Ana SayfaGüncel YazılarMuzaffer Oruçoğlu: Aymazlığın Bilgesi

Muzaffer Oruçoğlu: Aymazlığın Bilgesi

 

Devrime adanmamış bir yaşama bakış

Cehalet asla bir argüman olamaz.”

Marx1

 

Kaypakkaya’nın suçu

Yaklaşık yarım yüzyıldan sonra daha net görülüyor; İbrahim Kaypakkaya’nın tarihsel misyonunun en büyük sorunu, düşüncesini özümseyen bir ekip bırakmadan bu dünyadan göçmesidir. ‘Kaypakkaya teori ve politikası’, sadece Kaypakkaya’nın kendisi tarafından tam olarak edinilmişti ve o da, bir yıl bile etmeyen bir süreç sonunda ortadan kaldırıldı.

İbrahim Kaypakkaya’nın devlet tarafından ölçüp biçilerek öldürülmesinden sonra geriye kırık dökük bir Kaypakkayacılık kaldı. Onun politikası, ancak ikinci ya da üçüncü çeperdeki birtakım adanmış kadro adayları tarafından yürütülmeye çalışıldı. Onun teorisinin ise tarihsel süreçte asılı kaldığını söylemek zorundayız. Kaypakkaya’nın kişisel yaşamında en yakınında olan ve fikirlerinin oluşumunda alışveriş yaptığını varsayabileceğimiz bir avuç, muhtemelen beş ya da altı kişi, onun oluşturduğu mantıksal örgüsü sağlam görüşlerin zorunlu yolunu edinmeden, onun kudretli varlığının terbiyesinden, onun somutlayıcı çelikleştiriciliğinden geçmeden kendi başlarına kaldılar. Bu kişiler, ‘Kaypakkaya teori ve politikası’nın oluşma sürecine şu ya da bu ölçü ve şekilde katılmışlardı gerçi ama Kaypakkaya ile aralarında ancak kuran ile destekleyen, etkileyen ile etkilenen, kopan ile kopmakta olan türünden bir ilişki vardı. Ekibin önde gelenleri ile Kaypakkaya arasında büyük bir mesafe vardı.2

Hal böyleyken, yakın çevresindekilerin onun görüşlerini bu kadar kısa sürede özümseyemeyeceği besbelliydi. Şunu göz önüne getirelim. Kaypakkaya, 1971’in ortalarından itibaren TİİKP merkezine dönük eleştirel yazılar kaleme almıştı ve yazılar örgütün merkezindekiler dışında okumaya açılmadığı gibi bu görüşlerden pek kimsenin de haberi yoktu. Şubat 1972’de artık görüşlerini ve yazılarını yaymaya başlamıştı. Kaypakkaya, yazılarını ‘72’nin Haziran ve Ağustos aylarında gittiği İstanbul’da yoğun çalışmalarla son haline getirdi. (Aslında sondan bir önceki hale; çünkü o, bu görüşleri bir ‒ya da bazı anlatımlara göre iki‒ yıl içinde düzenleyecekleri kuruluş kongresinde tartışmaya sunacaktı ve partinin görüşleri burada son halini alacaktı.) İstanbul’dan Malatya, Antep, Dersim havalisine her dönüşünde daktilo edilmiş yazıları yanındaydı. Yani anlatımlara göre, yazıları ancak ‘72’nin ortasını geçince, henüz belirmekte olan örgütün İstanbul’daki kadro ve taraftarlarına dağıtıldı ve sınırlı olarak başka devrimci gruplara iletildi.

Kaypakkaya, aranır durumda olduğu ve bir yıl bile tutmayan bu süre boyunca, bildiğimiz kadarıyla bir öldürme eyleminde ve bir silahlı soygun girişiminde fiilen yer aldı. Bugün de nirengi niteliğinde olan, sağlam bir mantıksal teorik yaklaşım ve bıçak gibi keskin bir politik bakışla ele aldığı yazılarını yazdı. Ve aylar boyunca, örgütünü kurmak için İstanbul, Antep, Siverek, Malatya, Dersim bölgeleri arasında dolaşıp durdu.

Kaypakkaya, hele şu onyılların ölçüleriyle alınırsa, ergenliği henüz geride bırakmış bir gençti. Bu, biyografik bir yöndü. Ama İbrahim Kaypakkaya adındaki eser, biyolojik yaşına, toplumsal konumuna bağlı olmaktan kurtulmuştu. Bundan böyle, bir ‘İbrahim Kaypakkaya eseri’ vardı, bir de bu eseri ideal bir şekilde taşıyan genç devrimci İbrahim Kaypakkaya. Eserin taşıyıcısı İbo’da, onun düşmanın elindeyken acı bir gerçeklik duyusuyla belirttiği gibi toplumsal konumundan gelen birtakım özellikler ve “gerilikler” elbette vardı: “[İ]çinde bulunduğum aile ve çevre koşulları benim bir ölçüde fikren gelişmemi engelleyen etkenler olarak kendini ortaya koymuştur.”3 Bu sözleri, 21 Nisan 1973 tarihli savcılık ifadesinde okuyoruz.

Mayıs 1970’te yazdığı “İşçi-Köylü Hareketleri ve Proleter Devrimci Politika” başlıklı yazıdan4 itibaren, henüz özgül Marksist nitelik almamış olsa da bir politik-teorik yazarla karşılaşıyoruz. 1972’nin baharından itibaren Kaypakkaya adlı eser artık tarihe giriş yapmıştır. Bu, kategorik bir saptamadır. O artık genç ya da olgun, küçük-burjuva ya da proleter, köylü ya da kentli, Alevi ya da Sünni, Kürt ya da Türk olmaktan başka bir varlıktır. Dolayısıyla, örneğin onun devrimin koşullarına ilişkin öznelliğini gençliğine bağlamak kategori hatasıdır. Kaldı ki, o günlerde otuzlu yaşlarını süren Doğu Perinçek de aynı öznelliğin anaforundaydı ‒samimi olmadığını, yalan söylediğini ne kadar ısrarla vurgularsak vurgulayalım. Bazı tarihsel kıstaklarda bu öznellik bizatihi devrimci işlev görür. 1917’de dünya devrimi beklentisindeki Lenin ile 1960’larda emperyalizmin kağıttan kaplan olduğunu söyleyen Mao az mı özneldi.

Kaypakkaya’nın kurduğu örgütün Koordinasyon Komitesinin geri kalan altı üyesi ile yakın çeperdeki birkaç kişinin, ‘Kaypakkaya eseri’yle özgül bağlantı kurmuş olduğunu kabul edemeyiz. Onlar, ‘eser’in şu ya da bu ölçüde güçlü taşıyıcıları konumundaydı. Bunlar elbette ‘eser’in ideal taşıyıcısı İbrahim Kaypakkaya ile kıyaslanamayacak birer konumdu. Yirmili yaşların ilk yarısının yapısal özelliklerini taşıyan birer devrimci bireydiler. Normal olarak kusurları vardı ve normal olarak parlak yanları vardı. Normalitenin nedenselliğini bir tek İbrahim Kaypakkaya zorluyordu. Nitekim bu ayrımı İbrahim Kaypakkaya’nın devletin elinde geçtikten sonraki tutumunda parlak bir şekilde görüyoruz. Kaypakkaya, işkenceli sorgulara direnen biri değildi. Bu, bir kurbanın tutumuydu. Kaypakkaya, düşmanının efendi ve kendisinin direnen köle konumunda olduğu bir ilişkilenmeyi reddetti; deyim yerindeyse iki efendinin mücadelesi söz konusuydu devlet güçlerinin elinde olduğu üç buçuk ay boyunca.5

Kaypakkaya teori-politikası’ İbrahim Kaypakkaya adındaki 24 yaşındaki gençte çelikleşmiş bir karşılığını buluyordu; ama geride bıraktığı en yakın arkadaşları henüz ancak birer ham demirdi. Şu, insafsız bir söz sayılmamalıdır: Ham demirlerin her biri etki gördükleri yerden yamulup gittiler. Sadece Kaypakkaya çeliğinden etkilenenler bile olsa böyle oldu. Çelik çelikti, ham demir ise çeliğin etkisiyle de şekillense ham demir. (Nitekim bize göre, Kaypakkayacılığın sadık sürdürücüleri bu sonuncu kategoridekiler olmuştur.)

Şu da ancak devrimci bir yükümlülük sayılmalıdır: Bütün bunların sorumlusu Kaypakkaya’nın kendisidir. En yakın yoldaşları bu teori-politikanın özneleri konumuna henüz gelememişlerdi ve hayati gereksinim, bir taşıyıcı kurmay heyetti. Özne olmayan sorumluluktan muaftır ve özne olarak Kaypakkaya sorumludur. İbrahim Kaypakkaya, elindeki her türden kaynakla nasıl hareket edebileceğini değerlendirmek ve içinde bulunulan tarihsel kıstaktan sağ salim geçmek zorundaydı. 1973 kışını ve yılın tümünü, tasarladığı gibi yoğun bir hazırlık içinde geçirmeli, tedariksiz bir kış üslenmesine gitme ihtiyatsızlığını göstermemeliydi. Bunu yapmadı, yapamadı. İzleyicileri olarak bizler, İbrahim Kaypakkaya’ya bu eleştiriyi yöneltmekle yükümlüyüz.

 

Muzaffer Oruçoğlu’nun ehliyetsizliği

İbrahim Kaypakkaya, Diyarbakır’da tutulduğu sıkıyönetim tutukevinde, örgütüne ulaştırmak gayesiyle kaleme aldığı 28 Şubat 1973 tarihli mektupta, talimat niteliğinde birçok ifadesi arasında şunları da kaydediyordu: “Hareketimizin her alanında ve bu arada mücadelede başıboşluğa, gevşekliğe, korkaklığa, adam sendeciliğe aman vermeyin. Böylelerini acımadan saflarımızdan temizleyin.”6

Kaypakkaya’nın mirasının birçok yönü gibi bu mektup da trajiktir. Çünkü mektuptaki talimat karanlığa atılan bir taş gibidir. Korkaklar var mıydı bilmiyoruz, ama Kaypakkaya’nın bu mektubu başıboşlara, gevşeklere, adam sendecilere yazdığından eminiz.

Bunlardan biri Muzaffer Oruçoğlu’ydu.

*

Kaypakkaya teori-politikasıyla ilgili tarihsel masumiyet figürlerinden biri ve aksi yöndeki kuşkuyu başta çekeceği için bu yöndeki niteliğini vurgulama gereği bakımından, belki en öndeki biri Muzaffer Oruçoğlu’dur. Oruçoğlu, Kaypakkaya’nın kurduğu örgütün en üst organı olarak, biri Kaypakkaya’nın kendisi olan iki kişilik Daimi Komitenin üyesidir. Bu örgütün yedi kişilik Koordinasyon Komitesinin üyesidir. Oruçoğlu’ndan öğrendiğimiz kadarıyla, 12 kişiden ibaret kadrodan biridir. Ardından, yine ondan öğrendiğimize göre, kadrolar dahil toplam 80 kişiden oluşan şu ya da bu şekilde örgütlü bireylerden biridir.7 Ve nihayet, ölümünden sonra oluşan Kaypakkaya efsanesinin yaşayan temsilcilerinin iki önde geleninden biridir.

Bu konumlanışın, insan bireyini alıp götüreceğini ve bir ömrün bu konumun hakkını vermeye ancak yeteceğini varsayabiliriz. Epik anlatılara özgü erdemli bir bireyin, Kaypakkaya’nın adı hatırına kendi ömrünü feda edeceğinden emin olabiliriz. Ancak çıplak ve katı gerçeğin hiç de öyle olmadığını göreceğiz. Muzaffer Oruçoğlu, Kaypakkaya’nın kudretiyle kapılmaya direndiği anafora onun ölümüyle birlikte bırakacaktır kendini ve bir anlamda ‘aslı’na dönecektir. Oruçoğlu’nun Kaypakkaya’nın ölümünden sonraki yaşamı, hiç de gönüllü olmadığı bir rolü oynamaktan kurtulmaya çalışmakla geçmiştir ‒ve geçmektedir‒ bir bakıma.

Oruçoğlu bunu, onyıllar sonra, veciz bir ifadeyle anlatacaktır: “Edebiyata hasredilmiş 13 yıllık cezaevi yaşamım.”8 Kendini edebiyata hasretmiş Oruçoğlu’nun bu sözün anlamını bilmeden kullandığını varsayamayız herhalde. Hasretmiş; yani bizim politik terimlerimizle adamış. Hasretmiş, yani politik faaliyetlerinden çaldığı zamanı ayırmamış; hapishane yaşamını yalnız edebiyata ayırmış. Çok içten bir itiraftır bu aslında. Şimdi burada birkaç soru sorma hakkı var. Bir: Oruçoğlu, hapishanedeyken de kendini edebiyata adadığını söylüyor muydu? İki: Peki, bu adanmışlıktan, onun kendini devrime adadığını sananlar, örneğin, onu “Parti ve mücadele sürecine katacakları” inancıyla hapisten kaçırmak için onca uğraşan Süleyman Cihan9 haberdar mıydı? Üç: Oruçoğlu, hapishane yıllarını edebiyata adadığını sonradan mı fark etmişti? Dört: Sonradan fark ettiyse, Oruçoğlu öz-bilincine ilişkin bir kuşku besliyor mu? Ve sonuncu soru: Oruçoğlu, aslında hep bir yarı-bilinçle ya da yarı-uykulu yaşamış ve hapishanede de biraz zorunlu politika, çokça gönüllü edebiyat derken durumu idare edip götürmüş müydü?

Oruçoğlu’nun, bu sözü, hapishanedeyken sarf etmediğinden emin olabiliriz. Bu esaslı bir cesaret gerektirirdi ve Oruçoğlu’nda o cesaretin olmadığından da emin olabiliriz. Kendine itiraf edip etmediğini elbette bilemeyiz. Ama onun bunu söylemeden yaptığından emin olmamak için hiçbir neden yok.

Edebiyatla uğraşmanın nesi kötü olabilir! Buradaki mesele, bir zavallının ‒belki kendini ve‒ arkadaşlarını aldatmasıdır. Yalancı bir yaşam.

Tekrar etmek gerekiyor: “Edebiyata hasredilmiş 13 yıllık cezaevi yaşamım.” Aslında bu söz duyulduğu andan itibaren Oruçoğlu’na edebiyat dışında atfedilmiş bütün nitelikler çözüm çözüm çözülecektir. Kendini edebiyata adayan bir insanoğlundan, Kaypakkaya’nın örgütünün merkezi önderlerinden biri olması bir yana, bir politik devrimci olması da doğal olarak beklenemez.

Dediği yalan da olsa gerçek de, her ikisiyle de bir yana fırlatılıp atılmalıdır Oruçoğlu. Yalanı da eğridir, gerçeği de… Arkasında bıraktığı bu tarihe sahip olduğu halde bu sözü edebilen biri eylem ve işlemlerinden sorumlu yani mümeyyiz biri sayılamaz. Yaşamının öznesi olmadan hapis yatıyor. Avrupa’ya geçiyor; orada politik yaşamı reddettiğini açıkça ilan etmiyor, mızmızlanıp duruyor. Ardından, bunu bir yaşam biçimi haline getirdiğini göreceğiz. Bu, neresinden tutulursa tutulsun, hangi yönü esas alınırsa alınsın kötü bir kişisel öyküdür.

Oruçoğlu’na daha yakından baktığımızda, edebiyata hasredişin hiç de hapishane yıllarıyla sınırlı olmadığını anlıyoruz. O, politik nitelik bakımından, yaklaşıldıkça da uzaklaşıldıkça da küçülen bir varlık çiziyor. Bu kez, 1972 yılı Ağustos ayından bir anısını okuyoruz: “İbo geldi, Sinan Cemgil’leri ihbar eden muhtarı cezalandırdıklarını söyledi. Benim aklım, parti ve ordu marşları dahil, yazdığım yeni şiirlerdeydi. Buna rağmen olayın ayrıntılarını merak ettim, ilgiyle dinledim.”10 Lütfetmiş!

Ölüm ve şiir; Kaypakkaya ve Oruçoğlu! Hayır; ikilik böyle kurulamaz. Oruçoğlu’nun bizi yuvarlamaya çalıştığı batağı görelim. Kaypakkaya da şiir yazıyordu; oysa Oruçoğlu şiir ile ölümü, şiir ile devrimi karşı karşıya getiren bir tıynetteydi. Bu tıynete kaptırırsak kendimizi, devrim adına şiiri lanetleriz. Bir kez daha anlıyoruz; İbrahim Kaypakkaya’nın işi çok ama çok zordu. Kaypakkaya, bir yandan sahte devrimcilik naraları atan Perinçek’lerden koparken, beri yandan aklı fikri başka şeylerde olan Oruçoğlu gibilerle gerçek devrimcilik yapmaya çalışıyordu… Kaypakkaya’nın işi hakikaten çok zordu. Sorun, bu iki birey tipini tarihin aynı vadiye atmasında ve birinin tarihsel eylemini olgunlaştırmadan denklemden çıkmasındadır.

*

İbrahim Kaypakkaya adındaki öğrenci genç gibi, ondan bir yaş büyük Muzaffer Oruçoğlu adındaki öğrenci genç de, dönemin solcularının ezici çoğunluğunun yaşadığını yaşamıştır. Şiir ve edebiyat ile solculaşma özdeştir bu öyküde. 1960’ların özellikle ikinci yarısının solculaşan gençlik profilini şu anlatımda buluruz:

Yıl 1965, Türkiye İşçi Partisi’ne yeni girmişim. Yalçın Cerit’le tanışalı da belki birkaç gün olmuş. Ankara’da Selanik Caddesi’nden Kızılay’a doğru yürüyoruz. İlk defa sohbet ediyoruz. Kulakları çınlasın Yalçın sordu: Şiir yazar mısın? Hayır. Hikaye, roman? Hayır. Resim yapar mısın peki? Hayır. Peki kardeşim, sen niye sosyalist oldun?”11

Şiirler, romanlar yazmış, resimler yapmıştır Oruçoğlu. İbrahim Kaypakkaya da aynı şekilde çıktığı yolu, artık edebiyatla ilgilenmeyerek sürdürmüştür. Bu gayet doğal bir haldi; çünkü “Hem Tanrıya hem Mamona hizmet etme”yi ancak Oruçoğlu gibiler becerebilirdi. Bu yüzden, öğretmen okulu ve fakülte öğrencisi İbrahim Kaypakkaya’da ‒öyküleme ve karakter özellikleri dışında‒ bir ‘kök Kaypakkaya’ arayışı teorik ve mantıksal bakımdan yanlış ve boştur. İbrahim Kaypakkaya, bizatihi kendinden koparak İbrahim Kaypakkaya olmuştur. Oruçoğlu ise bu kopma işlemini yaşamamıştır. O, içinde bulunduğu yılların İbrahim Kaypakkaya’da simgelenen bir dinamiği tarafından sündürülen bir lastik gibidir. Çeken kuvvet ortadan kalkınca lastik yerine dönmüştür.

Ama vurgulayalım; tüm bunlara karşın, Muzaffer Oruçoğlu, Kaypakkaya teori-politikasından sorumlu tutulamaz. Bu teori-politikayı edinmemiş, edinememiş birine, bizatihi Kaypakkaya teori-politikasının sorumluluğu yüklenemez.

 

Tohumlama

Oruçoğlu, 1988-91 yıllarında kaleme aldığını kaydettiği Tohum romanındaki tek sayfalık “Ön Açıklama”da, “çıplak gerçeği, aslına sadık kalarak bire bir anlatan roman, dünyanın, yazarına azap çektiren en belalı romanıdır. Kendi hayal dünyanı ve özgür yaratıcılığını prangaya vurmak istiyorsan, olmuşu olduğu gibi anlat. Yani olmuşu, olmuşun ruhuna ve inceliğine, özüne ve biçimine bağlı kalarak anlat. Ne yazık ki bu romanda ben bunu yaptım. Özgür yaratma yeteneğimi, şaşırtıcılığımı, hicvimi, nüktemi ve masalımı, estetiğin ve büyünün başlıca mimarlarından birisi olan dizginsiz palavra gücümü, sorumluluk duygumun ve vicdanımın yağlı urganıyla iğdiş ettim” diyor.12 Tohum’u okuduğumuzda, Oruçoğlu’nun bu sözlerini tutmadığını, kendine ve okurlarına yalan söylediğini göreceğiz. Oruçoğlu Tohum’da bol bol palavra atmıştır, hayal ve fantezi dünyasına dizginsizce yer vermiştir. Ve sonunda Oruçoğlu, kötü bir çorba çıkarmıştır ortaya; bulanık bir bataklık karışımı. Eğri ile doğrunun karışımı doğru değil eğridir; hakikat ile kurmacanın karışımı kurmacadır. Belki Oruçoğlu, ama ben, çıplak gerçeği onun ruhuna, inceliğine, özüne ve biçimine bağlı kalarak uydurdum diyecektir. Uydurma ile gerçeğin evladı Oruçoğlu’nun romanıdır!

Gerçek zemin üzerine edebi yaratımın zorunlu kurgusal katkılarından söz etmiyoruz. Bu kitapta ortaya konulan, Kaypakkaya’nın yalan yanlış bir resmidir. Oruçoğlu, anladığı kadarını, sonradan edindikleri ve edebi hevesiyle karıştırarak bir şey çıkarmıştır ortaya. Göreceğiz; Oruçoğlu, Kaypakkaya’yı anlatacak ehliyette değildir. Oruçoğlu bir kördür ve Kaypakkaya bir fildir bu örnekte; tarif edip duruyor. Yalan ile yanlış, eğri ile doğru, gerçek ile hayal, olay ile kurmaca iç içe geçmiş durumda ve böylece, doğrular, gerçekler, olanlar bile bozuk bir şekilde görülüyor.

Tohum’da anlatılan Kaypakkaya’ ile ‘Gerçek Kaypakkaya’ arasında şu ya da bu yoruma bağlı değil, maddi ayrımlar var. Ve evet; bunu, İbrahim Kaypakkaya ile yedi yıl arkadaşlık etmiş Muzaffer Oruçoğlu’na karşı biz söylüyoruz.

Tohum’da bol palavra ve Kaypakkaya’nın teorik ve politik görüşlerine aykırı yönler vardır. Tohum ‘Kaypakkaya eseri’ni bozmuştur. Kurgular arasında, gerçeğe aykırı, yalan yanlış bir tek olay ve söz varsa o kitap yakılmalıdır. Hiç de özgürlükçü bir söz değildir bu, ve üstelik çok geç kalmıştır.

Bu, basit bir hukuk meselesidir. Hukuk, uygulamalı bir mantık sistemidir ve egemen sınıflar bu konuda ileri örnekler vermiştir. Birçok yapıtta yer alan, “Bu eserde okuduklarınızın / izlediklerinizin hiçbir gerçek kişi ve olayla ilgisi yoktur” sözü bir hukuk terbiyesi gereğidir ve Oruçoğlu bu terbiyeye sahip olacak ehliyette biri değildir. Oruçoğlu, “anlatılanlar tamamen hayal ürünüdür” deseydi hiçbir ilkesel sorun olamaz, istediği gibi uydurabilirdi. Tam tersine, Oruçoğlu, kurmacalarla dolu eserine, “Bu romanda anlatılanların tümü gerçektir” diye bir özel notla başlamaktadır.

Peki, nedir yalan yanlışlar?

 

Aydınlanma ve Kemalizmin ateşçisi

[B]u adamın, kayalıklarda gizlendiğini hiç kimse aklının ucundan bile geçirmiyordu. Kayalıklarda, buzlara karşı bir köy enstitüsü ateşi parlattığını o keskin gözlü kurtlar bile görememişti.”13

Kaypakkaya’yı, kömde yaralandıktan sonra kaçtığı dağda böyle anlatıyor Oruçoğlu. Vurgulayalım: Buzlara karşı Köy Enstitüsü ateşi parlatan adam…

Buzlara karşı Köy Enstitüsü ateşi… Yani İbrahim Kaypakkaya!

İbrahim Kaypakkaya’nın Köy Enstitülerinin devamı olan okullarda okuduğunu biliyoruz. Yazar, bunu mu ima etmektedir?

Bu kadar basit bir bağlantı, yazarın edebi kurgusunu pek hafife almak olur. Gerçeği, sadece gerçeği anlatmakla yeteneklerini gönüllü olarak zincirlemiş romancı, daha büyük bir gerçekten söz etmektedir burada besbelli. Ne olabilir bu büyük gerçek? İşte bu, yanıtı çok kolay verilecek bir sorudur.

Ama önce, gerçeği ve sadece gerçeği Kaypakkaya’nın gözünden görelim. Köy Enstitüleri Kaypakkaya’ya göre neydi? Aslında bu basit soruyu telaffuz etmek bile Kaypakkaya’nın eserine edilmiş sunturlu bir küfürdür. Bu esere ilişkin böyle bir soru sorduran tarihe lanet olsun. 1940’ta kurulan ve 1954’te kapatılmasına karşın geleneğini epeyce sürdüren Köy Enstitüleri bir eğitim projesinin kurumlarıydı. Bu okulların kurulmasına da kapatılmasına da karar veren devlet, Kaypakkaya’ya göre faşist bir diktatörlüktü ve yıkılması için ölümüne bir mücadele yürütülmeliydi. Bu kadar açık ve basit; daha ötesi yok: Faşist diktatörlük. Baş düşman…

İşte Oruçoğlu, Kaypakkaya’yı faşist diktatörlüğün Aydınlanma ocağı bir kurumunun karanlık buzullara karşı eritici ateşini yakan bir kahraman yapıyor. Karanlığa karşı Aydınlanmanın militanı…

Oruçoğlu bunu yazarken ne yaptığını biliyor muydu? Oruçoğlu, belli ki, Köy Enstitülerine malum solcu misyonu yüklemektedir ve çok sevdiği Kaypakkaya’nın da bu yüksek değerle değerlendiğini sanmaktadır. Gafil!

Oruçoğlu, gerçeğe sadık kaldığını söylerken zırvasına inandırmayı özel olarak telkin etmektedir. Övdüğü adamın yanlış birtakım düşüncelere kapıldığına, onu bari öldükten sonra olsun yeni kuşaklara anlatırken düzeltmesi gerektiğine karar vermiş ve Kaypakkaya’yı doğrultmuştur. Aymaz ve saygısız!

Övmeye devam ediyor Kaypakkaya’yı… Kaypakkaya’nın birikiminden söz ederken, onun “Goethe ve Schiller” okuduğunu, “kendi ülkesinin romandan şiire kadar en önemli ürünlerini özümlediğini” anlatıyor.14 Ne yapsın; herkes karşısındakini kendi gibi bilirmiş. Kaypakkaya’yı Kaypakkaya yapan etmenler arasında bu sayılanların yeri ne olabilir hakikaten. Oruçoğlu, gayet bön bir bencillikle, kendi değerlerini Kaypakkaya’ya yüklüyor. Kaypakkaya’yı kendi bulunduğu irtifaya çekiyor arsızca, aymazca.

İlginç bir semptom görüyoruz burada. Oruçoğlu, Tohum’dan uzun yıllar sonra, kendisini de Goethe ve Schiller okuru olarak övüyor.15 Politikleşmesi ‘71’e gelemeyen Oruçoğlu, Kaypakkaya’yı 68’de kalmış solculaşma dinamiğiyle anlatıyor. Bedeni ‘71 devrimciliği’ne sürüklenmiş ama kafası ‘68’de kalmış. Böyle ayrımlar yapabilecek biri de değil Oruçoğlu; meşhur “Ön Açıklama”sında hâlâ “68 kuşağı”ndan sayıyor Kaypakkaya’yı. Kötü niyetinden değil; Oruçoğlu, değerli gördüğünü arkadaşı İbrahim’e de yüklüyor.

Böyle bir şey, okuyanın midesinin bulanmasına yetiyor. Oruçoğlu, İbrahim Kaypakkaya’nın değeriyle değerlenmiyor. Onun değerini izlemesi mi gerekir diye sorulabilir; evet, Tohum gibi gerçeği anlattığına yemin billah ettiği bir yerde buna zorunlu Oruçoğlu. Kaypakkaya’yı bizzat Kaypakkaya’nın değeriyle de değerlemiyor, bir hile yapıyor ve Kaypakkaya’yı kendi değeriyle değerli kılıyor. Değeri neyse ne; ama Oruçoğlu, gerçeği sadece gerçeği anlatacağına söz verdiği bir yerde, etik değerleri açıkça çiğniyor.

Kaypakkaya’yı böyle savunmak utandırıcı ama zorunludur. Bizim için Kaypakkaya; Marksizmi okuyan, Marksizmi edinen ve Marksizmi özgüleyen Kaypakkaya’dır. Kaypakkaya’yı tarihe geçiren, Oruçoğlu’yla ortak yanları değil, tam tersine ortak olmayan yanlarıdır. (Gençler; Goethe ve Schiller de okuyun, Oruçoğlu gibi olmayın!)

Kaypakkaya’yı övmelere doyamıyor Oruçoğlu…

Gerçeği, sadece gerçeği anlattığı romanının bir yerinde Kaypakkaya’ya “Her şey insan için, insanın ilerleyişi içindir” dedirtiyor.16 Kaypakkaya’nın bu “insan ve insanlık miti”ni, “Şafak revizyonistleri” nezdinde, ne ağır şekilde hakir gördüğünü bilmiyor olamaz demiyoruz. Oruçoğlu’nun bir Kaypakkaya okur-yazarı olmadığını biliyoruz artık… Oruçoğlu, Kaypakkaya’yı elbet kendi anladığı kadarıyla anlatacaktır. Bu hususta onun gayet masum olduğuna hükmedebiliriz gönül rahatlığıyla.

Kaypakkaya, “insan” ve “insanlık” terimlerinin solcular arasında nasıl kullanıldığını bilir ve buna karşı sağlam bir bilinçle karşı durur. Sözler masum değildir. “Her şey insan için” diyen solcu ile buna karşı çıkan solcu arasında esaslı bir ayrım vardır ve Kaypakkaya, varlığını bu ayrım üzerinde de kurmuştur. Onun yazılı eserine sinmiş bir niteliktir bu yaklaşım, ama özel bir örnek olarak, Haziran 1972’de yazdığı “Şafak Revizyonizmi ile Ayrıldığımız Başlıca Noktalar”ın iki kitap sayfalık “Şafak revizyonistleri Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’nin sınıfsal niteliğini inkâr ediyorlar” alt-başlığı okunmalıdır. O, “insanlık”ın, birbiriyle ölüm-kalım savaşı veren düşman taraflardan oluştuğunu, bu kadar açık bir gerçeği, yazma gereği duyar ve ekler: Eğer hâlâ bir insanlıktan söz edilebiliyorsa, bu, “kötü niyetlerinden değilse, düpedüz aptallıklarındandır”.17

Tohum’daki kahramanlarından birine, “devrimci hareket aydınlanma sürecinden doğdu. Onun için aydınlanmaya neden olan her şeye saldırıyorlar” dedirtiyor Oruçoğlu.18 Kaypakkaya’yı bir yana bırakalım; bu lafı eden birinin Kemalizmi reddedemeyeceğini bugün sanırız solda yer alan herkes biliyor. Bu söz, “Köy Enstitüsü ateşi”nde söylenmek istenenin bir başka anlatımından başka bir şey değil. Bunların gelişigüzel kalem sürçmeleri değil Kaypakkaya misyonunu geri çekmeye dönük yarı-bilinçli bir işlemin belirtileri olduğunu, yıllar içinde bilinç oranının artmasıyla daha cüretle dile getirilmesinden anlayacağız. Oruçoğlu, Kaypakkaya’nın Kemalizm eleştirisini zerrece anlamadığı için, Tohum’u yazdığı zamanlarda işaret ettiği şeyi, sonraki yıllarda cüretle söyleyecektir. Ona göre Kaypakkaya, Kemalizmin Aydınlanmacı misyonunu görememiştir.

 

Hem savaşın hem sevişin

68’in Batılı özgürlükçü gençliğinin sloganı “Savaşma seviş!”ti. Cin fikirli Oruçoğlu, bu Aristocu sloganı Hegelci dönüşüme uğratıyor Tohum’da. Uydurduğu komünal özgür kadın figürüne “Kadınları da alın aranıza. Hem mücadele edin hem de sevişin” dedirtiyor.19 “Sevişmenin uyumaktan, yemek yemekten farkı ne?”20 Kendi erotik düşlerini Kaypakkaya’nın eserine hâkim kılma manevrasıdır tüm bunlar. Oruçoğlu palavracının ve saygısızın tekidir.

Oruçoğlu, “savaş ve seviş” sloganını bir geçiş aşaması için icat edecek ve başa dönecektir: Sadece seviş; savaş hiç olmayacak böylece! Her sevişme gerçek bir devrimdir.

Fantezilerine Ali Haydar Yıldız’ı alet etmekten çekinmiyor. Özgür komünal kadının sözlerini dinlerken bedenine bakan Ali Haydar Yıldız’a “Çıldırtıcı harika bir dul” dedirtiyor…21 Bunların gerçeğin ta kendisi olduğuna yemin billah etmesine inanmayın; Ali Haydar’ın bol bol yediği çökelek-ekmeğin posalarını nasıl çıkardığını neden anlatmıyorsun boş lakırdılarla dolu sayfalarının hiçbirinde diye sorun.

Oruçoğlu’nun özgür uydurmacılığı karşısında Kaypakkaya’nın lafı mı olur. Edebi fantezisine Kaypakkaya’yı da malzeme yapar. Kaypakkaya ile Kürecik köylüsü Emine arasında bir aşk öyküsü yerleştirir roman örgüsüne.22 Böyle bir konuda bile uyduracağı akla gelmeyebilirdi ve Kaypakkaya’nın aşkı ne hoş bir anlatı olurdu! Nitekim okurun bu zaafını kullanmayı da bilmiş Oruçoğlu. Meğer bu da palavralarından biriymiş. Emine’nin bölgesinde faaliyet yürüten Ali Taşyapan kibarca reddediyor: “Muzaffer Oruçoğlu Tohum romanında İbrahim Emine duygusallığından söz etmiş. Muzzo dostum burada hayal gücünü çalıştırarak hatırı sayılır boyutta abartmaya girmiştir.”23 Onun, gerçeğe sadakat uğruna fantazmalarını iğdiş ettiğine inansak ne saflar olurduk. Oruçoğlu için Kaypakkaya, artık onu Kaypakkaya-öncesine döndürecek ve bir Oruçoğlu imgesi yaratmak için kullandığı bir malzeme ve ranttır.

Oruçoğlu, bunlarla kalmıyor; sonradan yuvarlandığı fikirleri Tohum’a arsızca yediriyor.24 Eğer arsızlığı ileri götürür ve bu görüşleri ta o zamanlarda da savunduğunu söylerse; öfkelenmek bile fazla olur, ona ahmak bir zavallıya acınır gibi acınmak zorundadır. Zavallıcık; inanmadığı bir şey için yıllarını harcamış!

Tohum’da daha ne yalan dolanlar vardır kim bilir.25

 

Kaypakkaya’yı Kaypakkaya’dan arındırmak

Zurnanın zırt dediği yerler bitmek bilmiyor. Oruçoğlu’na 2016’da soruluyor: “İbrahim’in Kemalizm konusunda esasta doğru düşündüğünü ama reformları pek göremediğini anlatıyorsun bir makalede…”26 Sözü edilen yazısını bulamadık Oruçoğlu’nun, ama şu yanıtı yeter de artar:

Kemalizm sorununa tek yönlü yaklaştığını söylemeliyim. Bu sorunun esasını doğru ele aldığı açıktır; ama onun, o dönemde belli bir aydınlanmaya yol açan ve ilk devrimci döneminde Kaypakkaya’yı da etkileyen reformcu yönünü küçümsediği, hatta görmezlikten geldiği de açıktır. Kaypakkaya’nın olgulara tüm yönleriyle yaklaşma yönteminin, Kemalizm sorununda kendisini yeterince hissettirmediğini söyleyebiliriz.”27

Bu ne demek oluyor şimdi? Kaypakkaya’nın, sol ve düşman kamuoyu nezdinde, sorgudaki tutumu dışında iki başlıca belirtecinden birinin Kemalizm değerlendirmesi olduğu bilinir. Oruçoğlu, “Kaypakkaya’nın emaneti” olarak Kemalizm konusundaki ayırt ediciliği geri alıyor Kaypakkaya’dan. Arkadaşı ‘Muzo’, İbrahim’e, “Kaypakkaya olma, 68-69’da hep birlikte Kemalizm türküleri çığırdığımız günlere dön” diyor.

Hadi or’dan Oruçoğlu; hadi or’dan! Sen kim, Kaypakkaya’nın Kemalizm konusundaki görüşlerini eleştirmek kim.

Kaypakkaya’nın, Kemalizmin iktidar dönemi boyunca yani 1923 ile ’50 yılları arasındaki Atatürk ve İnönü’lü uzunca döneme ilişkin yazdıklarını biliyoruz. Kemalizmi; erkeklerin kalpaklı kadınların çarşaflı olduğu, Hacı Bayram Camisinden çıkılıp Meclis’e gidilen, Arap harflerinin kullanıldığı döneminde yani “Kemalist hareket” döneminde emperyalizme karşı mücadele veren bir düşman olarak gören Kaypakkaya, iktidar olduğu yıllardan başlayarak, yani hilafetin kaldırıldığı, Cumhuriyetin ilan edildiği, harf ve giyim “inkılaplar”ının yapıldığı, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanındığı, laikliğin Anayasal bir ilke olarak tescil edildiği “Kemalist iktidar” döneminde devrimin baş düşmanı olarak görüyor. Kaypakkaya’ya göre Kemalizm asıl “Aydınlanmacı” olduğu “reformlar” döneminde özel olarak düşmanlaşmıştır. Oruçoğlu adındaki gafil, Kaypakkaya’nın baş düşmana karşı konumlanmasının tek yanlı olduğunu söyleyebiliyor. Oruçoğlu, Kemalizme ilişkin Kaypakkaya’nın değil, koptuğu Aydınlıkçıların görüşlerini benimsediğini söylüyor aymaz bir cüretle.

Kaypakkaya, Kemalizm konusundaki görüşlerini yazdıktan sonra zamanın sol hareketinin bütün unsurlarını sıralıyor ve yaptığı değerlendirme karşısında bunların öfkeyle ayağa kalkacağını söylüyordu. Bu kararlı komünist devrimci, yanı başındaki mıymıntının o gün bugündür mızmızlanacağını öngörememiş ne yazık. Kemalizmin Aydınlanmacılığından dolayı ilerici olduğu teranesi, Oruçoğlu adındaki gafilin değil, ta baştan beri, yani “kara kuvvet”e karşı “aydınlık kuvvet”in yanında olduğunu ilan edebilen TKP’den beri sol hareketin başlıca bir öğesidir.

Kaypakkaya’nın, Kemalist inkılaplar konusunda tek bir söz bile etmediğini biliyoruz. Acaba laiklik, yazı, giysi, kadınların seçme seçilme hakkı gibi konulardaki düzenlemelerle ilgili ne düşünüyordu Kaypakkaya? Laiklik ilkesini benimseyen “ilerici” Kemalizmin “gerici” Kürtlere Şeyh Sait, Ağrı, Dersim operasyonlarıyla saldırdığı yıllarla ilgili ne düşünüyordu acaba Kaypakkaya? Böyle bir soru bile aşağılayıcıdır. Kaypakkaya’nın tutarlı eserine saygısızlıktır. Kaypakkaya’dan zerre bir şey anlaşılmadığının çıplak kanıtıdır. Ama yanıtlamak zorunlu görünüyor.

Burada Kaypakkaya’nın uyguladığı bir işlemin kavramsal adını koyarak ilerleyeceğiz: Tarihsel ilerilik ve politik gerilik. Hilafetin kaldırılması, sultanlığın ilgası ve Cumhuriyet’in ilanı gibi işlemlerin tarihsel bakımdan ileri olduğunu açıkça yazabilmişti Kaypakkaya; ama bunların Kemalist iktidarı politik ve ideolojik olarak desteklemek anlamına gelmediğini, gelemeyeceğini de aynı açıklık ve berraklıkta koymuştu. Kemalist iktidar devrimin baş düşmanıydı. Çünkü Kaypakkaya, Kemalist iktidarın aynı işlemler sırasında devrimci potansiyele karşı konumunu, Kürtlere, işçilere, köylülere ve emekçi halka saldırısını esas alıyordu. Kemalizmin politik ve ideolojik karşı-devrimciliği ile tarihsel ileriliği eş zamanlı ama ayrı başlıklardı ve Almanya’da Bismarck’ın konumu neyse Mustafa Kemal’in konumu da oydu. Aynı tarihsel ileri adımları Rusya’da Stolipin, Çin’de Çan Kay-Şek28, İran’da Şah Pehlevi atmıştı ve bu ülkelerde bu düşmanları ilerici gören gafil sosyalistler de olmuştu. Oruçoğlu’nun bunları anlamasını bekleyemeyiz; buradaki sorun, Kaypakkaya’nın, en yakınında yer alanları kafalarına vura vura politik ideolojik eğitimden geçiremeden ölmesidir. Ve buradaki sorun, Oruçoğlu’nun bu lafları etme cüretini nasıl bulabildiğidir.

Kaypakkaya’nın Kemalizm değerlendirmesi, tek yanlı değil bütünseldir; ondaki ileri ile geriyi birlikte görebilen ilk yaklaşım örneğidir.

Kaypakkaya’nın Kemalizm değerlendirmesi karşısında öfkeyle ayağa kalkmak mı tehlikelidir, alkışlayarak mızmızlanmak mı?

 

İki lider ve bir figür

Oruçoğlu, TİİKP’in Doğu Anadolu Bölge Komitesi üyesi olarak İbrahim Kaypakkaya’nın yazdığı 7-8 Şubat 1972 tarihli DABK kararını29 imzalar. Bu, TİİKP merkezini ağır şekilde eleştiren bir belgedir. Bu tavır merkeze ulaşır ve o zamanlar, merkez komitesinde olan Halil Berktay30 tarafından 2 Mart 1972’de yazılan bir iç mektupta, Oruçoğlu ile Kaypakkaya’nın örgüte karşı “bayrak açtığı” belirtilir. Bunun üzerine, Kaypakkaya ile Oruçoğlu, “bazı konuları görüşmek amacıyla” merkeze çağrılır. Kaypakkaya ve diğer önde gelen arkadaşları, bu çağrıya uymamak gerektiği ve ayrılığı ilan ederek çağrıyı reddetme görüşündedir ama Oruçoğlu, örgütten ayrılmanın erken olduğunu ve çağrıya icabet etmek gerektiğini ısrarla belirtir. Kaypakakaya’nın, sırf Oruçoğlu’nu kaybetmemek için çağrıya uyduğu anlatılır.

Önce Ankara’ya, birkaç gün sonra da, 26 Mart’ta, dağlarda saklanan Doğu Perinçek’le görüşmek için Söke’ye gidiyorlar. İlk karşılaştıkları yetkili Halil Berktay’dır ve Oruçoğlu her zamanki olgunluğu ve sağduyusuyla Kaypakkaya ile Berktay’ın münakaşasının kavgaya dönüşmesini engelliyor.31 Ardından Doğu Perinçek’in kaldığı mağaraya götürülüyorlar. Burada Kaypakkaya, ne düşünüyorsa dosdoğru söylüyor ve ayrılacağını belirtiyor. Peki Oruçoğlu? Şöyle anlatıyor Oruçoğlu: “Bana, ‘Kongreye katılacak mısın?’ diye sordu. Ben de ‘Katılırım ama ayrılacağım’ dedim. ‘Ayrılacağın partinin kongresine niye katılıyorsun?’ dedi. Ben, ‘Pek güvenemiyorum’ dedim.” Şu diyaloğa bakın; dosdoğru bir Perinçek ve mıymıntı bir Oruçoğlu var. Ayrılacağı örgütün kongresine katılacağını söyleyen kişiyi kim ciddiye alır.

Devam ediyor Oruçoğlu: “Bana da ‘Git parti mallarına el koy, ayrılıkçılara verme’ dedi. ‘Benim bölgemde ayrılıkçı yok, benim bölgem Siverek, diğer bölgelere karışamam, mallara el koyamam’ dedim.” Bu söz karşısında Perinçek, Oruçoğlu’na “DABK üyesi olduğunu unutma” diyor.32 Perinçek, çok basit bir gerçeği hatırlatıyor. Ama karşısında bu basit gerçeği taşıyacak bir kimlik yok. “Yapamam” diye yanıtlıyor Oruçoğlu. O halde diyor Perinçek; “Ege’de kal, askeri sorumluluğu üstlen, gelecek olan kadroları askeri olarak eğit.” Oruçoğlu’nun buna karşılığı da şu: “Bölgemi terk edemem.”33 Bu görüşmedeki zavallı ile karakter sahibinin ayırt edilmesi gerekiyor mu?

Görüşme bitiyor ve ikili Kürecik’e dönüyor. Oruçoğlu anlatıyor: ““Ayrılma fikri Doğu’yla görüştükten sonra beni de meşgul etmeye başladı.”34 Ama hani Perinçek’e ayrılacağını söylemişti! Mavranın her yeni anlatımda değiştiğini de biliriz elbette. Tutarsızlık ve sürekli değişim mavraya dahildir.

Bu anlatımda okuyanı rahatsız eden bir şey var; Oruçoğlu olanı tam anlatmıyor. 30 Mart ‘72’de yani Mahir Çayan’ların katledildiği gün Kürecik’tedirler. Kaypakkaya, buradan İstanbul’a geçer, Oruçoğlu da Dersim’e gider. Nisan ayının ilk haftalarında yani kısa süre sonra TİİKP merkezinden bir müfettiş gelir Dersim’e ve Oruçoğlu sonunda burada ayrıldığını açıklar. “Beşparmak dağlarına gelip Doğu ile konuştuğunda senin böyle bir meselen yoktu. Şimdi hangi taraftasın” der müfettiş.35 Müfettişin şaşırdığını Oruçoğlu da anlatır. Oruçoğlu kendini ciddiye alanları hep şaşırtacaktır!

Bu anlatımdan Oruçoğlu’nun resmini çıkarmak zor olmasa gerek. Hele onun bölge komitesi üyesi olması gibi özel konumları göz önüne getirirsek kepazelik faş olacaktır. Perinçek, partiliysen partili gibi davran diyor Oruçoğlu’na; Oruçoğlu ise ancak kısmen partili gibi davranıyor. Kaypakkaya, DABK kararının ardındaysan ona göre davran diyor Oruçoğlu’na. Oruçoğlu ancak kısmen ardındadır bu kararın; ne yapsa ne etsedir acaba? Sonunda ayrılıyor TİİKP’ten, ama tam boy bir TKP(ML)’li mi olacaktır? Ne gezer! Onun aklı fikri şiirlerinde, roman çalışmalarındadır. Oruçoğlu’na birilerinin hep hatırlatması gerekecektir: DABK üyesi olduğunu unutma! TKP(ML) üyesi olduğunu unutma! Nafile; Oruçoğlu hep unutacak, hep unutacaktır.

İki politik kimlik var bu kısacık öyküde: Doğu Perinçek ve İbrahim Kaypakkaya. Bunlar trajik tiplerdir. Ancak trajedi, trajik olmayan bir öğenin varlığıyla pekiştirilecektir; bir yan dramatik figür.

*

Oruçoğlu, Kaypakkaya’nın girdiği çetin dünya için yeterli bir kişilik değildi. Tereddütlü, düşünceli, al-verli, kararsız, gevşek…

Nitekim; onun, İstanbul’da devlet güçlerince ele geçirilme anından başlayarak TKP(ML) kadro ve taraftarlarının hapishanede bir araya gelebildikleri ya da iletişim kurabildikleri zamana kadar olan sürede yeterli önderlik pratiği sergileyemediği için inisiyatif kullanmaktan kaçındığı anlatılır. Oruçoğlu, Kaypakkaya’nın boşalttığı yeri doldurmaya nesnel ve öznel olarak yetecek biri değildi.

 

Özgürlükten bile özgür

Bir tür kültürel Kaypakkayacılığın Oruçoğlu ile tencere kapak misali uyuştuğunu ibretle görüyoruz. Kaypakkaya’nın görüşleriyle tarihsellik dışında hiçbir ama hiçbir ilgisi olmayan birtakım kesimlerin eğilimlerini, yönelimlerini ve elbette politik zihniyet ve tutumlarını Oruçoğlu’nun sözlerinde buluyoruz. Onlar kendilerini Oruçoğlu’nda buluyor, Oruçoğlu onlarda varlığının kanıtını buluyor; bu buluşmanın istismar konusu da Kaypakkaya oluyor. Uydurulan bir Kaypakkaya imgesi hepsini bir arada tutmaya yarıyor. Bu uyduruk dünyanın merkezi terimi özgürlük oluyor. Özgürlükle selamlaşıyorlar, özgürlükle konuşuyorlar, özgürlükle vedalaşıyorlar.

Bu dünyanın, ezilenlerin doğal bir eğilimini yansıttığını, kudretlenmeye yönelemeyen ezilenin ezilmiş varlığıyla düşe kapılarak barışması eğiliminin bir ifadesi olduğunu söyleyebiliriz. Doğal ezilen zihniyeti günümüzde yaygın olarak özgürlükçülük dünya görüşünde buluyor karşılığını. Bizim ilgilenmek zorunda kaldığımız özgürler dünyası bu eğilimin içinde yer alıyor. ‘Guru’ları da Oruçoğlu:

Her insan ve her örgüt, bir küçük devlettir.”36

İşte dört başı mamur bir dünya görüşü! Bu sözleri eden birinin İbrahim Kaypakkaya’yı ağzına alabildiği, İbrahim Kaypakkaya’nın kendisinden sorulduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bizim derdimiz bu. Bu tür sözlerin, yenik dönemlerin dünyasında ne ölçüde azametle kurulduğunu biliyoruz. Yenik bireylerin kendi kuyruklarıyla uğraşarak gerçek dünyaya katlanmasına olanak sağlıyor bu sözlerin oluşturduğu kültürel ortam.

Bir an için, bu sözlerde keramet olduğunu sanan içten kimselere bir şeyler anlatmak gerekir mi? Bu kuşkunun hatırına bir çift söz edilsin: Ekseni “devlet” olan bir küçük cümle bu. Devlet, lanetin merkezi oluyor; tarihin şeytanı devlet… Hangi devlet? Karşımızdaki devletlerin tümü; başında Marksistlerin olduğu devletleri de kesinlikle katmalı tabii. Bu önermeye göre esas olan devletsizliktir. Örgütlerin de, başta hiyerarşileri ile bir tür devlet modeli olduğu makul görünüyor. Ama bunları da hiçbir şekilde olumlamak söz konusu değil. Büyük şeytanın küçük modelleri sadece. Hangi örgütler? Hiç fark etmiyor; mason localarından tutun, mücadele eden komünist örgütlere kadar tümü… Yani Muzaffer Oruçoğlu, bütün devletler ve örgütlerden uzak durmak gerektiğini söylüyor. Bunu söylüyor; ardından aynı arsızlıkla Kaypakkaya’ya övgüler diziyor. Sözü edilen örgütlerin öncelikle devletlere karşı mücadele için kurulan devrimci örgütler olduğu, bu sözleri öncelikle bu örgütler civarında olan kimselerin okuyacağı açık olduktan sonra, “örgütlerden uzak dur!” düsturunun bugün gerici olduğu ama yarınki bir dönemde pekâlâ karşı-devrimci olacağı da aynı şekilde açıktır. Ama önerme yine de her şeye karşın, buraya kadar, yani devlet ve örgüt kısmı bakımından tutarlılığını koruyor. Karşı-devrimci bir görüş de tutarlı olabilir! Ama üçüncü bileşen, “her insan” işin içine katılınca, artık bir düş dünyasındayız. “Her insan bir küçük devlettir.” Ne olursa olsun, saçma sapan sözlerin de politik bir işlevi olabilir ve bu söz, tek tek bireylere, “bırakın toplum ve dış dünyayla uğraşmayı, kendinizi yiyip bitirin” diyor.

Oruçoğlu’nda keramet bitmek bilmiyor: “Biz farkında değiliz, ama maddede ve ruhta her an devrim oluyor. Devrim patlar, yürür ve yenilir.”37 Bu sözlerdeki hikmete vakıf olacak kullardan değiliz. Değme filozoflar aciz kalır bu sözler karşısında. Ama bizim dünyada bu türden sözlere, öncelikle saçma sapan sayıklamalar denir. Kendi iç mantığı bile olmayan bir cümle, bomboş bir geveleme. Sağlaması hiçbir şekilde yapılamayan söz yığını. Peki bu saçmalığın politik işlevi nedir? Gayet açık: “Devrim ve devrimcilik dediğiniz şeyi boş verin. Sizin her soluk alışınız başlı başına bir devrim.”

Oruçoğlu, Marksizme teorik ve politik saldırının üçüncü sınıf bir kopyasından başka bir şey değil. Yirmi otuz yıldan beri Marksizme karşı yürütülen saldırının aklının yettiği her silahını şehvetle alıyor ve giderek daha kararlı bir şekilde kullanıyor. Oruçoğlu, mıymıntılık ettiği geçmişinden farklı davranıyor Marksizme saldırırken.

*

Oruçoğlu’nun, Kaypakkaya’nın bir aktif etken olarak yaşamından çıkmasından sonra, politik ve teorik olarak hep gerilediğini izliyoruz. 1970’lerde gerilemiş; 12 Eylül darbesinin tasfiyeci ortamında 1980’lerde daha da gerilemiş, Avrupa ülkelerini görmüş bir kat daha gerilemiş, 1990’ların başında “duvar yıkılmış”, Oruçoğlu daha daha gerilemiş, 2000’lerin iki onyılı boyunca aşama aşama gerilemiş. Her bir kritik dönemeçte öteki tarafta yer almış. Biriken gerilemelerin nereye varabileceğini göz önüne getirin.

Hapisteki ilk bir-iki yılın hayhuyundan sonra Oruçoğlu’nun politik sapkınlıktan uzaklaşmaya ve yavaş yavaş kendine gelmeye başladığını görüyoruz. 1975’ten sonra ‘78’e kadar Mamak Cezaevinde kalmış. Bu günleri “Kafam gayet rahattı. Tarih, din ve şiir okuyordum”38 diye anlatıyor. 1978’de Niğde Cezaevine nakledildikten sonraki zamanlarını da aynı şekilde anlatıyor: “Ferahtım ve edebiyatın özgür iklimi tarafından yavaş yavaş iğfal ediliyordum.”39 Bu sözlerin, üzerinden geçen otuz küsur yılın etkisiyle gerçeği eğip büktüğünü düşünebiliriz. Ama üç aşağı beş yukarı gerçeği anlattığını kabul ediyoruz. Sadece küçük bir düzeltme gereği duyacağız: Oruçoğlu, o günlerde kendine ve çevresindeki politik kimselere “ferah” olmadığı pozu atıyordu. Oruçoğlu’nun, örneğin 1979 yılı 18 Mayıs’ında Kaypakkaya’nın acemice çiziktirilmiş bir resmi önünde yaptığı konuşmadaki Oruçoğlu olduğuna kanmayın.40 O resim ne kadar benziyorsa Kaypakkaya’ya Oruçoğlu da o kadar Kaypakkayacıdır.

1980’lerin ikinci yarısında Avrupa’ya geçiyor. Anlatıyor gerileme öyküsünü: “Farklı demokrasi örnekleri gördüm, sistem içinde kurulmuş alternatif yaşamları gördüm, tartışmalara şahit oldum. İster istemez benim örgüte, devrime, devlete bakış açımda da kırılmalar oldu.”41 Örgüt, devrim, devlet… Bunlar Oruçoğlu’nda bir zincirin ayrılmaz halkaları. O, varlığını bu zincire bütünüyle, zincirin bütün halkalarına uzak durmakta, karşı olmakta buluyor. Ayrıca, Oruçoğlu’nun yaşamı hep “ister istemez” tarzında gidiyor; o, hep uykuyla uyanıklık, düşle gerçek arasında dolanıp duruyor.

Avrupa’da dolaşırken cezaevindeki 13 yıllık edebi çabanın beni örgüt dışı bir yaratık haline getirdiğini fark ettim. […] Kendimi, örgütle özgürlük arasında bir yerde; işsizlerin, göçmenlerin, ilticacıların ve sahipsiz kedilerin kimseye hesap vermeden dolaştıkları hoş bir arafta buldum.”42 Güya belgesel nitelikli Tohum’da uydurduğu özgürlükçü görüşleri de bu yıllarda buluruz. Tohum’da anlattıkları işte Avrupa’da dolanırken aklını işgal eden bu türden düşünceler. Tohum’da, Kaypakkaya bahanesiyle kendini anlatıyor Oruçoğlu; kendi yalan yanlış, eğri büğrü görüşlerini. Eğri çubuğun doğru gölgesi olmaz.

1989’da Berlin duvarının yıkılışına, Sovyetler Birliği’nin ve diğer sosyalizm deneyimlerinin çoğunun ardı ardına çöktüğü yıllara gelecektir Oruçoğlu: “Baktılar, bütün sosyalist tecrübeler, devletler peş peşe çöktü, yaşayan bir tek olumlu tecrübe bile ayakta kalmadı. İnsanlar derin derin düşünmeye başladı ve bu daha etkileyici oldu, dönüştürücü etkisi oldu. Benim dönüşmemde de bunun payı vardır hatta asıl pay budur diyebilirim.”43 Oruçoğlu, kendini kanıtlıyor her vesileyle. Nasıl gençlik yıllarında çevresindeki birçokları gibi solculaştıysa, yaşı ilerledikçe o ünlü tunç yasaya uyarak, dönüşüyor da dönüşüyor. Devrim inancı kırılıyor ve düşüyor. Sosyalist devletler çöküyor ve düşüyor. Sosyalizm deneyimlerinin çöküşü ve “68 miti” bu dinamiğin dışsal etmeni. Oruçoğlu, çevresindeki insanlarla birlikte, ne olduğunu anlayamayacağı bir mekanizmayla evriliyor. Öykü bu kadar yalınkat.

En bayağısından birey olma lakırdılarıyla anlatıyor tarihi Kaypakkaya’nın yoldaşı Oruçoğlu: “Birey olamadığımız için hayatın bize emrettiği birlik ve ittifak görevini ciddiye almıyorduk.”44 Mesela, bir yerde “Benim tek kişilik örgütümü dağıtmaya kalkıyorsunuz” diye hikmetli bir sözle şikâyet etmiş çevresindekilerden.45 Birey olan zaten başlı başına bir örgüttür!

Oruçoğlu’nda tutarlılık arayanlar kendini kaybeder. Hatırlıyoruz; onun için küçük bir devlet örneği olan birey bile iktidarından arındırılmalıydı. Birey kendi kendiyle uğraşmalı; kendindeki devleti, devrimi, örgütü, iktidarı öldürmeliydi. Ama kalan yarıdaki örgüt, devlet, devrim ne olacaktı? Bilge Oruçoğlu için mücadelenin mikro ölçeği olamaz elbette. Sonuna kadar dövüş kendinle.

Kendini pek beğeniyor ve özgürlüğü pek seviyor Oruçoğlu; ama ille de cinsellikle birlikte özgürlüğü! “Özgür düşünme bende mizaç olarak var”46 diyor engin bir tevazuyla.

Bilmez miyiz hiç senin özgür doğduğunu. Senin gibi bir özgür ruhu Kaypakkaya gibi tutsak mizaçlılara boyun eğdiren talihe lanet olsun! Biliyoruz; sen, örgütlü olduğunu ilan ettiğinde de özgürdün örgütünden.

Özgürlüğün düşünsel ve cinsel alana, aile alanına girmesini savundum. Özgürlük bütün alanlara girmelidir, ahlak ve cinsellik alanı da dahil.”47 Dil ağrıyan dişe gidermiş; Oruçoğlu da dönüp dönüp cinselliğe ulaşıyor her türlü yoldan. Ama elbette onun dillere destan cinsellik merakıyla özel olarak ilgilenmeyeceğiz. Öte yandan bu sözlerde hikmet arayacak da değiliz, ama seküler düşüncemizle değerlendirmeye çalışalım bu sözleri. Oruçoğlu, normsuzluğun normuna bile karşı çıkıyor.

Tutarlılık mı? Tutarlılıktan bile özgür. Ahlak mı? Ahlaktan da özgür. Devrimcilikten, kategorik düşünüşten haydi haydi özgür. İçtiği anttan, ettiği yeminden bile özgür. Az önce ettiği sözden de, şimdi ediyor olduğundan da özgür. Özgürlükten bile özgür… Ne peki? Saçmalık, sadece saçmalık.

Bu saçmalıkların bile teorisyenleri var, ama Oruçoğlu onlardan biri değil.

 

Var git yoluna Oruçoğlu!

Kudretli çekimine kapıldığı yıldız sönünce, ışığı hâlâ üzerindeyken başka bir çekime kapılıp giden göktaşları vardır. İbrahim Kaypakkaya’nın örgütsel kuruluş çabasının en önünde olan kişilerin tamamı, ‒salt kişisel öykü bakımından‒ dürüstçe ya da düşkünce döküldü. Ama bunların içinde bir tek Muzaffer Oruçoğlu, Kaypakkaya’yı aktif bir rant kapısı haline getirdi. Oruçoğlu, Kaypakkaya’nın yarattığı etkiyi, Kaypakkayacı olmadığına kuşku duyulmayacak kendi yönelimlerinin hazır toprağı olarak kullandı. Toprağın elverişliliğini gözardı edemeyiz ve bunu ne kadar vurgulasak azdır. Tekrar etmeliyiz; Kaypakkaya’nın yarattığı alanı, tarihsel avantajından yararlanarak, Kaypakkayacı olmadığı kesin bir faaliyetin hazır alanı olarak kullandı Muzaffer Oruçoğlu.

Oruçoğlu, Kaypakkaya’yı kendi eserini inşa etmek için istismar etmekte sakınca bulmadı. Bunda hak görüyordu, çünkü o, kendinde Kaypakkaya’dan daha derin, daha engin, daha kapsamlı bir şey olduğuna inanıyordu. Oruçoğlu, kendine bir şeyler vehmederek devrimci mücadelenin rantını yemeye hak görenlerin ne ilki ne de sonuncusudur. O, hiç de özel biri değildir; basbayağı genel bir tiptir.

Marx, 1849’da “Almanya’da prenslerden de daha bol olan sosyalist kerametçiler ve bilinmedik siyasal dehalara varıncaya kadar herkeste, bilgisizlik ve en garip fikirlerden meydana gelme bir karışıklık hüküm sürmektedir” diye yazıyordu.48 Onlarca yıl sonra gene yazıyordu onlar hakkında Marx. Halktan gelen bu tiplerin, nesnel çalışmalar yapmak yerine, sosyalizmi “tanrıçaları adalet, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik olan bir modern söylence” haline getirmeye çalışan yüksek kültür kesimleriyle böylece bir uzlaşma bağı yakaladığını söylüyordu. Marx, içimizden çıkan bu tiplerin “her zaman ‘teorik’ zarara” yol açtığını, “sözümona ‘bilgili’ kasta mensup kafası-karışıklara katılmaya her zaman hazır olduğunu anlatıyordu. Bunları Marx, “gelecek toplum yapısının düşsel resimleriyle oynayarak” oyalananlar olarak anlatıyordu: “Bu ütopik teoriler, şimdi bu gecikmeli gelişlerinde yalnızca budala, bayat ve temelde gericidirler.”49

Oruçoğlu’nun hikmetli görüşleri Marx’ın andıklarıyla aynı dünyaya ait. Bunlar ezilenlerde her zaman yapısal olarak var olan, neredeyse midenin safra üretmesi tarzında ezilmişlik halinden doğal olarak üreyen görüşlerdir. Şekillerinin sanatsal, edebi ya da teorik olması ikincil özelliktir.

Oruçoğlu yenilmiş bir kişiliktir. Muzaffer olmayı hedeflemek bir yana, muzafferce düşünmekten bile gönüllü olarak uzaklaşmıştır. Ama bunlar bizim dilimizin terimleridir. Oysa onun için yenilgi yenginin kendisidir: “Savaşı, kaybeden kazanır.”50 Zaferi ve komünizmi hayal dünyasında bulmuştur. Bu kişilik, ezilenlerin doğal yapısal eğilimleriyle örtüşmüş, ezilenler ise kendi doğal duyularını yani eziklik yapısallıklarını, dış dünyanın rahatsız edici maddiliğini görmezden gelmeyi, dış dünyayı değiştirmeye aklı kesmemeyi makuliyet kılıfına sokan birini bulmuşlardır Oruçoğlu şahsında. Ezilenlerin yenik, ütopya ve düşe sığınan eğilimlerinin sıradan bir yansımasıdır Oruçoğlu. Yenik Oruçoğlu, ütopyaya sığınan ezilen için bir ‘guru’dur.

Ortalıkta dolaşan Oruçoğlu, politik gerileme dönemlerinin ürünüdür. Onun gerileme aşamalarını, dış dünyadaki gerileme aşamalarında izleyebiliriz. Oruçoğlu gibilerin Kaypakkaya’nın politik misyonunun yükseldiği zamanlarda başlarını cüretle dikeceklerini düşünemeyiz bile. Dış dünyada politik konumumuz gerilemiş, Oruçoğlu gerilemiştir. Dış dünyada Marksizmin hegemonyası zayıflamış Oruçoğlu Marksizmden uzaklaşmış, ve hatta Marksizme karşı bir keramet sahibi postuna oturma cüreti bile bulabilmiştir.

Oruçoğlu, kendi gibilerin dünyasında bir bilgedir kuşkusuz. Ama Kaypakkaya’ların dünyasında bir gevezeden başka bir şey değildir. Kendi dünyasında tatlı dilli biridir ama bizim dünyamızda mavracının teki… Kendi dünyasında samimi ve iyi bir insan, bizim dünyamız için fazlasıyla gevşek; kendi gibilerin dünyasında olgun ve düşünceli biridir, ama bizimkinde kararsız, hedefsiz bir figürdür. Kendini bilenlere bilge, başkasını bilene bilgin denirmiş. Oruçoğlu aymazlığının ayırdında olmayan bilgedir.

Oruçoğlu’nda ve Oruçoğlu’nda herhangi bir cevher bulanlarda Kaypakkaya bir hatıradır; Oruçoğlu’nun değerini artıran kaide işlevi gören bir hatıra. Oruçoğlu’nun Kaypakkaya’yla politik ve teorik hiçbir ilişkisi yoktur. Ama bu, kendinde bir gerçektir henüz. Oruçoğlu’nun Kaypakkaya’dan kamuoyuna mal olacak tarzda tamamen uzaklaştırılması Kaypakkaya’nın izleyicilerine düşüyor. Oruçoğlu’nun yolundan ulaşılacak olan, Kaypakkaya’nın çarpık çurpuk ve silik bir gölgesidir. Ne yazık; bu yoldan gidenler ve toprağa düşenler olmuştur.

Oruçoğlu Kaypakkaya’ya daha fazla zarar verebilir mi? Sanmıyoruz; verebileceği kadar vermiş olduğu kanısındayız. Ancak onun suç işleme ehliyetinde olmadığına kaniyiz. Oruçoğlu, Kaypakkaya’yı anlamadığını, anlayamayacağını ve onu edebi şehvetinin rantı yaptığını anlarsa bilgeleşmiş sayılacaktır. Bu saatten sonra yapabileceği şey bizce budur. Ama Oruçoğlu, Kaypakkaya rantını yeme lüksünden vaz geçeceğe hiç benzemiyor. “Sol siyasetin İbrahim Kaypakkaya’ya yaptığını, sol sanat ve edebiyat bana yapıyor” diyor.51 Bizzat kendisi gibilerin aşağı çekiştirmesine karşın Kaypakkaya “sol siyaset” için pek yüksektir, Oruçoğlu’nun ise “sol sanat ve edebiyat” için yüksek olmadığından eminiz.

Sen yeter ki Kaypakkaya ile kendini aynı cümlede anma! Var git yoluna Muzaffer Oruçoğlu. İbrahim Kaypakkaya’yı bizler gibi ona layık olmaya çalışanlara bırak. Herkes kendi yoluna…

*

Bir son söz de Kaypakkaya’nın politik ve teorik eserini izlemeye çalışanlara ve başta bizlere olsun. Bizler, politik olarak gerçek karşılığını bulmuş kudretli bir Kaypakkayacılık yaratamadık ve Oruçoğlu’ların tarihsel meşruiyetini geçersizleştiremedik. Bu bakımdan, Oruçoğlu’nu Kaypakkaya’dan kurtarmak da bize düşüyor aslında. Gerçekten Kaypakkayacı olduğumuz kadarıyla sorumluluktan kaçamayız, ama bunu başaramazsak bize de söylenmek kalacaktır sorumsuzca.

 

1 Marx, bu sözü, kendinde büyük kerametler gören samimi devrimci Weitling’e karşı 1846’da kullanmıştı.

2 Buna ilişkin içten bir örneği Ali Taşyapan’da buluruz: “Biz TKP(ML)’yi kurduktan sonra, İbrahim’le diğer arkadaşlar, kurucu arkadaşlar arasında önemli bir mesafe vardı. Bizden çok ileri durumdaydı. Bunu tabii dile getirmiyordu, ama bizi de teşvik ediyordu.” Ali Taşyapan, 2-3 Mayıs 2009’da düzenlenen Kaypakkaya Sempozyumunda söyledi bunu. İbrahim Kaypakkaya: Hayatı Teorik ve Politik Eseri (Kaypakkaya Sempozyumu), Der. Emek Aytaç, Ok Yay., İstanbul 2010, s. 42.

3 İbrahim Kaypakkaya, Bütün Eserleri, Umut Yay., İstanbul 2013, s. 559.

4 A.g.e., ss. 85-130.

5 Bu yaklaşımı Büşra Özcan koydu: “Kurban Olmayı Reddeden Kaypakkaya”, Teori ve Politika 80-81, Bahar-Yaz 2020, ss. 446-48.

6 Kaypakkaya, Bütün Eserleri, s. 558.

7 İbrahim Ekinci, Kaypakkaya’nın Can Yoldaşı Muzaffer Oruçoğlu Anlatıyor: Zavot’tan Vartinik’e, Ayrıntı Yay., İstanbul 2016, s. 64.

8 Ekinci, a.g.e., s. 197.

9 Mehmet Çetin, “İyi ki…”, Sancı, Sayı: 6, Ocak-Şubat 2016, s. 16. Süleyman Cihan, kuruluş döneminde sempatizan konumunda iken, Oruçoğlu’yla Niğde Hapishanesinde temas sırasında TKP(ML)’nin Merkez Komitesi üyesi, 30 Temmuz 1981’de işkencede öldürüldüğü sırada Genel Sekreteridir.

10 Ekinci, a.g.e., s. 59.

11 Hüseyin Ergün’den aktaran (Melik Kara), “Devrimci Politikanın Teorik-Tarihsel Yolu ve Devrimci Sol”, Seçenek, Sayı 12, Ocak 1993, s. 116-17.

12 Muzaffer Oruçoğlu, “Ön Açıklama”, Tohum, İstanbul 1998, 7. Baskı, Umut Yayımcılık, s. 3.

13 Oruçoğlu, Tohum, a.g.e., s. 416.

14 Oruçoğlu, a.g.e., s. 416.

15 Ekinci, a.g.e., s. 15.

16 Oruçoğlu, a.g.e., s. 155.

17 Kaypakkaya, Bütün Eserleri, s. 530.

18 Oruçoğlu, Tohum, s. 229. Aynı kahramana, Nazım Hikmet’in Kürtlerle ilgili neden şiir yazmadığını sorgulatır o kadar erken zamanlarda. (s. 233) Bu değerlendirmenin o yıllarda sol çevrelerde yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz, ama Oruçoğlu adındaki nesnemiz, bizi, kendinden kuşkulanmak için sürekli uyarıyor.

19 Oruçoğlu, a.g.e., s. 280.

20 A.g.e., s. 281.

21 A.g.e., s. 272.

22 A.g.e., s. 292-3.

23 Ali Taşyapan, Kaypakka ile Birlikte, Belge Yay., İstanbul 1997, s. 522.

24 Devlet, devrim, ordu, silah, şiddetle ilgili birkaç örnek için şu sayfalara bakın: Tohum, s. 140, 213-14, 233, 275, 277, 285.

25 Bir roman olarak Tohum mu? Bizi, bu figürün Kaypakkaya’yla ilişkisi olanlar dışındaki yaptıkları hiçbir şekilde ilgilendirmiyor. Mavranın şehvetiyle yaptığı iki maddi yanlışa dikkat çekeceğiz sadece. Oruçoğlu, bir köy odasında kalabalıkla oturan yaşlı köylüyü yere tükürtür. (Tohum, s. 135) Bizim bildiğimiz köylüler dışarıda bolca tükürür ve sümkürür ama oturdukları odada bunları yapmaz. Oruçoğlu bir başka yerde, katırın aygır ile eşeğin çiftleşmesi sonucu olduğunu yazar. (s. 236) Oysa bu da yanlıştır.

26 Ekinci, a.g.e., s. 140.

27 Ekinci, a.g.e., s. 142.

28 Bakın Çan Kay-Şek’in karısı nasıl anlatıyor Aydınlanmacı ve reformcu ileriyi: https://twitter.com/tongbingxue/status/1362673764211679234?s=24

29 Kaypakkaya, Bütün Eserleri, ss. 447-52.

30 Hain tabiatlı bu yaratık bile o günlerde belinde tabanca taşıyabiliyordu devlete karşı!

31 Bu ve sonraki nota kadar Ekinci, a.g.e., s. 60-61.

32 Turhan Feyizoğlu, İbo: İbrahim Kaypakkaya, Ozan Yay., İstanbul 2000, s. 234.

33 Feyizoğlu, a.g.e., s. 234.

34 Ekinci, a.g.e., s. 61.

35 Feyizoğlu, a.g.e., s. 238.

36 Ekinci, a.g.e., s. 186.

37 A.g.e., s. 176.

38 A.g.e., s. 86.

39 A.g.e., s. 88.

40 Ekinci’nin kitabının sonunda yer alan resimlerden biri. A.g.e., s. 222.

41 Ekinci, a.g.e., s. 113.

42 A.g.e., s. 197-8.

43 A.g.e., s. 116.

44 A.g.e., s. 110.

45 Mehmet Çetin, “İyi ki…”, Sancı, Sayı: 6, s. 17.

46 Ekinci, a.g.e., s. 113.

47 A.g.e., s. 113.

48 Marx, “Ücretli Emek ve Sermaye”, Çev. Sevim Belli, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar 1, Sol Yay., Ankara 1976 içinde, s. 186.

49 “Marx’tan Sorge’ye”, 19 Ekim 1877, Marx-Engels, Seçme Yazışmalar 2, Çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yay., Ankara 1996, s. 102.

50 Bu keramet de bir romanından. Aktaran: Mehmet Akkaya, Epistemolojik Kopuş, Belge Yay., İstanbul 2015, s. 82.

51 Muzaffer Oruçoğlu, “Okuma, Yoğunlaşma ve Cesaret İşidir”, Sancı, Sayı: 6, Ocak-Şubat 2016, s. 21.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar