Ana SayfaGüncel YazılarHepimiz Fransa Değiliz!

Hepimiz Fransa Değiliz!

Paris’teki ikinci saldırının ardından

 

 

10 ay önce yine Paris’te Charlie Hebdo dergisine saldırının ardından, hedefin düşünce özgürlüğünün sembolü gibi görülmeye uygunluğu nedeniyle, toplumu liberal baskı altına almak zor olmamıştı. Ve pek çok çevre kolaylıkla “hepimiz Charlie’yiz “ diyebildi.

 

Bu seferki saldırıda özel bir hedef yok. Genel olarak “batılı yaşam tarzının” hedef alındığı gerekçesiyle “hepimiz Fransa’yız” diyenler çıksa da, bunun Fransız milliyetçileri dışında taraftar bulması kolay değil. Bu nedenle olsa gerek; hedef olarak, soyut ve kapsayıcı “insanlık” kavramı tercih ediliyor. Ve yaygın medya saldırıyı irdelerken, öncekinde olduğu gibi ne “gerçek Müslümanlık bu değil” başlığı altında din dersi vermeye kalkışıyor, ne de böyle bir eylem için neden Fransa’nın seçildiğine dair komplo teorileri üretiyor. 10 ayda çok şey değişmiş görünüyor. Çünkü gelişmeler herkesin tanıklık edebileceği kadar ortada. Bir yanda “terör” kavramının içerebileceği bütün sıfatları büyük bir şevkle sahiplenerek gerçeğe dönüştüren bir örgüt, diğer yanda yıllardır bombalayarak katlettikleri yoksulların çocuklarının bir gün karşılarına çıkacağını gayet iyi bilenler duruyor. Yine de kavramların süzgecinden geçirilmedikçe, olaylar kendi bilgisini kendiliğinden ele vermiyor.

 

IŞİD, hükmü altında yaşadığımız devletlere hüküm getiriyor. Tıpkı tekfir ettiği cemaatlere ve “kâfir” ya da “mürtet” ilan ettiği kişilere yaptığı gibi devletleri de tehdit ediyor, haraca bağlıyor, cezalandırıyor. Bu yapının bizden, aramıza ancak intihar bombacısı olarak girecek kadar çok nefret ettiğinin bilincindeyiz. Ama bu durumun, gerçeği anlamamızı engelleyecek bir ideolojiye dönüşmesine de izin veremeyiz. Üstelik bu kaotik ortama devrimci bir düzen getirmekten ışık yılı kadar uzakken ve elimizde kendimizi sözle ifade etmekten öte eylemin bulunmadığı bir dönemde; bilincimizin keskin, aydınlık ve şaşmaz doğrulukta olması için her zamankinden daha titiz davranmalıyız.

 

Bu yüzden sözümüzü dikkatli seçiyor, liberalizmin dağarcığından devşirilmiş “barbarlık, gericilik ve uygarlığa karşı olmak” misali kavramlar yerine, kendimizinkileri kullanıyoruz. Ne daha önce Charlie Hebdo’yduk, ne de şimdi Fransa’yız. Ve Paris saldırısının “eşitlik, özgürlük, kardeşliğe” yapıldığını söyleyecek kadar da ahmak değiliz.

 

***

IŞİD propaganda için eylem yapmıyor; asıl olarak konjonktürde gedikler açıp, toplumsal pratiği değiştirmeye çalışıyor ve değiştiriyor. Propaganda etkisi, bu işlemin yalnızca bir yan ürünü. Ve bu tavrıyla, tıpkı kendine biat etmeye zorladığı kişiler, cemaatler gibi devletler üzerinde de etki kuruyor. Örnek, Musul Konsolosluğu baskını:

 

11 Haziran 2014’te TC Musul Konsolosluğu IŞİD tarafından işgal edildi ve rehin alınan 49 kişi, 20 Eylül 2014’te serbest bırakıldı. İki taraftan da yapılan resmi açıklamalarda, fidye olayı yaşanmadığı belirtildi. IŞİD ilk kez bir devlet tarafından resmen muhatap alınmasını yeterli bulduğunu ifade etti. Ancak bu arada, ABD öncülüğünde IŞİD’e karşı koalisyon oluşturmak amacıyla 12 Eylül 2014’te Cidde’de yapılan toplantıya katılan TC, ortak bildiriye imza atmadı. Yani IŞİD’e karşı açık tavır almayarak, operasyonlara lojistik destek verme ve sınır güvenliğini arttırmayı yeterli buldu.[1]

 

Yalnızca konsolosluk baskını mı? IŞİD selefi geleneği doğrultusunda “put” olarak gördüğü Süleyman Şah Türbesinin taşınmasını, yoksa ortadan kaldıracağını açıkladı ve Türkiye türbeyle birlikte yanındaki karakolu da alarak, 21 Şubat 2015 gecesi 39 tank, 57 zırhlı araç, 100 araç, 572 asker ve F 16 uçaklarının koruması altında Urfa Birecik yakınında Suriye sınırı içinde bir noktaya taşıdı ve böylece tehdide boyun eğdi. Üstelik türbenin bulunduğu Karakozak köyünü IŞİD’den temizleyerek TSK’ya güvenli ortam sağlayan da YPG oldu.[2]

 

Zayıf halkalar…

 

IŞİD, devletleri baskıyla hizaya getirerek uluslararası politikaya yön verebileceğini, bir zamanlar biat ettiği ve bugün çatışma halinde olduğu El Kaide’den öğrendi. 11 Mart 2004 sabahı El Kaide Madrid’de banliyö trenlerinde düzenlediği bir dizi bombalama eylemiyle 191 kişinin ölümüne, 2 binden fazla kişinin yaralanmasına yolaçtı. Örgüt eylemin nedenini, İspanya’nın Irak’ta ABD ile işbirliği yapması olarak gösterdi. Eylemden üç gün sonraki İspanya genel seçimlerinde, 8 yıldır iktidarda olan liberal-sağ Halkçı Parti seçimi kaybetti ve yeni hükümeti İspanya Sosyalist İşçi Partisi kurdu.[3] Başbakan Zapatero’nun ilk icraatlarından biri, Irak’taki askerlerini çekmek oldu. Dönemin ABD Başkanı Bush, Irak işgal koalisyonundan başka çözülmeler olmaması için çok uğraştı.

 

Bu tür politik sonuçlar yalnızca bomba patlatarak elde edilemez. Düşman zincirini ortadan kaldıramasa da, zayıf halkaya yapılacak bir müdahalenin istenen değişimi yaratacağı, önceden hesaplanmış olmalıdır. Bu da yalnızca politik öngörü sağlayan bilgi birikimi, eylem kararlılığı ve örgütlülükle mümkün olabilir.

 

Ancak IŞİD’ın da “zayıf halkaları” var: Lojistik destek aldığı ve belli ölçülerde cephe gerisini oluşturan ülkelerdeki “tağuti rejimler” gibi. Bu terimle, görünüşte müslüman ama gerçekte öyle olmayanların yönetimleri kastediliyor. Örneğin IŞİD, AKP yönetimini böyle nitelendiriyor.[4] Son seçimler öncesi yaşanan ve resmi açıklamaların IŞİD’e malettiği bombalamaları bu çerçevede değerlendirmek mümkün. IŞİD yalnızca cephe gerisi değil, aynı zamanda dünyayla tek doğrudan bağlantı yolu olan Türkiye’deki konjonktürün devamı için, güvenilmez ve bir çuval inciri berbat edebilecek yetenekteki bir iktidarı eylemleriyle desteklemiş olabilir. Ve devrimci olasılıklar barındıran bir Kürt hareketinin biraz budanmasına, küresel güçler de gözyumabilir. Ne var ki 7 Haziran öncesi HDP’ye bu çerçevede yapılan saldırılar amacı gerçekleştiremediği ve IŞİD “tağuti hükümet”ten de olacağını gördüğü için, 20 Temmuz Suruç ve 10 Ekim Ankara katliamlarıyla müdahaleyi daha ileri taşımak ve tek parti iktidarını bu yolla garanti altına almak gerekmiştir. Senaryonun kalanı ise, iktidarın “kokteyl terör” kavramını icadederek Kürdistan’a saldırıya geçmesi ve böylece halkı korku tüneline sokması, karşılığında muhalefetin hiçbir direnç gösteremeden seçime gitmesiyle tamamlanmıştır.

 

Ve bir başka “zayıf halka”yı, bizimkilere ait olanını da Lübnan’da arayabiliriz. IŞİD Paris’te saldırmadan yalnızca iki gün önce, Hizbullah’ın etkili olduğu Beyrut’un güneyindeki yoksul semtlerinde iki intihar eylemi gerçekleştirdi. 43 kişi yaşamını yitirdi, 200’den fazla kişi yaralandı. Medya ve dünya liderlerinin dikkati “insanlık” adına Paris’e yoğunlaştığından Beyrut saldırısına ne haber, ne de “terörist” bir faaliyet olarak ilgi gösterdiler.

IŞİD Hizbullah’ın güçlü olduğu Güney Lübnan’da yalnızca 2013-2014 arası 9 saldırı yaptı. Yaşananları her fırsatta “3. Dünya savaşı” olarak nitelendiren Papa Franciscus, “özel yakınlık duyduğu” Fransız halkı kadar Lübnanlılar için de dua etti mi acaba?[5]

 

Lübnan, Hizbullah sayesinde, IŞİD İsrail ve emperyalizme karşı ezilenlerin oluşturduğu zayıf direniş zincirinin en zayıf halkasıdır. Çünkü sayısız fay hattının üstündedir. Lübnan anayasası gereği cumhurbaşkanı Maruni Hıristiyan, başbakan Sünni Müslüman ve meclis başkanı Şiilerden seçiliyor. Kabine ve parlamento da yine etnik ve dini gruplara ayrılan kontenjanlara göre oluşturuluyor. 5 milyon nüfuslu bu küçük ülkede, çoğunluğunu Esat muhaliflerinin oluşturduğu 2 milyon Suriyeli göçmen bulunuyor.[6] 25 Mayıs 2014’ten beri meclis cumhurbaşkanını seçemediği için siyasi bir kriz yaşanıyor. Başbakan Tamam Selam bu görevi vekâleten yürütüyor. Halk, kamu hizmetlerinin aksaması nedeniyle hükümeti protesto için sık sık sokağa çıkıyor. Ülke iki siyasi bloğa bölünmüş durumda. Bir tarafta başını 2005’de bir suikast sonucu öldürülen Refik Haririnin oğlu Sa’ad Hariri’nin çektiği ve içinde Gelecek Hareketi, Lübnan Güçleri Partisi, (falanjist) Ketaib Partisi ile bazı bağımsızların yeraldığı Suriye karşıtı ve batı yanlısı “14 Mart” grubu var. Diğer tarafta başını Hizbullah’ın çektiği, Esat’ı destekleyen, Hıristiyan Maruni Özgür Yurtsever Hareketi, Suriye Sosyalist Milliyetçi Partisi, Ermeni Taşnak Partisi’nden oluşan “8 Mart” grubu yer alıyor. [7]

 

Sünniler ülkenin kuzeyinde yoğunlaşmış durumda. Bu yöredeki Trablus kenti, cihatçıların ağırlıkta olduğu Akdeniz kıyısındaki tek yer. Bölgenin olası yeniden düzenlenmesi durumunda, başta petrol olmak üzere dünyayla ticari ilişkiler kurmalarını kolaylaştıracağı için cihatçılar buraya önem veriyor. Trablus aynı zamanda Hariri ailesinin de etkili olduğu bir yer. Zaman zaman Esat yanlısı göçmenlerle Hariri yanlıları arasında çatışmalar yaşanıyor. Hizbullah’ı hedef alan bombalı eylemler genellikle buradan organize ediliyor. Ve Lübnan siyasetinde önemli bir yeri olan Haririlerin hem AKP ile hem de Fransa, ABD gibi ülkelerle ilişkileri iyi.[8] Dolayısıyla kapitalist dünya, Lübnan’da IŞİD tarafından Hizbullah’a karşı düzenlenen eylemlere göz yumuyor. (Bu noktada IŞİD’in Kürt hareketine yönelik eylemleriyle Hizbullah’a karşı tutumu aynı niteliktedir.)

 

Suriye’de rejim değişikliği olması ve tarih boyu doğal uzantısı gibi gördüğü Lübnan üzerindeki vesayetinin kalkması durumunda, herkes Arabistan yarımadasına batıdan giriş kapısı konumundaki bu ülkeye egemen olmak için yarışacaktır. Bu aynı zamanda, son yıllarda Doğu Akdeniz’de keşfedilen yeni enerji kaynaklarıyla da ilgili bir rekabet olacaktır. Olağan koşullarda Türkiye ve Fransa yöreye egemen olmak için sürtüştükleri halde, Sünnilerle işbirliği, Esat ve Hizbullah karşıtlığı konularında yakınlık kuruyorlar. Eğer Hizbullah IŞİD saldırılarıyla geri itilir ve güneye sıkıştırılabilirse, gelecekte İsrail ve cihatçıların işbirliğiyle yok edilmesine çalışılacaktır. Hizbullah’ın Suriye’deki savaşa var gücüyle katılmasının ve Esat’ı desteklemesinin nedeni budur. Ve Lübnan’da Hizbullah’ın ayakta kalması, Türkiye’den Yemen’e, Irak’tan Filistin’e dek bölge ezilenlerinin zayıf konjonktürel konumlarını koruyabilmeleri bakımından önemlidir. Kısacası, Lübnan Hizbullah’ı, bölgedeki mazlumların sırtını dayayabileceği önemli örgütlerden biridir.

 

Beklenen bir durumun yarattığı şaşkınlık…

 

Paris saldırısı Fransız devleti için beklenmedik bir olay değildi ve bir süredir ülkede IŞİD’ın çağrısıyla örgütün sempatizanları tarafından gerçekleştirilen küçük çaplı eylemler görülüyordu. Geçtiğimiz Haziran sonlarında Lyon yakınlarında bir kimya fabrikası silahlı birinin baskınına uğradı ve bir kişi kafası kesilerek öldürüldü. Olay yerinde bırakılan bayraktan ve izlerden yola çıkarak, resmi makamlar cinayeti cihatçıların işlemiş olabileceğini öne sürdüler. Yine geçtiğimiz Temmuz’da askeri üslere saldırı hazırlığında oldukları belirtilen dört kişi tutuklandı. İçişleri Bakanı Cazeneuve, aynı günlerde bir petrol tesisine cihatçıların sabotaj yaptıklarını belirtti. Fransa bu gelişmelere, geçen Mayıs ayında istihbarat örgütünün yetkilerini arttırarak yanıt verdi.[9]

 

Arabistan yarımadasının siyasi temellerini İngiltere ile birlikte 1916 Sykes-Picot anlaşmasıyla attığından beri yöreden elini çekmeyen, durmadan saldırılar ve darbeler planlayarak Afrika’yı arka bahçesine dönüştüren, son olarak Libya’ya müdahaleyi başlatan Fransa’nın; böyle bir eylemi beklemediği düşünülemezdi. Ama yine de saldırı sonrası tepkiler şaşkınlık ve korku ifade ediyordu.

 

İkinci Paylaşım Savaşından bu yana ilk kez ülkeye giriş ve çıkışlar kapatıldı. Olağanüstü hal ilan edildi. Cumhurbaşkanı François Hollande saldırının “savaş gerekçesi” olduğunu söyleyerek,” çok sert” yanıt vereceklerini ve “acımasız bir savaş” yürüteceklerini belirtti. Ertesi gün güvenlik güçlerinin sayısının arttırılacağı, olağanüstü halin üç aya kadar uzatılabileceği, radikal İslamcılara ait camilerin kapatılacağı duyuruldu. Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün’den havalanan Fransız jetleri, IŞİD’in başkenti Rakka’ya “Paris’ten sevgilerle” yazılı bombalar attılar. Ve Doğu Akdeniz’e “Charles de Gaulle” uçak gemisi gönderildi. Eğer Paris yakınlarında bir mülteci kampı kundaklanmasa, her şey mutlu sonla bitmeye hazırlanan bir film gibi ilerliyordu…

 

Ancak bu tepkilerden yalnızca “olağanüstü hal” makul görülebilir, gerisi anlamsızdır. Her şeyden önce ülkede gettolara hapsedilen, işsizliğe, eğitimsizliğe, uyuşturuculara terkedilen, çoğu sömürgelerden gelmiş ailelerin ikinci ve üçüncü kuşak fertleri olan, milyonlarca Müslüman genç var. Kendilerine dayatılan yaşam koşullarına karşı hangi ideolojiyi bulurlarsa onun yardımıyla birleşip mücadele etmelerinden ve bu arada selefiliği benimsemelerinden daha doğal bir davranış olamaz. Bu durumda Fransız devletinin sınırları kapatması, “tehlike” dışarıdan geliyormuş izlenimi yaratarak yalnızca yıllardır Müslüman azınlığa karşı takındığı yanlış tutumun sorumluluğunu gizleme çabasıdır. Eğer suçlular kaçmasın diye sınırlar kapatılıyorsa, belki birkaç kişi ele geçirilecek ama daha büyük bir kitle üzerindeki baskılar artacağı için gidenlerin yeri hızla ve fazlasıyla doldurulacaktır.[10]

 

Öte yandan Hollande’ın saldırıyı “savaş gerekçesi” sayması da akla ziyan bir ifade. Fransa ne zaman savaş dışı olmuş ki? Yoksul bir ülkeye saldırması için, orada ele geçirmek istediği değerli bir şeyler olması yeterli. Misal, Libya’da petrol, Mali’de uranyum…

 

Saldırının “acımasız” olacağı tehdidine gelince: Hiç kimse kaybedecek şeyi olmayanlardan daha acımasız olamaz. Egemenlerin acımasızlığı, yalnızca daha büyük bir karşı acımasızlık üretir. Ayrıca bir devlet başkanının tehditler savurması, çaresizlik ifadesidir.

***

Şaşkınlık G 20’de de sürdü. Liderler bir taraftan savaş kabinesi gibi sert kararlar alırken, “Aşil’in Topuğu” Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Junker’in basın toplantısınnda görüldü. Junker, bir gazetecinin  “Paris’te yapılan saldırılarda bir teröristin Yunanistan adalarından geçtiği söylendi. Sizce Schengen’i durdurmak yardımcı olabilir mi böyle eylemleri engellemeye?” sorusuna; “Schengen tehlikede, bu son olan olaylardan dolayı değil. Ama dış sınırlarda yeterince kontrol yapılmıyor” yanıtını verdi.

 

Kara Avrupası, Anglo-Saksonlara göre daha ulusalcı/devletçi/kamucu olarak bilinir. Avrupa Birliği kapsamında bir yandan ortak para birimi, ortak merkez bankası ve serbest dolaşım hakkı gibi ülkelerin entegrasyonunu arttırıcı adımlar atıp diğer yandan buna uygun üstyapıyı hazırlayamamak; Avrupa’nın Aşil Topuğudur. Yunanistan örneğinde de görüldüğü üzere sermaye sınırsız dolaşmakta ama kârlar hesaplanırken her koyun kendi bacağından asılmaktadır. Her ülke burjuvazisi ortak sermaye havuzundan yararlanırken fazla sorumluluk aranmamakta, sıra borç ödemeye geldiğinde ulus/ülke/devlet farklılıkları üzerinden bütün yük halkların sırtına yıkılmaktadır. Çünkü sermayenin günlük yaşamdaki akışını, ülke devletlerinden başka denetleyecek bir güç yoktur. Liberalizm her ne kadar “piyasa” diye kendiliğinden bir denetim mekanizması varmış iddiasında olsa da denetim kendiliğinden akan bir süreç değil, akıl işidir. Bu da düşünen, karar alan, uygulayan insanlar ve bunları gerçekleştirecekleri kurumlar; yani devlet gerektirir. Bu nedenle ulus devletler hala uluslararası bir sistem olan AB’nin temel dayanaklarıdır. AB, bir yanıyla ortak, diğer yanıyla ülkelere bölünmüş halde yaşıyor. Topluluğun ortak yaşamına “zarf” oluşturacak ve yerleşik kurumlarıyla bu ortaklığı sürekli kılacak bir üst yapı yok. Bunun boşluğunun ülkeler düzeyinde kapatılmaya çalışılmasının, ülke boyutlarını aşan basit olaylar karşısında bile yetersiz kalarak sorunu büyüteceğini görmek için alim olmak gerekmez. Junker, Schengen’in tehlikede olduğunu bu yüzden söylüyor. Ve Avrupalılar ortak istihbarat, güvenlik, yargı geliştirene kadar Schengen’i askıya alacak ya da sınırlandıracağa benziyorlar.

 

Bir kez daha Marx’ın dediği gibi, “tarihi ilerleten hep kötü yanı” oluyor. AB ülkelerinin kendi aralarında yıllardır tartıştıkları sorunları çözebilmek için, belki birkaç IŞİD tarzı eyleme daha gereksinimleri vardır.

 

Eleştiriler…

 

Burada solun IŞİD eleştirilerinin eleştirisini tekrarlamayacağız, bu Teori ve Politika’da yayınlanan pek çok yazıda ve özel olarak 66. Sayıda geniş ölçüde yapıldı. Yalnızca birkaç küçük ayrıntıyı hatırlatmakla yetineceğiz.

 

Saldırının insanlığa yapıldığını söyleyen dünya liderleri, aynı örgütün Paris’ten yalnız iki gün önce Beyrut’ta ve 24 Eylül 2015’de Bayram namazında Yemen’in başkenti Sana’da[11], 10 Ekim’de Ankara’da ve Suruç’ta yaptığı katliamlara karşı benzer bir hassasiyet göstermeyerek, kendi sözlerini kendileri tekzip ediyorlar. Paris’te 12 kişi öldüğünde kol kola girip saldırıyı protesto ediyor, 130 kişi öldüğünde büyük bir savaş başlatma kararı alıyorlar. Benzer bir davranış göstermeleri için, örneğin Yemen’de kaç kişi ölmesi gerekiyor? Yoksa bunu yapmak için, tarih boyu sömürgeci ve emperyalist tahakküme karşı savaşmış Zeydîlerin tümüyle yok edilmesini mi bekliyorlar?

 

Toplumdaki egemen ideolojinin egemen sınıfın ideolojisi olduğunu ve “insanlık, adalet, uygarlık, özgürlük” vb. ifadelerin içeriğinin her zaman egemen sınıfın bakış açısına göre belirlendiğini biliyoruz. Okullar, iletişim araçları, bilgi üretim merkezleri onlara ait. Bu nedenle “insanlık” denilince ilk akla gelen Yemenliler ya da Beyrut’un Şii mahallelerinde yaşayanlar değil, Parisliler, Londralılar oluyor. Elbette “Paris” denilince de yoksulların içine tıkıldığı gettolar ya da Paris Komünü değil, Eyfel Kulesi, Şanzelize hatırlanıyor. Her dönemde “insan” denilince, egemen sınıftan olanlar akla gelir. Geri kalanlar azınlık bir din, ırk ya da milliyetten, kıyıda köşede yaşayan yoksullar olarak adlandırılabilirler ama nadiren “insan” diye çağrılırlar.

 

IŞİD’e yöneltilen eleştirilerden biri de, ortaçağ karanlığını geri getirmek istedikleri yorumudur. Zaman ve mekân, maddi varoluşun değişik biçimleridir. Genel geçer bir “insanlık” kavramı olmadığı gibi benzer nitelikte bir “ortaçağ” da yoktur. Batı düşüncesinde genellikle Antik Dönemin sona erdiği MS 476 Batı Roma’nın çöküşü ortaçağın başlangıcı, 1453 İstanbul’un fethi ise bitişi olarak kabul edilir. Bu yıllarda Avrupa’da bilim, sanat ve felsefe zayıf kalmış, kıtada din ve taht kavgalarıyla karanlık bir dönem yaşanmıştır. Ama aynı yıllarda Müslüman coğrafyasında durum tersinedir. Bu yüzden, Avrupalılar kendi ortaçağlarını reddederek daha sonraki yılların ürünü olan Aydınlanmayı yüceltirken, bizim de aynı yolu izlememiz gerekmez. Peki buna karşılık, kendi ortaçağımızı eleştirmeyecek miyiz?

 

Geçmişin eleştirisi, ancak geçmişin devrimci mirasının izleri sürülerek yapılabilir. Yoksa tarihe nesnel bakamayız ve kendimizi tarihin öznesi gibi görmeye başlarız. Müslüman coğrafyasının ortaçağında ezen konumundaki iktidarların eleştirisi Karmatîler, Zencîler, Nizarîler gibi dönemin egemen inancını devrimci bir Müslümanlık yorumuyla karşılayanlar tarafından yapılmıştır. Bugün bize düşen Aydınlanmacı bir anlayışla dini toptan paketleyip çöpe atmak değil, tarihini inceleyerek ve içindeki devrimci öğeleri belirleyerek edinmektir. Eğer Marksizm’in geçmişinde dini Aydınlanmacı bir anlayışla ele almak yerine benzer bir devrimci edinim yolu izlenseydi, bugün batı metropollerinin kenar mahallelerindeki yoksulların önünde düzene karşı seçenek olarak yalnızca IŞİD gibi örgütlerin selefiliği durmaz, Hasan Sabbah’ın devrimci mirasıyla güçlenmiş bir Marksizm de olurdu. Teori ve Politika, bu muazzam büyüklükteki çalışmanın bugüne dek ancak çok küçük bir bölümünü üstlenmekle bile, hayırlı bir teorik pratik örneği vermektedir.

 

Son saldırıda toplumu liberalizmin arkasında saf tutar hale getirmek için en çok başvurulan kavramlardan biri de, katledilenlerin masumiyetidir. “Masum insanlar öldürülüyor” diyor Obama, sanki 3 Ekim 2015’de Afganistan’ın Kunduz kentinde “Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü”ne ait bir hastaneyi bombalayan ve 22 kişinin yaşamını yitirmesine neden olan bir devletin başkanı değilmiş gibi. Üstelik doktorlar bombardıman sırasında ABD’li ve Afgan yetkilileri uyardıkları halde saldırı sürüyor!…

 

Hafta sonu birkaç kadeh içmek ve iyi bir akşam yemeği için oturduğun mekânın nasıl aydınlatıldığı ve ısıtıldığı hakkında bilgin yoksa, önüne getirilen balığın nerede avlandığını düşünmüyorsan, o sırada lokantanın bulaşıkhanesinde kaçak bir göçmen çalıştırılıp çalıştırılmadığıyla ilgilenmiyorsan; bilesin ki masum değilsindir. Aydınlanmacıların “bilgi çağı” diye göklere çıkardığı günümüzde hangi gerekçeyle olursa olsun yaşadığın hayatın ayrıntılarından haberdar olmamak, bir masumiyet yitirme biçimidir. Öte yandan burjuva ceza hukukunun temel ilkelerinden biri, “ bilmemek mazeret değildir”. İnsanlar bilmeden de suç işleyebilirler ve yaptırıma uğrarlar.

 

Çünkü Fransa gibi aydınlanma ve ısınmasını 59 nükleer santralden elde ettiği elektrikle karşılayan bir ülke, düzenli olarak uranyum bulmak zorundadır. Ve bunu da sömürgeci-emperyalist tarihinin devamı olarak, örneğin Mali’den sağlayacaktır. Bu amaçla Mali’de işbirliği yapabileceği yönetimler için darbeler tezgâhlayacak, kurduğu istikrara karşı çıkan grupları sindirmek için ülkeye asker gönderecek, onlarla savaşacaktır. [12]

 

Örneğin yenilen balık, Batı Sahra ya da Somali açıklarından geliyor olabilir. Batı Sahra, Fas’ın üzerinde hak iddia ettiği bir yerdir. Fas, Sahra halkın rızası olmadığı halde açık denizlerde onlara ait olan ekonomik alanı Avrupalılara balık avlamaları için kiralamaktadır. Ya da Somali’de bir devlet düzeni olmadığı için, büyük balıkçı gemileri bu kıyılara gelerek diledikleri gibi avlanmaktadırlar. Ve tabi karşılığında El Kaide’ye bağla El Şebbab örgütü de Fransız ajanlarını avlamaktadır.[13]

 

Elbette Paris’te katledilenler devletin ve şirketlerin sorumluluklarına doğrudan ortak değillerdir.[14] Ama yine de sorumluluğun bir parçasını taşımaktadırlar. “Her koyun kendi bacağından asılır” mantığı taşıyan liberalizmin bu konuya açıklık getirmesi beklenemez. Oysa Müslümanlığın vardır: “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” [15]

 

Son söz: “Biz, IŞİD’e karşı uygarlığın güçlü ve engin kollarında cephane aramak rahatlığından men ediyoruz kendimizi. Rahatımızı kaçırıp, ideolojik olarak IŞİD’in alanına giriyoruz. Onunla barbarca savaşmak için barbar, İslamın devrimci söylemini ona bırakmamak için üst-ideolojik konumun sahibi olmayı seçiyoruz. Bu, “özgür” bir seçimden çok, devrimci amentünün “zorunlu” kıldığı bir yöntemdir.”[16]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] http://www.milliyet.com.tr/turkiye-siniri-cizdi/siyaset/ydetay/1939005/default.htm

[2] http://www.radikal.com.tr/dunya/isid-suleyman-sah-turbesinin-eski-yeri-karakozaktan-cikarildi-1313918/

[3] http://www.hurriyet.com.tr/abd-ile-ittifak-ppye-pahaliya-patladi-209727

[4] IŞİD’in Türkiye’deki resmi yayın organı “Konstantiniye” dergisinin 2. Sayısında “Erdoğan’ın Kürt Devleti” başlıklı yazıda; son dönemde garip tavırlar sergileyerek İslam devletini karşısına almak isteyen Türkiye…” ifadesi kullanılıyor ve AKP yönetiminden “tağut hükümet” olarak söz ediliyor.

[5] http://www.radikal.com.tr/dunya/papa-paristeki-saldirilar-parcali-3uncu-dunya-savasinin-bir-parcasi-1472603/

[6] Nuray Mert, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/263157/Lubnan_da_Mezhepci_Politikalar.html

[7] http://www.timeturk.com/lubnan-siyasi-fay-hattinda-cop-krizi/haber-47674

 

[8] 2005 yılında özelleştirilen Türktelekom’un yüzde 55 hissesi, Hariri ailesine ait “Öger” grubu tarafından satın alındı.

[9] Türkiye’de, MİT’in çalışma alanını genişleterek operasyon yetkisi tanıyan benzer bir yasa değişikliği 2014 Nisan’ında yapıldı.

[10] Bu satırların yazıldığı sırada Fransız polisi Paris’in kuzeyinde bir banliyöde, sözünü ettiğimiz gettolardan birine baskın yaparak saldırının sorumlusu olduğu öne sürülen kişileri ele geçiriyordu.

[11] İŞİD Yemen’de uzun süredir Zeydî Husileri hedef alırken, son saldırının ardından 6 Ekim 2015’de Husilerle savaşan eski başbakan Hadi yanlılarının kaldığı otelde de benzer bir intihar eylemi yaptı. Hadi, Suudi Arabistan tarafından Husilere karşı destekleniyor.

[12] Fransa 12 Ocak 2015’de Mali’ye , bir Afrika yaban kedisi türü olan “serval” adıyla operasyon düzenledi. İslamcı olduğu söylenen militanlar bölgeyi terk ettiler. Hollande Timbutku’ya gelerek, “zafer kazandıkları” yollu nutuk attı. Mali dünyanın üçüncü büyük altın rezervlerine sahip ve henüz işletilmemiş zengin uranyum yatakları olan, dünyanın en yüksek çocuk ölümü oranının görüldüğü bir ülke.

[13] Somali’de 2009’da iki Fransız ajanı kaçırıldı ve şeriat mahkemesinde ölüm cezasına çarptırıldılar. Fransı Ocak 2013’de bir operasyon düzenleyerek ajanları kurtarmaya çalıştı ama başarısız oldu. Bu sırada bir helikopter ve 3 askerini kaybetti.

[14] El Kaide, IŞİD’i pazaryerlerinde ve camilerde intihar eylemi yaparak insanları rastgele öldürdüğü ve cihat adına Müslümanların ölümüne yol açtığı için eleştiriyor.

[15] Bazılarına göre hadis, bazılarına göre Hz.Ali’ye ait olduğu öne sürülen ve yaygın olarak kullanılan bir söz.

[16] “Barbar” IŞİD’e Karşı Uygar Solculuk, Metin Kayaoğlu, Teori ve Politika, Sayı 66

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar