Ana SayfaGüncel YazılarSol İçi Şiddet/Siyaset Yasağı, Ahlâk ve Liberalizm

Sol İçi Şiddet/Siyaset Yasağı, Ahlâk ve Liberalizm

Sol İçi Şiddet/Siyaset Yasağı, Ahlâk ve Liberalizm

Deniz Cumhur Başaraner

Konuya girmeden önce politik mücadele açısından kaide niteliğindeki bazı noktaları tekrar hatırlamak ve değerlendirmeyi buradan inşa etmek zorunlu görünüyor. Adım adım ilerlenirse:

a) Ezilen-ezen ilişkisinde önsel olarak ezilenlerin mücadelesinin safındayız.

b) Ezilenlerin “pasif direnişi” değil, “gerçek” bir mücadele içinde devrimci hareket tarzı önemli ve zorunludur.

c) Bu devrimci tarz, ezenin devlet aygıtının ezilen tarafından parçalanması anlamına geliyor.

d) Bu parçalama süreci, devletin tesis edilmiş haldeki örgütlü gücüyle başetmek ve şiddet tekelini kırmak için ezilenin örgütlü bir gücü –yani bir örgütü– ve karşı şiddeti –yani devrimci şiddeti– yaratmasını zorunlu kılıyor.

e) Bu zorunluluk, sadece devrimci durumlar için geçerli değildir. Bilakis, bu zorunlu hareket tarzıyla devrimci durumların yaratılmasına katkıda bulunulabilir veya içinde olunan bir devrimci durum için uygun donanıma sahip olunabilir.

Bu temel oluşturulduktan sonra, politikanın alt başlıkları olarak değerlendirilebilecek ve başlığa da çıkarılan ‘sol içi şiddet’, ‘solda siyaset yasağı’ gibi meseleler çorap söküğü gibi kolaylıkla halledilebilir mi?

Buradan itibaren özgüllük kategorisi devreye giriyor ve genel bir anlayış olarak bir tümevarım ve/veya tümdengelim işlemini yetersiz kılıyor. Yerel-ülkesel-bölgesel-dünyasal pozisyonların değerlendirildiği büyük bir siyasal hamleden basit bir mahalli olaya kadar her faktörün görüş açısı dahilinde olduğu ve konunun birincil taraflarına ek olarak konuyu değerlendirenin kendisinin de denkleme dahil olduğu bir “özgül düşünme” tarzının devreye girmesi gerekiyor. Bu, ilkelerin sınırlayıcılığını kabul etmeyen bir yola davettir.

Liberalizm ya da liberal politika anlayışı, bırakılan her boşluktan sızan yapısıyla, bazen başlangıçta belirtilen maddelerin doğrudan karşısına dikiliyor, bazen yan yollara başvuruyor, bazense bulduğu gediklere yerleşerek daha uzun sürede sonuç veren bir bozulma yaratıyor.

Liberalizmin sol içinde hakimiyetini hissettiren varlığıyla birlikte, ezilenlere bakışta politikanın güncel/yerel gereklerini görmeyen ve özgül koşulları dikkate almayan bir evrenselleştirme/ilkeselleştirme eğiliminin, devrimciliği uzun yıllardır sürdüregelmiş örgütlere kadar sızdığı izleniyor. Bu durum, anlayışsal bir değerlendirme açısından arasında bağlantılar kurulabilecek son aylardaki iki farklı gündemde belirgin bir şekilde gözler önüne serildi.

Politik olmayan ezilenciliğin dayanılmaz hafifliği

Bu gündemlerden ilki, mahallelerde yürüttükleri fuhuş-uyuşturucu-yozlaşma karşıtı kampanyalarda Halk Cephelilerin bir kadını dövmesi[1] ve olayın görüntülerini yayınlamasıyla doğdu. Halk Cephesi bu tür kampanyaları uzunca bir süredir yapmaktaydı ve benzer olaylar daha önce de yaşanmıştı; ama bu seferki öncekilere göre en büyük etkiyi yarattı.

Bu tür kampanyalar açısından bir politik filtreye sahip olmayan ve özgül koşulları dikkate almayan bir göz, ilk bakışta, mahallelerde devrimcilerin etkisini kırmak için uyuşturucu ve fuhuşu destekleyen devleti değil, “keyif verici madde kullanma özgürlüğü” ve “özgür seks”i görecek, daha solcu versiyonlarda ise sorgulama, “devlet ahlakı”, “kadına karşı şiddet”, “uyuşturucu satmak zorunda olan emekçi” vb. ile sınırlı kalacaktır.

Bir örgütün kadın kuruluşlarından birinin olaya ilişkin açıklamasında şu ifadeler yer alıyordu: “Bir kadını dövmek ne demektir! Kadın cezalandırmak hangi akla hizmet devrimci bir pratik olarak sunulabilir?!”[2]

Somutlamak açısından, devletin en üst makamlarına kadar yükselen devletli-gerici bir kadın ile, gücünü devletinden alan bir erkeğin baskısına / şiddetine maruz kalan, mücadeleye katılmaya aday bir kadını veya devletle mücadele ederken şehit düşen bir devrimci kadını aynı düzleme çeken bu yaklaşım devrimcilikle nasıl ilişkilenebilir? Halbuki bu üç farklı örnek, politikada üç farklı konuma tekabül etmelidir.

Ezilen bir kimliğin üyesi olan her bireye dokunulmazlık atfeden bir anlayış adım dahi atamaz, çünkü mantıksal sonuç, cinsel kimliklerin yanı sıra en basitinden Kürt, Alevi, Ermeni, Rum… herhangi bir bireyin sonsuz özgül örnek içinde tek bir örnekte dahi “kusurlu olamayacağı”, “devrimci şiddete konu olamayacağı” gibi gayet apolitik ve çocukça bir noktaya varır.

Politik mücadele açısından ezilen kimlikler arasında tarih bilimsel veya –bir başka bakımdan– biyolojik bir öncelik-sonralık ilişkisi kurulabilir mi? Diğer tüm –ezilen– kimlikleri enine bir çizgiyle keserek, bu çizginin altında, en dipte yer aldığı iddia edilen bir kimlik her konjonktür için özsel bir ayrıcalığa sahip midir?

Politik açıdan konu edinilen bir nesnede, zaman ve mekân sınırlaması olmadan “kendinde ilerilik” aramanın Leninist taktik politikayla ilişkisi yoktur. Politika, yoluna ancak, farklı çaplardaki özgüllüklerde ezilenlerin hakim güce karşı mevcut ve potansiyel konumlanışını gözeten bir esneklikle devam edebilir. Bir konjonktürde ezilen, öncelik hakkını, tarihin ona biçtiği rol, toplumsal (dez)avantaj veya ezilme pratiğine en çok maruz kalma gibi kriterlerden değil, ortaya koyduğu mücadeleyle kazanabilir.

Halk Cephesi’nin özellikle LGBTİ’lere yaklaşım konusunda en üst düzeye çıkan “kendinde ahlâk(sızlık)” arayışı, taktik politikayı aşan bir “aşırılık/ayarsızlık”[3] ve “örgüt ideolojisine içkinlik” sergiliyor. Neçayev’in kategorize eden anlayışı doğrultusunda[4], devrimci için dar anlamıyla ya da daha doğru bir ifadeyle nihaî anlamıyla tek ‘ahlâkî’ kriter devrim yapmak olduğundan, örneğin fahişelik yapan “ahlâksız kadın”[5] ile toplum nezdinde seçkin olarak görülen herhangi bir meslek dalı mensubu arasında bir fark yoktur. ‘Ahlâksızlık’, her meslek dalında aranabilir ve bulunabilir bir özelliktir.

Halk Cephesi’nin devlete karşı konumlanışı kritik bir öneme sahiptir. Halk Cephesi’nin, uyuşturucu ve fuhuşla mücadeleyi devletle mücadeleden bağımsız ele almadığı, devletin hakimiyetini zayıflatıp kendi hakimiyetini arttırma çerçevesinde devletle çatışma noktalarına dönüştürdüğü ve bu mevzi mücadelesi tarzını (şehitler de vererek) merkeze aldığı görülüyor. Bu, hakkında doğrudan ve/veya ayrıntılı bilgi sahibi olunmayan her bir tekil uygulama örneğini peşinen uygun bulmak veya eleştiri menzilinin dışında tutmak anlamına elbette gelmiyor. Fakat Halk Cephesi’ne genel anlayışlar üzerinden yöneltilen eleştirilerde liberal ve/veya devletin rolünü es geçen bakış açısının hakim olduğunu belirtmek gerekiyor.

Liberal hava ve etkileri

Türkiye solunda, örgüt çekirdeklerinin küçük ve güçsüz olmasının yarattığı katlayıcı etkiyle birlikte, çok-kültürlülük ve çok-renklilik atmosferinden liberal bir tarzda etkilenme görülüyor. ‘Devrimci savaşı yürütecek örgüt’, geniş bir yelpazenin renkli motifleri arasında adeta kayboluyor –hem yelpazeyle ilişkiyi hem de kendi belirginliğini korumak gerekirken…

Ezilen kimliklerle liberal –eşanlamda, egemenlerin iyicilliğiyle özdeş– tarzda ilişkilenme, örgütün kendini halka sunuşunu zayıflatan bir tablo çiziyor, örgütsel ilişkilerde gevşemeyi tetikleyen etkide bulunuyor. Bu durum, karikatürize örneklerde halkın karşısına asgari bir ciddiyetle dahi çıkılamamasıyla sonuçlanıyor. Halk Cephesi’nin, “tüm dünyaya gözlerini kapatmış” şeklinde değerlendirilen kapalı ve dar halinin, kendisi açısından genişleyememe sorununa bir çözüm üretememesine rağmen, liberal havanın dağıtıcılığına karşı bir emniyet supabı işlevi gördüğü öne sürülebilir.

‘Propaganda özgürlüğü’ mü, gerçeğin kaçınılmazlığı mı?

Sol içi şiddet/siyaset yasağı konusunda, her özgül sorunu çözen sihirli bir şablon bulunmuyor. İlkesel tutumlar, sonsuz örnekte bir özgüllükte dahi delinemeyecek kurallar inşa ediyor, ilgili tarafların siyasal pozisyonunu, mekânsal ve zamansal koşulları değerlendirmeye dahil etmenin önüne set çekiyor. Gücü yetenin diğerini ezmesi, mevcut rezervlerin aynı saftakiler üzerinde harcanması ve ortak düşmanın ikinci planda kalması/elinin güçlenmesi gibi hassasiyeti yüksek faktörler içermekle birlikte, ilgili konunun özgül koşullar hesaba katılarak zorunluluklar çerçevesinde değerlendirilmesi gerekiyor.

Sol içi şiddet/siyaset yasağı için konunun doğrudan tarafı olma ve üçüncü taraf olma gibi pratik bir ayrıma gidilebilir.

Doğrudan taraflar

Yasaklayıcı ve engelleyici tutumlar, mücadele hayatında her örgütün karşılaşmak zorunda kalabileceği bir durumdur ve sol tarihte en alt düzeyde “eleştiriye tahammülsüzlük” şeklinde tecelli ettiği, basitçe aradaki güç farkından faydalanarak “dost güçlere” söz geçirme pratiğine dönüşen birçok kötü örnek içermektedir.

Görmezden gelinemeyecek bir boyut olarak, mücadele, temel olan devlet karşıtlığı dışında, diğer öznelerle rekabeti de içeriyor. Özellikle devletin manipülasyonuna açıklık ve aynı kulvardakilerle düşmanca mücadele gibi hiç istenmeyen sonuçlar doğursa da, bazı durumlarda başka bir sol özneyle çatışmaya girmenin kaçınılmaz olabileceği, politikanın “renksiz kısmı”nın gerçekliğidir. En basitinden, sıradan bir mitingdeki bir kortej tartışması, bir öznenin örgütsel varlığını ezdirmemek ve rüştünü ortaya koymak zorunda kaldığı, çatışmayı göze almasını gerektiren bir momente dönüşebilir. Başka bir örnekte, bir yerel birimde siyasal mücadele yürütmenin tek koşulu, kendisinin tüm propaganda kanallarını tıkamaya çalışan başka bir öznenin kuşatmasını kırmak olabilir.

Şu ana kadar “savunma pozisyonunda sol içi şiddete başvurma” çerçevesinde yapılan değerlendirmeyi, bir adım daha atarak, “siyaset yasağını uygulayan taraf” olma açısından yapabilir miyiz? Bir öznenin, bir zorunluluk, bir son çare olarak dahi olsa bunu ilkesel olarak tercih etmemesi gerektiğine ilişkin anlayış, kimi örnekler açısından uygulanabilir bir yan taşımıyor ve politik zaaf anlamına gelecek bağlamlar içeriyor.

Adı konulmamakla birlikte, bir örgütün, çalışmasını kendisinin yürüttüğü bir etkinliğe diğerlerini karıştırmaması ya da kendisinin kazandığı/kurduğu bir hakimiyet alanında kendi ilerleyişi doğrultusunda diğerlerini engellemesi türünden örnekler, sayısız mikro ve makro durumda zımnen işleyen süreçlere dönüşmüş ve kabul edilmiş –ve aynı zamanda bulunan fırsatlarda tersine çevrilmeye çalışılan– siyaset yasağı örnekleridir. Diğerlerinin kabul etmediği ve açıktan hamle yapmanın söz konusu olduğu (yani zımnî işlemeyen) bazı durumlarda, bu karıştırmama/engelleme hakkından ilkesel bir şekilde feragat etmek, bedeller ve çabalarla örülen bir politik faaliyetin başka özneler tarafından bozulması, sekteye uğratılması ya da sahiplenilmesine seyirci kalarak verilen bedel ve harcanan emeğin ürününün peşinden koşmamak ve bu açıdan kendi yoluna sırt çevirmek anlamına gelebilir.

Ancak söz konusu hak, mutlak bir pozisyon değildir. Hakedilen, güç ve çabayla hakedilmiştir; başka bir özne, ortaya koyduğu güç ve çaba oranında bu pozisyonu geriletme hakkına sahiptir.

Üçüncü taraflar

Olayın doğrudan tarafı olmayan üçüncü şahıs pozisyonundaki bir öznenin duruma bakışı, olayın taraflarından ve diğer üçüncü taraflardan bağımsız bir özne olmanın doğal bir gereği olarak, kendi politik-örgütsel anlayışını ve bu anlayış doğrultusunda tarafları yorumlayışını (devrimci, reformcu, karşı-devrimci vs.), olayın nasıl bir konjonktür içinde ve ne şekilde vuku bulduğunu ve hatta kendisinin o ilgili mücadele birimindeki genel halini, sorundan nasıl etkileneceğini içermek durumundadır.

Bir devrimci örgüt, devrimcilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan başka bir örgüte öylesine uygunsuz ve/veya haksız bir yaptırımda bulunur ki, devrimciliği, bu özgül örnekte gereken meşruluğu karşılayamayabilir. Bir başka örnekteyse, bir devrimci örgütün başka bir devrimci örgüte karşı yaptırımı o momentin özgül koşullarında makul boyutlar içerebilir.

Sadece iki uç durumu göz önüne getirmek için verilen bu örnekler, çözümü, “taraflardan birini tutma” şeklinde sadeleştirmek olarak anlaşılmamalıdır. Önemli olan, bir özgül örnekte olmasa da diğerinde gerçeğin duvarına mutlaka toslayacak “fikir beyan etme özgürlüğü”nden türeyen liberal genelliklere kapılmamak ve üzerine örgütün inşa edildiği kendi biricik yolunu izlemenin zorunlu sonucu olarak bağımsız pozisyonu korumaktır.

Son olarak, söz konusu gündeme geçmeden önce, bu akıl yürütmenin (şablonun değil) güncel örneğe doğrudan gönderme yapmak amacıyla ifade edilmediğini, özgül koşulları değerlendirmek açısından bir mantık oluşturulmaya çalışıldığını belirtmek gerekiyor.

Nurtepe ve ötesi

İstanbul Nurtepe’de Halk Cephesi’nin cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası döneminde Selahattin Demirtaş için açılan masaya ‘müdahale’ etmesiyle başlayan ve sonrasında buna yanıt olarak esasen yurtsever gençlerin, Halk Cephesi’nin etkin olduğu mahallelerde Halk Cephesi’nin kurumları ve taraftarlarını hedefleyen sert ‘müdahale’ kampanyasıyla devam eden olaylar, aslında birkaç yıldır iki örgüt arasında çeşitli vesilelerle süren gerginliğin zirve yaptığı bir noktaydı. Kürdistan Özgürlük Hareketine yakın duran sol örgüt ve gruplardan, bu gerginliğin doğurduğu çatışmalara ideolojik olarak ve/veya fiilen katılanların sayısı azımsanmayacak kadar çoktu. Günler boyu süren ve etkileri çeşitli vesilelerle devam eden son derece kötü manzara, devrimcilerin etki sahibi olduğu birkaç mahallenin çatışmalar nedeniyle darmaduman olması, ölüm ve sakat kalmalar ve devletin faydalanma çabalarıyla sonuçlandı.

Olaylara dışarıdan bakabilen bir göz, iki örgütün benzer yönleri ve pratiklerini görmezden gelmeyecektir. İki örgüt de hakimiyet kurduğu alanlardaki davranışlarıyla birbirini andırıyor. Halk Cephesi’nin Nurtepe’deki ve daha önceki örneklerdeki engelleme tavrını eleştirirken, Kürt Hareketinin Halk Cephesi’ne ve başka sol örgütlere karşı sadece son birkaç yılda gerçekleştirdiği benzer engelleme hamlelerini görmemek, ‘büyük gücü kabul etmeyi’ de içeren bir iltimas anlamına geliyor.

Halk Cephesi’nin Kürdistan Özgürlük Hareketi ve genel olarak Kürt mücadelesine uzaklığı da bu tutum için yeterli mazeret olamaz. Halk Cephesi’nin, Suriye ve Irak’ta Kürt Hareketini ve ilişkili özneleri emperyalizmin maşası olarak ilan eden[6], büyük bir ezilen ulus hareketinin dinamik-devrimci ilerleyişine sabit bir noktadan bakarak kayıtsız kalan ve çoğu durumda artık karşı duran anlayışı açıkça bir sorun teşkil ediyor. Ancak mevcut olaylarda ve birkaç seneye yayılan gerginlikte, iki tarafın da devrimci olduğu gerçeği anlayışsal problemlere göre önceliklidir. Birincil değerlendirme ekseni “devlet karşıtlığı”dır.

Kürdistan-Türkiye ayrımı[7]

Olayın merkezindeki Kürt Hareketinin çıkmadığı seviyeye ulaşarak Halk Cephesi ile tüm ilişkileri kesen ve bunu bir kampanya haline getiren ESP[8], olaylar nezdinde bağımsız duruşu korumamanın semptomlarını sergiledi.

Diğer yandan Kürt ulusal mücadelesiyle ilişkisi açısından sorun, Türkiyeli bir örgüt olarak “ESP’nin toplamı”nın gerçeklikteki izdüşümünün, Kobane’deki direnişe kendi ölçeğine göre ciddi düzeyde ve simgesel öneme sahip bir fiili-devrimci destek sunan ‘bileşen’de değil, Türkiye’deki liberal yanlar barındıran legal partide yoğunlaşmasıdır. Kobane’de Kürdistan mücadelesine kanla sunulan destek, Türkiye’den yapılmasına ihtiyaç duyulan devrimci desteği ikame edemiyor. HDK/HDP’deki bir araya geliş ve üst düzeyde temsil pozisyonunun, söz konusu yoğunlaşmayı ve bağımsız dur(a)mamayı güçlendiren bir etki yaptığı söylenebilir.

Türkiye-Kürdistan ayrımı bağlamında, örneğin Halk Cephesi’nin uyuşturucu/fuhuş karşıtı kampanyayı geri planda bırakacak şekilde Kobane’yi birinci gündem haline getirmesinin nesnel karşılığının, halihazırda verdiği/vermek zorunda olduğu “bulunduğu yerlerde tutunma” mücadelesi açısından çok daha zayıf olacağı (veya olmayacağı) gerçeği[9], Türkiye’de mücadele yürütüyor olmakla ilgili bir durumdur.


[1] Olayda dövülen bir erkek de vardı. Halk Cephesi, bu iki kişinin daha önce de cezalandırılmış olan fuhuş yaptıran kişiler olduklarını açıkladı ancak kadın sadece fuhuş yapıyor olsaydı da cezalandıracaklarını belirtti: “Fuhuş Yapmak da Yaptırmak da Suçtur”, Bağımsızlık Demokrasi Sosyalizm için Yürüyüş, Sayı 428, sayfa 37.

[2] “ÖGK’dan Halk Cephesi’ne tepki”:

http://www.etha.com.tr/Haber/2014/07/22/kadin/ogkdan-halk-cephesine-tepki/

[3] Burada, karşı türden bir örneğin, Cemil Bayık’ın, kimleri kast ettiği anlaşılan “marjinalize edicilik” uyarısının konusu olduğu akıllara gelecektir. Ruşen Çakır’ın Cemil Bayık ile yaptığı ilgili söyleşi: http://rusencakir.com/Cemil-Bayik-ile-soylesi-20-Agustos-2014-Tam-metin/2839

[4] Neçayev konusunda bkn.: Süleyman Yılmaz Bulduruç, “Devrimcinin İlmihali: Neçayev”, Teori ve Politika 51-52

[5] “Baraj bölgesinde fuhuş yapılırken Cepheliler tarafından suçüstü yakalanan bir adam ve bir kadın cezalandırıldı. Ahlaksız kadın, bir kadın Cepheli tarafından dövülüp kovuldu.” Bağımsızlık Demokrasi Sosyalizm için Yürüyüş, Sayı 400, sayfa 16.

[6] “Emperyalistlerin bu seferki maşası: Irak’ta Peşmerge, PKK ve PYD; Suriye’de PKK, PYD, El Nusra ve ÖSO’dur!”, Bağımsızlık Demokrasi Sosyalizm İçin Yürüyüş, Sayı 435, sayfa 13.

[7] Burada Kürdistan ile Türkiye’nin (kabaca Türkiye siyasal sınırlarından Kuzey Kürdistan’ın çıkarılmış hali), öncelikleri birbiriyle kesişmesi gerekmeyen ve halihazırda arasındaki açının arttığı iki ayrı mücadele birimi olduğu savı temel alınıyor. Bu bağlamda, Kürdistan Özgürlük Hareketi dışındaki örgütlerin, farklı etmenleri de içermekle birlikte, aşikâr olan mekânsal varoluş ve etki farkı nedeniyle Türkiyeli olduğu ifade ediliyor. Kürdistan-Türkiye ayrımıyla ilgili olarak, bkn.: Metin Kayaoğlu, “Yeni-HDP: Olmayacak dua veya simya”, Teori ve Politika 64-65

[8] Partizan, hem Halk Cephesi’nin hem de yurtsever güçlerin hatalarını eleştiren ve ortak düşman devlete işaret eden sorumluluk sahibi bir açıklamaya imza attı: “Devrimci, Yurtsever Güçler Arasındaki Şiddete Son Verilmeli, Ortak Düşmana Karşı Mücadele Büyütülmelidir!”:

 http://www.ozgurgelecek.net/manset-haberler/10668-partizan-devrimci-yurtsever-guecler-arasndaki-iddete-son-verilmeli-ortak-duemana-kar-muecadele-bueyuetuelmelidir.html

Ancak sonrasında Partizan da Halk Cephesi ile tüm ilişkileri sonlandırdığını açıkladı.

[9] Burada kastedilen Kürt ulusal mücadelesine ve Kobane gündemine kayıtsız kalmak değil elbette.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar