Ana SayfaGüncel YazılarDevlet ve “Demokrasi” Karşısında Devrim

Devlet ve “Demokrasi” Karşısında Devrim

Türkiye’nin sıkıştırılmış konjonktüründe isabetli öngörülerde bulunmak oldukça güç. Rejimin birbirine eklenmiş iç ve dış sorunlarına rağmen sürdürülebilirliğini koruması başlı başına devletin temsili olarak Erdoğan’ın lehine bir başarı olarak yazılmalı. Bu başarı, ne pahasına ve hangi vadede olacağından bağımsız olarak, kayda değer ilk ciddi yenilgisini yaşayan Erdoğan’ın biyolojik varlığına bağlanmış politik varlığı ile koşut bir yan taşıyor. Türkiye devletinin tarihsel birikiminin bu varlığa bol gelmesi, sürekli eksilmelere ve yıpranmalara maruz kalması, varsın ezenlerin bir kanadının, bu mirası biriktirenlerin derdi olsun. Olan, Atatürk’ün kurucusu olduğu devletin Erdoğan’a kalmasıdır. Kuşkusuz kimilerine göre dramatik bir tablo bu. Ezilenlerin devrimciliği açısından düşmanını seçme önceliği olsaydı, mevcut düşmanın tarihsel düşman ile kalibre farkına hayıflanılmayacağı kesindir. Ne yazık ki ezilenlerin devrimciliği bugün, baş düşmanın açık varlığında, en azından operasyonel olarak düşman seçebilecek bir politik varlık taşımıyor. Bağlaşığı olabilecek solculuk ise kendini düzenlenmiş, öngörülebilir bir devlet arayışına kolayca bağlamış durumda. 

Bu genel tablo içinde, Türkiye’de ezilenlerin devrimciliğine belirgin bir pratik müdahale imkanı tanımayan, ezenler arası çatışmanın belirleyici olduğu bir düzenleme arayışı öne çıkıyor. Burada devlet ve “demokrasi” başlıkları altında ifade edeceğimiz ve kimi öngörülerde bulunacağımız koşullar yanlışlamaya açıktır. Tercih, devrimci bir yanlışlamadan yanadır. 

Sosyoloji ile politika arasında kurulabilecek dolaylı ve birçok şerhi gerektiren bağlantı ile Türkiye’de ezilenlerin tarihsel özgülleşmesinin kitle yapısı bu momentte ancak ezenlerin politik hamlelerine pasif ve güdülü olarak katılım sağlamış durumda. Bu nedenle, ezilen kitlelerin iktidara “öfkeli” olduğu, ekonomik ve sosyal bakımdan pek rahatsız olduğu tespitleri üzerinden, adeta arzulananın gerçeği ikame eden yaklaşım tarzlarına prim verilmeyecektir. Günlük yaşamın ritmini bozmadan sürdürüldüğü, mevcut politikalara pasif katılımın genel “demokratik” ölçü olarak kabulünün doğallaştığı koşullarda soyut kurgusal bir kitlecilik, ancak ifade eden özne ya da özne-altı ideo-politik çevreye avuntu kaynağı olabilir. 

Devlet ve/veya “Demokrasi”, şu haliyle, ezen klikler arasında devlet katında yaşanan ve Türkiye devletinin tarihsel niteliğine dahil edilebilecek yapısal bir “sürdürülemezlik” ile ilgili düzenleme arayışının bugüne ait özgül ve yoğunlaşmış biçimidir. Buradaki fark, devletin dışında ve karşısında olan, ve sürdürülemezliğe kesin ve kategorik etkilerde bulunan Kürt faktörünün “demokrasi” aralığına da müdahil olabilen geniş varlığıdır. 

Devlet

T. Erdoğan’ın gücü üzerine fazlasıyla söz söylendi/söyleniyor. Güç ya da güçsüzlük sabit bir veri değil. Erdoğan, tüm sınırlılığına rağmen elinde topladığı yetkilerle mevcut koşullarda güçlü bir konumdadır. Kuşkusuz bu, Türkiye devleti üzerinde egemenlik mücadelesi veren iki gerici kliğin birinin şimdiye kadarki en güçlü konumu değil. Bir bakıma Erdoğan’ın gücünün koşulu hasımlarının güçsüzlüğü oluyor. Öte yandan, Türk modernleşmesinin bir kesintiyle sürdürücüsü ve taşıyıcısı olan Kemalist kesim, derinlere atılmış kökleriyle, sürekli bir sınırlayıcı ve reel hasım olduğunu fiilen ortaya koyuyor. Böylelikle, Türkiye devletinin kurumsal yapısının zayıflaması Erdoğan’ın gücünü arttıran paradoksal bir etken oluyor. 

Bu göreli güç dengesi –bir bakıma dengesiz denge–, en ufak müdahaleleri yoğun olarak içine taşıyıp büyütüyor. Erdoğan, öyle ya da böyle, kazanan olduğu sürece kurumsal devlete hâkim olma görüntüsünü sürdürüyor, kurumsal devletin işlerliği açısından da bu sürdürülebilirliği sağlıyor. Diğer yandan kurumsal devlete mecbur ve mahkûm olan, bu mecburiyetine de kimi jestler dışında kritik durumlarda uymakta zorlanmayan Erdoğan, bir noktada kurumsal devlet için gereksizleşebilir, taşınması ağır olan bir yüke dönüşebilir. 

Burada, daha önceki dönemde ideolojik Kemalizm’in nüfuzu altındaki kurumsal devlette yaşanan çatışmalara benzer bir ezen klikler kapışmasından ya da darbe heyulasından bahsetmiyoruz. Bahsettiğimiz, belirli bir oranda uzun Kemalist modernleşme süreci içinde şekillenmiş ciddi yıpranmalar ve aşınmalara karşın kendi işleyişini asgari ölçülerde sürdüren, ancak mevcut idare etme tarzıyla doğrudan karşı karşıya gelmemekle birlikte devletin pratik olarak yürüttüğü işlerde zorunlu olarak karşı karşıya gelen bir yapının yerleşik hale gelmiş rahatsızlığıdır. Sonuç itibariyle, devletin yürüttüğü bir dizi uygulama bulunuyor ve daraltılmış yönetim marjı, sınırlı kadrosuyla kurumsal devletin ona açtığı aralıkta Erdoğan’ın sürekli açık vermesine yol açıyor. 

Fazla uzağa gitmeye gerek yok, kendi atadığı bürokratlar tarafından köşeye sıkıştırılmış hükümetlerin varlığı Türkiye tarihinde de kayıtlıdır. Ancak biz özel bir duruma, 31 Mart yerel seçimlerine dönelim. Erdoğan’ın zayıf bir yenilgi aldığı 31 Mart yerel seçimlerinde seçim akşamı oyların sayımı sürerken veri girişini keserek Anadolu Ajansı aracılığıyla yapılmaya girişilen operasyon, 1 Nisan sabahı Yüksek Seçim Kurulu başkanının açıklamasıyla dağılıverdi. Muhtemeldir ki, bu kişi beklediği net işareti bir türlü almadı ve İstanbul seçimlerini CHP adayı İmamoğlu’nun kazandığını ilan ediverdi. YSK adlı kurumun bir önceki seçim pratiği hatırlanırsa, Erdoğan’dan bağımsız, şimdilerde çokça kullanılan ifadeyle “anayasal”, bir devlet kurumu olduğunu düşünmek olsa olsa saflık olur. Ne var ki, kurumsal yapıdaki bir anlık boşluk hissi, güç yitimi izlenimi, farklı etkileri de beraberinde getiriyor. Şüphesiz bu durum YSK’nın “seçimleri yenileme” kararıyla toparlanmaya çalışıldı ancak ilk salvoda “at Üsküdar’ı geçemedi” bir kere. Sonrasındaki durumu toparlama gayretleri bozulan dengenin ivmesini arttırmaya yetti sadece. Bu zayıf örnek dışında, Anayasa Mahkemesi başkanlığı seçimlerinde gözlerden gizlenemeyen sorun ve bu mahkemenin verdiği “Barış Akademisyenleri” kararı, yine, zayıf ama içerideki kaymaların sınırlı bir yenilgi halinde bile Erdoğan’ın iktidarına etkilerinin olduğunu gösteriyor. 

Bu durum, Erdoğan’da temsilini bulan ve bir çıkar birliğinin dar sınırlarında kümelenen ideolojisiz çevre için sürekli teyakkuzda olmayı gerektiriyor. Hafif bir sarsıntı sert karşılıklar üretebiliyor. Sağa sola atanmış, birbirine tutturulmuş ama bir bütün olamamış, bir bütün olabilmek için gerekli niteliklerden de yoksun olan çevre, etkin ve sert bir müdahalenin getireceği koşullarda mevcut durumunu koruyamayacak, kurumsal saiklere uyum sağlayacaktır. Kıymık ne kadar derine işlemiş olursa olsun, vereceği zarardan bağımsız olarak bünye tarafından dışarı atılır; kuşkusuz bir miktar irinle birlikte! Bu, kurumsal devletin sağlıklı olduğu anlamına gelmez, ancak tekrarlarla yerleşiklik kazanmış bir işleyiş de tüm sorunlarına rağmen kendini korumaya dönük reflekslere sahiptir. 

Erdoğan’ın izlenebilir bir güçsüzlüğü ve bu güçsüzlüğün ezenlerin diğer kanadı tarafından güç kazanma yönünde değerlendirilememesi durumunda, düzenleyici teknokrat bir müdahale olasılık dâhilindedir. Bu durumda Erdoğan bulunduğu makamı epeyce sınırlanmış olarak koruyabilir. Erdoğan’sız AKP tahayyüllerinin boşa düştüğü ve bizzat Erdoğan tarafından elendiği koşullarda uzunca bir süre tek başına Erdoğan ile temsil edilen ezen kanadının farklı alternatif arayışları olduğu da görülüyor. Muhtemeldir ki, bu arayışlar adı geçen ezen kliğin politik kazanımlarını kurumsallaştırma yönündeki, Erdoğan’a rağmen, son hamlesi olacak. 

“Demokrasi”

Erdoğan’ın fiili varlığının iteklemesiyle, burjuva normlarına uygun bir devlet arayışı Türk modernleşmesinin öznesi ve tarihsel birikiminin koruyucusu/savunucusu olan CHP tarafından üstleniliyor. Burjuva normlarına ve kurumsal yapısına uygun bir devlet arayışının şemsiye kavramı “demokrasi” oluyor. Burada, politik olarak tam karşıt bir zeminde ifade edilen ve ezilenlerin rejime muhalefetiyle ve devrimci arayışlarıyla örtüşebilecek olan demokrasi kavramının politikleştirilmesinin sola ait olan tarihsel ilerici niteliğinden ayırmak için, içerik olarak karşı-devrimci olan bu yönelimi tırnak içinde “demokrasi” ifadesiyle ayrıştırıyoruz. 

CHP’nin bizzat öznesi olduğu ve her koşulda devlet nirengisine bağlanmış, ona kesin tabiyet taşıyan böyle bir “demokrasi”, devletin yıpranmış olan normlarını ilk fırsatta düzenleme ve onun toplumsal kabul marjını genişletme yönünde bir arayışı ifade etmektedir. Ne var ki, Türkiye devletinin oluşumu ile damgalanan toplumsal yapının, tarihsel nitelikli ayrımlarıyla, bir güç sınırına dayanan CHP, ister istemez ve kendi varlığına, tanımlayıcı niteliklerine rağmen zorunlu olarak yan yollara dalarak, tırnaksız olarak demokratik nitelik taşıyan, politik olanla doğrudan ilişkili olan sosyal çevrelerden de destek arayışına girmek durumunda kalmaktadır. Zaten buna hevesli olan ve kendini serbestçe bu çekime bırakan ‘Cumhuriyetçi Sol’u bir kenara bırakırsak, asıl paradoks, desteğin aranacağı belirleyici kitlesel varlığın Kürtler olmasıdır ve Kürtlerle kurulan temas noktaları olabildiğince görünmez kılınmalıdır. 

CHP’nin hem avantajı hem de dezavantajı; tarihsel birikimi, devlet tedrisatından geçmiş yapısıyla Erdoğan karşısında oluşabilecek odaklanmanın fiili hegemonik merkezi olmasıdır. CHP’nin tarihsel sınırı, aynı zamanda, hasmının sürekli ona devlet tedrisatını hatırlatmasına izin vermektedir. “Demokrasi” yöneliminin devlet ile anıldığı her koşulda temel özne hep CHP olacaktır. 

“Demokrasi”nin, politik katılımı olağanlaştırılmış, seçimden seçime yurttaşlık görevini icra eden yığınlar haricinde kitle ihtiyacı yoktur. Sıklıkla bahsi geçen ve özellikle Kürt faktörüyle temas kolaylığı taşıyan Cumhuriyetçi Sol’un CHP’den ayrıştırılamayacak kitlesi bir yana, HDP ile CHP arasında geçişlilik bölgesinde bulunan, liberal ideolojinin nüfuzu altında olup, liberter bir yaşam tarzı arayışında olan kesimlerin demokratlığından ve ilericiliğinden bahsedilebilir kuşkusuz. Bu kesimlerin devlete kültürel uzaklıkları ile CHP’nin devlete sürekli uyumu öne alması arasında dönem dönem mesafelenme olsa da, “yurttaşlık bilincine” sahip bu bireyler toplamının esas “politik” davranışı, oy vermesi gerektiğinde yerini hiç tereddüt olmadan almasıdır. 

“Demokrasi”nin daha karmaşık bileşenlerinin olduğu da görülmelidir. Diyarbakır, Van, Mardin belediyelerine kayyım atanmasından sonra, bu belediyelerin başkanlarının İstanbul’da yaptığı basın toplantısında Ahmet Türk, Öcalan’ın son mesajlarından aldığı güçle, “devlet aklı”nın yokluğundan şikâyet ediyor ve devlet aklına ihtiyaç olduğunu söylüyordu. Bu açıklamada kimi açmazlar öne çıkıyor; diğer nitelikleri saklı kalmak kaydıyla, Kürdistan Hareketinin, Türkiye’de rejime karşı muhalefetin yegâne politik merkezi olduğu düşünüldüğünde, ister devletin “demokratikleştirilmesi” ister demokrasi mücadelesi olsun, her iki alanda da nesnel ve öznel etkilerinin olduğu açıktır. Sorun, Hareketin öznel ağırlığını nereye koyacağıdır. 

Kürdistan Hareketinin geniş politika skalası içinde değerlendirilebilecek bir dizi politik uygulama bulunmaktadır. Özellikle Hareketin bölgesel nitelik kazanması ve ağırlığını Rojava’daki kazanımlarına kaydırmasıyla birlikte, Türkiye siyasal coğrafyasındaki faaliyetinin düşük yoğunluğu ya da Hareketin ana omurgası açısından lojistik önceliği tercih edilmiş bir politika gibi gözüküyor. Öz-yönetim ya da Hendek Savaşları döneminin olumsuz sonuçları da kimi etkiler doğurdu. Bizim konumuz açısından bu pratik süreçlerden bağımsız olarak, yersel niteliği ve yapısı veri kabul edildikten sonra, Hareketin, Türkiye tarafı için izlediği politika önem kazanmaktadır.

Kürdistan Hareketinin politika skalasında Türkiye tarafına yönelik “devrimci”, “radikal demokrat”, “demokrat” ve “reel politik” bir dizi açık ya da örtük ittifak politikası bulunmaktadır. Hareketin geniş bünyesinde bu politik seçeneklerin farklı nitelikleri meşruluk taşır. Uygunluğu ise, politikaların izlendiği koşullar ve sonuçlarıyla ölçülür. Şu halde, Türkiye tarafındaki ittifaklarından (esas olarak ittifakta bulunulan güçlerin zayıflığından da kaynaklanan nedenle) zayıf olan devrimci ittifak bir yana bırakılırsa, Hareketin ana ittifakını radikal demokrat ve demokrat kesim oluşturmaktadır. Burada da zayıf olan radikal demokrat yan iken güçlü olan demokrat yandır. Reel politik arayışlar ise sürekli gündemde tutuluyor. “Demokrasi” başlığında, Hareketin, Kürt kitlesinin Batıdaki yoğunluğunu öne sürmesi de bu tarz bir politik skala içinde anlaşılmak durumundadır. Şu halde bu aynı zamanda, ilerisi için, devlet sahasıyla reel politik temas kanalları açmak için “devletin demokratikleştirilmesi” seçeneğine yapılan bir yatırımdır. 

Ahmet Türk’ün “devlet aklı”na yaptığı çağrıyı CHP’nin yerel seçimler sonrası ürkek ve dengeleyici adımlarla da olsa dolaylı olarak karşıladığı görülüyor. Son yıllarda sıkça tekrarlanan ve Erdoğan’a manevra genişliği tanıyan (örneğin milletvekili dokunulmazlığının kaldırılmasında olduğu gibi) devlet konsensusunun dışında kalınması, salt bir jest olarak görülebilecek bir yığın dolambaçla gerekçelendirilen İmamoğlu’nun Diyarbakır ziyareti gibi vakalar, “demokrasi”ye dolaysız yatırımlardır. Aksi örnekler bolca bulunabilir elbette. Örneğin Büyükşehir Belediye Başkanlarının Erdoğan tarafından saraya davet edilmesine kayyımlar ile birlikte katılma ve bu konuda sessiz kalma gibi. Tırnak işaretli “demokrasi” de bu ‘aksi’ örneklerin tanımlayıcı niteliği içindir. 

Cumhuriyetçi Sol’un gönüllü katılımcı olduğu, esas olarak CHP içinden geliştirilecek zayıf ideolojik temeli güçlendirme gayretkeşliği de mevcuttur. Bunun ardı sıra gelen çerez niyetine “sokak” lafları, “hakiki demokrasi” nutukları olsa olsa huzursuz CHP’liliktir. Her koşulda devlet normlarını, Türkiye Devletinin koruyuculuğunu öne atarak hareket eden ve tüm varlığını devletin varlığına adayan CHP’ye sürekli sokak seçeneğini hatırlatmak, olsa olsa Cumhuriyetçi Sol’un kendi tahayyül dünyasında yer etmiş ve kendisini adamış olduğu Cumhuriyet’e radikal bağlılığı ifade eder. Kuşkusuz Erdoğan devletine karşı radikal cumhuriyetçiliğin de politik anlamı vardır, ama adıyla sanıyla bir politik özne olduğu koşullarda. CHP’nin mevcut varlığına tabiyetini onun sol kanadı olarak kurmaya dönük bir ideolojik merkez olma, Cumhuriyetçi Sol’un dönüp dolaşıp aradığı kendi yeridir. 

“Demokrasi” seçeneği, devlet eksenine bağlı ve bağımlı olarak öncelikler belirlemesi yapmaktadır. Şimdiki koşullarda hegemonik öznesinin CHP olduğu ve görece bir kazanım sağlamış olan bu seçenek, özellikle kayıp yaşamış ve kaybını telafi etmeye çalışan Erdoğan’ın bozulan dengesi üzerinden ittifak alanını genişletmeye dönük hamleler yapmaktadır. Diğer yandan, kaotik varlığı ile Erdoğan’ın ikili oyununa dâhil olduğu ve devlet dendiğinde hep hazır ola geçişiyle demokrasiye kategorik uzaklığını ortaya koyarken “demokrasi” için bile yeterli ayrımları çekmekte zorluklar taşımaktadır. 

Ve Devrim…

Devrim seçeneği, bugün politik nitelikten yoksun, zayıf bir ideolojik konumdadır. Türkiye’de devrim, 1971’den beri kesintisiz olarak devrimci olmayan koşullarda devrimciliğin bütün sorunlarına rağmen varlığını korumasıyla ufuk olma niteliğini korudu. Politik niteliği zayıfladı ya da güçlendi, ancak varlığını kesin yenilgilerden çıkararak sürdürdü. Devrimciliğin politik özne temsillerinden bir dizi kayıtla bahsedilebildiği şimdiki koşullarda, tüm tartışmaların ve politik konumların yönünü değiştirebilecek ‘devrim’den bahsedilemiyor. Şu ya da bu şekilde, verili dağılım içinde bağımlı bir tutumlar toplamıyla ve içeriği sınırlanmış bir radikallik olarak alt kümeye indirgenmiş durumda devrim seçeneği. İdeolojiden kurulan direnç noktaları bu karşı iklimde değerini arttırmakla birlikte ideo-politik tutumun özneleri, içinde hareket etmeye yeltendikleri her gerçek durumda bir tür gerçeksizlik içine düşüyorlar. Burada değerli yan, öyle ya da böyle, akışla araya koyulan kategorik fark ve ısrarla kendi varlığında direnç gösterme iradesidir. 

Devrim iki yönden kuşatılmışlık yaşıyor. Devlet karşısında teknik kapasitesindeki zayıflık nedeniyle hareketsiz kılınmış durumda. Kuşkusuz devrim vuku bulduğu momente kadar devlet karşısında zayıftır. Devletin saldırısını sürekli üzerine çeker ve politik bir seçenek olarak belirmesini ketleyen müdahalelere uğrar. Bu kaçınılmazlık içinde, politik taşıyıcıları, teknik kapasitelerini genişletmek ve geliştirmek sorunuyla yüz yüzedir. Devrimci politik özne, nesnelliğin elverişsiz koşullarında göreli zayıflığını sıkılaştırılmış sağlam yapısına esneklik kazandırarak avantaja çevirir, devrime tutunarak varlığını sürdürür. 

Türkiye’nin mevcut koşullarında bu denklem işlememektedir. Devrim, uzunca bir aralıkla yeni duruma yönelik en dar anlamıyla teknik çözümler getirememekte, devlet alanından belirlenen sınırları aşamamaktadır. 

Diğer yandan “demokrasi”nin ideolojik kuşatması, geride kalan enerjinin de rejim içine akıtılmasına dolaylı bir kanal oluşturuyor. Bir noktadan sonra öne alınan “demokrasi”nin demokratikleştirilmesi gibi bağımlı politik konumun ideoloji’nin de ana eksenine yerleşmesi belirleyici oluyor. Çoğunlukla rejimin, özel koşullar haricinde, ciddiye almadığı bir dizi burjuva ölçüt, mevcut Erdoğan devletinin itimiyle pratikleştirilebileceği sınırın çok daha ötesinde genel kanı olarak kabul görüyor. Bu yeni bir durum da değil, devrim, kimilerince, hep böyle bir “demokratik” birikimin sonucunun en uç ufkuydu. Onları “devrimci” kılan da, söz gelimi bir İskandinav ülkesinde yaşamamalarıydı. Bu dar aralıkta, devrim, sürekli tekrarlanan, olur olmaz her duruma yakıştırılan ancak sürekli uzaklaştırılan bir ayarlayıcı konum oluyor.

Nesnel bir ölçüt ve politik yönelim olarak ‘devrim’, kendi varlığını açık etmede hiç güçlük çekmez. Tüm konumları kendine göre hızla düzenleyerek kesin ayrımlar çeker. Devrimsiz koşullarda bu ayrımları korumak devrimciliğin dar omuzlarındadır. Bugün öne çıkan, kendini olumsuz nesnellikte umut ışığı arayarak kaybetmek değil, yıpranmış ayrımları, zayıf gerçeklik bağlarının daraltıcı etkisine kapılmadan güçlendirmektir. 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar