ÇKP Neyi Nasıl Başardı?

ÇKP Neyi Nasıl Başardı? 
Marksizmin ‘Uzun Yürüyüş’ü

 

Ezilenlerin büyük devrimci davası olduğu halde, Marksizm, ‘gerçek’le ilişkilenmede öteki bütün ezilen eğilimlerinden kategorik olarak farklıdır. Egemen olmak gerçekten kaçmak değil gerçeğin içinde kudretle yer tutmaktır ve Marksizm bu kudreti, yüzyılı aşan kesintisiz sosyalizm deneyimlerini üstlenerek göstermektedir.

*

Marksizmin büyük bir teorik-politik yapı olduğunu bir kez daha görüyoruz. Dünyanın en başarılı ülkesindeki iktidar –ister yalan ister gerçek‒ Marksist olduğunu söylüyor. Bu az şey değildir.

Çin Komünist Partisinin kudretli liderliğindeki Çin Halk Cumhuriyeti sosyalizmin makûs talihini yenmiş görünüyor. Sosyalizmin birinci dönemi çöktü. İkinci döneminin olabileceğini ÇKP gösteriyor. Üstelik kimseyi bu hakkın ortağı yapmama hakkıyla. Sosyalizmin birinci döneminin konumundan ÇKP’yi mahkûm etmek çok kolaydır. Ancak o dönem artık yoktur. İkinci dönemin öznesi ÇKP’nin kendisidir ve bize onu anlamak düşüyor.

1990’dan beri sosyalizm deneyimlerinin çöküşünden söz ediliyordu. Artık sosyalist devrimlerin dayandığı anlayışın tümden geçersiz olduğu koca kitaplar yazılarak cesaretle ya da ihtiyatsızca ilan ediliyordu. Kapağında Lenin’in ürkütücü bir çiziminin yer aldığı bir kitabın başlığı Rüya Ȃlemi ve Felaket: Doğuda ve Batıda Kitlesel Ütopyanın Tarihe Karışması’ydı. [1] Başka bir kitap, Devlet Gibi Görmek: Bazı Toplumsal Kalkınma Planlarının Başarısızlık Hikâyeleri başlığıyla [2] gönderme yapıyordu söz konusu anlayışa. Bu arada Çin’in en azından resmi olarak hâlâ bir sosyalist ülke olduğu unutulmuştu. Bugün, başta kapitalist dünyanın efendileri olmak üzere bir “Çin mucizesi”nden söz ve “komünist Çin”in Batı dünyasına meydan okuduğu ürpertiyle ilan ediliyor. Çin, olanca varlığını ütopyaya kaçmakta bulanlar dışındaki herkesi ilgilenmek zorunda bırakan bir yerde bugün.

Bizim kategorik ilgimiz, Çin ekonomisinin kapitalistliği üzerine akıl yürütmelerden çok ÇKP’nin niteliğine dönüktür. Her şeyi belirleyenin bu partinin ideo-politik kimliği olduğunu kabul ediyoruz.

Sosyalizm deneyimlerinin tümünün geri ülkelerde gelişmesi hiçbir şekilde rastlantısal değil yapısaldı. Lenin, Stalin, Mao gibi büyük devrimci atalarımızın üretim güçlerinin geriliği ortamında sosyalizmi inşa etme gibi olmaz bir tarihsel yükümlülükle karşılaşması da yapısaldı. Sosyalizm deneyimi yaşayan ülkeler, başta Sovyetler Birliği bu sorunların altında kaldı. Ancak Çin, nihayet, bu büyük açmazı çözmeyi başarmış, bu büyük eşiği aşma olanağını yakalamış görünüyor. İhtiyatlı konuşmak ilkesel gerekliliktir ve bu büyük başarının öznesi Çinliler de ihtiyatlı konuşuyor.

Büyük açmaz, geri ‘üretim güçleri’ ile ileri ‘politika güçleri’ arasındaki uyumsuzluktu. Bu, iki ayrı nedenselliğin ya çarpışarak, ya sürtünerek ve birbirini yıpratarak dinamize olmasıydı, ve Çin bu büyük kördüğümü hem de “İskender tarzı”nı izlemeden çözmüş görünüyor.

İki ayrı ‘güç’ten söz ediyoruz. Üretimin güçleri ve politikanın güçleri… Her bir gücün ayrı bir nedenselliği var.

İşte bunların ilkinin nedenselliğinin özlü anlatımını şimdiki Çin’in mimarı kabul edilen Deng Şiaoping’in sözlerinde buluyoruz: “Sosyalist sistemi sürdürmek istiyorsak, üretici güçleri geliştirmek bizim için hayatidir. Son tahlilde, sosyalizmin üstünlüğü üretici güçlerin büyük gelişimi ile gösterilmelidir.” [3]

Politik güçlerin nedenselliğinin özlü anlatımını ÇKP’nin bugünkü lideri Şi Cinping’in sözlerinde buluyoruz: “Sovyetler Birliği ve Sovyet Komünist Partisi niçin çöktü? Bu büyük parti nasıl olup da sessizce, kimse direnmeden dağıldı? Üyelerinin idealleri, inançları zayıfladığı için siyasette çürüme, ideolojide sapkınlık ve askerlerin sadakatsizliği nedeniyle…” [4]

Biz, gayet açık olarak, Deng’in ve Şi’nin sözlerinde ilkesel bir sorun görmüyor, aksine bu görüşlerin kategorik bir önem taşıdığını kabul ediyoruz. Bunu, hem Marksizmin temel teorik ve tarihsel referanslarına dayanarak hem de bağımsız Marksist akıl yürütmemizle göstereceğimizi kabul ediyoruz. Sürecin sonunda değil içindeyiz; elbette bazı süreçlerin bittiğini ve örneğin ÇKP’nin kesin olarak burjuva, anti-Marksist bir parti olduğunu söyleyebiliriz. Ancak diyemiyoruz. Tartışmak zorunda olduğumuz hususlar var. Gerekçelerimizi aşağıda sunmaya çalışıyoruz.

1. Sosyalizm İçin Kapitalizm

Kapitalizmi savunan Lenin

Ön not: Bu bölüme, aslında okuyacağınız tüm metne, başlangıç olarak Lenin’in Mart 1922’de yazdığı ‒ve yer sorunundan dolayı buraya alamadığımız‒ “Bir Yayıncının Notları”nın “Yüksek bir dağa tırmanmak üzerine” benzetmeli ilk bölümünün okunmasını kuvvetle öneririz. [5]

Lenin, Ekim Devriminden hemen birkaç ay sonra Rusya’nın savaştığı ülkelerle bir barış ya da kimilerinin ifadesiyle teslimiyet anlaşması yapılmasını savundu. Ekim Devrimi gibi dünya ölçeğinde bir zaferin ardından, üstelik dünyanın ileri Batı ülkelerinde bir devrimin beklendiği zamanlarda devrimi ilerletmek dururken, ülke topraklarının önemli bir kısmının kaybıyla sonuçlanacak böyle bir geri adım devrime ihanetti devrimcilerin birçoğuna göre. Lenin, savaş halinde olunan emperyalist ülkelerle ağır şartlara bağlanmış bir barış anlaşmasının zorunlu olduğunu, aksi halde devrimi koruyamayacaklarını ileri sürüyordu. Bolşevik Partisinin çok sayıda önde geleni Lenin’e ateş püskürdü. Bu “teslimiyet” üzerine Sol Sosyalist Devrimciler Bolşevikleri ihanetle suçlayıp bağlaşımı attılar. Hatta birçok Bolşevik yetkiliye ve Lenin’e silahlı saldırı düzenlediler; Lenin ağır yaralandı.

Partinin karar organlarında bu anlaşmaya devrim adına şiddetle karşı çıkılıyordu. Bu yüzden geçen sürede Almanlar saldırıya geçmiş ve epeyi bir toprağı daha işgal etmişti. Parti liderliğini ancak bu gerçek üzerine ikna edebilen Lenin, büyük bir Marksist gerçek politikacısıydı. Lenin’e göre, devrimin sözü az kalsın devrimin kendisini boğacaktı.

Sonraki yıllarda, burada ele alacağımız bir vesileyle, Kasım 1921 tarihli “Bugün ve Sosyalizmin Kesin Zaferinden Sonra Altının Önemi” başlıklı yazıda Lenin, ‒yerinden dolayı bu adla anılıyordu‒ Brest-Litovsk Anlaşmasını şöyle anlatır: “Pratik deneyimimiz açısından, Brest barışı hiç de devrimci olmayan bir davranış örneğidir; bu reformist, hatta daha da beter bir davranıştır. Çünkü, reformist davranış ağır, çekingen de olsa geriye düşmeyen, ileri giden bir hareket olduğu halde, Brest anlaşması bir gerileme olmuştur.” [6]

Anlaşmanın ardından Ekim Devrimi iktidarı bu kez üç yıl süren ağır ve yıkıcı bir iç savaş yürütmek zorunda kalır. İç savaşın sonuna doğru Lenin, Partinin merkezi kurulları içinde ‒ve Komintern’de de‒ bir kez daha kritik bir mücadele verecektir. Çünkü Lenin bir kez daha bir gerilemeye karar verilmesini istiyordu. Mesele bir kez daha gerçeğin kendisiydi: Ekonomi çökmüş, açlık ve savaştan milyonlar ölmüştü. İç savaşta uygulanan “savaş komünizmi” açları doyuracak, ekonomiyi toparlayacak bir kapasite ortaya koyamıyordu. Bizatihi sosyalist önlemler sosyalist iktidarın bastığı toprağı hızla kaydırıyordu. Bir gerçek politikacısı olan Lenin, ‘madem sosyalist ekonomik önlemlerle başaramıyoruz, o halde başaracağı kesin olan kapitalist önlemlere başvuralım’ dedi. Buna Yeni Ekonomi Politikası (NEP) adı verildi.

Bir kez daha kıyamet koptu! Devrimi bunun için mi yapmışlardı. Madem kapitalizme yol vereceklerdi, o kadar ağır bedel neden ödenmişti. [7]

Lenin, Ekim 1921 tarihli “Ekim Devriminin Dördüncü Yıldönümü” başlıklı yazıda gerekçelerini ortaya koyuyordu: “Başından beri bir heyecan dalgası üzerinde ilerleyerek, halkın önce siyasal, sonra askeri heyecanını kırbaçlayarak geldiğimiz noktada, doğrudan doğruya bu heyecanlara bağlı olarak başardığımız siyasal ve askeri görevler gibi ekonomik görevleri de başarabileceğimizi sandık, […] doğrudan doğruya proleter devletin gerektirdiği biçimde komünist çerçeve içinde, üretilenlerin devletçe üretilmesini ve dağıtılmasını örgütleyebileceğimizi sandık –daha doğrusu bu konuyu yeterince düşünüp taşınmadan, böyle olacağını varsaydık. Deneyler, yanıldığımızı gösterdi.” [8]

Lenin, dümdüz ifadelerle, dolaylı yollara sapmaya hiç tenezzül etmeden, açıkça, kapitalizme ihtiyacımız var diyordu. Haziran 1921’de, “Proleter devlet tarafından kontrol edilen ve yönetilen kapitalizmin ‒yani bu anlamda, ‘Devlet’ kapitalizminin‒ gelişimi, son derece geri ve yıkılmış bir küçük köylü ülkesinde yararlı ve zorunludur” [9] ‒“tabii belli bir ölçüde” diye ekliyordu.

Lenin, böyle bir dönemde sosyalizm için, kapitalizmin gelişmesinin sosyalist ilişkilerden daha yararlı olduğunu ‒Komintern’in dördüncü kongresinde (Kasım 1922)‒ söyleyebiliyordu: “Önüme bu unsurların birbiriyle ilişkisini açıklama ve sosyalist olmayan unsurlardan birinin, yani devlet kapitalizminin sosyalizmden daha üstün olup olmadığını aydınlatma görevini koydum. Sosyalist bir cumhuriyet olduğunu ilan eden bir cumhuriyette, sosyalist olmayan bir unsurun sosyalizmden daha üstün sayılması, daha yüksek bir şey olarak kabul edilmesi herkese son derece tuhaf gelecektir.” [10]

Lenin’e göre, kapitalist yolu izleyerek başarılı olan yani ekonomiyi geliştiren biri, sosyalizmin kurulması uğraşında komünizmin saflığını hiç unutmayan birinden daha yararlıydı:

“Bu alanda, özel kapitalist iktisat yolundan, […] hatta bu kapitalizmi devlet kapitalizmi biçimine dönüştürmeye bile girişmeden de olsa, en yüksek sonuçları elde edecek biri, Rusya’da sosyalizmin kurulması çalışmasına, komünizmin saflığını ‘hiç unutmayan’, devlet kapitalizmi ve kooperatifler için tüzükler, yönetmelikler ve talimatnameler yazan, ancak mübadeleleri somut bir biçimde geliştiremeyen birinden daha yararlı bir duruma gelecektir.” [11]

Lenin, devam ediyor ve varlığını tüm gücüyle ortaya koyan ekonomik olguyu tanıyordu. Ekonomik olgunun kapitalist niteliği, ekonomik sonuç vermeyen sosyalist yoldansa, zararlı değil yararlıydı: “Akla aykırı görünebilir bu: Özel kapitalist iktisat, sosyalizmin yardımcısı işlevi mi görecek?

“Bununla birlikte, burada akla aykırı hiçbir şey yok, kesin olarak, söz götürmez bir iktisadi olgudur bu. Taşımacılığı karmakarışık bir duruma gelmiş; savaştan ve ablukadan daha yeni kurtulan, ulaştırma araçlarını ve büyük sanayiyi elinde tutan proletaryanın siyasal yönetimi altındaki bir küçük köylüler ülkesinde yaşadığımıza göre, ilkin, şu anda yerel mübadelelerin çok büyük bir önem taşıdığı ve ikinci olarak, sosyalizmin gelişini kolaylaştırmak için özel kapitalizmden (ve daha da çok devlet kapitalizminden) yararlanılabileceği kaçınılmaz bir sonuçtur.” [12]

Yaklaşımı bir sosyalist için skandal niteliğindeydi, ancak Lenin’in tahammül sınırlarını kat be kat aşan görüşleri bitmiyordu. O, böyle bir dönemde eşitlik ve adaleti bile bir yana bırakabileceğimizi açıklıkla ifade etme cesareti gösterdi: “Bizim için belirleyici olan adil bir bölüşüm değil, amaca ulaşma mülahazasıdır. Köylülere yardım ediyoruz, çünkü siyasi iktidarı elde tutabilmek için bu mutlaka gereklidir.” [13]

Ona göre, bu önlemler halkın zararına da olabilirdi; önemli olan iktidarı korumaktı: “Çoğu kez halkın zararına da gerçekleşse, yine de tasarruf yapmak zorundayız. Şimdi devlet bütçemizi azaltmaya, hükümet dairelerindeki çalışanları azaltmaya çalışıyoruz. […] Her şeyde, okullarda bile tasarruf yapıyoruz. Bunu yapmalıyız, çünkü biz, ağır sanayiyi kurtarmadan, onu restore etmeden, sanayiyi hiç inşa edemeyeceğimizi ve bağımsız bir ülke olarak sanayi olmadan tamamen yıkılacağımızı biliyoruz.” [14]

Lenin, “Ekim Devriminin Dördüncü Yıldönümü” yazısında: “Proleter devlet, dikkatli, çalışkan ve kurnaz bir ‘iş adamı’ durumuna gelmelidir; titiz bir toptancı tüccar olmalıdır –aksi taktirde, bu küçük köylüler ülkesini hiçbir zaman ekonomik yönden ayağa kaldıramayacaktır. Şu andaki koşullarda, (şimdilik) [Lenin, Batıda bir devrim beklentisini hâlâ koruyor!] kapitalist olan Batı ile yan yana yaşarken, komünizme yönelmenin başka yolu yoktur.” [15]

Lenin, salt ülke içindeki kapitalistlere yol vermiyordu; Batılı emperyalist ülkelere Sovyet ülkesinde birtakım imtiyazlar tanımayı da savunuyordu: “Bu değerli kaynakların [sayıyordu: Madenler, ormanlar, petrol] bir kısmını imtiyaz sahiplerine verirken, şüphesiz, işçilerin devleti, dünya burjuvazisine bir vergi ödemektedir; bu olguyu hafifletmeye çalışmadan, bu vergiyi ödemenin yararlı olduğunu anlamamız gerek, çünkü bu bize, büyük endüstrimizi, işçi ve köylülerin durumunu düzeltmeye yarayacaktır.” [16] Dünya kapitalizmine verecekleri tavizin gerekçelerini anlatıyor: “Dünyada yalnız değiliz. Kapitalist devletler sistemi içinde yaşıyoruz… Bir yanda sömürge ülkeler var, ancak bize yardım edemiyorlar. Diğer tarafta kapitalist ülkeler var, fakat onlar da bizim düşmanımız. Sonuç belirli bir dengedir, zayıf olduğu gerçektir. Bununla birlikte, gerçeği kabul etmeliyiz. Eğer varlığımızı sürdürmek istiyorsak buna gözlerimizi kapamamalıyız. Ya burjuvazinin tamamına karşı acil bir zafer kazanırız, ya da haracımızı öderiz. Devlet kapitalizmi sisteminde imtiyazların kapitalizme haraç ödemek anlamına geldiğini açıkça itiraf ediyor ve gerçeği saklamıyoruz.” [17]

Ya düşmanı ezecek acil bir zafer ya da yaşamak için düşmana haraç! Birinci seçenek gündemde olmadığına göre ikincisini izleyeceğiz. Böyle dönemlerde barışa ihtiyaç olduğu da çok açık. Lenin anlatıyor: “Kapitalist güçlerin bize sükûnet içinde çalışma olanağını ne kadar süreyle tanıyacaklarını bilmiyorum. Fakat bu mücadelesiz ve savaşsız soluklanma molasının her anını, öğrenmek, hem de temelden öğrenmek için kullanmalıyız.” [18]

Lenin, kapitalist önlemleri biri acil öteki yapısal iki gerekçeyle savunuyordu. Acilen üretimin artması gerekiyordu çünkü halk açlık sınırındaydı. Üretim artmalıydı, çünkü sosyalizm bunsuz olamazdı. “Öncelikle, her şeyden çok ve ne pahasına olursa olsun üretimi artırmamız gerekir.” [19] Lenin, geri ülkelerde sosyalizmin nasıl inşa edileceğine ilişkin anlayışı da koyuyordu Mart 1923 tarihli “Az Olsun Öz Olsun”da: “Sosyalizmin siyasal öncüllerine sahip olmamıza rağmen, biz de sosyalizme doğrudan doğruya geçebilecek kadar uygar değiliz.” [20]

O, sosyalizmin temel görevini hatırlatıyor: “Devlet iktidarını ele geçiren proletaryanın en önemli ve en temel görevi, ürünlerin miktarını artırmak, toplumun üretken güçlerini olağanüstü ölçüde yükseltmektir. RKP programında açıkça ortaya konan bu görev bugün, savaştan kaynaklanan yıkım, açlık ve çöküntüden dolayı özellikle acil bir görev durumuna geldi.” [21]

Lenin, vurguyu bir kez daha üretici güçlerin olağanüstü gelişmesi beklentisine yapıyor: “Oysa sosyalistlerin öngörülerini doğrulayacak olan böyle bir adım, onlara üretici güçleri olağanüstü hızlı bir tempoyla geliştirmek, tümüyle sosyalizmi oluşturacak tüm olanakları ortaya koymak, sosyalizmin engin güçler taşıdığı ve insanlığın şimdi olağanüstü parlak olasılıklar içeren yeni bir gelişme aşamasına geçtiğini herkese ve herkese açıkça göstermek olanağını da sağlayacaktı.” [22]

“İktidarı elden kaçırmamak koşuluyla [köylülere] her türlü imtiyazı tanıyacağımızı ve sonra onlara sosyalizm yolunu göstereceğimizi söylüyoruz.” [23] Lenin, açıkça, iktidar için her tavize varız demektedir. Şu halde, her şeyin önkoşulu iktidardaki partinin ideo-politik niteliği değil midir?

Lenin için tek güvence, iktidarda kendilerinin yani komünistlerin olmasıydı. Ancak, özellikle Avrupa’dan, bu iktidarın komünist olmadığını söyleyenlerin sesleri giderek daha yüksek çıkıyordu. Öyle ya; açıkça kapitalizme yönelen bir iktidarın sözlerine mi yaptıklarına mı bakılmalıydı.

Lenin’in argümanı, komünizme doğru yürüyüşümüzde birtakım geri adımlar atabileceğimiz, önemli olanın hedefi yitirmemek olduğuna ilişkindi. Hedefi yitirmemenin, iktidarda kalmayı ve bu arada komünist olmayı da korumak dışında hiçbir maddi garantisi olamazdı. Olaylar geliyor ve bütün bu gelişmeleri yöneten ve yönlendiren partiye dayanıyordu. Peki, partinin Marksist olduğunun kanıtı, ölçütü ne olabilirdi? Burada açıkça öznel bir tutum önereceğiz: Partinin komünistliğinin kanıtı bizatihi kendisiydi.

Bu, şimdi biz Leninistler için kolay bir akıl yürütme işlemi olabilir; ama Lenin’den o yıllarda haberdar olan Marksist devrimciler bakımından hiç de kolayca hallediverilecek bir mesele değildi. Ayrıca, aradan geçen yüzyıl sonra bugün de kolayca meşrulaştırılabilecek bir husus değildir.

Bu yıllarda Lenin, birçok kez kapitalizme gerilemenin büyük dava bakımından ne anlama geldiğini anlatır. Skolastikler değiliz elbette; ama yaptıkları ve söyledikleriyle biz ardından gelenlere mükemmel bir örnek olan Lenin’in, bu büyük komünist önderin mantığının nasıl kurulduğunu görürüz; ve artık bize, bu mantığın benzer ya da başka koşullarda döşediği yolu izlemek kalacaktır: “Sosyalist ekonominin temellerini tamamlamak gibi çağ açıcı bir girişimin, hata yapmadan, geri çekilmeden, bitirilmemiş veya yanlış yapılmış işlere tekrar tekrar yeniden başlamadan sonuna kadar götürülebileceğini sanan komünistlerin sonu felaket olacaktır.” [24]

Lenin, kendilerini izleyecek devrimcilere alçak gönüllü bir ders vermekten geri durmaz: “Her şeye rağmen edindiğimiz deney gelecekteki proleter devrimleri için yararlı olacaktır ve onlar sorunun çözümü için daha teknik hazırlıklar yapabileceklerdir.” [25]

Kapitalizmi savunan Deng Şiaoping

ÇKP, Aralık 1978’de yaptığı bir toplantıda aldığı kararla, ekonomide yeni bir dönem başlattığını ilan etti. Partinin şimdiki yönetimi, bu dönemi, 2012’de bitmek üzere, kabaca “otuz yıl” olarak belirledi. Bu dönemin belirgin özelliği üretken güçlerin geliştirilmesine öncelik vermekti ve bunun, Mao döneminde izlenen yol ile olamayacağına kanaat getirildiği söyleniyordu. Yeni dönemin kurucusu Deng Şiaoping’dir ve biz de Deng’in bu dönemle ilgili görüşlerini aktaracağız.

Deng, 1979’da, önemli bir mücadeleyi kazanmış olmanın netliğiyle şunları söyledi: “Devrimimizin amacı, üretici güçleri özgürleştirmek ve geliştirmektir. Üretici güçleri geliştirmediğimiz, ülkemizi müreffeh ve güçlü kılmadığımız ve insanların yaşam standartlarını iyileştirmediğimiz sürece devrimimiz boş laftır.” [26]

Deng, karşı seçeneği temsil ettiğini söylediği ve “Dörtlü Çete” adı verilen devrimci ekiple bu konudaki ayrımını şu sözlerle anlatıyor: “Dörtlü Çete, ‘Sosyalizmde yoksul olmanın, kapitalizm altında zengin olmaktan daha iyi olduğunu’ söyledi. Bu saçma.

“Tabii ki kapitalizmi istemiyoruz. Fakat sosyalizm altında yoksul olmayı da istemiyoruz. Üretici güçlerin geliştirildiği, ülkemizin müreffeh ve güçlü olduğu bir sosyalizm istiyoruz. Sosyalizmin kapitalizmden üstün olduğuna inanıyoruz. Bu üstünlük, sosyalizmin üretici güçleri geliştirmek için kapitalizmden daha elverişli koşullar sağladığını göstererek kanıtlanmalıdır.” [27]

Deng’e göre, Marksizmin sosyalizm anlayışı da şu sözlerde karşılığını bulmaktaydı: “Marksizm, üretici güçlerin geliştirilmesine büyük önem verir. Sosyalizmin komünizmin birincil/ilk aşaması olduğunu ve ileri aşamada herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre ilkesinin uygulanacağını söylemiştik. Bu, son derece gelişmiş üretici güçler anlamına gelir ve çok büyük bir maddi zenginlik bolluğu gerektirir. Bu nedenle, sosyalist aşama için temel görev üretici güçleri geliştirmektir. Sosyalist sistemin üstünlüğü, son tahlilde, bu güçlerin kapitalist sisteme göre daha hızlı ve daha fazla gelişmesiyle kanıtlanabilir. Onlar geliştikçe insanların maddi ve kültürel yaşamları da sürekli gelişecektir. Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonraki eksikliklerimizden biri üretici güçlerin geliştirilmesine gereken önemi vermemiş olmamızdır. Sosyalizm, yoksulluğu ortadan kaldırmak demektir. Yoksulluk sosyalizm değildir, aksine, daha az komünizmdir.” [28]

Deng, Mao döneminin bu bakımdan sorunlarını ve meziyetlerini anlattı: Devrimin zaferiyle birlikte “nüfusun beslenme ve istihdam sorunlarını çözdük, emtia fiyatlarını sabit tuttuk, finans ve ekonomi alanlarını birleştirdik ve ekonomi hızla toparlandı”. [29] Deng, 1949 ile ’79’daki ilk otuz yılda, istedikleri büyümeyi yine de sağlayamadıklarını söylüyor.

Deng’e göre Mao döneminde izlenen yol üretici güçleri yeterince geliştirememekteydi ve bu nedenle, “bazı yararlı kapitalist yöntemleri” kullanmakta sakınca yoktu. Sosyalizmin üstünlüğü ancak üretici güçlerin büyük gelişimiyle gösterilebilirdi ve paradoksal olarak, üretici güçler de ancak kapitalist yöntemlerle gelişebiliyordu. Deng’e göre “tamamıyla planlı ekonomi uygulaması” üretici güçlerin gelişmesini ancak sınırlı olarak sağlayabiliyordu. Planlı ekonomiyle pazar ekonomisinin uygun şekilde birleştirilmesiyle “üretici güçlerin özgürleşmesini” sağlayacak ve ekonomik büyümeyi gerçekleştirebileceklerdi. [30]

Deng, bu süreçte, ekonominin kamusal kesiminin her zaman baskın olmasından ve ekonomi gelişirken toplumun ortaklaşa zenginleşmesinin gözetilmesinden emin olunmasında ısrar etti. Bunlar sağlanırsa sosyalizmden uzaklaşmış olunmaz, aksine üretici güçler geliştiği için yakınlaşılırdı. Kapitalist yöntemlere sadece “üretici güçlerin gelişmesini hızlandırıcı” oluşundan dolayı başvurduklarını vurgulayan Deng, bu yolda elbette bazı sorunlar çıkabileceğini ve bazı insanların diğerlerinden önce zenginleşebileceğini ama bunu da önleyebileceklerini, kamusal yönlendirmelerle “kutuplaşmanın” önüne geçebileceklerini söylüyordu.

Deng, başka seçeneklerinin olmadığını, yoksulluktan ancak böyle kurtulabileceklerini döne döne vurguladı. Önerdiği ekonomi politikasına çoktan başladıkları 1985’te şunları söyledi: “Süreçte bazı olumsuz durumların ortaya çıktığı gerçek fakat daha önemli olan, bu reformları başlatarak ve bu yolu izleyerek başarabildiğimiz sürecin memnun edici olmasıdır. Çin’in başka alternatifi yok, bu yolu izlemeli. Refah için tek yol bu.” [31]

Bunun için yabancı yatırımı da gerekli görüyordu. “Sosyalist ekonomik temelimiz o kadar büyük ki, sarsılmadan onlarca ve yüz milyonlarca dolar değerindeki yabancı fonu emebilir.” Deng ekliyordu: “Yabancı yatırım, kuşkusuz ülkemizde sosyalizmin inşasında önemli bir katkı işlevi görecektir.” [32] Deng, bu hedefe ulaşmak için barışa ihtiyaç duyduklarını ve ancak bir dünya savaşının kendilerini bu yoldan alıkoyabileceğini ilan etti.

Deng’in anladığı Marksizm, üretici güçlerin geliştirilmesine çok önem verir. Sosyalizm asıl olarak üretici güçlerin geliştirilmesidir. Sosyalizmin temel görevi üretici güçleri geliştirmektir. Deng’e göre “Son tahlilde, üretici güçleri kapitalizmin ötesine götüremeyen sosyalizm boştur”.

*

Lenin’in, atılgan Devrim günleri, gerileyen Brest günleri ya da NEP dönemi politikası arasında ancak teorik mantıksal bir bağlantı kurulabilir. Asıl olan Leninist olmak ve mücadelenin sonsuz olasılıkları karşısında Leninist teorik-politikayı edinmektir.

Lenin, açıkça, biz biz olmayı (ideo-politik komünistler olmayı) ve gücümüzü koruyabildikten (iktidarda kalmayı başarabildikten) sonra her şeyi yapabiliriz diyor. Lenin’in söz konusu yönelimlerini Marksizm açısından sorgulayan kuşaklardan değildik; bunların, sonsal bir öğretisel kabulüyle karşı karşıya olduk ve Lenin’in “deha”sını savunucu öğrenciler konumundaydık.

İşte karşımızda Çin örneği! Çoğu zaman bizler de Deng’in politikalarını izlerken komünizmin saflığını savunanların, gerilemeye ağıt yakanların, politik mücadelenin coşkusunu hep yaşamak isteyenlerin konumuna düştük.

Lenin, görüşlerinin sonuçlarını göremedi ama Deng’in gördüğünü söyleyebiliriz.

2. Çin’de üretim güçlerinin olağanüstü gelişmesi

ÇKP, Çin’in, simgesel olarak Partinin yüzüncü kuruluş yılında (2021) orta gelişkinlikte ve mutlak yoksulluktan kurtulmuş bir sosyalist ülke olduğunu saptadıktan sonra, devrimin zaferinin yüzüncü yılı olan 2049’da Çin’i “müreffeh, güçlü, demokratik, kültürel olarak ilerlemiş, uyumlu ve harika büyük bir modern sosyalist ülke haline getirme” hedefini ilan etti.

Çin, 1949’da komünistler ülkeye hâkim olduğunda dünyanın en yoksul ülkelerinden biriydi. ÇKP’nin başarılı iktidarı toplumsal koşulları hızla belirli bir aşamaya getirdi. ÇKP tarafından 1981’de aktarılan verilere göre, “1980 yılı itibariyle toplam tahıl çıktısı ve pamuk çıktısı 1952 ile karşılaştırıldığında yaklaşık iki kat düzeyine gelmiştir.[…] 1980’de kırlar ve kentlerde ortalama kişi başına tüketim (fiyat değişiklikleri dâhil) yaklaşık iki katına çıkmıştır. […] Ekonomik rehabilitasyonu tamamlamış olduğumuz 1952 yılı rakamları ile karşılaştırırsak 1980 yılı itibariyle endüstri sektöründeki sabit yatırım varlıkları orijinal fiyatlar üzerinden yapılan hesaba göre 27 kat artmıştır. […] Dokuma iplik üretimi 4,5 kat, kömür 9,4 kat, elektrik 41 kat artmıştır. […] Mühendislik endüstrisinin çıktıları 54 kat artmıştır.” [33]

Fakat her şeye karşın bu gelişmelerin yeterli olduğu söylenemezdi. “1980’lerin başında Çin’de yaşamaya başlamış Garanti Bankası Şanghay Temsilcisi Noyan Rona, ekmek ve yumurta almak için karne taşıdığını söylüyor; eskiden bisiklet almak için bir yıl sıra beklerdiniz diyor. Aynı ülkede şimdi her yer paylaşım bisikleti.” [34] Devrimden 30 yıl sonra toplumun hâlâ bir kıtlık ekonomisinde yaşadığını kabul etmek zorunluydu.

Oysa 1979’la birlikte Çin’de onyıllar boyu sürecek baş döndürücü bir ekonomik gelişme göreceğiz. Bu gelişmenin dünya tarihinde benzeri olmadığını ‒yeri ve tarafına bakmaksızın‒ bütün ilgililer onaylıyor.

1978 kararıyla uygulanan “ekonomik reformlar, gerçekten hemen hemen her toplumsal tabakaya doğrudan maddi fayda sağladı.” Bu sözler, Deng’i sosyalist ülkeye kapitalizm getirmekle itham eden ve Çin “yeni sol”unun önde gelenleri arasında sayılan bir yazara ait. [35] “1980’lerin başında […] tarımsal üretim hızla arttı. Köylülerin gelirleri de hızla arttı ve bu artış aslında bu dönemde kentli hanelerin gelirlerinden daha hızlı oldu. [36] ÇKP yanlısı bir akademisyen olan Wen Wei, bu değerlendirmeyi onaylıyor: Çin “Sanayi (kamuya ait işletme) reformu, açılım ve finans sektörünün liberalizasyonu reformlarıyla değil kırsal reformlarla başladı. Yoksul köylülerin aşağıdan yukarıya doğru zenginleşmesini hedefledi.” [37] Kırsal nüfusun ekonomik olarak rahatlamasıyla başlanmasının ilkel birikim denilen gelişmenin “vahşi” olmamasını sağlaması bakımından önemli olduğu söyleniyor. Ardından 1980’lerin ikinci yarısında kentli işçilerin ücretleri hızla arttı. Gıda ve diğer tarımsal ürünlere ulaşılabilirlik artınca, kentli işçi sınıfının yaşam standartları hızla yükseldi. [38]

Reform ve açılmanın ilk on yılında köy ve kasaba işletmelerinin GSYİH içindeki paylarının yüzde 14’ten 50’ye yükseldiği, köylülerin ortalama gelirinin 12 kat arttığı kaydedilmektedir. Bu dönemin en büyük kazananın 800 milyon çiftçi olduğunu belirten Wen Wei’nin değerlendirmesiyle, “Tüketim mallarındaki büyük artış nedeniyle, Çin, kırklı yılların ortalarındaki yokluk ekonomisine veda etti ve planlı ekonomi modeli izleyen her ülkenin karşılaştığı en ciddi sorunlardan birini çözdü: Tüm tarım ülkelerini tehdit eden ‘yokluk ekonomisi’ ve ‘gıda güvenliği’ sorunu.” [39] Wen, bu dönemde kasaba işletmelerinin ortak mülkiyete sahip olduğunu ifade ediyor.

Bundan sonra sıra kentsel alana gelecektir. Üretkenliğin artması köylerde işgücü fazlası yarattı. Bu işgücü olağanüstü sayılarla kentlerdeki sanayiye aktarıldı. Minqi Li’ye göre, Çin’de 1980’lerdeki ılıman havanın ardından asıl ‘90’larda şiddetli bir kapitalistleşme rüzgârı esti: “1990’lar boyunca, devletin sahibi olduğu ve kollektif mülkiyetteki işletmelerin çoğu özelleştirildi. On milyonlarca işçi işten çıkarıldı. Kentli işçi sınıfı, elde kalan son sosyalist haklarından da mahrum kaldı. Dahası, kırsal kollektif ekonomi ile temel kamusal hizmetlerin tasfiyesi, yüz milyonlarca köylüyü ‘göçmen işçiler’ olarak çalışacakları kentlere göç etmeye zorladı.” [40] Bu sayı Korkut Boratav’ın aktarımına göre 270 milyon civarındadır. Batı basını tarafından dünyaya Çin’in bir köle işçiler diyarı olduğunun yayıldığı yıllardı 1990’lar. Çin, Boratav’ın dediği gibi, dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir şekilde, büyük boyutlu tarımsal nüfus fazlasını sanayiye çekti.

Bunun sonucunda, hem çok yüksek bir büyüme hızı yakaladı hem de milli gelirinde yatırımların payını benzersiz bir orana taşıdı. Boratav, 2013’deki bir yazısında Çin milli gelirinde yatırımların oranının yüzde 45 civarında olduğunu belirtiyor. Oysa Sovyetler Birliği’nin 1929 sonrasında milli gelirde yatırım oranını yüzde 25-30 civarında gerçekleştirdiğini, 1950 sonrası Japonya ve 1965 sonrası Güney Kore’nin ise, sermaye birikim oranlarının zirveye ulaştığı yıllarda yüzde 35-40 eşiğini aşamadığını öğreniyoruz. [41]

Çok yüksek ölçüler tasarruf oranlarında da gerçekleştirilmiş. Boratav, Çin’in, ulusal tasarruf oranında da tarihsel rekorlar kırmış olduğunu ve milli gelirde tasarrufların payının her yıl yatırımları aşarak yüzde 50’ye yaklaştığını ifade ediyor. [42] Bu ülke, olağanüstü ölçülerdeki tasarruf sayesinde, “yüksek büyümeyi tüketimin abartılı baskı altında tutulmasıyla” sağlamıştır. [43]

Sorun bu kadarla kalmayacaktır. Çin işçilerinin tüketiminin abartılı şekilde baskı altında tutulmasıyla sağlanan tasarrufun önemli bir kısmının başta ABD olmak üzere dünya kapitalist ekonomilerine “haraç” olarak verildiği ifade ediliyor. Tasarruf fazlalarıyla “Amerikan toplumunun dış kaynak gereksinimleri” karşılanmıştır. [44]

Boratav’ın anlatımıyla, “1998-2007 arasında Çin ekonomisi, başta ABD olmak üzere emperyalist sisteme ve dış dünyaya toplam 1,1 trilyon dolar dolayında net kaynak aktarmıştır. Bu, Çin’in bu sürede yarattığı millî gelir toplamının yüzde 6’sını oluşturuyor. Çin halkından ‘esirgenen’ bir kaynak, ABD devletinin emperyalist yayılmacılığının ve Amerikalıların aşırı-israfçı tüketiminin sürdürülmesini sağlamıştır.” [45] Minqi Li’nin 2008’de yazdığına göre, “Çin büyük bir döviz rezervi biriktirmiştir. Bu döviz rezervinin büyük bölümünü (bazı hesaplara göre yüzde 70 kadarını) ABD dolar varlıklarına yatırarak, Çin, bu ülkenin cari açığının finansmanında çok önemli rol oynamıştır.” [46]

Bunlar Çin’in dünya kapitalist sistemine “açılım” politikasının karşılığı olarak görülüyordu. Nitekim Çin, 1995’te kurulan Dünya Ticaret Örgütüne aynı yıl katılmakta da tereddüt etmedi. Wen’in sözleri ve değerlendirmesiyle “DTÖ’ye katılması, Çin’i dünyanın en büyük tekstil ihracatçısı ve üreticisi yaptı. Bu, Çin’in gelişmesinin anahtarıdır.” [47] Küba ve Vietnam’ın da dahil olduğu bu sisteme girmeyi sadece Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti reddetmiştir.

Bu gelişmelerin sonucu olarak Çin ekonomisi sadece ülke ölçeğinde çarpıcı sonuçlar yaratmadı, dünya ekonomisinin de lokomotifi haline geldi. Şi Cinping’in 2018’deki ifadesiyle “Son 40 yılda küresel büyümenin yüzde 70’ini Çin gerçekleştirdi. Artık tüm dünyayı etkileyecek büyüklükte ve güçteyiz.” [48] Wen’in anlatımına göre, Çin’in gelişmesinin “dünya ekonomisine kattığı itici güç İngiltere İmparatorluğunun gelişmesinin kattığının yüz katına ve ABD’nin kattığının 20 katına eşittir.” [49] “21. yüzyılın başlamasıyla birlikte Çin küresel GSYH’ye en fazla katkı sağlayan ülke haline geldi. Çin’in toplam mal ithalat ve ihracatı 2017’de 4,1 trilyon dolara ulaşarak, 1978’in 783 kat üzerine çıktı” ve “Çin ekonomisinin dünya ekonomisindeki payı 1978’de 1,8 iken 2017’de yüzde 18,2’ye yükseldi.” [50]

2010’dan itibaren Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisidir. [51] Hatta “’Alım gücü paritesi hesabı’ ile Çin, 2017’den bu yana dünyanın en büyük ekonomisidir. Salgın sonrasının ekonomik bilançosu ve öngörüleri göstermektedir ki cari dolar hesabına göre de Çin millî geliri 2028’de ABD’nin önüne geçecektir.” [52] Bu gelişme ortamında ÇKP, daha önce şiddetle karşı çıktığı “barış içinde bir arada yaşama”yı ‒1981 Kararında‒ ilke mertebesine çıkardı. “Bizler bütün ülkelerin halklarının barış içinde bir arada yaşamalarını ve eşitlikçi yaklaşım temelinde karşılıklı yardımlaşmasını savunuyoruz. [53]

“Reform ve açılım dönemi”nde Çin ekonomisinin toplumun maddi refahında da çok büyük ilerlemeler sağladığı açıktır. “1978’den 2016 yılına kadar 800 milyon insan yoksulluktan kurtarıldı.” [54] Çin’de GSYİH 1978’den 2012’ye kadar 364,5 milyar Yuan’dan 51,93 trilyon Yuan’a yükseldi. [55] Buna karşılık, GSYİH 1952’de 67,9 milyar Yuan’dan 1978’de 364,5 milyar Yuan’a yükselebilmişti. [56] Oran olarak “1978’den 2016 yılına kadar Çin’in GSYH’si yüzde 3 bin 230 arttı.” [57]

Şi Cinping, ÇKP’nin yüzüncü yılı kutlamaları çerçevesinde Tiananmen Meydanında yaptığı konuşmada, “mutlak yoksulluk sorununu tarihsel olarak çözdüklerini” ve “orta düzeyde müreffeh bir toplum inşa etmeyi başardık”larını ilan etti. [58] Sıra daha ilerideydi.

Çin büyük burjuvazisi

Ancak bu parlak tablonun birçok bakımdan karanlık, ve özellikle sosyalizm ilkesi bakımından kötü ve ÇKP’nin iktidarı bakımından tehlikeli birtakım yanları olduğu keskin bir şekilde açıktır. Üretken güçlerdeki bu olağanüstü büyümenin, ağır olduğu kuşkusuz bedelleri oldu. Toplum açısından keskin bir sınıfsal kutuplaşma ve Parti bakımından ağır bir yolsuzluk sarmalı.

Çin ekonomisinde özel sektörün payı her geçen zaman artarak “Ekonominin bireysel ve özel sektörünün Milli Gelire katkısı 1989’da binde 60’tan 2002’de %22,76’ya, 2018 yılında %60’a yükseldi.” [59] “Zengin kıyı bölgelerinde, vergi gelirinin %70’i özel şirketlerin ödediklerinden gelmektedir.” [60]

Çin’de bugün bazı üyeleri dünyanın en zenginleri arasında yer alan bir büyük burjuvazi bulunuyor. Ünlü Forbes listesine göre 2013’te varlıkları 1 milyar doları aşan 168 Çinli vardır. [61] Gelir eşitsizliği, uluslararası bir ölçüt olan Gini Katsayısıyla kritik eşiğin ötesinde. Üstelik bunlar bizzat ÇKP tarafından dile getiriliyor. Resmi haber ajansı Şinhua’nın bir yorumcusunun 2017’deki ifadesiyle “Ülkenin en zengin üç kişisinin serveti 30’ar milyar doları aşmaktadır; buna karşılık hâlâ milyonlarca insan yoksullukla savaşmaktadır.” [62]

Bu topluluk açıkça burjuvadır ve toplumsal bir sınıf olmanın bütün ekonomik unsurlarına sahiptir. Üretim araçlarının mülkiyetine sahiplikleriyle birlikte işçilerin emek gücünü piyasa koşullarına göre satın almakta ve kâr için üretim yapmaktadırlar.

Bu gerçek karşısında, biri, “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış kitleyiz” düsturunu izleyen bir korporatizm olarak, ötekisi Çin’de sosyalizm için yegâne umut olarak işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin gerekçesini bulan iki iyimser yaklaşım olduğunu görüyoruz.

İlkine göre, yüksek gelire sahip “özel girişim sahipleri” bir toplumsal sınıf teşkil etmemektedir ve dolayısıyla burjuva sayılmamalıdır. Bu yaklaşıma göre, “özel girişimciler ve işçiler arasındaki ilişkilerin başat yanı işbirliği ve ortak çıkarlar”dır.” [63] Basit bir korporatizm olan bu yaklaşımın ÇKP’de de karşılık bulduğunu izliyoruz. Burjuvazinin kapitalist işletmelerinin “Çin’e özgü sosyalizm”in inşasında stratejik bir yere sahip olduğu kesindir. Bunlar, kapitalist olarak ve kapitalist niteliklerinden uzaklaşmadan katkı yapıyorlar “Çin’e özgü sosyalizm”e. Ancak bu hiçbir zaman bu işletmelerdeki işçilerle patronların sınıf çelişkileri yaşadığını gözardı edemez. Öte yandan, Çin’e ilişkin esas umudunu işçilerin hareketine bağlayan yaklaşımın temel sorunu, toplumsal alan ile politik alan arasında ilkinin ikinciyi belirlediği bir ilişki varsayması ve tarihte “politik güç”lerin etkin varlığını gözden kaçırmasıdır.

Çin Halk Cumhuriyeti Anayasasında 1988’de onaylanan değişikliğe göre, “Ekonominin özel sektörü, sosyalist kamu ekonomisinin bir tamamlayıcısıdır. Devlet, ekonominin özel sektörünün yasal hak ve çıkarlarını korur ve bu sektör üzerinde rehberlik, denetim ve kontrol uygular.” [64] Bu toplumsal sınıfı, Anayasada dikkatle belirtildiği gibi, denetleyerek ve kontrol ederek, “sosyalist ülkenin inşa davasına aktif olarak katıldıkları” için “sosyalizmin inşacıları” arasında görmekte ilkesel bir sorun yoktur.

Ancak, ÇKP’nin, geçen yıllar boyunca kapitalistleri giderek sıkılaşan bir şekilde kontrol ettiğini teslim etmek gerekiyor. Önceki yıllarda özel sektörün kamu sektörü ile işbirliği teşvik edilirken artık bunun bir zorunluluk olduğunu öğreniyoruz. Kamuran Kızlak’ın anlatımına göre, “Kapitalizmi / kapitalistleri kontrol etmek için kullanılan bir diğer yöntem, kamu ile ortaklık kurmaya teşvik etmekti. Fakat artık ortada bir teşvik değil zorunluluk var. İki yıl kadar önce çıkan bir yasayla özel sektörün kamu ile ortaklık kurması zorunlu hale getirildi.” [65] Buna iki faktör eklenebilir. ÇKP, 2003’te aldığı bir kararla burjuvaları üye kabul etmeye başladı. Öte yandan, daha yakın zamanlarda alınan bir kararla, özel şirketlerin karar organlarına ÇKP üyelerinin dahil olmasına dönük düzenlemeler yapıldı. ÇKP’nin burjuvaları üyeliğe kabul etmesinin, bu partinin “komünist” niteliğinin tabutuna çakılmış bir son çivi olduğu ileri sürüldü kimilerince. Biz buna en azından ilkede katılmıyoruz. ÇKP, eğer savladığı gibi mutlak iktidar konumunu kıskançlıkla koruyorsa, üyelikleri, ÇKP’nin burjuvalar tarafından kontrolüne değil burjuvaların ÇKP tarafından kontrolüne ilişkin bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Sorunun tayin edici momentinin, ÇKP’nin kendi varlığına yönelik iddiası olduğunu vurguluyoruz. ÇKP üyelerinin yani resmen “komünist”lerin, kapitalist şirketlerin yönetim kurullarında görev almasını da aynı şekilde yorumlamamak için hiçbir neden yok.

ÇKP için yaşamsal olan ekonomide ve toplumda kapitalizmin ve burjuvazinin varlığı değil, burjuvazinin politik iktidardan kategorik uzaklığının güvenceye alınmasıdır. Çin yönetiminin yarı-resmi yayın organı kabul edilen Global Times’ın editörünün 2021’de yazdıkları, Boratav’ın dikkat çektiği üzere, Çin burjuvazisinin iktidarla ilişkisi meselesine ÇKP konumundan bir yanıt olarak kabul edilebilir: “Çin’e özgü sosyalizm Batı’dan farklıdır. Sermaye Çin’e hâkim olamaz; siyaseti etkileyemez; toplumsal yönetimi, ideoloji ve değer sistemlerini biçimlendiremez. Buna karşılık ulusal ekonomiyi, halkın refahını geliştirici bir rol oynamalıdır.” [66]

Belirleyici gördükleri politik iktidar meselesinden başka, ÇKP liderliğinin, devrimin zaferinden sonra içinde olunduğu ilan edilen ‒kabaca 2012’de başlayan‒ üçüncü otuz yılın başlıca hedeflerinin ikinci otuz yıldan (1979’da başlatılıyor) farklarını görmek, ekonomik eşitsizlikler ve toplumsal sınıflara ilişkin yaklaşımlarının değişim seyrine ilişkin bir çıkarsamaya olanak verecek mahiyettedir.

İkinci otuz yılın kurucusu Deng için sosyalizmin temel görevi üretim güçlerini geliştirmekti. Deng, kutuplaşmaya karşı olduğunu ve kamu mülkiyetinin ağırlığının belirleyici önemini de ifade etti birçok kez, fakat tek temel hedefi zenginleşmek için üretimi geliştirmekti.

Üçüncü otuz yılın kurucusu Şi’de ağırlık değişmiş görünüyor: Ona göre, “üretim güçlerini geliştirmek, sosyalizmin temel bir görevidir”. [67] Bu küçük “bir”de çok önemli bir ayrım gizlidir. Nitekim ÇKP’nin “ÇKP: Görevleri ve Katkıları” belgesinde (2021’de yayınlandı) açıkça başka bir vurgu gözetiliyor: “Sosyalizmin özü üretici güçleri özgürleştirmek ve geliştirmektir; sömürüye, kutuplaşmaya son vermektir. Sosyalizmin temel gereksinimi ise ortak refahı gerçekleştirmektir.” [68] Şi’nin liderliğiyle birlikte gelir eşitsizliğine karşı birtakım önlemler alınmaya başladı. Büyük burjuvazinin kontrol edilmesine dönük daha sıkı önlemler yürürlüğe girdi. Şi, eşitsizliklerin Çin’in modern bir sosyalist ülke olacağı 1949’a kadar varlığını koruyacağını da kabul ediyor.

Özel sektörün olanca dinamizmi ve ağırlığına karşın, Çin ekonomisinin stratejik kabul edilen bütün sektörlerinde kamu mülkiyeti esastır. Toprakta özel mülkiyet yoktur. İletişim sektörü ve bütün bankalar kamuya aittir. Samir Amin, finansal küreselleşmeye dahil olmamasını Çin’de sosyalizm açısından çok önemli görüyor. [69]

Her iki dönemde de ÇKP, ilke olarak kumanda mevkisindedir; ve bu bakımdan ilke olarak temel bir sorun yoktur. Anlaşıldığı kadarıyla Şi’nin kritik gördüğü husus, ÇKP’nin, kapitalist ekonominin bir yan-etkisi olarak yolsuzluklardan etkilenmesidir.

Şi Cinping’in ÇKP liderliğine geldiği zamandan beri operasyonel dikkatini Parti ileri kadrolarına kadar uzanan ve halk yığınlarında Partiye dönük ağır tepkilere yol açan yolsuzluklarla uğraşmaya verdiğini biliyoruz. Şi, yolsuzlukların Partiyi çürüten temel bir tehlike olduğunu, yolsuzlukları önlemenin Parti açısından hayati bir sorun olduğunu ve Mao döneminin sade yaşama ve halka hizmet etme kültürünün geri gelmesini ısrarla söylüyor. Yolsuzluklara karşı mücadele bağlamında idamı da kapsayan ağır cezalar yanında sayısı yüzbinlere ulaşan davanın sürdüğü bildiriliyor.

Kapitalist dünyanın savunmaya çekilişi

“Batı”, Çin’in “ucuz emek kaynağı bir fabrika olarak refahına katkı yapan bir konumda kalacağını” sanıyordu. Bu sözler, Global Times’tan Boratav tarafından aktarılıyor. Böyle düşük profilli bir Çin ile kimsenin sorunu olmazdı. Çin, küreselleşmenin olanaklarını en etkin şekilde istismar etti ve sonunda küreselleşmeye neredeyse egemen oldu. Yüksek üretkenlik ve dev ekonomik kapasite, Çin’in kapitalist Batı ekonomilerine kapitalizmin silahıyla meydan okumasını sağladı. Şimdi Çin kapitalizmin küreselleşmeci değerlerini savunuyor, kapitalist dünya savunmaya çekiliyor.

“Çin, Dünya Ticaret Örgütüne (DTÖ) üye olurken dünya pazarlarına diğerleriyle eşit koşullarda rahatça erişebilmeyi amaçlamıştı. O günlerde DTÖ’yü Çin’e baskı yapma ve kontrol etmenin bir aracı olarak gören ABD, Çin’in örgüte katılımını olumlu karşılamıştı.” [70] Geçen yıllarda yaşananlardan sonra, ABD Başkanı Trump, DTÖ’nün Çin’in çıkarları için çalışan bir örgüt haline geldiğini söylüyordu. Çin ekonomisinin kabına sığmayan varlığı, ABD’yi, sınırlarını berkitmeye, şampiyonluğunu yaptığı küreselleşmeden Çin’in işine geldiği gerekçesiyle vazgeçmeye yöneltti. Artık Davos Forumlarında Çin Devlet Başkanı Şi’nin küreselleşmeyi savunduğunu, muhataplarını kapanmanın yanlışlığı konusunda ikna etmeye çalıştığını görüyoruz. Bunun, “büyük” sıfatının algı bakımından yetersiz olduğu bir gelişme olduğu açıktır.

Çin’in, dev bir ekonomik güçle Batı ekonomilerini kendisine bağlı kılması çarpıcı bir ters çevirmedir. Eskiden sosyalist ülkeler kendilerini Batıdan korumaya alıyor, bu yüzden onlardan “Demirperde ülkeleri” olarak söz ediliyordu. Çin nezdinde bu konum tersine döndü. Çin, Batının kendine ve dünyaya karşı kullandığı silahları tarihsel sahiplerine karşı etkin şekilde kullanıyor. Artık küreselleşme ve serbest ticaret neredeyse tamamen Çin’in çıkarına.

Wen Wei’nin ifadesiyle, “Çin’in gelişmesinin benzersiz bir politik sistem ile elde edilen bir süper ekonomik gelişme olduğu iyi bilinmelidir.” [71] Wen’e göre, Çin, 1998’de başlattığı ikinci sanayi devrimi evresindedir ve halen bu yolda ilerlemektedir. “Çin’de yakın tarihin herhangi bir döneminde yaşamış bir yabancı ‘Benim zamanımda Çin çok değişti’ derse, ona inanın, haklıdır. Çin’de gerek makro anlamda sosyal ve ekonomik durum, gerekse buna bağlı olarak günlük yaşam anbean değişmektedir.” [72] Çin bu ivmeyi sürdürebilecek mi?

Sosyalizmin ileri evresi mi?

ÇKP’nin 2017’deki 19. Kongresinde, 2049’da “Çin’in ulusal güç ve uluslararası etki bakımından küresel liderliğe ulaşmış olacağı” öngörüldü. [73]

İlerleme bayrağının bugün Çin’in elinde olduğuna kuşku yok. Bu ‒açıkça ve henüz?‒ politik bir bayrak değil. Ama salt ekonomik ilerleme bayrağı da değil. Çin, özel olarak, teknolojik ilerleme bayrağını da kaldırmış bulunuyor. Lasurdo’nun dediği gibi ileri teknoloji artık Batının tekelinde değil. [74]

Çin’in üretici güçlerinin kapitalizmin zirvesini yakaladığı ve uzunca bir süredir başa baş konumu koruduğunu görüyoruz. Çin, artık bununla yetinmediğini ve teknolojik bakımdan en ileri olmayı hedeflediğini ilan etti. Plan hedeflerine başarıyla ulaştığını gayet iyi bildiğimiz ÇKP, iki yüzyılın (partinin ve ÇHC’nin kuruluşlarının yüzüncü yıllarının) ortası olan 2035’te ülkenin “temel teknolojilerde çığır açabilen ülkelerden biri olacağı”nı öngörüyor. [75] Bunun ihtiyatsız bir ilan olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çin şimdiden bir ileri teknoloji ülkesi. Şu sıralarda Çin’de yüksek teknolojinin geliştirilmesi yolunda bir program yürütüldüğünü öğreniyoruz.

Sovyetler Birliği, dengesiz bir gelişmeyle de olsa, uzaya ilk kez uydu gönderen teknolojik atılımıyla 1950’lerin son yıllarında ABD’yi korkuttu. Ama sonucun ne olduğunu biliyoruz. Şimdi Çin, karşılaştırılamayacak kadar sağlam bir ilerleyişle Batı dünyasını teknolojik olarak geride bırakma aşamasında bulunuyor. Bu olasılığın gerçekleşmesinin ne gibi sonuçları olacağına ilişkin somut düşünmenin boş bir hayal olmadığı açıktır.

Çin enerjiden biyogenetiğe, silahlanmadan uzay teknolojisine, yapay zekâdan ekolojiye kadar başlıca her alanda ABD’yi ürküten teknolojik ilerleme atılımları geliştirme çalışmaları içinde. Çin’den sıklıkla yeni bir teknolojik çalışma haberi geliyor. Bu, kapitalizmin üretim güçleri ve teknolojisini aşacak bir seviyeye ulaşma olasılığını güçlü olarak taşıyor. Şi’nin ilan ettiği “Çin Rüyası” bu bakımdan sosyalizmin Ekim Devriminin ilk yıllarından beri taşıdığı rüyayı andırıyor. Bunu kapitalist dünya, verdiği güvene alıştığı üstünlüğünün elinden kayıp gideceği dehşetiyle “siber-totalitarizm” olarak adlandırıyor.

Çin’in süper ekonomik gelişmesinin süper teknolojik gelişmeye yönelmesi gerçek bir olasılık. Çin şimdi, kapitalizmin en ilerisinden de ileride “yeni üretken güçlerin, yeni maddi üretim ilişkileri gerektirmesine, ve bu maddi ilişkilerin de, üretimin yeni toplumsal ilişkilerini, yeni otorite biçimlerini ve hak dağılımını gerektir”mesine oynuyor görünüyor. [76]

Yüksek teknoloji yani üretim güçlerinin çarpıcı gelişmesi ve kapitalist ülkeleri geride bırakması, Çin somutunda sosyalizmin yeni bir örneğini görmeye olanak verir mi? Bu durum, kapitalist ülkelerde, geçen yüzyılda sosyalist ülkelerde görülene benzer bir şekilde sosyalizme doğru çökme gibi bir etki yaratabilir mi? Sosyalist toplumlara özenen Batılı halkların varlığını bir düşünün. Bunların tümü olanak dahilindedir, yeter ki ÇKP Marksist olsun.

3. Üretim güçleri teorisi

Marx’ın devrimi üretim güçlerinin en gelişmiş olduğu ülkede beklemesi basit bir öngörü hatası mı, yapısal bir yanlışlık mıydı?

Marx-Engels’in Alman İdeolojisi’nden başlayarak bazı çalışmalarında sosyalizm için yüksek derecede gelişmiş üretim güçlerini önkoşul kabul ettiğini biliyoruz. Üretim güçleri yüksek gelişim göstermemişse, iktidarı ele geçiren komünistler geriye dönüşü önleyemez. Marksizmin kurucularının ifadesiyle, mutlak bir şekilde gerekli’ kitlesel üretkenlik ‘pratik öncülü’ olmadan “yalnızca yoksunluk genelleşir; yani yokluk ile birlikte zorunlu ihtiyaçlar uğruna çatışma yeniden başlar ve bütün o eski pislik yeniden ikame olur”. [77] Marx, bütün toplumsal sistemi yöneten yasanın bir hükümet yasasıyla kaldırılamayacağını, bunu savunan sosyalistlere karşı burjuva ekonomistlerin, “sosyalizmin yoksulluğu ortadan kaldıramayacağını, ancak yoksulluğu genelleştirebileceğini” anlattıklarını aktarır. Marx’a göre, sosyalizmden komünizme giden süreç, sistemi yöneten yasayı ortadan kaldırmaya yönelik köklü bir işlem olarak görülmelidir. [78]

Bu bakımdan Gerald A. Cohen’in Marx yorumu gayet sağlamdır: “Gelişmiş bir teknolojinin sosyalist başarının özsel bir önkoşulu olduğuna inanan Marx, göreli kıtlık ve sınai olgunlaşmamışlık temelinde ‘sosyalizm inşa etme’ girişimleri konusunda kötümser olurdu. Fakat, yüksek teknolojinin sosyalizm için sadece zorunlu değil yeterli de olduğunu ve kapitalizmin bu teknolojiyi kesinlikle yaratacağını düşündüğü için, sonal tutumu iyimser olurdu.” [79] Cohen’e göre, sosyalist ülkeler “hem insani bakımdan hem de ‘dar ekonomik’ bakış açısından önemli yanlarıyla kapitalizme üstün ekonomiler kurmalarına karşın, bu toplumların sosyalizmi başarıp başarmadıkları ilk elde tartışmalıdır. [80] Cohen, üretim güçlerindeki geriliğin bir kabulü anlamında, bu toplumların, kendileri geliştirmediği için, ileri kapitalist ülkelerde geliştirilmiş teknolojiyi aldığını ekler. Cohen bu satırları 1978’de yazdı. Sonraki yıllarda Cohen, Sovyetler Birliğinin ardı sıra sosyalist ülkelerin çöküşünü “Marksizmin zaferi, sosyalizmin yenilgisi” olarak değerlendirdi. Çünkü Marx, bu ülkelerde üretim güçlerinin geliştirilemeyeceğini, sosyalist ülkelerin öğretisi ise geliştirilebileceğini savunuyordu!

Gericileşen kapitalizm

Bunlara karşın, Marksist teorinin bir anlaşılışına göre, sosyalizmde üretim güçlerinin geliştirilmesi görece kolaydı. Çünkü varsayılan serbest rekabetçi döneminin geride kalmasıyla kapitalizm gericileşmiş, aynı anlama gelmek üzere, kapitalist üretim ilişkileri üretim güçlerinin gelişmesinin önüne bir engel olarak dikilmişti. Sosyalist devrim, üretim güçlerinin önündeki engeli kaldıracak ve uyum içindeki ilişkiler sonucunda, üretim güçleri serbestçe ve olağanüstü bir hızla gelişerek kapitalist toplumları geride bırakacaktı.

Başta Ekim Devrimi olmak üzere komünistlerin önderliğindeki bütün devrimlerin, kapitalizmin “içerebileceği bütün üretken güçler gelişmeden” olduğunu yani “erken doğduğunu” biliyoruz. Bunun, Ekim Devriminden bu yana ne büyük rahatsızlıklar yaratan bir tartışma olduğunun da elbette farkındayız. Kautsky’nin, Ekim Devrimi için erken doğum teşhisi yaptığı ve kuvözde biraz yaşatılsa bile devrimin sonunda öleceğini ilan ettiği unutulabilir mi!

Üstelik bu devrimlerin sorunu bununla kalmıyordu; küresel olarak üretken güçlerini henüz olgunlaştırmamış kapitalizmin en ileri ‒ama kapitalist üretimin kapasitesi bakımından henüz geri‒ ülkelerinde bile değil, kapitalist gelişmenin bile görece ya da mutlak geri olduğu ülkelerde olması vahameti dayanılmaz kılan bir etkendi. Nitekim, devrimi izleyen yıllarda, özel olarak Sovyetler Birliğinde toparlanmadan sonra gelişen planlamayla birlikte 1930’lar boyunca, üretici güçlerin hızlı gelişmesinden sonra aşılamayan bir durgunluk görülmeye başladı. Samir Amin buna “ölümcül durgunluk” diyor. [81] Düşman kapitalist ülkelerdeki üretken güçlerin gelişmesi ortamında durgunluk giderek artan geride kalma anlamına geliyordu.

Bu neyin göstergesiydi? Bu bize göre, öncelikle, kapitalizmin üretim güçlerini geliştirmeye ilişkin kapasitesinin henüz olgunlaşmasını tamamlamadığını, kapitalizmin henüz çürümediğini gösteriyordu. Şu halde, kapitalizm hâlâ ilerici miydi? Sosyalistlerin görevi, kapitalizmin son raddesine kadar gelişmesi için çalışmak mıydı?

Öte yandan, gerçek olaylar olarak devrimler olmuştu. Devrim diye anılan erken öten horozlar, bu anlamda gelişmenin karşısına çıkan gerici engeller miydi? Zaten üretim güçlerini kapitalizm ölçüsünde geliştirememeleri de bunun kanıtı olamaz mıydı? Kuşkusuz, Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya “Önsöz”deki devrim anlayışındaki devrimler değildi bunlar. O halde, Marksistler, bunları olmamış saymalı ve iktidarı gönüllü olarak tarihsel hak sahiplerine mi vermeliydi? Zaten, ya gönüllü olarak yapılacaktı bu iş ya da bu yapılmazsa tarihin ağır gücü bu görevi yerine getirecek ve gafil “devrimciler” devrimin karşısında kalmış olacaktı! Fakat burada başka bir açmazla karşı karşıya kalınıyordu; zira bu devrimler bir-ikiyle kalmamış, bir dizi ülkede olmuştu ve ‒kendisine atfedilen yüksek değer yerindeyse‒ Marksizm, tarihin bu kadar arızalı ve keyfi yol almasını da açıklamakla yükümlü olmalıydı. Yoksa, devrimlere ilişkin anlayışımızda mı bir sorun vardı?

Sovyetler Birliği ve öteki sosyalist ülkeler başaramadı ve ‒Cohen’in ifadesiyle‒ Marx’ın görüşü haklılandı. Peki, başaran Çin? Bize göre, Çin, hem Marx’ı haklıladı hem de ‒Cohen’in dediğinin aksine‒ sosyalizmi…

Öte yandan Çin, dar anlamıyla alırsak, Marx-Engels’i yanlışladı ve geri bulduğu üretim güçlerini olağanüstü bir gelişmeyle en ileri düzeye çıkarmayı başardı. Çin örneği bize tek ülkede sosyalizm teorisinin olanağına ilişkin de önceki deneyimleri aşan bir tarihsel tutamak verdi. Dolayısıyla, ‒yaygın adlandırmaya uyarsak‒ “üretici güçler teorisi”, paradoksal olarak Çin örneği üzerinden bir kez daha yanlışlandı. Üretici güçler teorisi, üretici güçlere uygun bir politik üstyapıyı zorunlu sayıyordu ve buna bağlı olarak sosyalizm deneyimleri umutsuz birer vakaydı. Ancak Çin, en azından söylemde bu uygunluğa karşı duran parlak bir örnek oldu. Yani geçici görülen bir halin mukadder başarısızlığını Çin pratiğinin çürüttüğünü söyleyebiliyoruz. Şu halde, Çin’in, başarısı kuşkusuz deneyimini nasıl değerlendirmeliyiz?

Üretkenliğin nedenselliği

Cohen’e göre Marx, dört ayrı “ekonomik yapı biçimi”ne karşılık gelen dört “üretken gelişme düzeyi” saptamıştır. [82] Buna göre, “sınıf öncesi toplum”da “artık yok”tur. Bu, birinci üretkenlik düzeyidir. İkinci üretkenlik düzeyi “Kapitalist sınıf öncesi toplum”a karşılık gelir ve bu düzeyde “biraz artık” vardır, ama sonraki düzeyden daha azdır bu artık. “Kapitalist toplum” ise “az çok yüksek artık” ile tanımlanmaktadır, fakat kapitalist üretimin artığı da kendisinden sonra gelecek “4’ten daha az”dır. Nihayet, “sınıf sonrası toplum” ile birlikte “kütlesel artık” düzeyini yakalamış “üretken gelişme”yi buluruz. Cohen’in çıkarsamasına göre, Marx, 3. üretkenlik düzeyinde gelişmeyi sadece kapitalizmin sağlayabileceğini ve dolayısıyla sosyalizmin bunu yapamayacağını savunur. Çünkü “Sosyalizmin üretkenlik önkoşulu, yaşamın, zamanın ve enerjinin büyük bir kısmını zevk almadan zorunlu amaçların araçlarını üretmeye ayırmayı artık doğru olmaktan çıkaracak kadar büyük, kütlesel artıktır.” [83] Cohen’in sözleriyle, Marx’a göre “2. ve 3. üretkenlik düzeylerinde uygarlık, ancak köklü eşitsizlik sürdürülürse ilerleyebilir.” [84] Marx, “Üretken güçlerin bu gelişimini ve artı emeği elde etmek için, kâr eden sınıfların ve çöken sınıfların var olmaları zorunluydu” der. [85] Böylece Cohen’e göre Marx, sosyalizmin maddi temelini kurmak için “kapitalizm tarafından tamamlanan uzun bir sınıf eşitsizliği sıkıntısı” gerektiğini, “üretken gelişmeyi 4. evreye getirmek için sınıfsal baskı[nın] gerekli” olduğunu söyler. [86] Çünkü “çalışma itici olduğu zaman, insanlar çalışmaya itilmelidirler. Öyleyse, 2. ve 3. üretkenlik düzeylerinde bazı insanların, diğer insanların çalışmasını denetlemesi gerekir.” [87]

Cohen, Marx’tan aldığı sağlam referansla ilerliyor. “Bu yüzyılda” diyor, bazı “toplumlar, kendi üretken güçleri Marx’ın zorunlu ilan ettiğinden geri olduğu bir sırada kapitalizmin pençesinden kurtuldular.” [88] İşte burada Cohen’in Marx’ın anlayışından çıkardığı kehanetin gerçekleşmesine gelmiştir sıra: “[D]evrim vaktinden önce olabilir ve bu nedenle sosyalist amacını başaramayabilir. Başarılı bir devrimi olanaklı kılan, yeteri ölçüde gelişmiş üretken güçlerdir.” [89] Bu yaklaşıma katılan Samir Amin’in vurguladığı gibi, “bölüşüm ‘herkese ihtiyacına göre’ ilkesiyle olacaksa, zenginlik önkoşuldur.” [90]

Bir ekonomi tarihçisi olan Wen Wei, Çin’in ekonomik mucizesini, Marx’ın Katkı’ya “Önsöz”deki ifadesini andırır şekilde açıklıyor. Marx, “içerebileceği bütün üretken güçler gelişmeden hiçbir toplumsal oluşum yok olmaz; ve varlığının maddi koşulları bizzat eski toplumun rahminde olgunlaşmadan, yeni, daha yüksek bir üretim ilişkileri asla ortaya çıkmaz” [91] diyordu. Wen Wei’ye göre, ekonomik gelişimin tarihsel yasalarının hareketi izlenmelidir: “Bu aşamalara geri dönmeniz ve atlamamanız gerekiyor. Bunu daha önce anlayamadık ve bir an önce atlayıp geçmek istedik. Doğrudan ağır sanayileşme ve tarımsal modernleşme aşamasından başlamayı umduk. Ama olmadı. […] Ekonomistler bu yasayı (embriyonik gelişme yasası) göremedi. Bu yasa ‘Büyük Çin Sanayi Devrimi’nde tanımlanmış ve detaylandırılmıştır.” [92]

Wen Wei, yapılanları anlatıyor: “Çin sanayi devriminin sorunsuz bir şekilde ortaya çıkmasının nedeni, bir ‘ileriye doğru büyük atılım’ gelişmesi olmamasıydı. Dürüst olmak gerekirse, kasaba işletmelerinden başlayarak sınıflar oluşturmak için bir geri dönüştü. Çin’in sınıflar oluşturması, ilkel sanayileşme sınıfını desteklemesi, ilk sanayi devrimini tamamlaması ve ardından ağır sanayi sektöründe ikinci sanayi devrimini başlatması gerektiğini kimse bilmiyordu.” [93] Wen’in, Çin’e ilişkin birçok açıklamadan farklı olarak, yapılanın bir gerileme olduğunu, yapısal nitelikleriyle toplumsal sınıfların oluştuğunu açıkça ortaya koymasını ve bunun gerekliliğini de açıkça savunması kaydedilmelidir.

Buna göre, sosyalist ülkelerde ileri politik biçim ile geri ekonomik tarz arasında bir çelişki vardır. Çelişkinin nasıl çözüleceği başlı başına bir sorun olmuştur.

Şu halde, bu tartışmanın hâlâ Marksizm içinde olduğuna kanaat getiriliyorsa, sosyalist bir ülkedeki iktidarın yükümlülüğünün, üretken güçlerin kapitalist tarzda gelişmesi için yol vermek, hatta en iyi şekilde yol vermek olduğunu söyleme cesaretine sahip olunmalıdır. Bu önerme elbette ağır başka soru ve sorunları, açıklama ve tartışma yükümlülüklerini getiriyor.

Maddi tarzın ortaklığı

Bir ülkede iktidar olan politik güç için, ülkenin üretim tarzı ve maddi üretim düzeyi veridir. İlke olarak komünist iktidar, “tarih içinde bulduğu teknik koşullara dayanarak” hareket etmek durumundadır. [94] Dolayısıyla, üretim tarzı politik iktidarla birlikte hemen değişmez. Şu halde, bir dönem boyunca, “eski”nin üretim tarzı ve maddi üretim düzeyi ile “yeni”nin politik iktidarı birlikte olmak durumundadır. Fakat bu birlikteliğin kısa süreli olmadığı ya da olmayacağı tartışılmaktadır.

Maddi üretim ilişkisi bakımından, pamuk tarlasında çapayla çalışan köle ile yine çapayla çalışan ücretli işçiyi ayıramayız. Bunlar arasındaki ayrım, çalışmanın kendisinin dışında ortaya çıkar. Tarlada köle gardiyanlarıyla işçi çavuşlarının birinin elinde kırbaç olması dışında çalışırken dışarıdan bakan biri bir ayrım göremez.

Sosyalist ülkelerle kapitalist ülkelerin maddi üretim ilişkileri, maddi üretken güçleri arasında ayrım hiçbir zaman yoktu. Cohen’in ayrımını izlersek; sosyalist ülkelerin üretimin maddi tarzı bakımından kapitalist ülkelerden hiçbir zaman ayrılmadığını ileri sürebiliriz: “Sovyet kolektif tarımı ile Amerikan ‘tarım işletmesi’, benzer yöntemler ve üretim aletleri kullanarak toprağı sürüyor, tohumu ekiyor ve hasadı biçiyorlarsa, aynı maddi üretim tarzını sergilerler.” [95] Cohen burada, “toplumsal biçim farklılıklarına karşın” diye başlamaktadır. Toplumsal biçim farklı ama maddi tarz aynı. Başka bir örneği Cohen, Marx’ı izleyerek verir. Marx’a göre “Üretim tarzı yönünden, manüfaktür, sözcüğün dar anlamıyla, ilk aşamalarında, lonca el zanaatlarından […] güçlükle ayırdedilebilir. Ortaçağ lonca ustasının işyeri, yalnızca genişlemiştir.” [96] Cohen, kapitalist ilişkilerin lonca ilişkilerinin yerini almasına karşın, emek sürecinin fiziksel niteliği henüz dönüşmemiş olduğu için maddi üretim tarzının değişmemiş olduğunu söyler. Bu nedenle, emek proleterleşmiştir ama bu hal, kapitalizm öncesi maddi üretim tarzının varlığıyla bağdaşmaktadır. [97] Emeğin niteliği anlamında toplumsal bakımdan kapitalist, ama maddi üretim tarzı bakımından feodal olabiliyor bir somut durum. Başka bir aykırı örneği Amerikan tarımında görürüz. Cohen’e göre Marx, proleterleri değil köleleri olduğu halde Amerikalı toprak sahiplerini kapitalist kabul eder. [98] Marx ile Engels, Almanya’da kırsal kapitalizmin serflerin angarya emeğine dayalı olarak gelişmeye başladığını tartışır. [99]

Feodalizm ile kapitalizmin maddi tarzının, öteki ayrımlar bir yana, öncelikle üretim araçları bakımından ne kadar farklı olduğu genel olarak kabul edilmesine karşın, bu iki üretim tarzı arasında çok çeşitli tarihsel geçiş formları olduğunu görüyoruz. Kapitalizm ile sosyalizm arasında bu türden bir ayrım tanımlanmamıştır. Sosyalist olarak adlandırılan dönemin kendisi başlı başına bir geçiş olarak değerlendirilmiştir. Sosyalizm, esas olarak kapitalizmde bulduğu maddi üretim tarzıyla ilerleyecek ya da bazı yaklaşımları izlersek, ilerlemeye böyle başlayacak, ardından farklı bir maddi üretkenliğe geçecektir. Buradan yola çıkarak, ‘geçiş’in kendisi ile ‘geçilen’ arasındaki ayrımın, iki ayrı kategori arasındaki ayrımdan başka bir ayrım yöntemiyle kavramsallaştırılması beklenir. Kapitalizmin feodalizmin birtakım öğelerini taşıması kural değildir, ama sosyalizmin kapitalizmin öğelerini taşıması kural mertebesindedir.

Bütün bunlardan sonra, sosyalizmin başlı başına bir üretim tarzı olmadığını ya da sosyalizmin komünizmden önceki son aşamasına ya da aşamalarına kadar, a) maddi üretim tarzı bakımından kapitalizmle aynı, b) toplumsal üretim tarzı bakımından kapitalizmle aynı ve karşıt, c) karma üretim tarzı bakımından da aynı ve farklı olduğunu söyleyebiliriz. [100] Tarihsel olarak bu zamana kadarki sosyalizmlerin maddi üretim tarzının kapitalizmle aynı, buna karşılık toplumsal biçimlerinin farklı, üstyapılarının karşıt olduğunu biliyoruz. Toplumsal biçimlerin fark ya da karşıtlığının, üretim araçları özel mülkiyetinin ‒yokluğuna değil‒ egemen olmamasına dayandığını kabul edebiliriz. Sosyalizm muhtemelen ancak geçici bir tarihsel dönem boyunca kapitalizme karşıt bir toplumsal üretim tarzı oluşturabilir, ama maddi üretim tarzının kapitalizmden ne kadar ayrışacağı ‒yaşanan Çin deneyimine bağlı olarak‒ belirsizdir.

Zaten kurucu anlayışımız, sosyalizmin kapitalizm ile komünizm arasında bir “politik geçiş dönemi” olduğuna, ve komünizmden öğeler barındırmasına karşın, esas olarak en azından ilk evrelerinde kapitalizmin ağırlığının önemli olduğuna ilişkindi.

Marx, sosyalizm diye andığımız toplumun, komünizmden farklı olarak, “kendine özgü olan temeller üzerinde gelişmiş” bir toplum olmadığını, “kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle” onun “iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan damgasını hâlâ taşıyan bir toplum” olduğunu ifade eder. [101] Sosyalist toplumda çeşitli kusurlar olabilir, “ama bu gibi kusurlar uzun ve sancılı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle” sosyalizmde “kaçınılmaz şeylerdir”. [102] Ya da, devrimden sonra komünistler bu kusurları bir an önce yok etmek ister ama bir süre sonra yok edemediklerini ya da bu kusurları yok etmenin karşılığının daha yeğlenir bir şeylerden vazgeçmek anlamına geldiğini fark edip kusurları yeniden çağırabilir. Sosyalist toplumun, öteki “organik toplumlar”dan belirgin olarak daha fazla şekilde ileri-geri manevralar yapabileceği de açıktır. Sosyalist toplumda, üretici güçler yeterince gelişmediği için burjuva hukukunun içinde olunur ve ancak “üretici güçler arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman” burjuva hukukunun dar ufukları aşılır. [103] Bu, sosyalist toplumun ileri bir evresi ya da komünizme en yakın evresi olarak adlandırılagelmiştir.

4. Politik güçler teorisi

Şu halde, Marx’ın devrimi üretim güçlerinin en çok geliştiği ülkelerde beklemesinin yapısal bir yanlışlık olduğunu söyleyebilecek durumdayız. Gerçi Marx-Engels’te, burada savunulacak olana öncül niteliğinde devrim anlayışının kesin belirtileri de vardır ama Marksizmin kurucularının yapısal devrim anlayışı, kendi zamanlarından başlayarak geçen yüzyıl boyunca süren devrimleri açıklayamayacak haldedir. Onlara göre, devrim, ‒birtakım sancılar ve gerilimler yaşasa da‒ olgunlaşan bir civcivin yumurtanın artık incelmiş kabuğunu bir fiskeyle kırması, bir yılanın deri değiştirmesi gibi bir işlemdir. Böylece, Marksizmin kurucularının, devletten başlayarak devrime ait bir teorik anlayışlarının belirmediğini ileri sürmeyi zorunlu görüyoruz. Bu, devlet aygıtının üretim tarzıyla işlevsel ilişkisini açıklamak bakımından da geçerlidir.

Devrimlerin üretken güçlerin görece geri olduğu ülkelerde olması ile sosyalizm deneyimlerinin üretken güçleri geliştiremediği için çökmesinin nedensel bir açıklaması olmalıdır. Geri ülkelerde sosyalistlerin önderliğinde ileri devrimlerin olmasını birer tarihsel kaza, kötü rastlantı, istisna saymayacaksak ‒ki, bir değil çok sayıda ülkede olduğu için teorik anlayış bir yana tarihsel olaylar bakımından bile söz konusu olamaz böyle bir sayıltı‒, yapısal bir nedene bağlı olduğunu anlamamız gerekir. Aynı şekilde, sosyalizm deneyimlerinin başarısızlıkla çökmesinin de arızi olmayan bir açıklamasını yapmak zorundayız.

Aşağıdan yukarıya doğru belirlemeli tarzda giden bir sürecin, yukarıdaki son aşaması olarak devrim anlayışının tarihsel örneğine rastlanmadı. Özellikle geçen yüzyılın sosyalistlerin önderliğindeki devrimlerinin tümü, yukarıda bir yerlerde olgunlaşan, yukarıda bir yerlerde kırılmalara yol açan ve bunu gerçekleştirdikten sonra aşağıya doğru yönelen bir seyir izleyen süreçler olarak gelişti. Marx’ınki, evrime dayanan bir devrim anlayışı, evrimsel devrim, idi. Geçen yüzyıldakiler, evrim yolunu devrim ile açmaya, hızlandırmaya dönük süreçlerdi.

Ancak bu devrimler, başta devrimcilerin kendi bilinçlerinden epeyce farklı olarak, kendi sınırlarını da trajik bir şekilde gösterdi. Hakikaten, devrimler yukarıdan aşağıya pek de nüfuz edememiş ve ‒beklendiği ölçüde‒ ilerleme sağlayamamışlardı. Nitekim, bir dayanma marjından sonra çöktüler.

Böylece, toplumların doğasını zorlayan devrim gibi büyük yönelimlere ‒hele bu geri ülkelerde hiç‒ gerek olmadığı, yapılanların büyük bedeller ödenen ağır hatalar olduğu güçlü bir kanaat olarak saflarımıza bir afet gibi geldi. Fakat bir örnek, bu trajediyi farklı şekilde algılamamıza olanak verdi. Çin’de süreç, baştaki devrimcilerin ‒en azından Mao gibilerin‒ bilinçlerine aykırı olarak, bir sınır-aşımını gerçekleştirmeyi başardı. Bu süreçte, yukarıdan aşağıya yönelen bir nüfuz ve etkinin işlediğini gördük.

*

Bize göre bu süreçteki götürücü etmen, devrimi yapan, sosyalist inşayı başlatan, yapabildiği kadarıyla sosyalizmi sürdürebilen ve yıkılmalarında ortada olmayan varlığın ta kendisidir. Bu, açıkça, bir ‘politik güç’ olarak Parti’dir. Yineleyelim: Kendi özgüllüğünde ortaya çıkan bir güç olarak Parti, düşman politik güçlerle mücadele ederek onları yenmiş, devrimi yapmıştır. Devrimi üretim güçleriyle üretim ilişkilerinin mücadelesinin dolaysız bir sonucu olarak göremiyoruz. Ardından Parti, üretim güçlerine ilişkin bir şeyler yapmaya gayret etmiştir. Bu süreç, rastlantı denilemeyecek bir şekilde başarısız yürümüştür; bütün deneyimler, trajik bir şekilde, üretim güçlerini yeterli ölçüde geliştirmeyi başaramamıştır. Üretim güçlerinin zincirleme etkileri tarafından desteklenmediği için politik güç giderek zayıflayacak, köhneleşecektir. Artık bir anlamda “uzatmalar” oynanmaktadır. Uzatmanın erimini politik güç’ün varlığının iç ve dış ilişkilere dayanım katsayısı belirleyecektir.

Sosyalist inşa için nasıl açıkça ‘üretim güçleri teorisi’ni savunuyorsak, sosyalist iktidar için de açıkça ‘politik güçler teorisi’ni savunacağız. Büyük toplumsal varlığın, kendine özgü iç ritmi, görece geçirimsizliği olan bir politik katmanı vardır ve politik güçlerin yaşamı burada başlayıp biter. Merkezinde devletin olduğu politik düzlemde olmaya çalışan politik güç adayları olur ve politik mücadele bu bakımdan esas olarak devletle yürütülen mücadeledir.

Toplumsal yapıyı sınıf merkezli açıklamadan farklı olarak, sınıfsal düzlemin politik düzleme etkisinin pasif biçimli, ama politik düzlemin sınıfsal düzleme etkisinin aktif biçimli olduğunu kabul ediyoruz. Ortaya koymaya çalıştığımız yaklaşım yerindeyse, “geleneksel” dar-Marksist sınıfçı anlayış yanılmaktadır. Bize göre, politik güçler arasındaki mücadelede sınıflar, egemen politik güçler bakımından kullanılacak / dayanılacak malzeme, iktidardan uzak politik güçler bakımından dönüştürülecek ‘enerji’dir. Sınıfların sınıflar olarak yani toplumsal katmandaki varlıklarıyla tarihin motoru olmaları zaten geçerli değilken, onlar devrimler sürecinde de ancak politik güçlerle ilişkilenme tarzlarına göre rol oynayabilirler.

Politik güç, üretim katmanına dahil olamaz, ama bu katmanın toplumsal çerçevesini çizebilir, müdahale ederek özel mülkiyete son verebilir, mülk sahibi sınıfları yok edebilir. Politik güç’ün mülk sahipliğine yönelik bu gücü nereden bulduğu ve nasıl oluşturduğunu kuşkusuz kapsamlı ve sağlam teorik kavramlarla berkitmek gerekiyor. Savaşlar muhtemelen bu süreçlerin en belirgin dışavurum örnekleridir. Buna bağlı ve tarihin politik düzlemde yapıldığı ve bu alanın öznelerinin politik güçler olduğuna ilişkin bir tarih anlayışı vardır: Devlet ya da politik güç yoksa tarih de yoktur.

*

Politik katmanda, üretim katmanının ya da temelin ‒Marx’ın “Önsöz”de ifade ettiği anlamda‒ belirleyiciliği olmaksızın devrimler gibi önemli süreçler yaşanır. Geçen yüzyılın örneklerinin tümünde olduğu gibi üretim katmanı görece geri ve tahrip olmuş haldedir ve sosyalist iktidarın, zaferden sonraki kısa erimde karşısında bulduğu tablo şöyle anlatılabilir:

1) Maddi üretim tarzı önceden ne ise aynen sürmektedir. Hatta savaş ya da iç savaş gibi nedenlerle maddi üretkenlik düzeyinin öncekinden de geriye düşmesi söz konusu olabilmektedir. Yani maddi üretim bakımından önceki dönemle yapısal bir ayrım yoktur. Kurtuluş bu alanda gerçekleşmemiştir. İşçiler aynı şekilde çalışmaktadır. 2) Devlet aygıtı bakımından açık ve çıplak bir ayrım vardır. Politik güç tamamen başka bir niteliktedir. Bu alanda kurtuluş gerçekleşmiştir. 3) Toplumsallıkta yarı-genel bir kurtuluş söz konusu olmuştur. Büyük (ya da bazı örneklerde küçük) mülk sahipliği ve sınıfsal baskı ortadan kalkmıştır. İşsizlik, yoksunluk sorunları genel olarak kalkmış ya da eşitlenmiştir. Ama işçilerin, köylülerin ve emekçilerin yoksulluğu sürmektedir.

Tablonun şematik betimlemesi şöyle olabilir: Geri maddi üretim + eşitlikçi (ve yoksul) toplum + ”komünist” iktidar.

Bu toplumsal yapının, başlarda genel bir rahatlama yarattığını, ardından devrimi izleyen yıllarda üretken güçlerde görece hızlı bir gelişmenin sağlanabildiğini ama sonra yaygın bir üretken durgunluk yaşandığını biliyoruz. Yani şema birtakım nicel ayrımlarla varlığını kararlı bir şekilde korumuştur. Bu tabloyu 11. yüzyılda Karmatiler’de, çökünceye kadar Sovyetler Birliğinde ve 1978’e kadar Çin’de görüyoruz. Samir Amin’in buna “ölümcül durgunluk” dediğini hatırlatalım. Durgunluk, toplumu her yönden kemirmekte ve sınırlı artığın paylaşımıyla ilgili bildik sorunların ortaya çıktığı bir keşmekeşe ve çürümeye sürüklemektedir. Alman İdeolojisi’nde söylenenler gerçekleşmektedir. Bu toplumun, toplumsal düzlemi esas alırsak, bütün sorunlarına karşın, sosyalist olduğu kesindir. (Bu bakımdan, şu ya da bu tarihte “kapitalist restorasyon” olduğuna ilişkin görüşlerin gerçeği tam ifade etmediğini ve Sovyetler Birliğinin yıkılıncaya kadar sosyalist olduğunu kabul ediyoruz.) Ekonominin zayıflığına kitlelerin kayıtsızlığı, kösteği ve yer yer tepkileri eklenmiştir. Dolayısıyla bu toplumların esas olarak politik güç sayesinde ayakta durduğunu söylemek durumundayız. Politik güç’ün, politik katmanda bir dinamik yaratamazsa ve öteki katmanlardan enerji devşirecek öğelerle güçlenmezse, giderek zayıflayacağı kesindir. Politik güç sayesinde bütünlüğünü koruyabilen yapının içeriden ya da dışarıdan bir güç etkisiyle yıkılması mukadderdir. Ama çöküşün zamanı tamamen tarihsel sürece bağlıdır. Yıkılma örneklerinin tamamında, ‒rastlantısal olmayacak şekilde‒ işçilerin iktidarı korumaya değil yıkmaya dönük pratik sergilediğini ve dolayısıyla bu devletlere atfedilen “işçi devleti” ifadesinin olgusal bir karşılığı olmadığını gördük. (Bu, artık geride kalmış bir tarihtir.)

Sosyalizm deneyimlerinin tamamının seyrinin böyle olduğunu biliyoruz. Bugün “resmi” olarak sosyalist Küba, Vietnam, Laos ve Çin dışında sadece Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti korumaktadır bu modeli.

Çin’de bu açmazın bir pratikle dönüştürülerek başka bir kategoriye taşındığını gördük.(Öteki üç ülke de Çin’i izlemeye yöneldi.) Artık şema şöyleydi: İlerleyen maddi üretim + sınıflaşmış (ve zenginleşen) toplum + güçlenmiş “komünist” iktidar.

İlk modeli “sosyalizmin birinci dönemi” olarak adlandırırsak, Çin’de somutlananı “sosyalizmin ikinci dönemi” olarak adlandırabiliriz. Birinci model politik güç sayesinde ayaktayken, ikinci modeli izleyen yapıların politik güç sayesinde ayakta olmak yanında kaymadığını, sınıflaşmışlık ile maddi üretimin gelişmesinin, ‒kapitalist ülkelere benzer‒ tarihsel uyumu doğrultusunda bir bileşim oluşmasına direndiğini görüyoruz. (Bu, halen süren bir tarih.)

Sınıflaşmanın, önceki modele göre kesin bir gerileme olduğunu tartışmaya gerek yok. Ama politik güçlerin tarihi anlayışı bakımından, ilke olarak komünist olan politik güç’ün ilan ettiği gibi, katlanılması gereken ve zamanı geldiğinde politik güç marifetiyle yok edilecek bir gerileme olduğunu kabul edersek, bunda, hiç değilse, ‒bir kez daha‒ ilke bakımından bir sorun göremeyiz. Sınıflaşmanın kendi zorunlu politik sonucunu doğuracağını ve tarihselliğe egemen olacağını söyleyen sınıf indirgemecilere göre böyle bir olasılık söz konusu olamaz. Toplumsal varlığı, temelde maddi üretimi ve üstte politik katmanı pasifleştirerek, sınıfların belirleyiciliği üzerinden açıklayan “geleneksel” dar-Marksist yaklaşım bakımından böyle düşünmek zorunlu, ama sınıf indirgemeciler, başta sınıfsızlığı yaratanın ve ardından sınıflılığa meydan verenin politik güç oluşunu açıklayamıyor. Sınıflar elbette vardır ve sınıfların varlığı gözetilmelidir, ancak tarihte ve örneklerimizde sınıflar politik güç’ü belirleyemiyor.

Bütün tarihte sosyalizmin olanağı

Anlatmaya çalıştığımız yaklaşımın gidimli tarzda ilerletilmesi, tek ülkede sosyalist iktidar ve ardından inşaya yönelmenin, kapitalizmde değil, gerçekte sınıflı toplumsal formasyonların tüm tarihi boyunca mümkün olduğunu görmeye varacaktır.

Bu bakımdan, Karmatilerin kuruluşu ve yıkılışı ile, geçen yüzyılın sosyalist deneyimlerinin kuruluş ve yıkılışları aynı temel mekanizmayla gerçekleşmiştir. Kıvılcımlı, yapıtının ilgisiz görünen bir yerinde, geçen yüzyılın sosyalist devrimlerini, “sosyal devrimler” değil “tarihsel devrimler” modelinde açıklar. Bu, Marx’ın yapısal devrim anlayışıyla özdeş “sosyal devrimler”e karşılık, sosyalist devrimlerin bizim izlediğimiz açıklamasına denk düşer. Kıvılcımlı’ya göre, Marx’ta da olduğu üzere, sosyalist devrimler “toplumsal devrimler”den sayılsaydı, yeni bir uygarlığı görece kolayca yaratabilir ve kesinlikle çökmezlerdi. Oysa, bu deneyimlerin çökmesi onları “orta barbarların yukarı barbarlara karşı gerçekleştirdiği ‘ön-tarihsel devrimler’ modelinde anlamamıza olanak veriyor. [104] Kıvılcımlı, sosyalizm deneyimlerini orta barbar devrimlerine benzeterek bu konuda bize göre müthiş bir işaret çakmıştı; ama ona göre, ‒bildiğimiz kadarıyla‒ Osmanlı nezdinde tek bir örneği dışında, orta barbarlar yeni bir uygarlık ya da uygarlık rönesansı yaratamazdı. Kıvılcımlı, bizatihi kendi teorisinden, bize, kendi birtakım sonuçlarına karşı çıkma olanakları veriyor. Nitekim, kapitalizm-öncesi tarihsel geçmişteki sosyalizm deneyimlerinin uzun sürmüş varlıklarını biliyoruz. Kapitalizm-öncesi sosyalizm deneyimlerinin üretim güçleri bakımından yine de temel bir sorunları olduğunu ve onların potansiyel olarak Çin örneğini yaratamayacağını söyleyebiliriz. Üretimin o düzeyinde artığın miktarının üretken güçleri ancak sınırlı olarak geliştirebileceği ve bu deneyimlerin teorik olarak, Kıvılcımlı’nın yaklaşımıyla, yeni bir uygarlık değil ancak bir uygarlığın rönesansını yaratabileceği düşünülebilir. Yine de ne olursa olsun, sosyalizm ilk model evresinde kalsa da sosyalizmdir.

Dolayısıyla, sosyalizm deneyimlerini, tarihsel-teorik olarak, olanaksız bir çabanın başarısızlığa mahkûm bir sonucu olarak görmüyoruz. Ancak, bu deneyimleri yaşatmak son derece zordur ve mahkûmiyet bu zamana kadar tarihsel-pratik bir gerçek olmuştur.

Mahkûmiyetin tarihsel gerçek oluşunun iki nedeninden birinin sosyalizm deneyimlerinin çağdaşı sınıflı toplumsal formasyonların temelindeki üretim düzeyini ‒aşmak bir yana‒ yakalayamamaları olduğunu ifade ettik. Bu, çöküşün temel nedenidir. Ancak aktif ya da başat nedeni değildir. Çöken sosyalizm deneyimleri, kendilerini olanaklı kılan politik ileriliği sürdürememişlerdir. Bu, esasen politik ileriliğin kurumsal karşılığı olan politik güç’ün kuvvet uygulayıcısı olarak kudretli varlığını koruyamamasında somutlanmıştır. Politik güç, üretim temelinin elverişsizliğine karşın, ayrı bir varoluş dinamiğine sahiptir. Bu anlatım, Sovyetler Birliğini Stalin’den sonra, Çin’i de Mao’dan sonra karşı-devrim gerçekleşmiş ülkeler olarak görenler açısından tamı tamına geçerlidir. Hangi politik güç’ü Marksist kabul ederseniz edin, başarısızlık kesindir. Bu başarısızlığın, temel sayıltılara yönelik bir sorgulamaya yol açmaması teorik-yöntemsel bir sorundur.

Politik güç olarak mutlak hükümdarlar vardır ve hükümdarlık, üretim tarzının üzerinde olan ve ona tabi, onun şeklini almış incecik bir örtü değildir. Marx’ın anlatımıyla, “Bütün çağlarda ekonomik koşullara boyun eğenlerin hükümdarlar olduğunu ve onların ekonomik koşullara hiçbir zaman zorla yasa kabul ettiremediklerini” bilmek gerekir. [105] Politik güç’ün kudretinin sınırlarını başta maddi üretkenliğin kendisi çizer. Hiçbir politik ilerilik, karasabana dayalı maddi üretim tarzının ilerisine sıçramaya yetemez. Eldeğirmeni feodal beyli toplumu, buharlı değirmen sınai kapitalistli toplumu verir. [106] Bu, toplumların ana kanalıdır. Ancak aynı maddi üretkenlik tarzları, sosyalist toplumsal örgütlenmeyi reddetmez, ya da olanaksız kılmaz. Karasabanın ve çıkrığın başlıca maddi üretim araçları olduğu bir üretim tarzının üzerinde ağalı-marabalı toplum kadar güçlü olmasa da sosyalizm mümkündür. Bu olanak, politik düzlemde meydana gelen mücadeleler sonucu gerçekleşebilir. Ama o da üretim artığından dolayı bir süre sonra bölüşüm sorunuyla mutlaka karşı karşıya gelecektir.

Tarihte ve geçen yüzyılda sosyalist iktidarlar, üretimin artığı şu ya da bu şekilde kontrol edilmek üzere, maddi üretim güçleri ve ilişkileri üzerinde bir toplumsal ve politik kontrol mekanizması kurulmak suretiyle var olabilmiştir. Ama bu sosyalizm, bir an tarihsel örnekleri kural kabul edersek, üretimi geliştiremeyeceği için sürekli olarak “kıtlık” baskısı yaşayacak ve savunmaya çekilecektir. Savunmada olduğu için kendini kapatacak, kapattıkça kendi az yağıyla kavrulma süreci ivme kazanacaktır. Gerisi, tarihsel koşullara bağlıdır. Kuytu bir yerde ve büyük politik güçlerin gözlerinin ırağında bir alanda kurulacak ya da jeo-politik dengeler ortamında kendine yer bulacak bir sosyalizm daha uzun yaşayabilir, ama jeo-politik gerçekler bu sosyalizmi bir yerde kırmaya yetecektir.

Bu tarihsel süreçte politik devrimler, politik iktidarın zayıfladığı ve bölündüğü, bu boşlukta alternatif politik seçeneklerin ortaya çıktığı süreçlerin ürünüdür. Üretim tarzı, kendine uygun ya da tarihsel olarak uygunlaşmış üstyapının yönlendiriciliğinden yoksun hale gelir ve konsolide olmuş yeni bir üstyapı “talep eder”. Talebin toplumsal karşılıkları da oluşur; bu genellikle bir düzen ve istikrar arayışıdır. Bu ortamda, politik seçeneklerin birini temsil eden politik güç marifetiyle devrim başarılır. Bu süreçte üretken güçlerle üretim ilişkileri arasında çelişki olduğundan söz edilebilir elbette, ama bu, üretken güçlerin olgunlaşması sonucu oluşan bir çelişki değildir.

Veri olan devletin dayanıklılığını zayıflattığı için, devrim kural olarak üretici güçlerin görece geri olduğu yerlerde olur, ama devrim kural olarak üretici güçleri geliştirmek zorundadır. Üretici güçleri geliştirmekle değil devrimi dünyaya yaymakla uğraşsa ve bunu başarsa, maddi üretkenliğin nedenselliği hükmünü yine icra edecektir. Sosyalizm deneyimlerinin karşılaştığı sorun daha büyük ölçekte yaşanacaktır sadece. Hangi yolu yeğlemek gerekir bu durumda?

Ayrıca, maddi üretim düzleminin kapitalist toplumlarla aynı olduğu açık olduktan sonra, kapitalist toplumların ortalamasının gerisinde bir maddi üretim düzeyi ile, bu ortalamanın ilerisinde ya da en iyi olasılıkla, bütün kapitalist toplumların maddi üretim düzeyinin ilerisinde bir maddi üretkenlikten hangisini yeğleyeceğimiz konusunda güçlü bir soru sormaya gerek var mıdır?

Politik güç ne yapar?

Üretken güçlerin ve üretim ilişkilerinin oluşturduğu üretim tarzı, devleti gereksinir. [107] Jülide Yazıcı’nın ifadesiyle, “üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki karmaşık ilişkiyi yönetecek merkezi bir politik güç”e ihtiyaç vardır. [108] Devlet üretken güçleri yönlendirir, koordine eder, yönetir. [109] Üretken güçler, kendine alan açacak bir devlet ve sınıfsallık bulamazsa gelişemez. Başvurduğumuz yazısında Wen Wei, bunu, sanayi devriminde devletin merkantilist işlevi bakımından anlatıyordu.

Üretim güçlerinin gelişmesinin kendi yasası vardır. Üstyapı bu yasanın kendisini ortadan kaldıramaz ama işlemesini önleyebilir, işlemesine yol açabilir, işleme yönünü bir sınır içinde değiştirebilir. Örneğin, esas olarak devlet aygıtının tasarrufundaki “Zamanı geçmiş sahiplik ilişkileri, üretken güçlere uygun maddi çalışma ilişkilerinin oluşmasını bloke ederek üretken güçleri engeller.” [110] Politik güç, ticaret, metalaşma, mülkiyet ve bölüşüme “belirleyici” bir etki yapabilir.

Kapitalizmin maddi üretim çağındaki bir devrimci iktidar, üretim güçlerini geliştirmek için kapitalizmin ‒ya da kapitalizmle aynı‒ maddi üretim tarzını izlemek durumundadır. Kapitalist üretim güçleri gelişmek için mülkiyet ve pazar ilişkilerini gereksinirse, buna alan açmak zorunludur ve politik iktidar bu etkiyi icra etmek durumundadır. Hedef, kapitalist üretim güçlerinin “sosyalist toplumsal ilişkiler”e ve ardından yepyeni üretim güçlerinin fışkırmasına da olanak vermesidir. Politik iktidar bu etkiyi değil, eşitsizlik doğuracağı gerekçesiyle üretim güçlerinin gelişmesinin önkoşuluna izin vermeyen bir etkiyi de devreye sokabilir. İki seçenek de sonuç alıcıdır: Maddi üretim gelişmez ya da gelişir. Bir politik iktidarın hangi etkiye karar vereceğinin nedenselliğini bilmiyoruz, ama nedenselliği vurguluyoruz.

Bu süreçte, politik gücün niteliği ile ilgili olarak üretken güçlerin bir “tercihi” olabilir mi? Böyle bir nesnel uygunluk söz konusu olsa da, bu uygunluğun üretken güçleri en çok geliştirmeye uygun olduğu belli değildir. (Tarihsel kapitalizme bakıldığında Çin’in üstyapısının en azından yeterince uygun olmadığı genel olarak kabul edilebilir ama bu üstyapı, üretken güçlerin İngiltere’ye göre çok daha hızla gelişmesine yol açmıştır.) Bu yaklaşım, üstyapının, pasif olarak, üretken güçlerin ihtiyaçlarını karşılayan bir varlık olduğu anlamına gelmez; gereksinilen üstyapı kendi varoluş dinamiğine ‒belli ölçülerde‒ sahiptir.

Peki, bu, toplumsal varlığın belirleme ilişkilerini tersine mi çevirir? Toplumsal varlıkta “örgütlenmiş bir güç” olarak politik aygıtın yani “devlet”in [111] kararıyla oluşmasına meydan verilen “Ekonomik yapıların üretken güçleri geliştirmesi çıplak olgusu, üretken güçlerin önceliğine zarar vermez; çünkü güçler, gelişmeyi teşvik etme kapasitelerine uygun yapıları seçerler. […] Güçler, sadece uygun ilişkiler içinde gelişirler; fakat, gelişip gelişmeyeceklerinin güçlerden bağımsız olarak ilişkilerin niteliği tarafından belirlendiği yanlıştır, çünkü güçler ilişkilerin niteliğini belirler. Öncelik tezi, üretken ilerleme için belli bir ekonomi biçimi gereklidir şeklindeki hakikatle bağdaşır.” [112] Bir temelin çatıya gereksinimi vardır. Temel, duvarlar ve çatı olmazsa evden söz edemeyiz.

*

Üretken güçlerin kendine uygun tek biçimli politik güç yaratacağı ve buna uygun hareket etmek gerektiği anlayışı sağcıdır. Aynı maddi üretken güçlerin üzerinde farklı biçimlerin olasılığını ‒yani devrimin olanağını‒ reddeden bu anlayışa ‘üretim güçlerinin politik teorisi’ diyoruz.

Buna karşılık, politik güçlerin, dış ve gerek koşullarını yaratmayı atlayarak, üretken güçlere içeriden müdahale edebileceği anlayışı solcudur. ‘Politik güçlerin üretken teorisi’ olarak adlandıracağımız bu anlayış solcu ve kudretsizdir. Çünkü üretim güçlerinin üzerindeki sosyo-politik biçimi yıkıp başka bir sosyo-politik biçim koyabilen bu yaklaşımın, üretken güçleri, onların oluşturucu bir bileşeni olacak politik müdahaleyle geliştirme yeteneği yoktur.

Üretken güçlerin sosyalizmin başarısında temel olduğunu, dolayısıyla başarısızlığının da temel nedeni olduğunu sürerken açıkça üretim güçleri teorisini savunuyoruz. Ancak biz üretim güçlerinin politik teorisini savunmuyoruz. Yani devrimin üretici güçlerin gelişkin olduğu birimlerde mümkün ve gerekli olduğu anlayışına tamamen karşı konumda yer alıyoruz. Devrim, bilakis, üretim güçlerinin görece geri olduğu birimlerde olanaklı bir politik güç işlemidir.

Öyleyse, üretim güçleri teorisi anlayışı ile üretim güçlerinin politik teorisi anlayışını belirgin olarak ayırmak gerekir. Üretim güçlerinin politik teorisine göre, sosyalizm ancak komünizme az kala olanaklıdır. ‘Politik güçler teorisi’ne göre, sosyalizm her üretim tarzında olanaklıdır. Ama komünizm uzak erimin konusudur. Politik güç, tarihte bir katmanın kudretidir ve bu katman, tarihteki bütün sınıflı toplumlarda vardır: Politik güçler teorisi, ama politik güçlerin üretken teorisi değil.

Üretim güçleri teorisine göre, gelişen üretim güçleri tarihsel ileriyi temsil eder. Ama bu, otomatik olarak politik ileriyi vermez; hatta çoğu örnekte bunlar arasında ters bir ilişki görülür.

Üretim güçlerinin politik teorisine göre üretimsel ve politik olarak özdeş ilericilik ile gericilik üretim güçlerinin gelişmesine bağlıdır. Bir Marksist, ancak üretim güçlerini geliştirecek ilerici güçleri destekleyebilir, çünkü ötekiler gericidir. Üretim güçleri teorisinin bir alt ya da yan ayrımı olan sınıfçılık, üretim güçlerini metafizik bir yaklaşımla sınıflardan yola çıkarak değerlendirir ve tarihsel karşılığında, sözgelimi ilerici burjuvaziyi izler. Burjuvazi; ideolojisi, kültürü, politikası ve bilimiyle birlikte ilericiliği temsil eder ‒yerini proletaryaya bırakmak üzere.

Politik güçler teorisine göre gerici ve ilericiyi düşman politik güç ve öz-politik güç ‒ya da henüz ortaya çıkmamış potansiyeli‒ belirler. Burada üretim güçleri alanıyla doğrusal bir ilişki yoktur. Politik olarak ilerici olan bir güç üretim güçleri bakımından geriyi temsil edebilir ve tersi, politik olarak gerici olan bir güç üretim güçlerini geliştirici rol oynayabilir. Tercih edeceğimiz elbette bu iki düzlemin uygun örtüşmesidir. Örtüşme olsun ya da olmasın, öncel olan kuşkusuz politik düzlemdir.

*

Kapitalist maddi üretken güçlerin “doğal-tarihsel eğilimi”nin, herhangi bir kapitalist ülkenin üstyapısı ve iktidar yapısına evrilmek yönünde olduğunu söyleyebiliriz. Bu eğilimde üretimin saf gereklerinin rolü ile dünya ölçeğindeki egemen sınıfsal-politik biçimin rolünün ağırlığının karşılaştırılmasına ilişkin bir şey söyleyemiyoruz. Söyleyebildiğimiz, bu “doğal-tarihsel eğilim”in karşısına çıkabilecek katılıkta bir karşı-gücün olabileceğidir. Bu güç, kuşkusuz bir devlet aygıtı ve ona önderlik edebilecek kudrette bir partidir. ÇKP’nin Çin’de devlet aygıtlarına, ekonomiye hâkim böyle bir politik güç olduğu besbellidir.

Şi Cinping, “reform ve dışa açılma” sürecinde Parti ve sosyalist sistemin liderliğinde ısrarın esas olduğunu söylüyor. Deng Şiaoping’e göre bu ikisi sosyalizmin ön koşuludur ve “bu ön koşul olmadan, reform ve dışa açılma kapitalizme doğru ilerleyecektir”. Şi, Deng’in, “Kamu mülkiyetinin ve ortak refahın egemenliğinin, sosyalizmin ısrar etmemiz gereken temel ilkeleri olduğu” sözünü vurguladı. [113]

ÇKP’nin bu liderliği koruduğu kesindir. Bugün ÇKP, hiç değilse ilke olarak, üretim güçlerindeki ilerilik ile politik güç ileriliğinin uygun örtüşmesini temsil ediyor. Ancak burada ikinci soru gündeme geliyor: Peki Çin Komünist Partisi komünist mi? Bizce en zor ve en önemli soru budur.

5. Bir ‘politik güç’ olarak ÇKP

New York Times’ın bir haberine göre (14 Şubat 2013), Çin Komünist Partisi (ÇKP) Genel Sekreteri Şi Jinping, yeni görevini devraldıktan bir ay sonra Guangdong’da Parti yöneticilerine Sovyetler Birliği’nin çöküşünü hatırlatmış ve şöyle konuşmuş: ‘Sovyetler Birliği ve Sovyet Komünist Partisi niçin çöktü? Bu büyük parti nasıl olup da sessizce, kimse direnmeden dağıldı? Üyelerinin idealleri, inançları zayıfladığı için siyasette çürüme, ideolojide sapkınlık ve askerlerin sadakatsizliği nedeniyle…’” [114]

Şi, 2017’deki 19. Kongre konuşmasında, “Parti’nin devlet ve toplum üzerindeki mutlak liderliğinin titizlikle korunması… Marksizmi, diyalektik ve tarihsel materyalizmi çalışmak, geliştirmek, komünizm idealini daha da yükseltmek… İdeolojik çalışmanın öncü rolünü titizlikle korumak… Çalışmalarımızda öz sosyalist değerleri korumak ve yüceltmek”ten söz ediyordu. [115]

ÇKP’nin toplumsal kudretinin seyri

ÇKP’nin birkaç on yıl boyunca süren kapitalist gelişmeden ve zenginliğin yaratacağı sorunlardan azade olamayacağını öngörmek zor değildir. Yöneticileri ve sıradan üyeleriyle Partinin kadrolarının, ideo-politik olan yanında sosyo-ekonomik olarak üretim güçlerinin olağanüstü gelişmesinin, Mao döneminin eşitlikçi sosyo-ekonomisi aleyhine etkilerini derinlemesine yaşadığı izlendi. Bütün dönem boyunca Partinin üye kitlesinin akçalı işlere yaygın şekilde bulaştığını bizzat Parti kaynakları ifade etti. Parti kurullarında olmak, büyük bir servet birikimi için olağanüstü fırsatlar sundu ve Partide yolsuzluğun bir salgın hastalık gibi yayıldığı söylendi. Yozlaşma diye ifade etmenin uygun olduğu bu eğilimin 1990’ların ilerleyen yıllarıyla 2000’lerin ilk on yılı boyunca geliştiği bildiriliyor. Bu gelişmenin Partinin devlete ve topluma mutlak hâkimiyetinin önünde büyük bir engel oluşturacağı açıktı, ama muhtemelen kodamanlarından başlayarak Partinin bu çıkar sarmalına direnmesi gayet zordu. Görüldüğü kadarıyla, Şi Cinping dönemiyle Partinin çürümesine ve politik kudretinin boşalmasına yol açan bu tehlikeli gidişata son verme konusunda güçlü önlemler alınmaya başladı. Resmi bilgilere göre, sayıları yüzbinlere varan soruşturma açılmış ve yolsuzluğa bulaşan Partililere idam cezası dahil ağır yaptırımlar uygulanmaya başlamış.

Şi, 19. Kongre konuşmasında, “Parti’nin istikrarı için büyük önem taşıyan tarihsel yükseliş ve iniş aşamalarından, yolsuzlukla ödünsüz bir mücadele sayesinde kaçınmak”tan söz ediyor. [116] ÇKP’nin aşınan kudretinin yolsuzluklara karşı sert politikayla birlikte tazelendiği bildiriliyor. ÇKP’nin ülkede her alanda etkinliğini artırdığı görülüyor. Partinin kudretinin artışı Kasım 2021’deki Yüzyıl Kararında ifadesini buluyor: “Parti, siyasi liderlik, halka rehberlik etme, halkı örgütleme ve topluma ilham verme kapasitesini önemli ölçüde artırmıştır.” [117]

Toplum yönetiminde adım adım hükümet kurumlarına geçmekte olan rolü ÇKP devralmaktadır. Ayrıca, özel sektörün ve bazı dev yabancı şirketlerin yönetimine, işyerlerindeki ÇKP temsilcileri katılmaya başlamıştır. [118] Bu yıllar boyu Parti açısından tayin edici görülen bir yenilik, 2003’te alınan bir kararla “özel girişimci” diye anılan burjuvaların üyeliğe kabulüne açılan yoldur. Komünist bir partide burjuva üye! 2007 itibarıyla burjuvaların, önemli bir kısmını oluşturan yaklaşık yüzde 20’sinin ÇKP üyesi olduğu ifade ediliyor. 90 milyon üyeye sahip ÇKP’deki burjuva oranı yüzde 2,9’dur. [119] Normal koşullarda skandal olarak nitelenebilecek bu durumu nasıl değerlendirmek gerekir? Kızlak’ın, kudretini her geçen gün artıran bir güç olarak ÇKP’nin, burjuvaları kontrol etmenin etkili bir yolunu böylece bulduğu değerlendirmesine katılıyoruz. [120]

Bir devrimci partinin başarısı devrimden önce de hegemonik bir güç olmasına sıkı sıkıya bağlıdır. Kendi özgül toplumsal kesiminden daha geniş toplumsal kesimlere önderlik edebilmekle başarıya ulaşabilir. Tarihsel örneklerin tamamı bu şekildedir. Devrimden sonraki iktidar yıllarında bu muhtemelen kategorik bir değişime uğrayacaktır. Özel kriz dönemleri ile öngörülemeyecek özgül koşulları bir yana bırakırsak, genel hal itibarıyla, iktidar tekeline sahip bir politik güç’ün, belki çok azınlıkta kalan bir kesim hariç, bütün toplumun temsilcisi olarak konumlanması beklenir. Sosyalist ülkelerin tümünde, milliyetçi birtakım sapmaları göz önüne almak kaydıyla, doğal olarak böyle olmuştur.

ÇKP’nin, bütün bir toplumu (ulusu!) temsil eden bir örgüt olarak, toplumdaki bütün sınıf ve kesimleri kapsayıcı olması, ayrıca özel bir hal olarak, ortaya çıkmalarına bizzat önayak olduğu burjuvalara karşı da sorumlu davranması beklenir. ÇKP, burjuvaziyi bile isteye geliştirmiştir. Dolayısıyla, Çin’deki burjuvaziye, Türkiye’deki burjuvaziye olduğu tarzda bir düşmanlık güdülemez. Ancak, bu korporatist bir ideolojiyi ikame etmenin gerekçesi de yapılamaz.

Bu konumuna bağlı olarak, ÇKP’nin Çin toplumunda proletaryanın günlük çıkarlarının temsilcisi olamayacağı açıktır. ÇKP, ilke olarak, bu sınıfın tarihsel temsilcisidir. Aslında, bir komünist parti, muhalefette de aynı misyona sahiptir. İşçilerin günlük çıkarlarının temsilcisi sendika türünden örgütlerdir. Burjuvazinin partileri de “kendi” sınıfına günlük bakımdan bağlı değildir. Dolayısıyla, sınıfçı yaklaşım bir kez daha karşıya çıkmakta ama gerçek ilişki ve misyonları karşılamaktan yoksun olmaktadır.

Mao sonrası ideolojik-politik yönelim

Mao’nun ölümünden sonra liderliğe getirilen Hua Guofeng, Partinin Deng’in giderek ağırlığı artan çoğunluğu tarafından “sol”culukla bağını tamamen kesmediği ve Mao’nun hatalarını kabul etmediği gerekçesiyle iki yıl içinde tasfiye edildi. 1978’in sonlarından itibaren artık Partiye Deng neredeyse tam hâkimdi. Bu yılların dinamiklerini anlamak için, ÇKP’nin tarihinde üçüncüsü geçen yıl yayınlanan ve 1945’te Mao Zedong Düşüncesinin ÇKP tarafından kabul edilişinin ilanı anlamına gelen ilk karardan sonra 1981’de yayınlanan ikinci karar metni için çalışma sürecinde Deng’in müdahalelerine bakmak yol açıcıdır. [121] Bu, ölümünden sonra SBKP’nin 20. Kongresinde Stalin’e yapılanla karşılaştırıldığında özellikle önemlidir. Kruşçev’in, o vakitler Partinin en yetkili kurullarında bulunmasına karşın, Stalin’e karşı aldığı alçakça pozisyona karşılık Deng, eleştirilerinde açık olmakla birlikte gayet sorumlu davranmıştır. Üç yıl sürdüğü söylenen tartışma sürecinde, Deng Şiaoping’in, karar metni taslağıyla ilgili çok sayıda eleştiri yaptığını ve o dönemin rüzgârı etkisiyle Mao’yu Parti tarihindeki yerinden etmek isteyenlere karşı kararlı bir karşı koyuş sergilediğini öğreniyoruz: “Kararda en fazla gerekli ve en temel nokta Mao Zedung Düşüncesine bağlı kalmamız ve onu geliştirmemiz gerektiğidir.” [122]

Ona göre, Mao’nun katkılarına yer verilmeyecekse böyle bir tarihsel karara da gerek yoktu: “Kararda Mao Zedung düşüncesini açıklayan belirli bir bölüm olmalıdır. Bu sadece teorik bir mesele değil aynı zamanda ve özellikle iç ve dış uluslararası ağırlığı olan politik bir meseledir. Eğer böyle bir bölüm olmazsa veya bu bölüm kötü yazılacaksa karar çalışmalarını tümüyle bırakmak daha iyi olacaktır.” [123] Sağcı Deng, ortalık dümdüzken, yani basitçe kendi adını Mao aleyhine öne çıkarmak için her türlü olanak varken dahi, ‘Mao yoksa Karar da yok’ diyebiliyor.

Deng, hedeflediği politika için Mao’yu referans gösteriyor: “Birçok açıdan yapmakta olduğumuz şeyler Yoldaş Mao’nun tavsiye edip kendisinin başaramadığı şeylerdir.” [124] Deng burada Mao’nun eski yazılarını hatırlatıyor. Gerçekten de Mao, 1957’de, “Çin’de modern bir sanayi ve modern bir tarım temeli kurmak” gerektiğini, bunun “toplumumuzun üretici güçlerini nispeten yeterli bir şekilde geliştirmek gerektiğini, “sosyalist iktisadi ve siyasi sistemimizin nispeten yeterli bir maddi temele sahip” olması gerektiğini ve nitekim “şimdi yeterli olmaktan uzak” olduğunu söyledi. [125] Mao, üretici güçleri geliştirmenin önemini vurguladı ve “on tane beş yıllık plan çerçevesi içinde iktisadi bakımdan Birleşik Amerika’ya yetişmeye ve onu geçmeye hazırlanmak”tan söz etti. [126]

Deng, gayet sorumlu ve ufuklu bir yaklaşımla, Mao’yu bir yana bırakmanın sadece Mao’yu bir yana bırakmak anlamına gelmediğini, belki de Sovyetler’de Kruşçev’in Stalin’e yaptığının dersiyle, görüyordu: “Onun hataları üzerine yazarken, abartmaya gitmemeliyiz. Çünkü aksi takdirde Mao Zedung Yoldaşa karşı güvensizliği geliştireceğiz. Bu da, partimize ve devletimize güvensizlik anlamına gelecektir.” [127] Basit bir pragmatizm olarak yorumlamak da pekâlâ mümkün; ama Deng katıksız bir Marksist ya da kaşarlanmış bir sağcı da olsa, kuşkusuz gayet sağlam bir gerekçedir bu. O, kendisi için belgedeki en önemli hususu ısrarla vurgular: “Bu belge üç ana noktayı kapsamaktadır. Birincisi: Yoldaş Mao Zedung’un tarihi rolünü olumlu bir şekilde ortaya koymak ve neden Mao’nun düşüncesine sahip çıkmak, geliştirmek gereğine dair bir açıklama getirebilmeliyiz. Bu en önemli noktadır. Mao’nun düşüncesinin bayrağını yalnızca bugün değil gelecekte de tutmalıyız.” [128] (Gördük; Deng’in partisi, Mao’nun bayrağını, onun için gelecek olmuş bugün de, en azından söz olarak, yüksekte tutuyor.)

1981 Kararının kabulünden sonra sağcı Deng’in mücadelesinin esas olarak Parti içindeki sağcılara karşı olduğunu görüyoruz. Bu ayrışma, Deng’in sağcılığının Marksizm içinde mi dışında mı olduğuna ilişkin önemli temalar taşıyor. Deng, Partinin başarısını ekonomik başarılarla ölçme anlayışının sağcı olduğunu belirtiyor ve Partinin ideolojik-politik niteliğinin başka bir kategoriye ait olduğunu vurguluyor. 1995’te yayınlanmış, yani o yılların ideo-politik havasını da yansıttığı söylenebilecek Çin Komünist Partisi Tarihi’ne göre, Parti içinde gelişen ‒ve temsilcisinin Hu Yaobang olduğu söylenen‒ sağcı eğilim “Parti içinde ideolojik birliğin sağlanması” görevini atlıyor, bunun yerine çalışmanın merkezine “profesyonelleşme ile ilgili yönlendirici çizginin düzeltilmesi” görevini koyuyor ve tek yanlı bir bakış açısı ile “Parti’nin pekiştirilmesi aracılığıyla ekonomik gelişmenin teşvik edilmesi ve Parti’nin pekiştirilmesinde sağlanan başarıyı ekonomide elde edilen başarılarla ölçme fikirlerini savunuyordu.” [129] Partiyi ideolojik bir birlik değil, ekonomik politikaların gözeticisi ve yürütücüsü bir teknik uzmanlar kurulu olarak algılayan yaklaşım, sağcıların da sağında bir yere sahip oluyor bu yıllarda. (Bu, Kültür Devriminin “kızıl mı uzman mı” ikiliğiyle bağlantıları bakımından anlamlı bir ayrım.)

1980’lerin ilk yıllarında “meta ekonomisinin geliştirilmesine, reformlara ve dış dünyaya açılmaya çok fazla vurgu yapılırken” sosyalist kültür, ideoloji ve ahlakın inşasına dikkat edilmemeye başlandığından ve bu durumun burjuva liberalizminin gelişmesine yol açtığından şikayet ediliyor. “O dönemde Parti, esas olarak ‘sol’ hatalar ile uğraşırken ve bu yöne yoğunlaşmışken bu kez ise Sağ hatalar kontrol dışı kalmış ve partide Dört Büyük İlke’ye karşı çıkan sağcı bir eğilim oluşmuştu.” [130]

Dört Büyük İlke; “Sosyalist yola bağlı kalmak; Sosyalizmin inşasında Parti önderliği ilkesine bağlı kalmak; Marksizm-Leninizm ve Mao Zedung Düşüncesi’ne bağlı kalmak ve Halkın Demokratik diktatörlüğü ‒ya da proletarya diktatörlüğü‒ ilkesine bağlı kalmak”tı. [131] Deng’e göre reformlar süreci boyunca bu dört büyük ilkeye büyük bir dikkat gösterilmeliydi.

Deng’in, 1980’ler boyunca kendi konumundan sağcılığa ve liberalizme karşı mücadele verdiğini görüyoruz. Burjuva ideolojisine karşı uyanıklık korunmalı ve Partinin Marksist ideolojik formasyonu ihmal edilmemeliydi. ÇKP Tarihi bunu şöyle anlatıyor: “Deng Xiaoping, sözde insani değerlerden ve hümanizmden soyut bir biçimde söz ederek, demokrasi üzerine soyut anlamda bir propaganda yaparak ve bu soyut söylemleri Parti’ye karşı bir mücadele aracı haline getirenlerin Marksizmin temelleriyle çelişkiye düştüğünü öne sürerek, bunların bazı genç insanları aldatabileceklerini söylemiş ve ideolojik cephede bir kargaşa yaratıldığını net bir biçimde ortaya koymuştu. Deng Xiaoping Marksizm’in Batı’nın modern burjuva kültürünü çözümlemek, yargılamak ve eleştirmek için kullanılması gerektiğini, burjuva kültürüne ayrıcalıklı yüksek bir konum yükleyip onu eleştiri üstü tutma tutumunun hatalı bir yaklaşım olduğunu belirtmişti. Şöyle devam etmişti: ‘Batının çürümüş burjuva kültürünün genç insanlarımızı yozlaştırmak için kullanılmasına artık hoşgörü gösteremeyiz.’” [132] Solculuğa karşı mücadele hâlâ ihtiyaç olmakla birlikte Deng’e göre, “bugün ideolojik cephedeki öncelikle çözüm bulunması gereken sorun gevşeklik ve vurdumduymazlık biçimindeki Sağ eğilim idi.” [133]

ÇKP Merkez Komitesi, 1986’da, “Gelişkin Bir Kültür ve İdeolojiye Sahip Bir Sosyalist Toplumun İnşası İçin Yönlendirici İlkeler Üzerine Karar” başlığıyla bir belge yayınladı. Buna göre, sosyalist kültür ve ideoloji stratejik önemdeydi ve bunu gerçekleştirmek de temel görevdi. Karara göre, sosyalist kültür ve ideolojinin inşasında Marksizm daima yönlendirici konumda olmalıydı. Marksizmin önderliğinde bir sosyalist kültür ve ideolojik üstyapı yaratılması ve bunun korunması sosyalizm davasının yükselmesini ya da çöküşünü, başarı ya da başarısızlığını belirleyecek önemde bir sorundu. Dış dünyaya açılma süreci, sosyalist kültür ve ideolojiyle ilgili daha yüksek bir talep ortaya çıkarmıştı. Karar, vahim bir durumla karşı karşıya olunan bir ruh haliyle soruyordu: “Çin halkı büyük bir tarihsel sınav ile karşı karşıya bulunuyor. Bu talep doğrultusunda hareket edecek miyiz? Kapitalizm ve feodalizmin çürümüş düşüncelerine karşı etkili biçimde direnecek miyiz? Bireyler olarak ideallerimizden kopma tehlikesini alt edebilecek miyiz?” [134]

ÇKP, 1987’de yaptığı 13. Kongrede, bizce, sosyalist inşanın aşaması, üretici güçlerin geliştirilmesi ve buna sağ, sol ve merkez olarak üç yaklaşımı ifade etmek bakımından sağlam görüşler ortaya koydu. Yapılan ayrıma göre, aşamayı atlamak isteyenler “solcu”, aşamayı politik önderlik olmadan yaşamak isteyenler “sağcı”ydı: “Günümüz Çin’inin özgül tarihsel koşullarında, Çin halkının tam olarak gelişmiş kapitalizm aşamasından geçmeksizin sosyalist yolda yürüyemeyeceğini düşünmek, devrimci gelişim sorunu konusunda mekanik bir bakış açısıdır ve bu bakış açısı Çin’deki Sağ sapma hataların bilişsel kökenini oluşturur. Öte yandan ise, üretici güçlerde geniş kapsamlı bir gelişme sağlanmaksızın sosyalizmin birincil – başlangıç aşamasının atlanmasının olanaklı olabileceğine inanmak ütopik bir bakış açısıdır. Bu da ‘sol’ hataların en önemli bilişsel kökenidir.” [135]

Deng’e mal etmekte sakınca olmayan bu yaklaşım, 1989’daki Tiananmen Meydanı olaylarında somut sonucunu verdi. Olaylar 15 Nisan’da başladı, birtakım Parti içi tereddütlerden sonra, 4 Haziran’da bastırıldı. Burada Deng, aslında muhtemelen en kritik konjonktürde nerede duracağını göstermiş oldu. Tiananmen olayları bastırılmalıydı ve ÇKP’nin konumunun sarsılmasına izin verilmemeliydi. Bu sırada harekete geçen kitlelerde birtakım kendiliğinden demokratik talepler vardı elbette, ancak bu talepler, politikleşmede yaşanan sorunlardan dolayı ne konjonktüründe ne de tarihsel bakımdan olumlu görülmeyi gerektirir. Deng’in inisiyatifiyle Tiananmen bastırılmıştır ve bu sürecin elbette Partiye yansımaları da olmuştur. Sonuçta ÇKP’de sağcı olarak nitelenen bir ekip tasfiye edilmiştir.

Minqi Li, 1980’lerin sonuna doğru ÇKP’de üç grubun olduğunu söylüyor. [136] Sağcı kanadın başını Zao Ziyang’ın çektiğini ve kanadın “acil kapsamlı liberalleşme ve özelleştirme”yi savunduğunu yazıyor. “Sol kanat” Çen Yun’un önderliğindeydi ve “kapitalizm yönelimli reformların genel istikametine hiçbir itirazı olmamakla birlikte, başlangıçtaki devrimci amaçla ayrılmaz bağını bir ölçüde” koruyordu bu kanat. Sol kanat, “devletin hâkim zirveyi kontrol ettiği ‘planlı bir sosyalist meta ekonomisi’ yanlısıydı.” Minqi’ye göre, “Deng, Çen’in önerdiği kapitalist devlet modelinin siyasal ve ekonomik olarak sürdürülemez olduğunu kavramıştı.” “Deng, Zao’nun stratejisinin siyasal intihar olduğunu bilecek kadar siyasal deneyime sahipti.” Bize göre, Deng, meselenin ekonomik boyutu yanında, sadece devlet işletmelerine bağlı bir piyasalaşmanın partinin kontrolünü zorlaştıracağını ve işletme yöneticilerinin partiyi zayıflatacağını da düşünmüştür.

ÇKP’de Marksizme ve partinin yapısına ilişkin tartışmaların 1990’lar boyunca da sürdüğünü öğreniyoruz. Anlatıldığına göre ÇKP içinde 1990’ların sonlarında yoğun bir tartışma olmuş ve “Tartışma sonunda ÇKP’nin çok partili bir siyasi rejim içinde sosyal-demokrat bir partiye dönüşme seçeneği, SSCB ve Doğu Avrupa’daki gelişmelerden ders alınarak açıkça reddedilmiştir ve 1949’da belirlenen ÇKP’nin öncü rolü kesinleşmiştir.” [137]

ÇKP Marksist mi?

“Marksizm, Partimizin ve ülkemizin dayandığı temel yönlendirici ideolojidir. Partimizin ruhu, bayrağıdır. Marksizmi, Çin’in özel koşullarına ve zarif geleneksel kültürüne uyarlamaktayız; devam etmeliyiz. Marksizmi günümüzün eğilimlerini gözlemek, anlamak, yönlendirmek için de kullanacağız. Çağdaş Çin ve 21’nci yüzyıl Marksizmi’ni daha da geliştireceğiz.” [138]

Genel Sekreter Şi Cinping’in ÇKP’nin 100. kuruluş yılı kutlamaları çerçevesinde 2021’de Tiananmen Meydanında yaptığı konuşmadan alınan bu sözleri ve aşağıdakileri de, dünyanın dört bucağında yaşayan birçok dönekten duyabiliriz elbette.

Şi, ÇKP 19. Kongresinde yaptığı Ekim 2017’deki bir konuşmasında “Marksizmi sıkı sıkıya savunmak, Komünizm idealini ve ortak bir dava olarak Çin’e özgü sosyalizm idealini sağlamlaştırmak zorundayız” diyordu. Şi, yeni dönemde önde gelen görevlerinden birinin ÇKP’yi, “canlı bir Marksist iktidar partisi olarak inşa etmek” olduğunu söyledi. “Teori, Parti inşası açısından temeldir. Devrimci ideallerimiz her şeyin ötesindedir. Yüce Komünizm ideali ve üzerinde ortaklaştığımız Çin’e özgü sosyalizm ideali, Çinli Komünistler olarak bizlerin gücünün ve siyasal ruhunun kaynağıdır; bu idealler, aynı zamanda, Parti’nin dayanışmasının ve birliğinin teorik temelini de oluşturmaktadır.”

ÇKP Merkez Komitesinin “ÇKP: Görevleri ve Katkıları” adlı belgesinde (26 Ağustos 2021’de yayınlandı) “Marksizm, ÇKP’yi yönlendiren tek ideolojidir. Marksizm komünizm ideallerini tanımlar; bunları gerçekleştirme araçlarını açıklar” [139] deniyor.

Bu sözleri de kaşarlanmış revizyonistlerden, devrimciliğini satmış sosyalistlerden duyabiliriz. Ama özgül düşünmek ve davranmak zorundayız.

Marksizmin ekseninin sağa kaydığı bir geniş dönemde yaşıyoruz. Mao’nun, “Biz dünya devriminin politik ve askeri merkezi olmalıyız, dünyanın dört bucağında devletlere karşı mücadele eden devrimcilerin iktidar için kaldırdığı namlular, üzerinde bizim damgamız olan silahlara ait olmalı” dediği şanlı zamanlarda değiliz. [140]

*

Marksizmin teorik ve politik ayıraçlarını ortaya koyabiliyoruz. Fakat bir yer ve tarihteki bir öznenin Marksist olup olmadığına ilişkin analizin dolaysız bir indirgeme olması olanaksızdır. İkinci Enternasyonal’in Marksizminin nerede başladığını ve bittiğini hâlâ tartışıyoruz. Leninizmin bu Marksizmden nasıl ayrıştığını, ayrışmanın köklerini nerede aramak gerektiğini hâlâ değerlendirebiliyoruz. Marx-Engels’in yazdıkları ve yaptıklarının Marksist olmak bakımından ayrıştırılması işlemi hâlâ sürüyor.

Bu işlemin, konumuna göre, bir anlamda göreli bir boyutu da var. Uzaktan ve genel bir ilişkilenmeyle Marksist kabul edilmesi mümkün bir özne, özgül bir ilişkilenmeyle Marksizm dışında sayılabilir. Şefik Hüsnü TKP’si Komintern’in komünist kabul edilen bir üyesiydi, ama bu geçerliğin bizim özgüllüğümüz bakımından bir karşılığı yoktu.

Ekseninin sağda olduğu zamanlar, örneğin İkinci Enternasyonal zamanıyla, ekseninin sola kaydığı Ekim Devrimi döneminde Marksizmin ölçütleri de değişime uğrayacaktır. Eksenin bir sınırı da vardır elbette; ve bir dönem ve yerde hiçbir Marksist özne olmayabilir. Ama bir dönemin ya da bir halin ölçütlerini katılaştırmak Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiğini gözardı etmekle sonuçlanır. Örneğin, böyle bir yaklaşımla, bütün İkinci Enternasyonal dönemini Marksizm dışına çıkarmak pek kolaydır. Stalin’den sonra SBKP’nin ideo-politik karakterini Maoist komünist devrimciliğin güçlü varlığı ile birlikte değerlendirmek durumundayız. Bize göre, SBKP Marksist olmaktan çıkmıştı; sosyalist bir ülkenin “komünist” sıfatlı kurumuydu sadece.

*

Mao’dan sonraki bütün tarihi boyunca ÇKP’de Mao’yu ısrarla izleyen, sağı ve soluyla saçaklanmış güçlü bir damar olduğunu hep görüyoruz. ÇKP’de Marksizmi aramak için kılavuz ipinin Mao simgesi olduğunu saptayabiliriz. ÇKP’de, Mao’yu varlığının kurucu temeli olarak kabul ettiğini değerlendirdiğimiz akımları “genel olarak Marksizm alanı”nda sayabileceğimizi sanıyoruz. Bu yaklaşımın elbette önsel olduğunu ve her özgül örnekte somut olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamalıyız.

ÇKP, 2021’de, parti tarihi açısından tayin edici nitelikteki üçüncü kararı aldı. Buna, yüzüncü yaşına atfen “100 yıl Kararı” denildi. Söz konusu kararların ilki 1945’te, ikincisi 1981’de alınmıştı. Üçüncü tarihsel kararın bize göre, Marksist nitelik bakımından dikkate değer vurguları var. Kasım 2021’de ilan edilen üçüncü tarihsel karar, ÇKP’nin özgül ideolojisini “Marksizm-Leninizm, Mao Zedung Düşüncesi, Deng Xiaoping Teorisi, Üç Temsil Kuramı, Kalkınmaya Bilimsel Bakış ve Yeni Çağ’da Çin’e Özgü Sosyalizm Üzerine Xi Jinping’in Düşüncesi” olarak ifade ediyor. [141]

Karar, iktidarın namlunun ucunda olduğunu teyit ediyor: “Çin’in devrimcileri, şehirleri kırsal kesimlerden kuşatmak ve devlet iktidarını askeri güçle ele geçirmek için doğru yolu seçtiler.” Partinin başlangıç ilkeleri karar metninde birkaç kez döne döne hatırlatılıyor: “Parti görevlerinin tamamlanması için Partinin göreve başlangıç amacı asla unutulmamalıdır. […] Bütün Parti üyeleri, Partinin ve Parti amacının ne olduğunu akıllarından çıkarmamalıdır. Partinin amacı ve niteliği asla gözden kaçırılmaması gereken temel değerler taşır.” Böylece varlığının 100. yılını yaşayan ÇKP, iktidardaki 70. yılında, iktidara yürüyüş gerekçesini günün politik göreviyle bağlantılandırıyor. 100 yıl Kararı, ÇKP’nin teorisini “21. yüzyılın Marksizmi” olarak ilan ediyor. Biz, bugünün dünyasında, ÇKP yönetimini Marksizm dışında saymak için güçlü nedenler bulamıyoruz. Şi Cinping ile ilgili öznel bir kanaati, onunla en az iki kez uzun uzun görüşmüş referans niteliğinde bir komünistin, Fidel Castro’nun, sözüne dayanarak oluşturuyoruz. 2014’te Fidel Castro, Şi Cinping’i “hayatımda tanıdığım en güçlü ve en yetenekli devrimci liderlerden biri” olarak ifade etti. [142]

*

ÇKP’yi 1978’den itibaren eleştirmek için gerekçeler bulmak gayet kolaydı. Ama bugün, aradan geçen 40 küsur yıldan sonra, ÇKP liderliğinin her dediğini fazlasıyla gerçekleştirdiğini gördükten sonra, bu partiyi geriye dönerek ve bugünüyle, ayrıca yarına ilişkin hedefleri bakımından eleştirmek için kırk kez yutkunmak gerektiğini vurguluyoruz. Deng’in sosyalizme ilişkin sözlerinin boş bir retorik olduğunu ileri sürebilirdik, çünkü önceki benzer örnekler neredeyse öyleydi. 1980’li ve ‘90’lı yıllar, ÇKP’ye dönük politik devrimci tepkilerimizin yıllarıydı. Bunda tarihsel politik olarak kesinlikle haklıydık. Sovyetler Birliğinde ve dünyada meydana gelen yıkıcı ve bozucu gelişmeleri andırıyordu Çin’dekiler. (Örneğin Tiananmen olaylarında ÇKP çökseydi, Deng liderliğini tarihin çöplüğüne üstüne dışkı dökerek atacağımız kesindi.) Çin, ÇKP literatüründeki üçüncü otuz yılın herhangi bir diliminde başarısız olsaydı ve resmi sosyalist tarihi bu şekilde bitseydi, ÇKP önderliğini halkını kapitalizmin kucağına atarak kaçışan rezil bir güruh olarak anacağımıza kuşku yoktu. Fakat bütün bu kötü ihtimaller olmadı ve Çin’de kuşkusuz ÇKP önderliğinde açık bir mucize gerçekleşti. Bu, başarının getirdiği bir sonuçtu ve bize, derin derin düşünmek düşüyordu. Dolayısıyla, geçen yıllardan sonra, biraz güçlü bir ideo-politik güvenle, ÇKP’nin yaptıklarına ve sözlerine başka bir konumdan bakmak gerektiğini, ÇKP’yi anlamaya ek olarak ÇKP’den anlamak gerektiğini ileri sürebiliriz. ÇKP’yi ancak sonsal bir nitelemenin konusu yapabiliyoruz. Bu bizler açısından ideolojik bir sağlamlık göstergesi olsa da politik ve teorik bir başarı anlamına gelmiyor. Mao’dan sonra Partinin liderliğinin ideo-politik niteliği konusunda büyük tereddütler yaşamanın devrimci bir karşılığı vardı, fakat Mao’nun yolunun başarısız olduğunu da biliyorduk. Bu başarısızlığa karşın hiçbir Marksistin aklına Mao’nun Marksist olmadığı gelmemelidir. Tersi de geçerlidir; başarısından dolayı ÇKP’yi alkışlamak gerekmiyor; ÇKP’nin ideo-politik niteliği önceldir. Uzmanlık değildir önemli olan; aslolan kızıl uzmanlıktır.

Büyük ve biricik başarısını göz önüne aldığımızda, sosyalizm deneyimleri bakımından ne büyük bir eşiği atladığını gördüğümüzde, ÇKP’nin Marksistliğini olumlu olarak ele almanın zorunluluğunu teslim etmek durumundayız. Kendi kültürel havzasının özgüllüğündeki ÇKP’lilerin, dışarıdakilerin kendilerinin Marksist olduklarına kanaat getirmesi için hiç de acelesi olmadığını biliyoruz.

ÇKP, teorinin kendine verdiği sosyalizmi inşa görevini kendi yordamınca yürütüyor. Görünür erimde bir dünya devrimi peşinde olmadığı da açık.

Fakat ne gam, tarihi yapan onlar; ve bizler, dünyanın dört bir yanında küçük öbekler oluşturmuş Marksistler tarihin yerinde anlaşılması ve doğru yazılması gibi geri bir uğraş aşamasındayız.

Sonuç

Öznesi düşman tarafında da yer alsa teorik-olan eleştiriye açığız. ÇKP’nin ideo-politik niteliğine ilişkin görüşlerimizin devrimci eleştiri konusu olması gerektiğini bir yükümlülük sayıyoruz. Ancak hiçbir zaman devrimci olmamış kimilerinin ÇKP’yi anti-komünist nitelemesi [143] kadar, hiçbir zaman devrimci olmamış ‒bilakis varlığının önemli dönemlerini karşı-devrimci olarak sürmüş‒ bazılarının ÇKP’yi komünizmin öncüsü görmesinin [144] bizim açımızdan hiçbir hükmü yoktur. Nasıl Ekim Devriminin ilk günlerinden itibaren Sovyet sosyalizminin ekonomik, politik ve ideolojik rantiyeleri olduysa, başarılı Çin sosyalizminin de içeride olduğu gibi dışarıda da rantiye “kaplanları ve sinekleri” olacaktır. [145] ÇKP’yi değerlendirmede bunların varlığının bulandırıcı olması değerlendirici bakımından bir zaaf işaretidir sadece.

Bugün dünyanın çeşitli yerlerinde devrimci mücadele yürüten ve ÇKP’yi anti-Marksist gören akımların varlığını biliyoruz. Çoğu zaman gerçeksiz ve doktriner de olsa bu eleştiriler Marksizm ve devrim için yapılıyor. Bizim büyük tereddütlerle ortaya koyduğumuz görüşlerin de Marksizm ve devrim için olduğunun kabulünü dileriz. Marksizm dışı bir şeyler yapmanın bizim için değeri yoktur. Marksizm için bir şeyler yapmasa da ısrar etmenin bizim nazarımızda değeri yüksektir.

Ancak gereksindiğimizin ve saflarımıza katkı yapacak olanın, Marksizm için ideolojik kararlılık, teorik görü, ve politik kudret olduğunu vurgularız.

Bayrak, kitap ve silah orada.

 



[1] Susan Buck-Morss, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yay., İstanbul 2004.

[2] James C. Scott, Çev. Ozan Karakaş, Koç Üniv. Yay., İstanbul 2020.

[3] Deng Xiaoping, “Sosyalizm ve Pazar Ekonomisi Arasında Esaslı Bir Çelişki Yoktur” (1985), Çev. Kamuran Kızlak. (https://www.teorivepolitika.net/index.php/kursu-yazilari/item/1153-sosyalizm-ve-pazar-ekonomisi-arasinda-esasli-bir-celiski-yoktur)

[4] Aktaran Korkut Boratav, “ÇKP ve ‘Reform’”, Sol Haber, 19.11.2013.

[5] Lenin, “Bir Yayıncının Notları” (Mart 1922); Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal – Belgeler – Cilt 2, Maya Kitapları, İstanbul 2002, ss. 257-58. Bu yazıya dikkati Orhan Dilber çekti.

[6] Lenin, Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine, Çev. Seçkin Selvi Cılızoğlu, Ekim Yay., Ankara 1990, s. 221.

[7] Bu gerilemeye tepkiyle Parti üye kartlarını yırtanlardan söz edilir.

[8] Lenin, Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine, a.g.e., s. 217.

[9] Lenin, III. Enternasyonal Konuşmaları, Çev. Cemal Eren, Pencere Yay., İstanbul 1989, s. 97.

[10] Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, a.g.e., s. 376.

[11] Lenin, “Ayni Vergi” (Mayıs 1921); Lenin, Ekim Devrimi Dosyası: II / Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, Çev. Kenan Somer, Ekim Yay., Ankara 1990, s. 271.

[12] Lenin, “Ayni Vergi”, a.g.e., s. 271-72.

[13] Lenin, “Rusya Komünist Partisinin Taktikleri Üzerine Rapor” (Haziran 1921); Lenin, III. Enternasyonal Konuşmaları, a.g.e., s. 137.

[14] Lenin, “Rus Devriminin Beş Yılı ve Dünya Devriminin Geleceği” (Kasım 1922); Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, a.g.e., s. 382.

[15] Lenin, Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine, a.g.e., s. 218.

[16] Lenin, “Rusya Komünist Partisinin Taktikleri Üzerine Raporun Tezleri” (Haziran 1921); Lenin, III. Enternasyonal Konuşmaları, a.g.e., s. 97.

[17] Lenin, “Rusya Komünist Partisinin Taktikleri Üzerine Rapor” (Haziran 1921); a.g.e., s. 139.

[18] Lenin, “Rus Devriminin Beş Yılı ve Dünya Devriminin Geleceği” (Kasım 1922); Lenin Döneminde…, a.g.e., s. 387.

[19] Lenin, “Ekim Devriminin Dördüncü Yıldönümü” (Ekim 1921); Lenin, Sağ ve Sol …, a.g.e., s. 218.

[20] Lenin, “Az Olsun Öz Olsun” (Mart 1923); Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, a.g.e., s. 300.

[21] Lenin, “Yeni İktisat Siyaseti Koşullarında Sendikaların İşlev ve Görevleri Üzerine Tezler Taslağı” (Ocak 1922); a.g.e., s. 277.

[22] Lenin, “Az Olsun Öz Olsun”; a.g.e., s. 297-8.

[23] Lenin, “Rusya Komünist Partisinin Taktikleri Üzerine Rapor” (Haziran 1921); Lenin, III. Enternasyonal Konuşmaları, a.g.e., s. 144.

[24] Lenin, “Bir Yayıncının Notları: Mecaz yapmadan” (Mart 1922); Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, a.g.e., s. 260.

[25] Lenin, “Rusya Komünist Partisinin Taktikleri Üzerine Rapor” (Haziran 1921); III. Enternasyonal Konuşmaları, a.g.e., s. 132.

[26] Deng Xiaoping, “Sosyalizm Altında Bir Pazar Ekonomisi Geliştirebiliriz”, (1979 yılındaki bir röportajı), Çev. Kamuran Kızlak, http://kamuraninnotdefteri.blogspot.com/

[27] Deng, a.g.e.

[28] Deng Xiaoping, “Özellikle Çin’e Özgü Bir Sosyalizm İnşa Etmek”, 30 Haziran 1984, kamuraninnotdefteri.blogspot

[29] A.g.e.

[31] A.g.e.

[32] Deng Xiaoping, “Özellikle Çin’e Özgü Bir Sosyalizm İnşa Etmek”, a.g.e.

[33] “Çin Halk Cumhuriyeti’nin Kuruluşundan Bu Yana Partimizin Tarihinde Belirli Sorunlar Üzerine Karar”’dan (1981 Kararı) aktaran: Gao Fang, Belgelerle ÇKP’nin Dönüm Noktaları, Çev. Cem Kızılçeç, Canut Yay., İstanbul 2015, s. 92.

[35] Minqi Li, Yükselen Çin ve Kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü, Çev. Aytül Kantarcı – Ercüment Özkaya, Epos Yay., Ankara 2009, s. 94.

[36] Minqi Li, a.g.e., s. 94.

[37] Wen Wei, “Çin Nasıl Başardı?: Sanayileşmeyi başaramayan ülkelerde eksik olan nedir?”, Çev. Kamuran Kızlak, Teori ve Politika 85.

[38] Minqi Li, a.g.e., s. 94-95.

[39] Wen Wei, a.g.e.

[40] Minqi Li, a.g.e., s. 99.

[41] Korkut Boratav, “Çin Ekonomisi Nereye?”, Sol Haber, 01.10.2013.

[42] Boratav, a.g.e.

[43] Boratav, “ÇKP’nin Yol Haritası”, Sol Haber, 26.11.2013.

[44] Boratav, “Kapitalizmin Krizi ve Çin”, Sol Haber, 22.02.2009.

[45] Boratav, a.g.e.

[46] Minqi, a.g.e., s. 108.

[47] Wen, a.g.e.

[48] Aktaran Boratav, “Bir Şi Jinping Portresi ve Bir Konuşma”, Sol Haber, 13.04.2018.

[49] Wen Wei, a.g.e.

[50] Emre Demir, a.g.e.

[51] Boratav, “Çin’den Ekonomi Haberleri”, Sol Haber, 11.03.2012.

[52] Boratav, “Çin Komünist Partisi ABD’ye Meydan Okuyor”, Sol Haber, 22.01.2021.

[53] Gao Fang, Belgelerle ÇKP’nin Dönüm Noktaları, a.g.e., s. 142.

[54] Emre Demir, a.g.e.

[55] ÇKP Merkez Komitesi Parti Tarihi Araştırmaları Bölümü, “İnkâr Edilemez İki”, Çev. Damla Uyar, Teori ve Politika 85. Bundan sonraki atıflarda “İnkâr Edilemez İki” olarak anılacaktır.

[56] “İnkâr Edilemez İki”

[57] Emre Demir, a.g.e.

[58] Boratav, “Çin Komünist Partisi’nin 2021 ve 2049 Hedefleri”, Sol Haber, 16.07.2021.

[59] Wang Weiguang (Profesör, Çin Sosyal Bilimler Akademisi Başkanı), “Özel Ekonomik Sektörde Yeni Girişimciler: Çin’de Bu Tabaka Neden Kapitalist Bir Sınıf Oluşturamaz?”, Çev. Seyhun Şirin (Yayınlanmamış çevirinin kullanılmasına verdiği izin için Cem Kızılçeç’e teşekkür ederiz.)

[60] Wang Weiguang, a.g.e.

[61] Boratav, “ÇKP’nin Yol Haritası”, Sol Haber, 26.11.2013.

[62] Global Times’tan (20 Ekim 2017) aktaran: Korkut Boratav, “Şi Jinping’in ‘Çin Rüyası’ ve Sosyalizm”, Sol Haber, 27.10.2017.

[63] Wang Weiguang, a.g.e.

[64] A.g.e.

[65] Jülide Yazıcı, “Kamuran Kızlak’la Söyleşi: ‘Şi Cinping, Mao’dan Sonra En Solcu Lider’”, Teori ve Politika 85.

[66] Global Times’tan (3 Ağustos 2021) aktaran: Boratav, “Çin’de Sermaye ve İktidar Mücadelesi”, Sol Haber, 08.10.2021.

[67] Aktaran: Boratav, “Şi Jinping’in ‘Çin Rüyası’ ve Sosyalizm”, Sol Haber, 27.10.2017.

[68] Boratav, “Batı’da Tedirginlik: Çin Sosyalizme mi Dönüyor?”, Sol Haber, 01.10.2021.

[69] Samir Amin, “Finansal Küreselleşme: Çin Dahil Olmalı mı?”, Çev. Sina Güneyli, Teori ve Politika 85.

[70] Kamuran Kızlak, “Çin, ABD’nin Yerini mi Alıyor (3): Buraya Nasıl Gelindi?”, BirGün Gazetesi, 25 Temmuz 2020.

[71] Wen Wei, a.g.e.

[72] Emre Demir, a.g.e.

[73] Boratav, “Çin Komünist Partisi’nin 2021 ve 2049 Hedefleri”, Sol Haber, 16.07.2021.

[74] Domenico Losurdo, “Çin Kapitalizme mi Döndü?”, Çev. Elif Nur Aybaş, Teori ve Politika 85.

[75] Boratav, “Çin’de 14’üncü Beş Yıllık Plan”, Sol Haber, 19.03.2021.

[76] Gerald A. Cohen, Karl Marx’ın Tarih Teorisi: Bir Savunma, Çev. Ahmet Fethi, Toplumsal Dönüşüm Yay., İstanbul 1998, s. 197.

[77] Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Çev. Tonguç Ok ve Olcay Geridönmez, İstanbul 2013, Evrensel Yay., s. 42.

[78] Marx, “Gotha Programının Eleştirisi”; Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev. M. Kabagil, Sol Yay., Ankara 1989, s. 36-37.

[79] Cohen, a.g.e., s. 239.

[80] Cohen, a.g.e., s. 239-40.

[81] Samir Amin, “Çin 2013”, Çev. Dicle Kızılkan, Teori ve Politika 85.

[82] Cohen, a.g.e., s. 230.

[83] Cohen, a.g.e., s. 231.

[84] Cohen, a.g.e., s. 237.

[85] K. Marx, Felsefenin Sefaleti, Çev. Ahmet Kardam, Sol Yay., Ankara 1979, s. 105.

[86] Cohen, a.g.e., s. 240-1.

[87] A.g.e., s. 242.

[88] A.g.e., s. 239.

[89] A.g.e., s. 236.

[90] Samir Amin, Maoizmin Geleceği, Çev. Işık Soner, Kaynak Yay., İstanbul 1993, s. 132.

[91] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev. Sevim Belli, Ankara 1993, Sol Yay., s. 24. Cohen, a.g.e.’nin çevirmeninin küçük değişikliklerine (s. 9) uyuldu. “Yok olmaz” ifadesini, normal tarihsel koşullarda diye anlamak gerekir. Yoksa, üretimin nedenselliğini bozan daha etkili bir nedensellik, örneğin, dünyaya bir kuyruklu yıldız çarpması sonucu oluşacak yıkım, üretimin nedensellik zincirini bozacaktır.

[92] Wen Wei, a.g.e.

[93] Wen, a.g.e.

[94] Marx, Kapital – 1, Çev. Alaattin Bilgi, Ankara 1993, Sol Yay., s. 323.

[95] Cohen, a.g.e., s. 102.

[96] Marx, Kapital, a.g.e., s. 336.

[97] Cohen, a.g.e., ss. 101-102.

[98] Cohen, a.g.e., s. 217.

[99] Sırf bu konu, Türkiye’de kırsal kapitalistleşme sürecinin esas olarak yarı-feodal mi yoksa esas olarak kapitalist mi olduğuna ilişkin tartışmalara yol açmıştır.

[100] Üretim tarzını “maddi”, “toplumsal” ve “karma” olarak kavramsallaştırma Cohen’e ait. Cohen’e göre Marx’ta üretim tarzı kavramı bu üç şekilde kullanılmıştır.

[101] Marx, “Gotha…”, a.g.e., s. 29.

[102] A.g.e., s. 31.

[103] A.g.e., s. 31.

[104] Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi: Tarih Devrim Sosyalizm, Sosyalist Kütüphanesi Yay., İstanbul 1996, s. 204 ve 322-23. Kıvılcımlı’nın ufuk açıcı bu yaklaşımının ele alındığı bir örnek için bak. M. Kayaoğlu, Hangi Tarihin Mirasçısıyız? / Ezilenlerin Tarihyazımı, Akın Yay., İstanbul 2012, ss. 169-71.

[105] Marx, Felsefenin Sefaleti, a.g.e., s. 87-88.

[106] Marx, a.g.e., s. 117.

[107] Bu ifadeler Cohen’in yapıtının izindedir.

[108] Jülide Yazıcı, “Çin’de Altyapı-Üstyapı Gerilimi”, Teori ve Politika 85.

[109] Samir Amin, Maoizmin Geleceği, a.g.e., s 158.

[110] Cohen, a.g.e., s. 198.

[111] Marx, Kapital, a.g.e., s. 770.

[112] Cohen, a.g.e., s. 192-3.

[113] Şi’den aktaran: “İnkâr Edilemez İki”, a.g.e.

[114] Boratav, “ÇKP ve ‘Reform’”, Sol Haber, 9.11.2013.

[115] Boratav, “Şi Jinping’in ‘Çin Rüyası’ ve Sosyalizm”, Sol Haber, 27.10.2017.

[116] A.g.e.

[118] Boratav,“Bir Şi Jinping Portresi ve Bir Konuşma”, Sol Haber, 13.04.2018.

[119] Wang Weiguang, a.g.e.

[120] Jülide Yazıcı, “Kamuran Kızlak’la Söyleşi”, a.g.e.

[121] Bu konudaki uyarıyı Cem Kızılçeç yaptı.

[122] “Deng Xiaoping’in Dokuz Konuşması”; Gao Fang, Belgelerle ÇKP’nin Dönüm Noktaları, a.g.e., s. 154.

[123] A.g.e., s. 158.

[124] A.g.e., s. 159.

[125] Mao Zedung, Seçme Eserler, Cilt V, Kollektif çeviri, Kaynak Yay., Ankara 1993, s. 522.

[126] Mao, a.g.e., s. 523.

[127] “Deng Xiaoping’in Dokuz Konuşması”, a.g.e., s. 162.

[128] A.g.e., s. 146.

[129] , Çin Komünist Partisi Tarihi, Cilt 1, Çev. Tomas Aliyev, Canut Yay., İstanbul 2012, s. 567. ÇKP Merkez Komitesi Parti Tarihi Araştırmaları Enstitüsü tarafından hazırlanan ve 1995’te Çin’de yayınlanan bu yapıt bundan sonraki atıflarda ÇKP Tarihi olarak anılacak.

[130] ÇKP Tarihi, a.g.e., s. 568.

[131] A.g.e., s. 568.

[132] A.g.e., ss. 568-9.

[133] A.g.e., s. 569.

[134] A.g.e., s. 569.

[135] A.ge., s. 573.

[136] Minqi Li, a.g.e., s. 97-8.

[137] Boratav, “Bir Şi Jİnping Portresi ve Bir Konuşma”, Sol Haber, 13.04.2018.

[138] Aktaran Boratav, “Çin Komünist Partisi’nin 2021 ve 2049 Hedefleri”, Sol Haber, 16.07.2021.

[139] Aktaran: Boratav, “Batı’da Tedirginlik: Çin Sosyalizme mi Dönüyor?”, Sol Haber, 01.10.2021.

[140] Mao, 1967’de, “Biz dünya devriminin sadece politik merkezi değiliz, biz dünya devriminin askeri ve teknolojik merkezi de olmalıyız” diyordu. (Jung Chang – Jon Halliday, Bilinmeyen Hikâye: Mao, Çev. Ayla Yazal Okyayuz, İstanbul 2006, Goa Yay., s. 582.)

[142] https://www.telesurenglish.net/opinion/China-Is-Most-Promising-Hope-for-Third-World-Fidel-20171128-0017.html. Castro’nun bu sözünü Mehmet Yılmazer hatırlattı.

[143] Bu, TKP’de temsil olunan bir yaklaşımdır. https://haber.sol.org.tr/haber/makale-uluslararasi-komunist-harekette-ideolojik-politik-mucadelenin-taraflari-324481

[144] Bu, artık ön-faşist bir nitelik kazanmış Doğu Perinçek’te temsil olunan bir yaklaşımdır.

[145] Çin’de sürdürülen yolsuzluk karşıtı kampanyada ÇKP’nin yolsuzluğa bulaşmış yöneticilerine “kaplanlar”, sıradan üyelerine “sinekler” deniyormuş.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar

Çin 2013