarda kendini gösteren yegâne şey, ideolojik çökkünlük halinin politik dışa vurumudur.

İkinci nokta ise, bir tür ‘sosyalizm’ciliğin devrimciliği lime lime etmeye çalışmasıdır. Bu faaliyeti ise, devletin estirmiş olduğu ‘hava’yı arkasına alarak gerçekleştirmesidir.

Bir konuşmacı, aklı başka bir biçimde veriyor ve gözlemliyor ki bu ‘akl’ın diğer ‘sosyalist’lerin de ‘ortak aklı’ olduğunu varsaymamızda bir sakınca yok. Diyor ki “açık – meşru faaliyetlerimiz yargılanıyor”; politik-pratik devrimcilikten ne kadar farklı olduğu ve onun meşruiyetinin şüpheli olduğu görüşünü devletin gözüne sokarcasına…

“Kürt meselesinin barışçı-demokratik, kan ve şiddet olmaksızın çözülmesi için takındığımız tutumdan dolayı yargılanıyoruz.” Sanki Kürtler kırk yıllık devrimsel değerleri, kendileri gibi mücadele ederek yarattılar, yaratmaya devam ediyorlar… ‘Açık’, ‘legal’, ‘meşru’ yoldan!

Ya öteki görüşler?.. Silahlı mücadelenin yanlışlığı, bunun ‘eski’diği ve nostalji olduğu, silahla tarihsel başarılar elde edilemeyeceği, bunun bir öfke hareketi olduğu, inat hareketi olduğu, gençlik heyecanı olduğu, gerilim ve çatışmayı istememe, polis ile düşman olmamayı tercih etme, herkesin barış içinde yaşayabileceği bir mücadele zemini… Sanki paralel bir evrende yaşıyor…

Devrimcilikten hazzetmiyor, devrimcilerden hoşlanmıyorlar. Hepsi rahatsız; sosyalist kadınlar, solcu gazeteciler, başkanlar, sözcüler… Devlet de rahatsız.

Bir devletlü şahsiyet olarak Hanefi Avcı

Onda da bir şaşkınlık… Onun şaşkınlığı kategorik bir önemi haiz. Nerede olduğunu algılayamama ve anlamlandıramama hali… Gururu kırılmış ve haklı olarak incinmiş… Devrimcileri karanlık köşelerde, evlerinde kıstırıp infaz etmiş olmasının, işkence tezgâhlarında inim inim inletmiş olmasının karşılığı bu mu olmalıydı?

Neredeyse bütün meslek yaşamı devrimcilerin katliyle geçmiş bir görevliden bahsediyoruz. Sıradan bir polis değil; devletine katkı yapmayı, devletin bekası için geniş ufuklu düşünmeyi ve hareket etmeyi kuvvetle isteyen orijinal bir devletlü şahsiyet.

Uzun yıllar boyu devlet bürokrasisinin tepesiyle hemhal olmanın getirmiş olduğu politik bir özgüvene sahipti. 90’lı yıllarda Devrimci Sol operasyonları esnasında hücre evlerinden elde edilen bilgisayarları görünce, devletinin bu noktadaki acziyetini kendisine yedirememişti.

Kendine olan özgüveni o kadar üst boyuttaydı ki, kendi iddiasına göre, devletinin ‘terörist’lerle mücadelesinde ‘hukuk’ dışına çıkmasını eleştirdiğinden dolayı istihbarattan ve polis teşkilatından aforoz edilmeye kalkılmıştı. Özellikle TC devletinin 80 sonrasında geçirdiği en kritik virajlarda bir biçimde imzası veya müdahalesiyle yoksa faaliyetiyle vardı. Susurluk kazasından sonra devlet içindeki çeteler hakkında kurulan komisyona ilk bilgiyi veriyor… 28 Şubat sürecinde Silahlı Kuvvetler’in darbe hazırlıklarını raporlamış, bu yüzden 20 yılla yargılanmış ve kısa süreli hapis yatmış…

Devletine eleştirel yaklaşıyor, ama temel misyon söz konusu olduğunda, devletçiliğinden bir gıdım taviz vermiyor:

“Ben, terör örgütü mensubu olsa arkadaşımı (eski Kurtuluşçu’yu kastediyor) yine yakalar getiririm. Benim o görevim namus görevimdir. Sonuna kadar buna sahibim.”[6]

O, ‘terörist’lerle neden aynı davadan yargılanamayacağını açıklarken, aynı zamanda halka ve devrimcilere karşı işlediği suçlardan ötürü devletinden ne karşılık aldığını da ifade ediyordu:

“Devlet, çok az görevlisine nasip olacak şekilde 244 defa bana ödül vermiş, hiç kimseye nasip olmayacak şekilde 24 defa takdirname, 747 defa maaş ile ödüllendirildim. Devlet başkanı, başbakanlar bana takdirname verdiler, sırf terörden dolayı, sırf başarılarımdan dolayı…”[7]

Teslim etmek gerekir ki, Hanefi Avcı, devletinin sadık bir memuru olarak kendisine verilen görevleri, kendisine biçilen misyonu fazlasıyla yerine getirdi. O, devrimcilere ve halkına karşı dört dörtlük düşmanlık yaptı!

Fakat bir dönem geldi, Cemaat ile arası açılmaya başladı. Nasıl Ergenekoncular ya da başka unsurlar bir biçimde devletin hukukunu çiğniyorlarsa, Cemaat de devlet içinde güç kazandıkça, onlar da bu hukuku çiğnemeye başlamışlardı.

Zekâsına ve zengin deneyimlerde pişmiş tutum ve algılarına güveniyordu. Özellikle Cemaat ile AKP’nin ‘görece’ iyi bir ittifak ilişkisinin yürüdüğü bir dönemde yine rahat durmadı ve devlet için, devlete rağmen, her şeyi göze alarak bayrak açtı. Hanefi Avcı dönen tekere çomak sokmuştu. Bu bir tercihti…

Hanefi Avcı, Cemaat’e, yazdığı bir kitapla bayrak açınca, elbette ki kendisine karşı bir tezgâh düzenlenebileceğini, yılların getirmiş olduğu tecrübe ile birlikte öngörebiliyordu. Tutuklanmadan kısa bir süre önce NTV’de katıldığı bir programda bunu açıkça ifade edebiliyordu. Yaptığının bedeli kendisine ödetilecekti.

Devlet, kendi öz oğluna öyle bir oyun oynamıştı ki… Onu öyle bir şekilde dışarı kustu ki… Yılların istihbaratçısına, başından bin türlü tecrübe geçmiş olan bu evladına öyle bir bedel ödetti ki… Kendisi de dahil olmak üzere hemen herkes Hanefi Avcı’nın Ergenekon vb. davalardan yargılanacağını düşünürken, o kendisini eski bir Kurtuluşçu üzerinden Devrimci Karargâh militanlarının yanında buldu.

Devlet klikleri Hanefi Avcı’yı bu davaya eski bir Kurtuluşçu’nun hem Hanefi Avcı ile hem de SDP’lilerle olan temasları tespit edilince bağlamayı uygun gördü. Bahsi geçen eski Kurtuluşçu, 12 Eylül darbesi döneminde Hanefi Avcı’dan işkence görmüş, daha sonra da devletin basit bir halkla ilişkiler faaliyeti çerçevesinde yan yana getirilmişti. Hanefi Avcı, eski Kurtuluşçu’dan o dönemlerde kendilerine yapmış olduğu işkence ve kötü muameleden dolayı özür dilemişti. Kendi ifadelerine göre de bu ‘özür’ sonrasında aralarında yirmi yıllık bir dostluk başlamıştı.

Hanefi Avcı’nın özgüveni ve öngörüsünden bahsetmiştik. Devlet tecrübesinin bir göstergesi olacak ki, o bugünleri de öngörmüştü; sahte dinlemelerden, usulsüz kayıtlardan dem vururken:

“Burada bir hukuk dışılık var. Bu hukuk dışılık geleneksel hale dönüşüyor. Yerleşik uygulama haline geliyor. Bu tehlikelidir, bu yanlıştır. Bu, hukuk sistemi adına yanlıştır.”[8]

Devletin değirmenine su taşıyan gazeteciler: İsmail Saymaz ve Ahmet Şık

Son olarak, bu iki gazetecinin dava ile ilgili yazdıkları kitapları ele alacağız. Bu kitapların devletin yaratmış olduğu ortamın değirmenine su taşıdığı açıkça ifade edilmelidir.

‘Sol’cu gazeteci İsmail Saymaz, Devrimci Karargâh operasyonları üzerinden kendisine bir ‘maden’ bulduğunu düşünmüş, bu madeni de bir kitap yazarak değerlendirme yoluna gitmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla kitabı yazarken pek de emek sarf etmemiş, iddianame ve polis fezlekesinden yola çıkarak ‘kendine’ bir özet yapmıştır.

Onun niyeti baştan bozuktur. Her ne kadar yazmış olduğu kitapta, kritik cümlelerin sonuna ‘iddia ediliyor’ gibi yumuşatıcı ifadeler kullanmış olsa da, onun niyetinin bozukluğu gazeteciliğin en önemli kuralı olan ‘doğru bilgi, kaynağından öğrenilir’i ağzında sakız gibi çiğnemesinden anlaşılıyor.

O bir tercih yapmış ve kaynağını da iddianame ve polis fezlekesi olarak belirlemiştir. Dolayısıyla da devletin dezenformasyon faaliyetlerine önemli bir katkı sunmuştur. Ayrıca bu ‘sol’cu gazetecinin, yine iddianameden yola çıkarak Devrimci Karargâh’ı Ergenekon ile bağlantılı bir örgütmüş gibi lanse etmesi de ayrıca dikkat çekici olmuştur.

Ahmet Şık ise, ‘O Kitap’ isimli başyapıtının sonuna eklediği bir bölümde İsmail Saymaz’ın bir adım önüne geçmiş, tam da Oda TV’den tutuklandığı bir süreçte arkasına almış olduğu rüzgarla birlikte, İsmail Saymaz’ın iddia düzeyinde bıraktığı bütün olguları ‘öznel’ bir bakış açısıyla topluma enjekte etmekten kaçınmamış ve bu şekilde devletin dezenformasyon faaliyetlerine payanda olmuştur.

Ahmet Şık’ın davaya bakış açısındaki en önemli fark, İsmail Saymaz’ın aksine, Devrimci Karargâh’ı devletin kurduğunu, toplumun, Ergenekon bağlantılı bir örgüt olduğuna inanmasının devlet tarafından istendiği iddiasını ‘parlak’ bir biçimde öne sürmesidir.

Dava üzerine yazılan bu kitaplar göz önüne getirildiğinde, hem İsmail Saymaz hem de Ahmet Şık’ın, kendilerini nasıl görürlerse görsünler, nesnel olarak düşman saflarda yer aldığını söylemek gerekmektedir.

Sonuç

Dava kapsamında da görüldüğü üzere, pratik-politik devrimcilik ile reformist cenah arasındaki açı giderek büyümüştür. Devlet, çok bilinçli olarak bu çelişkiye bütün bir süreç boyunca oynamıştır ve bunda başarılı da olmuştur. Bu saatten sonra, “aynılar aynı yere, ayrılar ayrı yere” demekten başka yapacak bir şey yoktur.

 



[1] Mehmet Güneş, 07.08.2012 tarihli Savunma

Mehmet Güneş’e bu dava kapsamında yapmış olduğu savunma ve reformist cenaha karşı takındığı tavır ile ilgili olarak söylenecek söz bulunamaz. Ancak, yine bu dava kapsamında değerlendirilebilecek kimi yazılarında kişisel tarihini ön plana çıkartmaya çalışması dikkatlerden kaçmamıştır. Genel bir bağlamda ifade edilecek olursa bilinmelidir ki “kişisel geçmişler” itibariyle, bu geçmişlerin pratik devrimcilik zemininde, yani “an”da pek bir geçerliliği yoktur. Mücadele “dün” yoktur ve genellikle de “yarın”ın pek az önemi vardır. Ancak “bugün” tarihe düşülecek “iz”in değeri ise muazzamdır.

[2] Oğuzhan Kayserilioğlu, 20.10.2011 tarihli Savunma

[3] Rıdvan Turan, 20.10.2011 tarihli Savunma

[4] Hanefi Avcı, 12.08.2011 tarihli Savunma

[5] İsmail Saymaz, Hanefi Yoldaş, İstanbul 2010, Kalkedon Yayınları, s. 9, Dipnot: “Çıkmaz Sokak: Alçak bir saldırıda yitirdiğimiz gazeteci Uğur Mumcu’nun 12 Mart 1971 darbesi sonrasında tutuklanan sol örgüt yöneticileriyle ve gençlik liderleriyle cezaevinde görüşerek hazırladığı ve silahlı mücadeleye eleştirel yaklaştığı, ilk baskısı 1979’da yapılan kitabı. Büyük ustanın anısına saygıyla…”

[6] Hanefi Avcı, 12.08.2011 tarihli Savunma

[7] Hanefi Avcı, 12.08.2011 tarihli Savunma

[8] Hanefi Avcı, 12.08.2011 tarihli Savunma

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar