Ana SayfaGüncel YazılarMao Ze-dung: "Geçmişin yayından modernizme fırlayan ok"

Mao Ze-dung: “Geçmişin yayından modernizme fırlayan ok”

 

 

 

KİTAP    TANITIMI

Mao Ze-dung:

“Geçmişin yayından modernizme fırlayan ok”

Metin Kayaoğlu

 

Mao: Bilinmeyen Hikâye, Jung Chang & Jon Halliday, Çev.: Ayla Yazal Okyayuz, Goa Yay., İstanbul 2006, 664 sayfa. Biri “Uzun Yürüyüş” güzergahını gösteren iki harita ve onlarca fotoğraf.

Efsaneye göre, Cengiz Han avcunda bir kan pıhtısıyla doğmuştur. Bu, dünyanın başına musallat edilmiş bir “barbar” bela olacağının da işaretidir “uygarlık”ın yazıcılarına göre. Ama bu pıhtıda bir cihangirin muştusunu görenler de vardı. Nereden baktığınıza bağlı.

Mao adlı kitabın konusu olan Mao Ze-dung’un da, nereden bakıldığına şiddetle bağlı bir niteliği var. Karşı taraftaysanız kesin bir tepkiyle reddetmek durumunda kalıyorsunuz; bu taraftaysanız kesin bir şekilde özdeşleşmek…

***

Kitabın Çinli yazarı anlatıyor… Tarih, 26 Aralık 1893’tür. Çin semalarına, ücra bir vadideki köyden başlayarak bir kasvet çöker. Bu, Mao Ze-dung’un doğduğu tarihtir. Mao, doğumundan itibaren önce ailesinin, sonra çevresinde bulunmak talihsizliğine uğramış fanilerin, giderek Çin’in milyara ulaşan halkının ve gücü yetseydi bütün dünyanın başına inmiş bir beladır artık her hareketiyle… Küçüklüğünden beri, anası, babası ve kardeşleriyle ilişkileri bir faydalanmadan fazla ve başka bir şey değildir. ‘Ze-dung’ sözcüğü, “Doğu’nun üzerinde parıldayan” anlamına gelmektedir, ama hakikatte bu ad, “doğunun üzerindeki karaltı”dan / uğursuzluktan başka bir anlama gelmemiştir!

650 sayfa civarındaki bir kitap hep ve sadece bu şekilde gitseydi okumaya değmezdi, ancak öyle olmadığı görülecek. Üstelik yazarı da pek değerliymiş; Çin’de bir İngiliz üniversitesinden doktora unvanı alan ilk kimseymiş! Hem de seçkin bir üniversitenin kalburüstü bir programından… Mao’nun inadına bir Batılıyla evlenmiş ve bu kez de Batılı bir gözle bakmak için ülkesine dönmüş. Bu Batılı, aynı zamanda, kitabın künyesinde yer alan ikinci yazar!

Kitabın neredeyse her cümlesinde takıntılı bir nefret, politik olarak bir “soğuk savaş” haininin tutum ve davranışı taşıp duruyor. Fakat, aynı zamanda, kitapta ya da bu 650 sayfalık yığında, “bizim taraftan ulaşamayacağımız hacimde, bir yığın doküman ve enformasyon barınıyor. Bu yığının tümünün gerçeği yansıtma ihtimali söz konusu değil, ama üçte biri, hatta onda biri bile doğruysa yeter. Çünkü bizim tarafta, bir başka sığlıktan başka pek bir ürün bulamıyoruz. Propagandayla malumatı, hatta belgeyi ayıramayan eserlerle dolduruluyor gözümüz ve gönlümüz bizim tarafta. Nasıl, karşı tarafın “medya”sında her zaman bir çöplük yığını görünümündeki zehirli enformasyon bataklığı içinde, bizim için altın değerinde malzemeler varsa ve bunları başka yerde bulamıyorsak, bu kitapta da, pek bulamayacağımız bir yığın bilgi mevcut.

Yazarın -tek bir yazardan bahsetmek daha doğru-, tüm derdi, Çin’i güzel ilerleyen yolundan saptıran bir tek kişiye lanet okumak. Her satır kişisel bir hırsla yazılmış. Bu hırsla yazar, Mao’nun, daha çocukluk çağlarından başlayarak, yeryüzüne gelmiş bir musibet olduğuna kandırmaya çalışıyor okuru. Mesela, anasına sevgisini yazıyor, ama yazara göre, bu bile Mao’nun istismar ettiği bir duygulanım.

Yazarın, gizlemeye hiç gerek duymadığı nefreti, karşı taraf söz konusu olunca, ilgisiz okurun bile dikkatinden kaçmayacak bir ters duyguya bırakıyor yerini. Yazar, Mao’nun onyıllar boyu savaştığı düşmanı Çang Kay-şek’e ölçüsüzce hüzünlü bir sevgi besliyor. Çang Kay-şek’in kaderine derin bir hayıflanma ve yas duygusu kitabın başından sonuna kadar görülüyor. Buna karşılık, yazar, Mao’nun yaşamında çok görülen kişisel dramları bile dikkate almaya yanaşmıyor. Mao, bir sahtekar, kendinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen bir sapık olarak gelmiştir dünyaya ve bu dünyadan aynı şekilde göçecektir. Nitekim, son günlerinde bile onun hastalıklı ruhunun zengin tasvirlerini göreceğiz kitap boyunca!

Ancak her nesne gibi, bu kitabı da, yazarının ruh hali dahil, bizim bakış açımız ve önceliklerimizden ele aldığımızda, yazarın neden düşman olduğunu, bu düşmanlığın bir düşmanın normal ve doğal tepisi olduğunu da anlayacağız. Düşmanın düşmanca davranışını yargılamanın gereği yok. Biz kendi işimize bakalım.

***

Yirminci yüzyılı kapsayan “sosyalizm deneyimleri”ni soğukkanlı bir şekilde ele alma zamanı geliyor. Toplumlar tarihinin ezilenlerinin en önde gelen deneyimi olan bu örnekleri ele almak ve binlerce yıllık tarihteki yerine oturtmak, geçmiş tarihin bilincini oluşturmada vazgeçilmez önem taşıyor.

Çin’de devrim ve sosyalizm deneyimi, uzun yıllar alan bir mücadele tarihini izlemek demek oluyor. 1920’lerin başlarından 1970’lerin ortasında, 1976’da ölümüne kadar, bu mücadelenin her zaman en önündeki adamın, Mao Ze-dung’un varlığını izleyen bir çalışma, aynı zamanda dünya insanlarının önemli bir kısmının tarihteki hareketini de izlemek oluyor. Yaklaşık otuz yıllık bir iktidar-öncesi dönem ve yaklaşık otuz yıllık bir iktidar dönemini kapsayan bir uzun dönemdir Çin sosyalizmi deneyimi…

Nasıl bir kişiydi?

Kitaptaki, onmilyonları çok sıkı örgütleyebilen, efsanevi bir önderlik profili çizen, varlığını tam olarak adamış bir adamın çıplak hallerini de yer yer zengin örneklerle görüyoruz.

Kitapta anlatılan ve Mao’nun kişisel tutumlarına örnek gösterilen birçok olay, onun, eşini, çocuklarını, kardeşlerini mücadele içindeki herhangi birinden ayırmadığının kanıtları. Oysa yazar için bütün bunlar birer insanlık suçu. Mao, yakınlarını kayırmalı, böylece bir ‘insan’ olduğunu göstermeliydi! Kitap, Mao’nun bu türden insanlık gösterilerine metelik vermediğini isyan patlamalarıyla anlatıyor. Bu, Uzun Yürüyüş sırasında iki çocuğunun kaybına karşı tutumunda, yine bu sırada karısının öldürülmesine politik -ama politik!- kayıtsızlığında, direnmesine rağmen eşinin parti içi bir soruşturma kampanyasında sorgulanmasını istemesinde, oğlunu disiplin için   özel   bir   uygulamaya  göndermesinde,   devrimin başarısından sonra, Kore Savaşında oğlunun ölüm haberini almasında, kızını yatılı okuduğu okulda hiçbir ayrıcalık olmadan karneyle yiyeceğe tâbi tutmasında ve nihayet kendine karşı tutumunda ve kitap boyunca aktarılan çok sayıda olayda görülür.

Parti’de, “milliyetçi bölge’den gelen üyelere dönük bir soruşturma kampanyasına ilişkin Lin Biao’nun ve Mao’nun tutumunu kıyaslar yazar. “1943’te Lin Yenan’a döndüğünde, karısının davası ile ilgilenen Parti ofisine paldır küldür girdi. ‘Analarını bellediğimin orospu çocukları!’ diye bağırdı, kamçısını masanın üstünde şaklatarak. ‘Biz cephede savaşırken, siz cephe gerisinde, burada karımı düzüyorsunuz ha!’ Karısı hemen serbest bırakıldı ve tamamen temiz raporu verildi.” Yazara göre, Lin Biao’nun tavrı insani ve normaldi, ama Mao öyle mi? Aynı soruşturmaya Mao’nun “son karısı” da dahil edilmek istendi, Mao, direnmeye çalışan karısına “görevli olduğu yere gidip bu korku, evresini yaşaması emrini verdi”. (s. 274:5) Mao’nun, daha sonra Kore savaşında ölecek olan oğlu An-ying’i de -1947-8’de- bu kampanyalardan muaf tutmak bir yana özellikle ittiğini belirtiyor yazar. (s. 328)

Kore savaşı sırasında “Mao’ya oğlunun öldüğü bildirildiğinde, bir süre sessiz kalmıştı ve sonra da ‘Bir savaşta, ölümler olmayabilir mi?’ diye mırıldanmıştı.” Buraya kadar, bir babanın yaşayacağından farklısı olmayabilirdi. Ama yazar, Mao’yu bu şekilde resmetmeye dayanamaz ve ekler: “Mao’nun sekreteri, ‘Çok da büyük bir acı çekiyormuş hali yoktu’, diye gözlemlemiştir.” (s. 392)

Uzun Yürüyüş sırasında, bebeklik çağındaki iki oğlunun kaybında neler yaşadığını bilmiyoruz, ama karısının Kuomintangçılar tarafından kurşuna dizilmesi üzerine yazdığı, “Yitirdim; mağrur kavağımı yitirdim” dizelerinin yer aldığı dokunaklı şiirden haberdarız. Fakat, Mao, Kızıl Ordunun yürüyüşünü, eşinin durumunu hiçbir şekilde gözetmeden ve tam bir politik kayıtsızlıkla yönetmiştir.

“Mao’nun şık giyim kuşamla ilgisi yoktu. Onun hoşlandığı rahatıydı. Aynı ayakkabıyı yıllarca giyerdi, çünkü eski ayakkabıların çok daha rahat olduğunu söylerdi” diyor yazar. Ama bu kadarla kalsa Mao’yu övmüş olacaktır ve buna tahammül edemez. Ekler hain Mao’yu: “…yeni ayakkabılarını önce korumalarına giydirirdi.” Yazarın belirttiğine göre, Mao’nun “Bornozu, havluları, yorganı hep yamalıydı”. Bu kadarı pek güzel olacaktır okur nezdinde, ama okuru bu bilgiyle bırakmaya gönlü elvermez yazarın: ” … ama bunlar hepimizin bildiği yamalardan değildi, özel olarak Şangay’a götürülür, oradaki en iyi zanaatkarlar tarafından yamanırlardı, bu aslında yenilerini almaktan daha pahalıya mal olurdu.” (s. 344)

Yazar, Mao’nun bazı özelliklerini sayamadan edemiyor: “Paraya önem vermezdi, serveti elinin tersiyle iterdi…” “Mao, anlaşılması imkansız bir gizlilik duvarı arkasında yaşardı, böylece çok az sayıda insanın onun hayatı ve dünyası, nerede yaşadığı hakkında bilgisi vardı (halkın önüne çok az çıkardı). Yakından bile, çok lüks içinde yaşıyor görüntüsü vermezdi. Servet umurunda değildi ve genelde lüks işareti sayılan altın musluklar, antikalar, tablolar, geniş bir gardırop, şık ve kıymetli mobilyalar gibi şeylerden kesinlikle uzak dururdu.” (s. 341) Yazar misyonunu ekler: “Ama iç çamaşırları incecik pamuktan dokunmuştu.”

Yazar, Mao’ya nefretiyle şöyle cümleler bile kurabiliyor: “Mao, aslında ani ve düşüncesizce hareket eden bir adamdı, ama bunu kontrol altında tutmayı başarırdı.” (s. 267)

Kültür Devrimi günlerinde Mao, kendine sarılıp ağlayan bir gençlik önderine ağlamayla karşılık verir, ama yazar hemen uyarır bizi: Sakın aldanmayın; o, aslında ağlamaz! “Mao da görünüşte ağladı…” (s. 559)

Hunan Raporu ve namlunun ucundaki iktidar

Mao’nun, kendini tarihte ayırt etmeye olanak veren ilk belirgin politik manifestosu mahiyetindeki ünlü “Hunan Raporu”nun tarihsel önemi burada da onaylanıyor. Gerçi Mao’nun politik karakteri “meşum” kişiliğinde baştan beri saklıysa da, ve yakın çevresiyle ilişkisinde “açık olarak” ve 1917’deki ilk yazılarından itibaren kesin kanıtlarıyla görülmeye başlandıysa da. Hunan Raporu onu ülke çapında bir politik figür haline getiren sürecin kritik momentiydi. Rapor, yerinde bir tutumla, Mao’nun kırdaki dinamiği kavrayışı, ezilenlerin politikasının şiddetle özdeşliği, dağlık bölgeye çekilişi ve buradaki politik faaliyetiyle ilişkilendiriliyor.

Her ne kadar 1921’den beri partide faaliyet yürütüyor ve 1924 tarihli bir ABD raporunda adı önde gelen komünistler arasında geçiyorsa da, Mao’nun kendi adıyla anılacak politik Marksizm anlayışını ortaya koyan kesinti momentini -daha önce  birtakım   belirtiler  olsa  da-  Mart   1927 tarihli

“Hunan’daki Köylü Hareketine İlişkin Bir Araştırma Üzerine Rapor” oluşturur. Mao bu yazıyla devrimci köylü hareketiyle bağ kurmanın komünist devrimcilik bakımından tayin edici önemini ve köylülerin devrimciliğinin bazı temellerini ortaya koyuyordu. Bu yazı Komintern gazetesinde imzasız olarak yayınlanmıştı. Mao, çok ünlü sözünü, aynı yıl, 7 Ağustos 1927’de yapılan bir parti toplantısında söylemişti: “İktidar namlunun ucundadır.”

Mao aynı yılın ekim ayında, bir haydut yatağı olan Jinggan dağlarına emrindeki bin beş yüz kişilik silahlı güçle yerleşir. Burada eşkıya şefi Yuan Wen-çay ile bağlantılanır ve kısa sürede hem bu grup üzerinde hem de bölgede hakimiyet kurar. Yazar durumu şöyle anlatıyor: “Mao eşkıyalardan daha eşkıya, haydutlardan daha haydut çıkmıştı.” Mao buradan çevreye saldırılar düzenliyordu. Bunun sonucu Mao’nun adı basında sıkça geçer olmuştu. “Mao artık büyük bir eşkıya reisi olarak anılıyordu ve kötü bir şöhrete sahipti.”

Bu sıralarda Çin’de Komintern’in inisiyatifiyle gerçekleşen tüm ayaklanmalar başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ama Mao başarıyordu. Mao’nunki başka bir politik yoldu. Bu tarihten sonra, Çin’deki politik mücadele Mao’nun anladığı tarzın egemenliğinde yürüyecektir.

1928’de Moskova civarında yapılan ÇKP kongresinde Mao yoktu ama onun şanı Moskova’ya kadar gelmişti. Kongreye sunulan politik raporda, Mao’nun askerlerinin “bir parça haydut karakterinde oldukları” yazılıyordu. Buna rağmen Mao kongrede “ana savaşçı lider” olarak tanındı. Bu kongre sırasında, 9 Haziran’da, Çin Partisi liderleriyle yaptığı görüşmede Stalin’in Mao’yu bizzat övdüğü anlatılıyor.

Bunu izleyen yıllarda, 7 Kasım 1931’de, Çin’de kurtarılmış bir bölgede, Sovyetler Birliği ve Moğolistan’dan sonra, dünyanın üçüncü “kızıl devief’inin kurulduğu ilan edilir. Başında Mao’nun olduğu bu devlet, 150-160 bin kilometre karelik bir alana yayılmıştı ve nüfusu 10 milyon civarındaydı.

Bu arada parti büyük bir hızla büyüyordu. Partinin üye sayısı Haziran 1922’de sadece 195’ti. (s. 31) 1925’teki kongre sırasında 994 üyesi vardı. Daha sonra hızla gelişmiş olan partinin üye sayısı, kızıl bölgelerin kontrolü nedeniyle 1931’de 120 bine yükselmişti. 1941’in sonlarında bu sayı 700 bin civarında olacaktı.

Ancak bu devlet varlığını koruyamayacak ve komünistler, 1934’ün Ekim ayında 80 bin kişiyle başladıkları “Uzun Yürüyüş”ü, 10 bin kilometre katederek tam bir yıl sonra 10 bin kişiyle tamamlayacak ve merkezi devletin kollarının uzağında bir bölge olan Yenan’a sığınacaklardı. Mao, bütün bu yıllar boyunca hareketin önderliğindeki konumunu her gelişen olayda gösterir ve pekiştirir. Ama yazar, her an olduğu üzere, bu yıllarda da Mao’nun mücadeleyi sonsuz zenginlikteki entrikalarla yürüttüğünü ileri sürer… Yazarın en önemli iddialarından biri, Uzun Yürüyüş’ün ünlü Dadu (ya da Tatu) Köprüsü muharebesinin tamamen bir düzmece olduğudur. Yazarın öteki önemli iddiası da, Çin komünistlerinin Japon işgaline direnmediği ve Japonlarla savaşmaktan kaçındığıdır.

Su sızmayan yapı

Kitap, Mao’nun iktidar öncesi ve sırasında başarılı olmasının onun örgütlenme tarzında yattığını teslim ediyor -ama yine lanet okuyarak. Yazar, Mao’nun “su sızmaz” parti örgütlenmesine tahammül edemiyor. Ona göre, insan unsurunun ve aynı anlama gelmek üzere bireyin ezilmesi ve yok edilmesine dayanan bu yapı, liberal olmak bir yana, liberalizmle bulaşık her yaklaşıma dayanılmaz gelecek bir nitelik arz ediyor. Yazarın, hasta kişiliğinin eseri olduğuna inandığı ve insanlık dışı bir denetim mekanizmasıyla mümkün olacağına kalıbını bastığı bir şekilde, Mao, iktidarı ele geçirmeden önce partiye, ve daha sonra da tüm ülkeye ve topluma tam olarak su sızmazcasına hakim olmuştur!

Yazar, Mao’nun 1930’ların sonlarından itibaren partiye müthiş bir yöntemle tam hakim olduğunu, hatta bu yüzden, komünistlerin “milliyetçiler”e sızabilmesine karşılık tersinin hiçbir zaman mümkün olmadığını hayıflanarak anlatıyor. (s. 256) Hatta, yazara göre, “milliyetçiler” sırf bu yüzden yenilmişti ve bugün dahi, hala açığa çıkmamış komünist ajanları bulunmaktadır Tayvan’da. Anti-komünizm ve anti-Maoculukla gözü dönmüş yazar, Kuomintang’ın başlıca politikalarının birçoğunun da, bu gizli ajanlar tarafından, süreçten sırf komünistlerin zaferle çıkması için saptandığını ileri sürüyor.

“Mao tamamen su geçirmez bir makine yaratmıştı”, sonraki yıllarda girdiği her yeni bölgedeki parti üyelerinin tümünü çok sıkı bir denetimden geçirdi. “Her aldığı toprak parçasında, oradaki görevliler için kontrolü temin etmek maksadıyla sonu gelmeyen önlemler aldı, her bir yeni parti üyesinin kendi ailesinin tüm fertlerini ve sosyal ilişkilerini bildirmesi isteniyordu ve bu, olayın sadece başlangıcıydı.” (s. 320)

Mao’nun, mücadeledeki ilk yıllarından devrimin ilerleyen yıllarına ve son yıllarına kadar, hiçbir zaman elden bırakmadığı tedbirliliğinin ve sağlam hareket etmesinin kişisel ve politik çok sayıda örneğine rastlanıyor kitapta.

1949 Ekim ayında, Mao’nun önderliğindeki kızıllar bütün kıta Çin’e hakim oldular. Mao, kısa süre sonra, bütün toplumu ilgilendiren sorunlara el attı. “Hükümet ‘Devrim Karşıtlarının Sindirilmesi’ kampanyasını, basit haydutluğu, gangsterliği, cinayeti, soygunu, kumarı, uyuşturucu satıcılığını ve kadın ticaretini içine alarak, her türlü politik olmayan suçu da kapsayacak şekilde genişletmişti. Eşi görülmemiş bir organizasyon ve zalimlikle, bu girişimler çok başarılı kılındı. 1952 yıl sonu itibarıyla, uyuşturucu satışı ve genelevler, neredeyse tamamen ortadan kalkmıştı.” (s. 338)

“Mao şimdi devlet kasasının üzerinde su bile sızmayacak bir kontrolü sağlamak için dikkatini yoğunlaştırdı, böylece halktan topladıklarının özel ceplere intikalini önlemek istiyordu. (…) / Milliyetçi yönetimde yolsuzluk adeta salgın halini aldığından, bu kampanya halkın beğenisini kazandı. Birçokları, komünistlerin bunları tamamen önlemeyi planladıklarını düşündü. Ancak halkın göremediği bir şey vardı, hakikaten bu kampanyadan sonra, ancak çok az sayıda insan devletin kasasına ellerini sokmak cesaretini gösterdilerse de, devlet kasalarında toplanan muazzam miktarlar, hiç de halkın yararına harcanmayacaktı.” (s. 339)

“Komünist memurlar, alışılmış ölçülerde rüşvet almak gibi yolsuzluklara bulaşmadılar, ama onlara, çok dikkatlice tespit edilmiş bir hiyerarşik düzenle, ayrıcalıklı bir hayat standardı sağlanmaktaydı. / Mao’nun kendisi de alışılmış bir şekilde zimmetine hiç para geçirmedi…” (s. 341)

Yanlış anlaşılmamalıdır, yazar tüm bunları gerçekte Mao’yu yerin dibine batırmak için yazmaktadır. İnanılması zor gelecek ama, yazar, rüşvetin, yolsuzluğun, ahlaksızlığın da insanlık hallerinden olduğunu ve bunların yokluğunun liberalizmin azılı düşmanı Mao’nun sapkınlığının kanıtları olduğunu yazabiliyor! Birey ancak servetle, rüşvetle, var olabilir; ve kollektivizmin kör kalıplarının rüşveti yok etmesi kabul edilemez!

Tüm bunlara rağmen, Kültür Devrimi sırasında ele geçirilen serveti de saymaktan geri duramaz yazar. Kültür Devrimine kadar toplumun çok ağır bir sefalete itildiğini söyleyen yazar, komünistlerin tüm Çin’e hakim olmalarının üzerinden on beş yıl geçtikten sonra Kültür Devrimi yıllarında, 1966’da yapılan ev baskınlarında, “tonlarca altın, gümüş, platin, mücevher ve milyonlarca dolarlık döviz” ele geçirildiğini -yine derin hayıflanmalar eşliğinde- yazıyor. (s. 537) Bu veriler Mao için, operasyonun sürmesinin ekonomik boyutlu gerekçeleri iken, bu servete el konulması yazarın gözünde tarihsel ve ahlaki birer suçtu.

Biz bundan ne çıkarabiliriz? Mao’yu -kendi eserinden aldığımız güçle- eleştirmek için bir neden bulmuş oluruz sadece. Demek, Mao’nun su sızmaz fıçısında kaçaklar varmış, ve bereket, Mao bunu görmüş ve sürekli bir mücadele anlayışıyla Kültür Devrimini beslemiş!

Stalin ve Mao: Kuruculuk sorunu ve devrimcilik

Yazarın Mao’yla ilgili çabası, liberal Batılının gözündeki ‘Gaddar katil ve totaliter Stalin ve Hitler’ ikilisinin yerine tek başına Mao’yu geçirmek. Mao varken Stalin pek klasik ve yavan kalıyor yazara göre! Yeni yöntemlerin, orijinalliklerin sahibi olarak Mao, hak ettiği tahta oturtulmalıdır. Mesela:

“Stalin temizlik hareketlerinde, seçkin bir grup olan KGB’yi kullanmış, onlar da kurbanları çabucak gözden uzaklaştırıp hapishanelere veya Gulaglara veya ölüme göndermişlerdi. Mao ise büyük bir şiddet ve aşağılamanın halkın gözünün önünde gerçekleştirildiğinden emin olmuştu ve bunu yapacakların sayısını da kurbanların eziyet ve işkenceyi yapanların kendi emirlerindeki insanları bu işte görevlendirerek artırmıştı.” (s. 540)

Sovyetler Birliği gibi sosyalist bir devlet ile, iktidar yürüyüşündeki bir komünist hareket arasındaki gerilimli ilişkinin bazı ayrıntılarını da görme fırsatı buluyoruz. Stalin’in ve Mao’nun, kurucu pozisyondaki bir Marksist ile henüz bu aşamada olmayan ve yıkıcılığı ön plana çıkarmış bir Marksist arasındaki ontolojik sorunları anlamaya çalışıyoruz. Daha sonra, iktidara egemen olduktan sonraki birkaç yılda kurucu Stalin ile kurucu Mao arasındaki ilişkileri ve bu iki Marksistin yol ve yöntem farkını görmeye çalışıyoruz. Nihayet, Stalin’in ölümünden sonra Mao’nun, kuruculuk yıllarında, 1950 ve ’60’larda -ve nihayet ’70’lerde- kuruculuk/yıkıcılık denklemini nasıl kurduğunu ve son yıllarında yaşadığı zorlukları izliyoruz.

Kitaptan, “Milliyetçi Çin”in Japonlarla savaşta en büyük hatta tek yardım aldığı ülkenin Sovyetler Birliği olduğunu öğreniyoruz. “1937 Aralık ayından 1939’un sonuna kadar, iki binden fazla Rus pilotu, Çin’de görev uçuşu yapıp yaklaşık bin Japon savaş uçağını imha ettiler…” (s. 207) Sovyetler Birliği, Almanya’yla ölüm kalım savaşına tutuşuncaya yani 1941’e kadar, “Çin için ana silah ikmal kaynağı değildi, ağır silahlar, toplar ve uçaklar için, hemen hemen tek ikmal kaynağıydı.” (s. 207) Hatta Çang Kay-şek başkentini taşıdığında kendine eşlik eden tek yabancının Sovyetler Birliği büyükelçisi olduğu aktarılıyor.

Stalin, işgal koşullarında oldukları için, Çinli kızıllara kendi devletleriyle ittifakı şart koşuyor. O, ‘İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da, komünistlerin Çin’de iktidarı almak için sonu belirsiz çatışmalara girmelerinin Sovyetler Birliği’nin güvenliği için bir risk olduğunu hesap etmiş olabilir. Kitapta, Mao’nun sonraları söylediği gibi, Çin Devriminin nasıl Stalin’in iradesine karşı gelerek kazanıldığının genişçe hikayesini bulmak mümkün.

Çin’de komünistler iktidarı ele geçirdikten birkaç ay sonra Mao, Sovyetler Birliği’ni ziyaret eder. Ziyaretin birkaç ay sürdüğünü ve Mao’nun Sovyetler’de geçirdiği süreden hiç hoşnut kalmadığını biliriz. Mao’ya göre, Stalin, Çin komünistlerinin uluslararası komünist hareket içinde etkin bir rol almalarını istemiyordu. Bu yüzden, Stalin’in Mao’nun istediği gibi hareket etmesini çeşitli bahanelerle engellediğini ileri sürüyor yazar. Hatta bunun Batı kamuoyunda da dikkat çektiğini ve Mao Sovyetler Birliği’ndeyken İngiliz basınının Mao’nun Stalin tarafından ev hapsine alındığı haberini yayınladığını öğreniyoruz, (s. 364)

Stalin’le Mao arasındaki bir üslup farkı mıydı, yoksa bu iki komünist önderin arasında derinlikli teorik boyutları da olan önemli bir ayrım mı söz konusuydu?

Stalin’le Mao’nun -ve öteki birçok devrimci önderin-Marksizmin Marx, Engels, hatta Lenin gibi kurucularından önemli bir fark ve ayrıcalığının, sosyalizmin kuruluş sürecinde rol alabilmeleri olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. Lenin’in de, Stalin ve Mao’dan farklı olarak sosyalist kuruluş deneyimini yaşadığı söylenemez. Sovyetler’de iç savaşın ardından geçen birkaç yılda Lenin’in tutumuna ilişkin birçok tema soyutlanabilir ama yine de bunların en azından birikim olarak Stalin ve Mao’nun deneyimiyle   kıyaslanması   yanlış   olacaktır.   Lenin’in, sosyalizmin kuruluş deneyimine ilişkin bazı tutum ve politikaları var ama bunların olgusal olarak kategorik nitelikte olmadığını söylemekte beis yok; Troçki’nin de Lenin’den farklı olmadığı söylenebilir. Bu konuda kategorik bir yer tutan Marksistler arasında en önde geleni Stalin ve Mao’dur. Açlık koşullarında yaşayan bir toplumu beslemenin, onu dünyanın gelişmiş kapitalist ülkelerinin rekabet ortamında üretimsel ve teknolojik olarak geliştirmenin ağır sorunlarıyla yüzleşme konusunda Stalin ilk sırada geliyorsa, Mao, yakın arayla onu izleyecektir.

Dolayısıyla, Lenin yaşasaydı Stalin’den farklı olarak ne yapardı, gibi spekülatif olmaya mahkum bir soruya yanıt aramaktansa, Stalin’le, -bir sosyalist kuruluş deneyimini üstlenmiş- Mao’yu karşılaştırmak ilginç olabilir. Stalin’le Mao arasındaki belirgin bir farkın, kuruculuk/yıkıcılık ya da “devrim sonrası devrimcilik” sorunsalı üzerinden belireceği görülecektir. Söz konusu olan, “üretim güçlerinin geri olduğu bir ülkede” sosyalist bir kuruluş gerçekleştirmeye çalışmak gibi son derece zor bir iştir. Stalin bunu, Mao’yla kıyaslayarak konuşursak, kuruculuk işlevini belirgin bir şekilde öne alarak yapmıştır. Mao ise, iktidardayken de yıkıcı devrimci enerjiyi -belki son yılları hariç- hiçbir zaman bir yana bırakmamıştır. Mao, neredeyse hep, iktidara egemen olmadan yaşadığı gibi yaşamıştır.

Mesela, Kültür Devrimi sırasında Çin gerçek bir anarşi ortamındaydı. Kültür Devrimi, tüm toplumu gerçek bir depreme uğrattı. “Tüm Çin’de bu zulüm tablolarının yer almadığı tek bir okul bile yoktu.” (s. 534) Dört ayda, 11 milyondan fazla genç Pekin’e geldi. “Fraksiyonel çarpışmalar tüm Çin’de birer mini iç savaş olarak arttı ve neredeyse tüm kentsel alanları da kapsadı.” (s. 558) Stalin’in tarzının bu tür bir durumu, iç savaş halini, göze alamayacağı kesin olsa gerektir.

Stalin, “dünya devrimi” gibi bir temayı, politik olarak, bir konjonktürel gerçek gibi algılamamış, sorunu öncelikle Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist iktidarın bekası açısından ele almıştır. Ama Mao’da, 1950 ve ’60’Iar boyunca “dünya devrimi”, konjonktürel pratik bir konu olarak yaşanmaktadır. Mao’nun, “atom savaşı” da dahil, ABD’yi ve tüm olarak Batı Blokunu çekecek bir savaşı uygulamaya koymak için pratik önlemler peşine düştüğü, salt bu kitap vesilesiyle değil, herhalde kesin doğruluk taşıyan bir hakikattir. Mao’nun bu yönünün dünyada olduğu gibi Çin’de de başarısız olması, dünya-tarihsel başka bir meseledir ve Mao’nun devrimciliğini “aşmakta”dır.

Ancak aralarında yaşandığını bildiğimiz sorunlara rağmen, Mao, Stalin’i Marksizmden dönme bahanesiyle ya da Marksizme düşmanlık için suçlayanlarla hiç uzlaşmıyordu. İngiltere’nin eski bir başbakanı, 1970’lerin ilk yıllarındaki Çin ziyaretinde, Stalin’in portresinin hala Tiananmen Meydanında asılı olmasından duyduğu şaşkınlığı dile getirip onun milyonlarca insanı katlettiğini söyleyince, Mao’nun buna ne kadar aldırmadığını gösterir ve eliyle küçümser bir hareket yapıp şöyle yanıt verdiğini okuyoruz: “Portre orada, çünkü o bir Marksistti.” (s. 603)

Modernizmin yıkıcısı

Kitapta Mao’yu “yakalama”dan söz edilecekse, bu, birinci bölümün bir numaralı kesiminin başlığında ifadesini bulmuştur: “Geçmişin yayından modernizme fırlayan ok.”

Yazar, yaşamının ilk 17 yılını ele aldığı zaman dilimini işlerken Mao’ya bu niteliği uygun görmüş. Bu, aynı zamanda kitapta yer alan 58 örnek arasında kavramsal ifadeli tek başlık. Yazarın Mao’ya derin nefretini teorik olarak da en iyi şekilde ortaya koyan bu ifade, beri yandan, Mao’yu sahiplenenler açısından da en iyi bir anlatım oluyor: Modernizmin yıkıcısı!

Mao, bambaşka bir uygarlığın insanıydı. Bu özelliğini, belki son birkaç yılı dışında, hep korudu. “Batı uygarlığı” adı verilen ve muhalefeti dahil, çoğu zaman bu muhalefet Marksist adlar da takınsa, toptan dışında olunan bir bütünlük. Mao, bir politik varlık olarak -hatta yazara göre bir biyolojik varlık olarak!- belirmeye başladığı ilk örneklerden itibaren hep bu niteliğiyle önde oldu. Yazarı da en çok rahatsız eden özelliği buydu.

Yazar, Mao’nun tarihin tunç yasasına verdiği büyük önemin karşısında olmakla kalmıyor, onu anlayamıyor bile. Mao’nun bir keresinde şöyle dediğini okuyoruz: “Japon savaş lordlarına teşekkür ederim. Çin’in büyük bölümünü işgal etmemiş olsalardı, biz bugün hala dağlarda olurduk.” (s. 209) Yazar bunu Mao’nun Japonlara karşı savaşmadığının bir itirafı olarak anlayabiliyor sadece.

Mao’nun modern uygarlığa dönük hasmane tutumu, muhtemelen çağdaş tarihteki en ileri örnektir. Mao Ze-dung, kapitalist uygarlığın köküne kibrit suyu dökmeyi pratik olarak

düşünecek denli modernizm karşıtıydı. Salt anlayışta değil, pratikte de bu konudaki en ileri örnektir.

Eskiyle ve Batıyla bağları koparmak

1949’un sonlarında kıta Çin’e egemen olduktan sonra “Mao, son derece somut ve büyük bir adım atmayı da teklif etti, Çin’in Batı ile tüm bağlarını koparmak. “Eğer tüm kapitalist ülkelerin büyükelçilikleri Çin’den giderlerse, çok memnun olacağız’, demişti Kovalev’e (Sovyetler Birliği’nin irtibat görevlisi).” (s. 357)

“Mao’nun tasarladığı, Batı’nın, Partisi üstünde hangi alanda olursa olsun, fikirlerinden tüketim mallarına kadar, bir etki sahibi olması ihtimalini, daha tomurcukken koparıp atmaktı. Bu konuda Stalin’den çok daha dikkatli çıktı.” (s. 359)

Mao’nun Batı’yla uzaklığı kişisel ve günlük yaşamında da görülüyordu. O, her zaman “alaturka tuvalet”i tercih etti. Sovyetler Birliği’nde bulunduğu zamanlarda da bu türden tuvaletler yaptırdı.

Ancak Mao salt bir “Batı-karşıtı” mıydı? O, daha ileri bir yerde. Mao’nun bir yönü onu salt Batı kültüründen koparmakla kalmıyor, zira burada kalsaydı ona bazılarınca atfedilen “doğuculuk” ve “Çincilik” suçlaması haklı olurdu; Mao, Çin’in kadim uygarlığını da reddediyor ve ondan kopmayı savunuyordu. Mao, bir “Doğu-karşıtı”ydı aynı zamanda. Bu, Mao’nun Marksizminin üzerinde durulması gereken temel bir yönü. O, salt Batıyla değil, eskinin köhnemiş kültürüyle de her türlü bağı koparmayı hedefledi. Çin uygarlığının kültüre boğulmuş mirasını elinin tersiyle bir kenara itti.

Kültür Devriminin aslında Mao’nun politika anlayışında var olan bir temanın daha belirgin şekilde ortaya çıkması olduğunu görüyoruz. Mao, eski kültüre açık bir savaş açtı. Tüm Çin’de, eski kültüre ait ne varsa yıkıldı. Dükkan adları dahi… Çiçek yetiştirmek eski toplumdan kalma bir alışkanlıktı, (s. 506) Batının klasik edebiyatının Mao için hiçbir önsel değeri yoktu. Kültür Devriminde, Batılı zihniyeti son derece rahatsız eden gelişmeler oldu. Eski uygarlığa hiçbir saygı söz konusu değildi ve ona ait her şey saldırı ve yıkımın konusu olabiliyordu. Bu konuda Sovyetler Birliği deneyimini eleştiriyordu Mao.

Üretimciliğe karşı

1929 Mayıs ayında, Mao ve bacanağı Lieu’nun ulaştığı Jiangxi’de “kızıllar halkın refahı ve üretim gibi konulara eğilmişler, çiftlik aletleri ve ev gereçleri üreten bir fabrika inşa etmişlerdi. Mao ve Lieu bu programları ‘yapısalcılık’ olarak mahkum etmişlerdi. Lieu ‘Mücadele etmek için üretimin azaltılması kaçınılmazdır’, diye yazmıştı.” (s. 93) Çiftinin çubuğunun peşindeki köylü eline silahı ya hiç almaz, ya da hemen bırakırdı. Oysa Mao’nun devrimci tarzının, sonuna kadar savaşacak, ve kendi dar ekonomi sınırlarını aşacak politik eyleyicilere ihtiyacı vardı. Mao’nun devrimcilik anlayışında “rubleye köpek eklemek” üzerinden yükselecek bir mücadelenin yeri olamazdı. Üreten savaşamazdı.

Mao ve Lieu’nun yaklaşımı, PKK tarihine “Lolan pratiği” olarak geçen olayı ve kavramsallaştırmayı çağrıştırmaktadır.

Bu savaş yıllarının ağır koşullarına rağmen, Çang Kay-şek’in günlüğüne yazdıkları bir hakkın teslim edilmesi olarak okunmalıdır: ‘Haydutları (komünistleri) yok etmek, büyük bir savaşa girmekten daha zor, çünkü kendi bölgelerinde savaşıyorlar ve halkı ne istiyorlarsa onu yapmaya zorluyorlar’ diye not düşmüştü.” (s. 100)

Nükleer savaş girişimi

Mao, bir yandan kapitalist uygarlığın kararlı ve inatçı bir düşmanıydı, aynı zamanda bu düşmanlığın pratik gereklerini yerine getirmek için, yani kapitalist devletlerle ölümüne bir savaş için adım atmaktan geri kalmıyordu.

Mao, “Her zaman için yok edilmeye hazırım” demişti.

Hem kişilik özellikleri hem de ülke politikası bakımından tam bir savaş adamı olarak yaşadı. Kişisel yaşamı, sürekli bir savaşın içindeymiş gibiydi. Ülkesindeki sosyalizm inşasını da bir dünya devrimi anlayışından anladı ve uyguladı.

“Mao, anlaşılması imkansız bir gizlilik duvarı arkasında yaşardı, böylece çok az sayıda insanın onun hayatı ve dünyası, nerede yaşadığı hakkında bilgisi vardı (halkın önüne çok az çıkardı).

“Mao çoğu zaman, askeri havaalanlarına çekilmiş olan treninde uyurdu, bir acil durum halinde ya trenle ya da uçakla kaçabilsin diye. Tüm iktidarı boyunca, kendi ülkesinde bir savaş alanındaymış gibi yaşadı.” (s. 342)

“Resmi istatistiklere göre, bu dönemde (1950’lerin başı) askeri harcamalar, artı silah üretimi ile tesislerin inşası, bütçenin yüzde 61’iydi -gerçekte oran daha yüksekti ve ilerdeki yıllarda daha da artacaktı.” {s. 394)

“Atom savaşı” çıkarmayı gerçekten göze almıştı Mao.

Bu konuda en ciddi olduğu zamanlarda (1957) Çin’de doğum kontrolü uygulamasını kaldırdı. Mao’nun bu amaçla Sovyetler Birliği liderliğine somut öneriler götürdüğünü öğreniyoruz Kruşçev’in anılarından. ABD liderliğindeki emperyalistlerle Çin’de ölümüne savaşmak için Sovyetler Birliğinden atom bombası talep eden Mao, bu isteğinin olumlu karşılanmaması üzerine, ABD ordularını Çin’in içlerine çektikten sonra Sovyetlerin atom bombası kullanmasını önermiştir.

Mao, Kasım 1957’de Moskova’daki komünist partiler zirvesinde yaptığı konuşmada, “Şimdi şunu düşünelim, eğer bir savaş çıkarsa kaç kişi ölür? Dünyada 2.7 milyar insan var. Bunların üçte biri kaybedilebilir veya fazlası, yarısı… Haydi en uç örneği ele alalım, yarısı ölür, yarısı yaşar, ama emperyalizm kökünden kazınmış ve tüm dünya sosyalist olmuş olur” demişti.

“İtalyan bir katılımcı olan Pietro Ingrao, bize bunun tüm dinleyicileri ‘şoke’ ettiğini ve herkesin ‘rahatsız’ olduğunu söylemişti. Mao bir nükleer savaşın çıkmasına aldırmadığı izlenimini vermedi, bundan memnun bile olacağını gösterdi. Yugoslavya’nın baş delegesi Kardelj, toplantıdan ‘Mao Ze-dung’un savaş istediği açıktı’, diye hiç şüpheye mahal bırakmayan bir kanaatle çıktı. Stalinist Fransızlar bile müthiş bir dehşete düşmüşlerdi. / Mao, halkın yaşam standartlarını yükseltme konusunu bir kenara itmişti.

“Mao’nun görüşleri, savaşı önleyip yaşam standartlarını yükseltmek isteyen Stalin sonrası rejimlerin düşünceleriyle, taban tabana, hatta ölesiye zıttı. (…) Orada bulunanlar arasında en gençlerden biri olan adeta üçüncü sınıf Bulgar Todor Jivkov’a ise Mao; ‘Sen genç ve akıllısın’ dedi -‘sosyalizm tüm dünyada zafere ulaşınca, seni dünya topluluğunun başkanı yapacağız.’ (…) Mao bazılarını hayran bırakmıştı…” (s. 426)

17 Mayıs 1958’deki Parti kongresinde ‘”Dünya savaşı konusunda telaşlanmayın. Sonunda insanlar ölecek, nüfusun yarısı silinecek. Bu Çin tarihinde çok oldu. Nüfusun yarısının kalması iyi, bundan sonra da iyisi, üçte biri’, demişti.” (s 455)

Mao, dünya devrimini bir pratik politik mesele olarak görmeyi ömrünün son yıllarına kadar ısrarla sürdürdü. Bu konuda yaygın pratik adımlar attı. 1967’de, “Biz dünya devriminin sadece politik merkezi değiliz, biz dünya devriminin askeri ve teknolojik merkezi de olmalıyız” diyordu ve bu sözü tamamen somut bir mahiyet taşımaktaydı. (s. 582)

Batı’da “68 olayları” patlak verdiğinde Mao, birçok Komünist Partisinin aksine, bunları “Avrupa tarihinde yeni bir fenomen” olarak selamladı.

Fakat, dünya devrimi yöneliminin başarısızlığını da gördü Mao. Bu, ömrünün son yıllarına ve uzun mücadele yaşamının son politik dönemine tekabül etmektedir,

Mao, kendini adadığı dünya devrimi idealinin gerçekleşmesine dönük umutlarını yavaş yavaş yitirirken olaya ironik bir dille yaklaşmayı ihmal etmiyordu. “Devirmeye en çok uğraştığı devlet başkanlarından biri olan Zaire (şimdiki Kongo) Cumhurbaşkanı Mobutu Sese Seko ile karşılaştığında, Mao başarısızlığını sitemkar bir şaka ile dile getirmişti: ‘Açılış konuşması şöyleydi: ‘Bu sahiden sen misin Mobutu? Seni devirmek için çok para harcadım -hatta öldürtmek için. Ama bak işte buradasın!” “Onlara para ve silah verdik, ama savaşmadılar. Kazanamadılar. Ben ne yapabilirim ki?” (s. 587)

Benzer şekilde, son yıllarında ABD’yle kurduğu ilişki sonucu, kendinin bazı komünistler tarafından “sağcı bir çıkarcı olarak algılanmaya başladığı”nı söyleyebiliyordu. (s. 611)

Bilgibirikimsel Marksizm!

Mao’nun Marksizmle öncelikle bilgisel ilişkisi hep onun Marksist kabul edilemeyeceği iddiasının temel iki dayanağından biri olmuştur. Yazarın Mao’nun Marksist olup olmadığıyla ilgilendiği yok, ama Mao’ya çalacağı bir kara bulunca ilgilenmeden edemiyor.

Mao’nun, kızına evlilik armağanı olarak Marx-Engels külliyatı verdiğini okuyoruz, ama yazar ardından hep yaptığını yapıyor ve Mao’nun bunları hiç okumadığını söylüyor. Böylece Mao’yu horlamış olacak!

Bu iddiayı ilk kez, anılarında Kruşçev’den duymuştuk. Stalin’in ardından Sovyetler Birliği lideri olan Kruşçev, Mao’nun kendilerinden, teorik yazılarını Marksist literatür açısından kontrol edecek bir filozof istediğini, bunun üzerine

Sovyetlerin Çin’e büyükelçi olarak Marksist felsefe konusunda formasyon sahibi birini yolladığını yazıyordu.

Ardından, Batının kıdemli Marksist tarihçisi Hobsbawm’ın, Mao’nun Marksizm bilgisinin kıtlığı üzerine yazdıklarını okuduk. Son olarak, Stalin döneminin önde gelen devlet adamı Molotov’un yakınlarda Türkçede yayınlanan bir anlatı kitabında da bu görüşün dile getirildiğini gördük.

Mao’nun Marksist literatüre hakimiyeti gerçekten zayıf mıydı? Bu soruya, sağlamlığını ve gücünü olgulara dayanmasından alan bir yanıt veremeyiz. Sadece Mao’nun yazılarında Marksizme ilişkin teorik derinlik ve kapsam ile politik yazı ve duruşundaki komünist devrimcilik üzerine bir şeyler söyleyebiliriz. Mao’nun Marksizmle edebi ilişkisinin Lenin türünden kılı kırk yaran bir okumaya dayanmadığı kabul edilebilir. Ama, Marksist olmanın bu tür bir okumaya bağlı olduğunu kim söylüyor!

Marksizmin kitaplar yığınında saklı ve ancak akademidekilerce hakkıyla edinilebilecek bir ‘teori’ olduğunu ileri sürenler için salt Mao değil, Lenin de tahammül edilmez bir alaylıdır. Onun felsefe üstüne yazdıklarının meslekten felsefecilerde yarattığı tepkiyi Althusser anlatmıştı zamanında. Ama salt Lenin mi, çağdaşı akademi loncasının papazlarınca Marx’ın yazıları da yeterince disipliner bulunmuyordu. Her şeye rağmen, Mao’nun Batı kültürüyle daha az donanmış biri olduğu kabul edilmeli. Ama bu onun Marksizmle ilişkisini ne ölçüde etkileyecek ya da belirleyecek bir etmendir? Mao’nun Marksizm anlayışı baştan bizatihi bu türden bir Marksizmi reddetmek üzerine kuruludur. Marksizmin Batı’da ve Batılı kültür ortamında ortaya çıktığı tarihsel bir gerçektir, ama Marksizmin Batılı olduğu ancak bir Batıcının ya da onu reddetmek isteyen bir “Doğucu”nun argümanı olabilir. Bu anlayış, Marksizmin dünyanın Batı-dışı bölmelerinde ancak Batılı form ve tarzda varolabileceği anlayışının ürünüdür. Mao’nun Marksizmi Lenin’in ünlü “Avrupa’dan ileri Asya” formülasyonunun devrimci bir sonucudur.

Batılı / modernist Mao okuması Mao’yu Doğululardan bir Doğulu olarak görecektir elbette. Ama, yazarın yanı sıra, değme Batılı Marksistlerin birçoğunun içinde olduğu modernist / Aydınlanmacı sorunsaldan, o, bir modernizm yıkıcısı olarak görülecek ve Marksizmle özden bir ilişkisi düşünülmeyecektir bile.

Modernizm ve Aydınlanma düşüncesine uzaklığın paydalarından birini “birey” konusu oluşturur. Mao’nun uyguladığı ve anlayışındaki Marksizmin Batılı Marksizme uzak ve aykırı gelmesinin nedeni bireyde aranabilir. Mao, liberalizmin tam bir karşıtı, aynı anlama gelmek üzere hümanizmin tam bir teorik-politik karşıtıydı. Mao’nun Marksizm anlayışı, Hobsbawm’a göre, “en azından teoride ve nihai hedefi bakımından bireyin tam kurtuluşunu ve kendini gerçekleştirmesini tasarlayan klasik Marksizmin tam tersi”ydi. Söylemek zorundayız; kıdemli tarihçiyle kitabımızın yazarının derin anlayışı arasında bir fark yoktur. Bireyin kurtuluşunu hedefleyen doktrinler arasında Marksizmin yeri haklı olarak sadece bir karşı-yerdir. Marksizmi bireyin kurtuluşu ideolojilerinden birine indirgeyenlerin yeri de liberalizmin türlü çeşidinden birinin koynudur. Bunlar arasında Marksizme en yakını anarşizmin bir türüdür belki.

Marksizm olduğu sanılan bu şey, liberalizmin -soldaki-bir versiyonudur sadece. Mao’nun Marksizm dışına atılmasının büyük teorik nedeni bu oluyor işte! Bir liberalin Mao’dan rahatsızlığı da -psikolojik ve politik hususları bir yana koyarsak- teorik olarak bundan ibaret olacaktır.

Mao’nun liberalizmin derin reddine dayanan ve dolayısıyla birey üzerine kurulu her yaklaşımı gayet bilinçli bir şekilde mahkum eden yaklaşımına uzak duranlar için pek uygun bir rahatsızlık konusudur. Mao’da görülen ve her tür bireyciliğe ve liberalizmin her tür izine dönük keskin saldırganlığın yer yer Marksizmin tarihsel varlığındaki liberal bulaşıklıklara da yönelmesi, tam da bu kozmosda yer alan Batılı mı yoksa Batıcı mı denilmesi uygun olan Marksistleri rahatsız ediyordu ve bu duygularını Mao’yu Marksizm dışına atarak göstermiş oldular.

Ancak, geç kuşaktan bir teorik Marksist, Louis Althusser, Mao’nun teorik yazılarına özel bir önem verdi ve bu, Mao’nun dikkatini çekti. Althusser’in yazdığına göre, Mao, kendisiyle görüşmek de istedi. Ama Althusser, sonradan hayattaki en önemli pişmanlıklarından biri olarak anacağı bu öneriyi, Fransa’daki partiyle ilişkilerini gözeterek geri çevirecekti.

Althusser, Mao’nun “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şeklindeki liberal burjuva şiarına prim vermeyişindeki anlamı gördü ve Marksizmi teorik bir anti-hümanizm olarak nitelerken Mao’nun eserinden yararlandı.

Mao’nun bu kitapta gerçekleştirilen mahkumiyetinin temel içkin argümanlarıyla, anılarında Mao’yu eleştiren Kruşçev’in ve 1960’lardaki resmi Sovyet yazarlarının Maoizm eleştirilerindeki temel tema ortaktır. Tümünün eleştirisindeki asıl çıkış yeri liberalizmin ta göbeğidir. Bu, ya pratik görünümler şeklini almakta, ya da teorik terimlerle ifade edilmektedir. Ama Mao’nun Marksizminin Marksizm adına eleştirisi, onun liberalizm adına eleştirisinden Marksizm ile liberalizmin uzaklığı kadar uzak olmalıdır birbirinden.

Tarihsel ve teorik anlamıyla Mao Ze-dung, ezilenlerin tarihsel yayından kapitalist modernizme atılan ve yıkıcı işlevini yerine getiren devrimci bir oktur.

Hisse!

Bu kitap, bir tür sınama olarak okunabilir. Devrimcilerin ta içlerinde kalma olasılığı hiç de zayıf olmayan liberal ya da hümanist “öz”ler, yahut da, Marksizmi liberal ya da hümanist ideolojilerle karıştıranlar açısından tam bir sınama metnidir. Bu kitapta yazılanların önemli bir kısmı düzmece olabilir; ama kesin olan, en az önemli bir kısmının da -resmi sosyalist tarihimizin alamadığı- gerçeği yansıttığıdır. Bu gerçekler karşısında biri hala Mao’yu savunabiliyorsa, bizce, Marksizmin devrimci sınavından geçmiştir. Hisse budur!

Bu kitabın belki geniş kitleler değil ama yaygınca okunması sağlanmalıdır. Giden gider, ama biliriz, kalanlar sağlam olarak kalmışlardır.

Eleştiri sözü

Nihayet Mao, 9 Eylül 1976’da öldü, ama yazarın dünyasındaki kasvet hala kalkmadı. Çünkü o, bugünün Çin’ini, dünya devrimi ideallerine sahip Mao’nun Çin’i sanmakta hala… Bu bize dert olsun!

Bu kitap ya da başka vesilelerle, Mao’yu ve sosyalizm deneyimlerini eleştirmeyecek miyiz? Bu, bizlerin henüz yerine getirilmemiş yükümlülüğü… Başta, Mao’yla özdeşleşmek zorunda bırakan bir özelliğinden söz edilmişti Mao kitabının; kendilik duyusunun kendimize eleştirel yaklaşmayı engellediğini kim demiş! Bu kitaptaki Mao, düşmanın uzlaşamayacağı, ortak bir yan bulamayacağı bir “nesne”. Tam bir karşı taraf! Hatta, bize, kendini de ancak bu niteliğine aykırı yanları üzerinden eleştirme imkanı tanıyan bir “nesne” bu. Mao’nun bulunduğu yer, onun kendi bütünlüğüne   rağmen   varlığını   sürdürebilmiş,   giderek gelişme olanağı bulmuş, ya da sonradan belirmiş bazı yönlerini de eleştirme fırsatı ve tarzı sunuyor bize. “Bu Mao”, bize kendini eleştirmenin de yol ve yöntemini bırakmıştır.

Sosyalizm imanımızı sorgulatmaya yeteceği umulan yığınla malzeme var kitapta. Bu kitap, bir anlamda, bir sosyalist dava savunusu; ama ütopik bir sosyalizm değil, gerçek ve gerçekleşebilir bir sosyalizm… Bu yazıda, tamamen tersi niyetlerle yazılmış bir kitaptan Marksizm ve Mao övgüsü çıkarmak yabana atılır bir iş olmasa gerek. Bu da “çekik gözlü Batılı” yazara dert olsun!

Ek okuma önerileri

Kruşçev’in Anıları, Çev.: Mehmet Harmancı, Milliyet Yay,, Şubat 1971, iki cilt, Edward Crankshaw’ın giriş, açıklama ve notlarıyla.

Marksizm ve Maoizm, V. Krivtsov, Sovyet basınından derleyen: V. F. Feoktistov, Giriş: V. A.Krivtsov, Çev.: Erol Yahyalı, Bilim Yay. [Progress 1972], İstanbul 1975.

Molotov Anlatıyor, Feliks Çuyev, Çev.: Suna Kabasakal, Yordam Yay., İstanbul 2007.

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar