Ana SayfaGüncel YazılarErdoğan, Putin ve Suriye’de Çarpışma

Erdoğan, Putin ve Suriye’de Çarpışma

 Değişen konjonktürde tutunma çabaları ya da

belki, “binilmiş bir alâmete gidiliyor kıyamete”

 

Dünya medyasında giderek artan bir şekilde “güç zehirlenmesine uğramış ön görülemez bir otokrat” olarak resmedilmekte olan Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Erdoğan, sırf bu durumdan bile anlaşılacağı üzere, iktidarını borçlu olduğu en önemli dış destekçileri, adıyla söyleyelim ABD ve AB nezdindeki kredisini birkaç yıldır tüketmiş bulunuyor.

Bu durumun görünürdeki gerekçesi, her politik kurgu gibi düşmansız yaşayamayacak bir sistem olan muasır (emperyalist-kapitalist) medeniyetin yeni baş düşman olarak seçtiği selefî cihadçı İslamcılarla sürdürdüğü şüpheli ilişkileri ve bu ilişkiler içinde Suriye konusunda izlediği başıbozuk, fırsatçı ve maceracı politika. Bu görünür gerekçenin ardındaki gerçek neden ise Erdoğan’ın kritik bir anda, çapını ve cürmünü, dayanıp kullanabileceği gerçek gücü çok yanlış hesaplayarak ve kendisini iktidar yapan uluslararası mutabakatı hiçe sayarak kendi gündemine sahip bağımsız ya da özerk bir siyasal aktörmüş gibi davranmaya yeltenmiş olması. Bu kritik an “Arap Baharı” denen ve Ortadoğu’daki statükoyu yerle bir eden 2010-2012 yılları arasındaki bölgesel depremdi. Erdoğan ve AKP iktidarı bu depremin ardından ortaya çıkan risk ve fırsat ya da daha bildik dille söylersek yağma ortamında, özellikle Suriye’de yutabileceğinden büyük bir lokma kapmaya kalkışarak büyük ve geleneksel yağmacıların düşmanlığını üzerine çekmiş bulunuyor. Geç de olsa durumun farkına varan, içerde ve dışarıda peş peşe aldığı darbelerle boyunun ölçüsünü alan Recep Erdoğan, gidişi tersine çevirmenin, tükenen krediyi yeniden kazanmanın yolunun yine Suriye’den geçtiği inancıyla cüretkâr manevralar deniyor.

Teori ve Politika’nın Gezi Ayaklanmasına ayırdığı 62. sayısında, Başbakan (artık Cumhurbaşkanı) Recep Erdoğan’ın siyasal başarısını üzerinde/sayesinde inşa ettiği dünya konjonktürünün bittiğini, şekillenmekte olan yeni konjonktüre hızlı bir uyum sağlayarak siyasal hayatını devam ettirebilmesinin ise hayli kuşkulu göründüğünü söylemiştim.[1] Aradan geçen iki yılda Erdoğan’ın yeni konjonktürde yer kapabilmek için verdiği canhıraş mücadeleye tanık olduk. Konjonktür dönümünün sonucu olarak Recep Erdoğan hem iç hem dış politikada giderek artan baskılar altında giderek artan bir sıkışmışlık ve çaresizlik görünümü sergiliyor.

Bu sıkışmışlığın gerilimi içinde Erdoğan, ilk önce, dış politikada dikkate alınması gerekse de esas olarak iç politikada elini rahatlatan çok önemli iki kozunu, iki büyük siyasal yatırımını elinden çıkardı. Oysa, kapitalist merkezlerden başlangıçta aldığı belirleyici önemdeki dış desteği saymazsak,  uzun iktidarının istikrarını ve artık “çizdirmiş” olduğu karizmasını büyük ölçüde bu yatırımlar sayesinde inşa etmiş, üstelik, söz konusu dış desteği alabilmesinde ve uzunca bir süre koruyabilmesinde de bu iki yatırımının çok büyük yardımını görmüştü. Adlı adınca söylersek, bu iki yatırım ya da kozun birincisi Erdoğan’ın İslamcı kesim içinde içinden geldiği ve liderliğini ele geçirdikten sonra dönüştürerek de olsa devam ettirdiği Milli Görüş geleneğinin tarihsel rakibi olan Gülen Cemaati ile kurduğu stratejik koalisyon, ikincisi Kürt Hareketi ile kör topal da olsa yürütmeye cesaret ettiği müzakere süreci idi.

Bu iki yılda, AKP ile (şimdi resmî belgelerde Fetullahçı Terör Örgütü diye anılan) Gülen Cemaati arasında on yıl kadar süren gerilimli ama bir o kadar da verimli iş birliği süratle bozularak açık bir savaşa dönüştü. Yine aynı süre içinde Kürt Hareketi ile AKP arasında sürdürülen ikircikli ve verimsiz müzakere süreci yerini boyutları giderek büyüyen ve denetimden çıkma potansiyeli giderek güçlenen bir çatışma sarmalına bıraktı. Her iki kopuşta da tarafların Suriye politikasındaki görüş ve çıkar çatışmaları önemli rol oynadı. (Gülen ile kopuşta Suriye konusu MİT tırlarının teşhiriyle sadece taktik bir bahane ya da vesile olarak öne çıktı, Kürt Hareketi ile iplerin kopmasında ise Suriye Kürtlerinin siyasal başarıları stratejik önemdeydi.)  

Recep Erdoğan, bu iki büyük siyasal yatırımını feda etmekle, bu yatırımları büyük ölçüde kendisine rağmen ve kendisine karşı yaptığı eski düşmanından bir müttefik kazanmanın hesabını yapmış görünüyor. Son bir yıldır, Türkiye’nin geleneksel “düşman kardeşleri” yani Siyasal İslamcılarıyla Ordusu tarihte eşi görülmemiş bir uyum içinde. Bu uyumun ordunun malûm cemaatin operasyonel öncülüğünde yürütülen tedip harekâtlarıyla sıkı bir şekilde terbiye edilmiş olmasından mı yoksa Recep Erdoğan’ın cemaat ve Kürtlerle arayı bozduktan sonra mecburen ordunun ajandasını benimsemek zorunda kalmasından mı kaynaklandığı yanıt bekleyen bir soru. Ben, iki şıklı bu soruya “her ikisinden de” yanıtını vermekten yanayım.[2] Ne var ki bu sorunun yanıtı, sırf iç politika hesaplarından kalkarak oluşturulursa eksik olacaktır.

Recep Erdoğan’ın siyasal kariyerini karşısında durur görünmekle yaptığı orduyla uyum aramaya birden bire ve şiddetle ihtiyaç duyması esas olarak iç politikadaki sıkışmasından kaynaklanmıyor. Gezi günlerinden beri açıkça görüldüğü üzere, Türkiye’de AKP iktidarının (ya da herhangi bir “sağ” iktidarın) içeride sıkıştığında askere ihtiyacı yok. AKP iktidarından önce daha Turgut Özal ile başlayıp Tansu Çiller hükümetlerinde iyice hızlanarak sistemli bir şekilde sayıca, silahça ve yetkice güçlendirilen ve ordudan bağımsızlaştırılan polis teşkilâtı bunun için yeterli.[3]

Cumhurbaşkanı ile Genelkurmay Başkanı arasında oluşan bu yeni muhabbetin ardında elbette bir politik sıkışmanın zorlaması var, ama bu iç değil dış politikada uğranılan sıkışmanın zorlaması. Tekrar olacak ama bir daha vurgulayayım: Erdoğan, birkaç yıldır, hatta daha Gezi Ayaklanmasından bile önce başlıca dış destekçileri nezdindeki kredisini yitirmiş, tabiri caizse son kullanma tarihini doldurmuş, “ödünç alınmış zamanla yaşayan” bir siyasal figür.[4] Dış politikada tükenen kredinin hemen ardından iç politikada da uğranılan karizma çizilmesi ve kut yitimi Recep Erdoğan’ı son derece kırılgan ve güvensiz bir konuma sürüklemiş bulunuyor. Erdoğan’ın son cüretkâr hamleleri, manevraları ve orduyla kurduğu yeni muhabbet ilişkisi bu çaresizliğin sonucu. Kapitalist güç merkezleri nezdindeki güvenilirliği basit tavizlerle, alelacele pişmanlık bildirip biat yenilemekle, (kaynaklar tükendiğinden bulunup verilmesi de zorlaşan) alelacele sunulacak ekonomik rüşvetlerle tamir edilemeyecek ölçüde sarsılmış gibi gözüken bir lider olarak Recep Erdoğan her şeyden önce, hâlâ işe yarar ve gerekli, ve hatta zorunlu, kısacası, vaz geçilemez bir politik aktör olduğunu bu merkezlere kanıtlamak zorunda. Ve hâlâ bir ittifak çatısı altında bulunup bir blok görüntüsü vermeyi uygun görseler de, kendi aralarında zaman zaman ciddî sürtüşmelere yol açan farklı çıkarları ve öncelikleri olan bu merkezleri aynı anda aynı ölçüde memnun etmek pek mümkün olmadığından, merkezler arasında bir tercih yapmaya da mecbur.

Ve bu noktada da Erdoğan, itildiği çaresizliğin zorlamasıyla, talihin yüzüne güldüğü sıralarda dünya siyasetinde bağımsız değilse bile özerk bir oyuncu olmaya çalışırken elinde tutmaya çok önem verdiği üçüncü bir kozu yani Rusya kartını da harcamayı göze aldı. O Rusya ki aynı zamanda cumhurbaşkanının kendisini gözden çıkarabileceklerini ilk sezdiğinde eski destekçilerine yani ABD ama özellikle Avrupa Birliği’ne karşı direnmek için yaslanabileceğini düşündüğü bir seçenekti.

Erdoğan bu son hamlesini neredeyse kendisi kadar sıkış[tırıl]mış durumda bulunan siyasal figüre karşı yaptı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, şimdi Erdoğan’a yüz çevirmiş, dirsek göstermiş olan aynı uluslararası güç odaklarının gözünde giderek tahammül edilmez hâle gelen bir istenmeyen adam. Bunun tek nedeni, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra yerli ve yabancı kapitalist haydutların elbirliğiyle pervasızca talan edilen bir sömürge durumuna düşürülen Rusya’yı dünya siyasetinde yeniden bir “büyük oyuncu” durumuna getirmiş ve reel sosyalizm sonrasının küresel şirketler ama özellikle finans kapital için yarattığı dizginsiz ve frensiz neo-liberal özgürlük ve serbestlik ortamına, artık nedense neredeyse hiç telaffuz edilmeyen eski pek şık adıyla “yeni dünya düzeni”ne çomak sokmuş ya da en azından sokabileceğini göstermiş olması. Bu nedenle Orta Avrupa’dan başlayıp Balkanlara, oradan Kafkasya, Ukrayna ve Orta Doğu’ya adım adım ilerletilen bir kuşatmaya maruz kalan Putin, bu kuşatmayı yarmak için çaresizlikten kaynaklanan kararlı operasyonlar yürütüyor. Putin’in yarma girişiminin ağırlığını yüklediği yer, Erdoğan’ın siyasal bekasını bağladığı yerle aynı yer, yani Suriye.

Farklı nedenlerle de olsa aynı anda aynı güçlerin baskısı altında bulunan ve koşulların zoruyla bu baskıyı aynı yerde, Suriye’de karşılamaya mecbur kalan bu iki sıkıştırılmış siyasal figürün bu dar alanda önünde sonunda çarpışmaları belki de kaçınılmazdı. Ama bu çarpışma beklenenden çok hızlı ve çok şiddetli oldu. Bir Rus bombardıman uçağının 24 Kasım 2015 günü Türk savaş uçakları tarafından düşürülmesi bu iki figürün başrolünde gözüktüğü bir tarihsel dramın başlangıcı oldu. Teorik olarak bir dünya savaşını tetikleyebilecek ciddiyette ve nasıl sonuçlanacağına bağlı olarak etkileri dünya ölçeğinde ve kuşaklar boyu sürebilecek bir uluslararası krizin ortasındayız. 

Dünyanın kaderi üzerine olası etkileri bir yana, bu krizi yönetmekte göstereceği beceri ya da beceriksizlik en başta Erdoğan’ın kaderini belirleyecek. Ne var ki krizlerden başarıyla çıkmak kişisel yetenekler ve şans kadar, harekete geçirilebilecek kuvvetlerin, kullanılabilecek kozların gücüne ve çeşitliliğine bağlıdır. Erdoğan’ın üç güçlü kozunu şimdiden elden çıkarmış olduğunu söyledim ama aslında sıkışmışlığı içinde kısa vâdeli soluklanma uğruna bir dördüncü kozu da kullanarak harcamış bulunuyor: Suriyeli mülteciler.

Bu yaz başından itibaren önünü açtığı mülteci dalgasını Avrupa liderleriyle bir pazarlık aracı olarak kullanan Erdoğan bu sayede bu liderler nezdinde yeniden muhatap kabul edilmeyi hatta görünüşte bazı tavizler bile koparmayı başardı. Bu muhataplığın Avrupa ve Avrupa Birliği ile ilişkilerde Erdoğan’a ve Türkiye’ye uzun hatta orta vâdede gerçek bir yararının dokunmayacağı açık.[5] Tersine bu manevranın affedilmez bir şantaj olarak nitelenerek başta Almanya olmak üzere Avrupa mahfillerince not edilip vakti gelince dayatılacak faturaya işlenmek üzere kayıt altına alınmış olması gayetle mümkün.

Ne var ki Erdoğan’ın politikadaki –kıblesi demeyelim de– pusulası, kutup yıldızı, kerterizi ve nirengi noktası her zaman için Brüksel değil Washington olmuştur. Güvenilirliğini âcilen yeniden kanıtlaması gereken merci olarak da orayı görüyor. Kendisini bu noktalara getiren kariyer sıçramasını Ocak 2002’de yaptığı ABD ziyaretinde gördüğü üst düzey kabule borçlu olduğunu asla unutmayan Erdoğan’ın gözünde AB ile ilişkiler her zaman ikinci planda kalmıştır.[6] Bu nedenle Avrupa’ya karşı mülteci kartını oynamayı göze alınabilir bir kumar olarak gördüğü anlaşılıyor.

Erdoğan’ın ABD’ye karşı ise niyeti olsa bile oynayabileceği böyle bir kozu bulunmuyor. Bu nedenle, bir kez daha kendi yazımdan alıntıya izin verilirse, iki yıl önce söylediklerimin geçerliğini koruduğunu hatırlatmak istiyorum: “Erdoğan’ın iktidarda kalabilmek için başvurabileceği yöntem bir iç savaş pahasına iç siyaseti daha da germek ve yeni Osmanlı fantezilerini ve özerk gündem hayallerini bırakmak pahasına ABD’nin Ortadoğu politikalarına tam bir koşulmakla Suriye ile bir dış savaşa girmeyi göze almak olacaktır. Ama bu çarelerin ikisi de Erdoğan’ın ve AKP+Cemaat koalisyonunun tek gerçek siyasal zaferini iptal etmek riskini beraberinde getirir. Her iki durumda da Ordu, Türk siyaset sahnesine geri dönecektir.”[7]

Suriye’deki savaş, ülke üzerinde çıkarı ve iddiası bulunan devletlerin sahaya kendileri çıkmayıp destekleyip finanse ettikleri bölgesel ya da uluslararası devlet dışı güçleri öne sürmeleri anlamında “taşeron ya da vekâlet savaşı (proxy war)” olarak da adlandırılıyordu. ABD ve Rusya’nın şimdilik hava kuvvetleriyle sınırlı da olsa sahaya resmen inmeleri ve İran’ın yine sınırlı da olsa kara kuvvetlerini soktuğuna dair bilgiler, savaşın “asaleten yürütülecek bir savaş”a dönüşme ihtimalini güçlendiriyor. İster bile isteye yapılmış, ister basit bir iletişim kazası sonucu olsun, Rus uçağının düşürülmesiyle başlayan kriz, başlayacak olursa bu “asiller savaşı”na Türkiye’nin de dâhil olmasını neredeyse kaçınılmaz kılmış bulunuyor.

Ne var ki böyle asaleten yürütülecek bir savaşa Türkiye, tarafların hiçbirinde olmayan bir dezavantajla girmek zorunda kalacaktır. Rusya ve İran savaşa fiilen girdikleri takdirde eski vekillerini ya da “taşeronlarını” yani Suriye ordusunu, Hizbullah savaşçılarını, Şebbiha milislerini ve Iraklı Şii gönüllüleri güvenilir müttefikler olarak yanlarında bulacaktır. Zorunlu bir NATO üyesi olarak sahaya inecek olan Türkiye ise zaten etkili bir şekilde kullanmayı beceremediği eski “vekillerinden” birçoğunu yani selefi cihadçıları kaçınılmaz olarak karşısında bulacaktır. Türk ordusu belki Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) denen adı var kendi yok hayalet kuvvetin bazı kalıntıları ve birkaç Türkmen milis dışında sahayı tanıyan yerli bir müttefikten yoksun olarak savaşa girecektir.

 

[1] “Bir iktisadî-siyasal iktidar oluş/iktidarda kalış biçimi için deniz bitti, belki okyanus bile bitmek üzere. Bitmek üzere olması muhtemel şey, küresel kapitalizmin 20. yüzyılın son yirmi yılından beri içinde bulunduğu bir dönemi, kesinlikle şimdiden bitmiş olan şey ise bu dönem içinde 1991’de Sovyetler Birliğinin çözülüşünden sonra şekillenen bir konjonktürüdür. Başbakan Recep Erdoğan’ın talihsizliği de (…) başarısını sıkı sıkıya bu konjonktür üstünde/sayesinde inşa etmiş olmasıdır. A. Ercüment Özkaya, “Kut Karizma İmaj”, Teori ve Politika, 62, s. 126.

[2] Erdoğan ile ordu arasındaki mecburî yakınlaşmanın ağırlığı ikinci şıkka veren daha kapsamlı ve özenli bir tahlili için Metin Kayaoğlu’nun “Tayyip Erdoğan ‘Kurumsal Kemalizm’e Meftun Değil Ama Mecbur” başlıklı makalesine bir kez daha bakılmasını tavsiye ederim. Teori ve Politika, Sayı 67, Bahar 2015

[3] Türk Ordusunun özerk bir güç görüntüsüyle siyasete son kapsamlı müdahalesi olan “28 Şubat (1997) sürecinde dönemin emniyet müdürü Bülent Orakoğlu’nun “160 bin polis ve 7 bin özel timci varken ordu artık darbe yapamaz” dediği iddia edilmişti. Bkz. Asker –polis hikayesi –Milliyet

www.milliyet.com.tr./1997/07/05/yazar/Toker.html (30 Kasım 2015 erişimi.) Orakoğlu bu iddiayı yalanlasa da 12 Eylül askerî rejiminden sonra gelen sivil hükümetlerin polis teşkilâtına yaptığı sistemli ve muazzam yatırımların toplumsal muhalefeti bastırma asıl amacının yanı sıra orduya karşı bir dengeleyici silahlı güç oluşturma hedefini de gözettiği kesindir. Böyle yıllar süren bir yığınak olmaksızın orduyu hedef alan Ergenekon vb. operasyonları düşünülemezdi.

[4] Erdoğan’ın uluslararası merkezler gözünde vaz geçilebilir hâle geldiğinin gayet sembolik ve fotojenik ilânı 1 Ağustos 2012 tarihli gazetelerde yer alan ve İnternette basit bir aramayla bulunabilecek ABD Başkanı Obama’nın Erdoğan ile telefon konuşması sırasında elindeki beyzbol sopasıyla verdiği pozun medyaya servis edilmesiydi. Erdoğan’ın daha Reyhanlı’daki bombalı saldırıda ölenlerin cesetleri toprağa verilmeden 16 Mayıs 2013 tarihinde başbakan olarak yaptığı son ABD gezisinden nasıl moralsiz ve öfke içinde döndüğü ve bu tarihten beri tüm çabalarına rağmen ABD’den yeni bir ziyaret için randevu koparmayı başaramadığı da hatırlanmalıdır.

[5] Mültecilerin Türkiye sınırları içinde tutulması karşılığında AB’den 3 milyar avroluk bir destek ve vizesiz giriş sözü alınmasının kısa vâdede iç politikada en azından AKP tabanına başarıyla pazarlanacak önemli siyasal kazançlar olduğu kesin. Ama bir Üçüncü Dünya vatandaşı olarak edindiğim kolektif tarihsel deneyimlere dayanarak ben de bu Avrupa’yı tanımışsam, iş somut banknotlara ya da banka hesaplarına dönüşmesine geldiğinde bu vaad edilen 3 milyar avronun buharlaşacağına ya da kuşa çevrileceğine ve vizesiz giriş hakkına getirilecek istisnaların bu hakkı Türkiye vatandaşlarının ezici çoğunluğu için kullanılamaz kılacağına dair isteyen her TP okuruyla 3 avrosuna bahse girmeye hazırım.

[6] Türk liberal entelektüelleri ve kerameti kendinden menkul kanaat önderleri nezdinde yakın zamana dek koruduğu yüksek itibarını, siyasal angajman söz konusu olduğunda kinikliğe varan kuşkuculuklarıyla temayüz eden bu zevatı Avrupa Birliğine girmekte kararlı olduğuna inandırmasına borçlu olan Erdoğan’ın en büyük siyasal şakası da belki budur. Üstüne koca kariyerler inşa ettikleri bütün bilgeliklerini kendi itiraflarına göre sık sık ve mütemadiyen aldatılmalarına, kandırılmalarına hatta iğfal edilmelerine borçluymuş gibi gözüken bu entelektüellerin (çok iyi bilmiyorum ama galiba Latince zekâ kökünden geliyormuş bu kelime) ortalığı aydınlatma ve millete akıl verme azimlerini asla yitirmemeleri ise hayranlık ve takdire şâyandır. 

[7] A. Ercüment Özkaya, “Kut Karizma İmaj”, Teori ve Politika, 62, s. 136-7.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar