Ana SayfaArşivSayı 76Kaypakkaya’yı Geri Kazanmak

Kaypakkaya’yı Geri Kazanmak

 
Kaypakkaya’yı Geri Kazanmak
Vedat Düşküner
“Gerçekliğin hazır verilip cebe indirilebilecek basılı bir
para olmadığını ileri sürmek gerek.”
Hegel [1]
İnsan sadece toplum içinde yaşayabildiğine göre Kaypakkaya’nın yalnızlığı ne türden bir yalnızlık olabilir?
Kaypakkaya’nın yalnızlığının hem nedenini anlamak hem de yalnızlığına son vermek için aslına uygun biçimde Kaypakkaya’ya dönmek, onun başlangıcının yeniliğinden başlamak gerekiyor.
Kaypakkaya’yı anlamanın dış ve iç sınırları
Günümüzde, Kaypakkaya’nın gerçekleştirdiği devrimci kopuşu anlamak isteyen, onun varlığını kabul etmekle yetinmeyip aynı zamanda anlamını da öğrenmek isteyen herkes eleştirel teorik çaba sarf ederek solun ideolojik önyargılarla doldurduğu alanı aşmak zorundadır. Göreceğimiz gibi Kaypakkaya’nın kopuşu aslında özü itibariyle ona yabancı bir ideolojiye indirgenmiş, çok sayıda yorumcu da bu ideolojik sömürüye hizmet etmiştir. Bu ideolojik sömürü içinde Kaypakkaya’nın çarpıtılmış yorumlarına karşı mücadele edenler kendi tarzlarında dolaylı ya da dolaysız bir biçimde ideolojik sömürünün kurbanı olmuşlardır. Onlar da Kaypakkaya’nın gerçekliğini ‘sol’ ideoloji içinde düşünmüş, böylece fiilen ‘sol’un kendilerine dayattığı konumları kabullenmiş, onun kendine özgü koşullarına maruz kalmışlar, karşıtlarının onlara dayattığı tanım içinde Kaypakkaya ile ilgili sözüm ona gerçeği benimsemişlerdir. Kaypakkaya ile ardılları arasındaki ilişkinin bütün geçmişi esas olarak bu aldatmacaya dayanmaktadır.
Bu aldatmacanın tuzağına düşmemenin son derece zor olduğunu her şeyden önce bu ideolojinin işlevinden biliyoruz. Marx, zihinsel üretim araçlarına sahip olmayanların düşüncelerinin de söz konusu egemen sınıfın düşüncelerine bağımlı olduğunu belirtir. Egemen düşünceler böyle bir durumda egemenlik rollerini eksiksiz bir şekilde oynar, onlarla mücadele etmek isteyen zihinlere bile belli etmeksizin kendilerini kabul ettirirler. İdeolojinin işleyişini anlamak isteyenler kendilerine verilmiş isimden yola çıkarak anlamayı deneyebilirler. Kaypakkaya söz konusu olduğunda aldatmaca oyunundaki egemen düşünceler burjuvazinin düşünceleri değildir, elbette burjuva ideolojisi de sahnededir fakat esas olan burjuva ideolojisine karşıt konumda bulunanlar arasındaki egemen düşüncelerdir. Bu alanda düşünmek, burjuva ideolojisinden doğan düşüncelerin Kaypakkaya’ya uygulanmasıyla başlamaktadır.
Bu düşünüşü, Kaypakkaya’nın bazı kavramların ikircikli anlamlarını kabullenmesinden de anlayabiliriz. Her Marksist devrimci gibi Kaypakkaya da görüşlerini var olan teorik kavramlar çerçevesinde düşünüp ifade etmek zorunda kalmıştı. Bu argümanlar başlangıçta onun düşüncesini ifade etmeye yarasalar da daha sonra güncelliklerini yitirerek onun düşüncesini perdelemeye başlarlar. Mesela Kaypakkaya da düşüncesinin aksi yönünde ilerler, Türkiye’de Batı’dakine benzer bir burjuva devrimi yaşanmadığını ifade eder ve devrim programını buna göre oluşturur.
Dolayısıyla günümüzde Kaypakkaya’ya dönmek kendini dayatmaktadır. Sadece Aydınlanmacı sol ideolojiyi kaba bir yutturmaca olarak ele alıp reddetmek için değil ayrıca Kaypakkaya’nın şu ya da bu ölçüde tahrifatını destekleyen daha ince ikircikli anlamların tuzağına düşmemek için ve son olarak Kaypakkaya’nın kullanmak zorunda kaldığı argümanların içinde, bu argümanlarla içerikleri arasında var olan ilişkinin ne olduğunu anlayıp açıklamak için ciddi bir eleştirel teorik çabaya girişmek gerektiği için Kaypakkaya’ya dönmek gerekiyor.
Bu ideo-politik eleştiri ve teoriye ilişkin açıklığa kavuşturma çabası olmaksızın Kaypakkaya’nın özgüllüğüne ulaşmak mümkün olmayacaktır. Yine çok önemli olan bir başka şey de, ister onu reddedelim isterse de az çok bilincinde olarak benimseyelim, Kaypakkaya diye sadece önümüze konulmuş olanı kabul edeceğimizdir. Her iki durumda da farklı derecelerde ideolojinin içinde olmaya devam edeceğiz. Ne kadar direngen ve azimli olursa olsun, teorik olarak görünür kılınmamış bir düşüncenin zaman içinde başka düşünceler tarafından asimile edilmesi kaçınılmazdır. Kaypakkaya’nın da başına aynı şeyin gelebileceğinin farkında olanlar için aslına uygun bir Kaypakkaya’ya dönüşün nasıl bir teorik öneme sahip olduğu anlaşılır.
Tanımın ilk biçimlerine takılmadan, onu daha ileri taşımak amacıyla Kaypakkaya düşüncesini, onu tanımaya olanak tanıyacak kavramlar içinde konumlandırmak gerekir. Onun düşüncesinin açıklığa kavuşmasını sağlamanın ön koşulu budur. Bu amaçla, Kaypakkaya’nın yaptığı gibi düşüncesini en sert biçimiyle devreye koymak gerekiyor.
Üç gayrimeşru devrimci
Her zaman olmasa da tarihte uzun zamandan beri, babalık hukukunun geçerli olmasından bu yana her çocuk bir babanın çocuğu olarak tanınır. Çocuk için anne değil baba aranır. Çocuk babasının soyadını taşır. Tarih baştan sona ezenlerin zora dayalı baskısıyla doludur. Bu mücadelenin kaybedeni olan kadınlar, daha başlangıçtan itibaren çocuğu ehlileştirerek bir babanın çocuğu olduğunu zihnine kazımaktalar. Anne olarak kadınlar, çocuğu erkek ideolojisinin öznesi haline getirirler.
1970’ler Türkiye solu içinde beklenmedik üç çocuk doğmuştur: Deniz, Mahir ve Kaypakkaya. Elli yıllık reformist revizyonist solun alışkanlıklarını, maddi davranış biçimlerini tanımamaları anlamında bunlar evlilik dışı çocuklardı, meşru babaları bulunmuyordu. Babasız bir çocuğu ise ‘sol’ doğduğuna pişman eder, annesinden emdiği sütü burnundan getirir. Deniz, Mahir ve Kaypakkaya hayatta kalmanın bedelini ödediler. Bu bedel, asi gençler, maceraperest vb. kalıpların içine sokuşturularak yaftalanmalarından tutalım da en uç durumda CIA ajanı, provokatörler vb. karalama biçimlerinin yanında haklarında açılan kovuşturmalar, hapislikler ve farklı biçimlerde ölümlerle ödetildi onlara. Henüz hayattayken mezar taşlarını başlarının üstünde taşıdılar. Elbette onlar bu konuda yalnız değillerdi, ferman padişahınsa dağlar bizimdir diyen farklı tanımların altına gömülmüş daha başkaları da vardı. Sadece onlardan bahsetmemizin nedeni bu üç devrimcinin, öteki sayılan ezilenlerin bir tarihi olduğunu hatırlatmaları ve Türkiye’de ezilenler devrimciliğinin başlatıcıları olmalarıdır.
‘Soysuz’ suçlamasının ağır baskısı altında bulunan Deniz ve Mahir kendilerine bir soyağacı aradılar ve kendilerini ikinci kurtuluş savaşı yapanlar olarak tanımladılar. M. Kemal devrimciliğinin mirasçısı olduklarını açıkladılar.
Deniz ve Mahir pratik olarak ‘sol’un dışına çıktıysalar da ideolojik politik görüşleri itibariyle ‘sol’un içinde kaldılar, ‘sol’ ideolojinin değerlerinin taşıyıcısı oldular. Deniz ve Mahir ‘sol’dan pratik kopuşlarına ideolojik politik bir kopuş ekleyemediler. Onlar, Kemalist devlete karşı ikinci kurtuluş savaşı verdiklerini söylüyorlardı. Hasımlarına karşı, hasmın ideolojisiyle mücadele yürütüyorlardı. Kendilerini ne Kemalistlerden ne de ‘sol’dan ideolojik ve politik olarak ayıramıyorlardı. Deniz ve Mahir bu konuda pratik olarak koptukları soldan farksızdılar, onlar reformist soldan kopmuş solun devrimcileriydiler.
Marksist devrimciliğin ayrışarak belirişi
Kaypakkaya temelde karşıt olsa bile pratik kopuşta Deniz ve Mahir ile mutabıktır. Kendisi de pratik devrimciliğe başlamıştır ama devrimci pratiğe onlarla aynı anlamı vermez. Kaypakkaya pratik kopuşuna ideolojik pratik bir boyut da katar. Kaypakkaya geliştirdiği tezlerle sadece reformist-revizyonist soldan değil, reformist-revizyonist solla aynı ideolojik kalıpların içinde bulunan devrimci soldan da kopmuştur.
Buna karşılık Kaypakkaya devraldığı ezilenlerin mücadele tarihi ile aynı kaderi paylaşmış, sol tarafından görmezden gelinmiştir. Ama kim egemen tarih anlayışının, felsefenin, politikanın, ideolojinin, hatta çoğu zaman eleştirel biçimde de olsa ona tabi olan egemen düşüncelerin sorun ve çözümlerini kendi hesabına düşünmeye zorlanmış ‘materyalist’ tarih anlayışının, felsefenin ve politikanın yenilmeye mahkum ettiği tarihi miras alanı görmeyi gerekli bulur ki.
Kaypakkaya’nın bu yalıtılmayı yorumlayarak dayanması onun düşüncesinin kökeninin farklı olmasıyla bağlantılıdır. O, geleneksel ve alışılagelmiş düşüncenin dışına çıkmış, yeni görüş tarzının bakış açısında yer almıştı. Ama bu yerde Kaypakkaya sadece bugün değil döneminde de yalnızdı. Hasımları tarafından bu yalnızlık ona karşı kullanıldıysa da Kaypakkaya yalnızlığın sonuçlarını göze alarak, kıyısız denizlere yelken açıyordu, kıyısızlığın bilinciyle yol alıyordu. Onun için sınır, sınır olamayacağı gibi geçici bir tanım da mutlak olamazdı. Bu nedenle o, diğer kâşifler gibi, Doğu’ya giderken Batı’da Amerika’yı keşfetmiyordu. Batı’dan uzaklaştıkça, Doğu’da ateş ve fırtınadan başka bir gerçekliği keşfediyordu.
Bu aşamada Kaypakkaya düşüncesinin ayırt edici özelliğini yaşamına indirgeyerek ifade edebiliriz. Kaypakkaya dönemin sol gençliğini oluşturan üniversite çevresinden değildi, bu alana bulaşmamıştı, bu alanın dışından geliyordu. Köylü, yoksul bir aileden gelen Kaypakkaya, sola başka türde bir anlayış getirmiştir. Bu dışsallık ona karşı geliştirilen köylülük suçlamasının temelini oluşturduğu gibi Kaypakkaya’nın kendisine de geçirimsiz kalmaz. Merkezin dışında olmanın acımasız sınavından geçen Kaypakkaya, kökeninin dışsallığına işaret ederek, dışsallığın teorik gelişiminin önünde engel oluşturduğunu söyler. [2]
Elbette devrimci olarak yalnız değildir, yoksul bir aileden gelmiş olmasına rağmen yoldaşları, insan olarak seven dostları olmuştu fakat Kaypakkaya kendi düşüncesinde yapayalnızdır. Kaypakkaya görüşlerini sistematik bir düşünce biçiminde dile getirmek istediğinde her ne kadar teorik alanda bir evveliyat aradıysa da hiçbir şey bulamadı. Onun ideolojik politik görüşlerini destekleyen teorik bir miras yoktu. Sadece, İ. Küçükömer’le Kemal Tahir’in hiçbir devrimciliğe uygun olmayan düşünceleriyle H. Kıvılcımlı’nın eski görüşlerine ilişkin söylentiler vardı. Aradaki benzerlik ortak bir sorunsalın varlığına işaret etse de Kaypakkaya’nın sorunsalını politika alanında reformist olan Kıvılcımlı’yla özdeşleştirmesi mümkün değildi.
Kaypakkaya, düşüncesini yerleştireceği alanı kendisi inşa etmek zorunda kaldı. Bunun için sağdan soldan ödünç aldığı görüşleri kullandı. Kaypakkaya, gerek kopuşunu, gerekse de uygulamalarını dönemin başat konumunda bulunan ideolojik düşüncelerden aldığı terimlerle düşünmek zorunda kaldı. Bunlar verimli olmaktan ziyade onun işini zorlaştırıyorlardı çünkü bu terimler gırtlaklarına kadar geleneksel ve alışılagelmiş felsefi düşünce sorunsalına batmışlardı.
Kaypakkaya kendi sorunsalını kendi kurdu, kendine özgü yaklaşımlar geliştirdi. Kendi yaklaşımını o dönem Marksist devrimciliği temsil eden Maoculuğun korumasında ifade etmiş olsa da Kaypakkaya’nın yaklaşımı ‘yerli’dir. O zamanki Marksist anlayışlar, kısıtlanmalarına varıncaya kadar bilinç sorunsalına bağlanmış durumdaydılar. Marksizme atfedilen bilinçle işçi sınıfına atfedilen bilinci özdeşleştiren bu anlayışlar için Marksizm işçi sınıfının ideolojisidir. İşçi sınıfı devrimciliğini burjuva devrimciliği gibi idealize eden bu kesimlerin, ileri ve devrimci burjuvazinin ezdiği kesimlerin devrimciliğinden devralacakları bir mirasın olmadığını söylemenin anlamı yoktur.
Kaypakkaya’nın düşünceleri, dönemin ideolojik mücadelesinin kızgın ateşi içinde, büyük oranda polemik biçiminde olan yazılardan oluşur. Bu yazılar, Kaypakkaya’nın düşüncesini ortaya koyduğu ilk ve geçici örneklerdir. Bu geçici örnekleri kesinmiş gibi almak, onun düşüncesinden hiçbir şey anlamamak değilse de onun düşüncesini dogma haline getirmekten başka bir şey değildir. Kaypakkaya düşüncesini ifade ederken geçici tanımı kesinmiş gibi sunuyor ama bu risk alınmadan da tanımlama yapılamaz. Tanım gereği Kaypakkaya düşüncesi tamamlanmamıştır. Kaypakkaya düşüncesi bu ilk biçimleri içinde kimi zaman açık kimi zaman kapalı çelişki ve sorunlar içeren, pek çoğu ilk bakışta zaman aşımına uğramış, mevcut gerçekliğe uymayan analiz ve yorumlar şeklinde görülür. Kaypakkaya’nın sosyo-ekonomik analizlerinin gerçekliğe denk düşüp düşmediğine dair bunca kıyametin koparılması, sanki gerçekliğe denk düşmediği kabul edilse Kaypakkaya düşüncesine halel gelecekmiş gibi algılanmasının başlıca nedeni, bu ilk biçimlere takılıp kalmaktan başka ne olabilir? Oysaki Kaypakkaya düşüncesi, ilk biçimlerin içinden geçerek, oluşum halinde, tamamlanmamış olarak keşfedilebilir ancak. Bu biçimlerin içinden geçerek onun düşüncesine ulaşılabilir. İlk tanımlara takılıp kalınırsa orada pek çoğu zaman aşımına uğramış, içeriğine uymayan yorumlarla karşılaşmak kaçınılmaz olur. Ancak bugün, bu geçici tanımların içinde, tereyağının süte yedirilmesi niteliğinde yeni ve yaşayan bir içeriğin varlığını keşfediyoruz. Söz konusu içerik, teorik Marksizmin politika pratiğinde gerçekleşme etkisidir.
Kaypakkaya’nın eseri sadece politika bileşeninin değil, aynı zamanda teorik Marksizmin de argümanlarını açık veya örtülü bir biçimde bünyesinde barındırmaktadır.
Bu durumu şöyle formüle edebiliriz: a) Pratik, b) Analiz ve yoruma yol açan yöntem, c) Pratik, analiz ve yöntemle ilişkide bulunan bir teori. Bu pratik, analiz-yöntem ve teoriden oluşan yaklaşım teorik Marksizmin yapısına dahildir. Biçimsel olarak Kaypakkaya düşüncesi Marksist teorinin yapısına dahildir. Biçimsel olarak çünkü Kaypakkaya düşünce sistematiğinin biçim ve içerikleri arasında kimi zaman hissedilir boyutlara ulaşan orantısızlık haklı olarak şu soruyu sormaya meşruiyet kazandırır: Kaypakkaya’nın yaklaşımı teorik Marksizm düzeyine yerleştirilebilir mi? Başka bir deyişle, Kaypakkaya’nın düşüncesi teorik anlamda teorik midir? Yoksa bu Marksist kuşaklarca benimsenmiş olan bir düşünce pratiğinin yöntemsel olarak başka bir bağlama oturtulmasından mı ibarettir? Buradan da Kaypakkaya ardıllarınca kabul edilen bir fikir ortaya çıkıyor: Teorik dış görünümü altında Kaypakkaya düşüncesi, kimi zaman doğru sonuçlar veren pratik uygulama biçimidir. “Kaypakkaya, Marksizmin inceleme yöntemine sadık kalmış … onu … bir çizgiyle bize ulaştırmıştır.” Kaypakkaya’da bulunan ‘Marksist inceleme yöntemi’, özne-nesne özdeşliğine dayanan büyülü bütün gibi Hegelci aşamanın başarıya ulaşmış halidir. Başarının nedeni Kaypakkaya’nın tersyüz edilmiş inceleme yöntemini ayakları üzerine oturtarak sınıfsal zeminde uygulanmış olmasıdır. Kemalizmin analizini, Kürt sorununun sınıfsal analizi izler yani Kaypakkaya her sorunu sınıfsal zeminde analiz etmekte, sınıfsal bakış açısıyla ele alıp değerlendirmektedir. Bu yaklaşımın Marksizmi işçi sınıfının biricik bilimi, felsefesi, politikası, ideolojisi ilan etmesi kaçınılmazdır. Ancak önemli olan bu değildir. Önemli olan bu ifadelerin Kaypakkaya’nın Marksizm anlayışının teorik olmayışının kanıtlarını oluşturmalarıdır. Bu ifadelerle ‘Aydınlanmacı Marksizm’ anlayışına karşı çıkan pek çok yorumcu, Hegel’i Marx’ın atası gibi göstererek Hegelci Marksizm yorumunu beslemektedirler. Marx’ın Hegel’i aşması gibi Kaypakkaya da solu aşmıştır. Kaypakkaya’nın Marksizm anlayışına teorik var olma hakkı tanımayan bu anlayışın ikame ettiği teoriden bir kopuş çıkarması mümkün değildir.
Bu dönemeçten sonra konuya tekrar dönecek olursak, Kaypakkaya’nın pratiği, teorisi olmayan basit bir pratik midir? Kaypakkaya da diğer devrimciler gibi devrimciliğin yüksek prestijinden faydalanarak başarıya ulaşmaktadır. Bu prestijin gerçek nedeni toplumsal gereksinime hizmet etmiş olmasıdır. Sol ve Kaypakkaya ardılları pratiği dar anlamda kavrayarak ve Marksist teoriyi basit bir uygulama biçimine indirgeyerek Kaypakkaya’nın teorisinin üstünü örtmüşlerdir. Bu anlamda Kaypakkaya düşüncesinin, pratiğin kopyasına indirgendiğini söylemeliyiz. Kaypakkaya’nın ‘analiz yorumu’ vb. olarak öne sürdüğü düşünceler Kaypakkaya’nın pratiğini yansıtan fikirlerden başka bir şey değiller mi?
Kaypakkaya’nın politik Marksizmin kurucusu olduğuna dair öne sürülen tez son derece önemlidir ve ciddi bir bildiridir. Eğer Kaypakkaya politik Marksizmin kurucusuysa, o zaman yapıldığı biçimiyle vurgu politikaya değil politikanın sonuna eklenmiş bir fazlalık gibi duran Marksizme yapılmalıdır. Ve bundan sonra da Kaypakkaya düşüncesini Marksizmin kendisi olarak almak gerekir yani Marksizm ve Kaypakkaya düşüncesini ayrı ayrı ele alıp sonra da onun düşüncesinin Marksist olduğuna karar verecek biçimde değil başlangıcından itibaren onun düşüncesini Marksizm olarak almak ve öyle yorumlamak gerekiyor. Kaypakkaya’nın düşüncesi Marksizmin teorik yapısına dahildir ve Marksizmi kendi düzleminde üretmektedir. Kaypakkaya’nın düşüncesi kendi nesnesinin tanınıp özgül bir pratikle dönüşüme uğratılmasını sağlarken bir teori ve pratiğe sahiptir. Lenin’de olduğu gibi Kaypakkaya’da da pratik, teorinin mutlak yanını değil analiz ve yöntem haline gelecek nesnesiyle temasa geçişi ifade eder.
Kaypakkaya’nın ‘yöntem’ meraklısı yorumcuları için söyleyelim, Kaypakkaya’nın pratiği, düşüncesinin gerçeklik kanıtlarını elinde tutmuyor. Pratiğin elinde bulunanlar gerçeğin bir kısmıdır, pratikte olan kısmıdır. Onun pratiği analiz ve yöntemi, Lenin’de olduğu gibi, pratik tarafından değil, teorinin onayıyla geçerli kabul edilir.
Kaypakkaya daha başlangıçta kendini komünist olarak tanımladı, temelleri Marx tarafından atılmış tutumlarla kıyaslayarak, düşünce pratiğinin Marksist teoriye dayandığını söyledi. Onun sorgu hakimliğindeki ifadesi dikkatle okunursa, Manifesto’daki görüşleri tekrarladığı fark edilir. Devrimci de olsa bir pratik sırf kendini komünist ilan etti diye Marksist kabul edilmez. Komünist olup da Marksist olmayan pratikler de vardır. Ancak eğer bir teori ona, sadece öyle ilan edildiğinden değil ciddi bir teorik temele dayanarak bu hakkı veriyorsa Marksist sıfatını hak edebilir.
Kaypakkaya Marksizmi benimsediği gibi ondan sonuç da çıkarmıştır. Onda Marksist teoriyi aramak, ayırt etmek ve kavramak için Kaypakkaya’ya dönmek gerekiyor. Çünkü analiz, yöntem, pratik vb. olsun bütün geri kalanlar onun düşüncesinden çıkmıştır. Onun düşünce pratiğine analık eden Marksist teoridir.
Bu konuda son bir söz daha: Kaypakkaya düşüncesinin yeniliğini anlamak için kaynaklara dönmek gerekirse, Engels’in Marx’ın tarih teorisini tanıtmak amacıyla yazmış olduğu makaleye bakılmasını önermek yerinde olacaktır. Solun, Kaypakkaya’nın Kemalizmi komünistçe değerlendirmesi karşısında ayağa fırlaması ile Fransız sosyalistlerinin yeni bakış açısı karşısında şok yaşamaları arasında bir illiyet bağı kurmak için güçlü bir tarihsel kanıttır. Kaypakkaya, kopuşu kadar bağlantılarıyla da kendini belli etmektedir ve kopuşlar sarsıcıdır. Bu sarsıntıyı yaşadıktan sonra şunu söylemek mümkün hale gelir: Kaypakkaya, Engels’in tanımladığı yeni görüş tarzının bakış açısında yer almaktadır; dolayısıyla düşünceleri tekil bireyin düşünceleri olarak alınmazlar. Kaypakkaya’nın tanımladığı içinde kendini gösteren şey Marksist teorinin kendisidir. Kemalizmi komünistçe değerlendirebilmek için Marksist bir bakış gerekir. Kafaların içine tekel kurmuş burjuva yargılardan kopmak için yenilenmiş bir bakış gerekir. Kaypakkaya kendini komünist diye tanımladığı için Kemalizmi komünistçe değerlendirmiş ve bu nedenle de Marksist olmuş değildir. Kaypakkaya böyle sanabilir ve bunun öznel etkisi vardır. Kaypakkaya’nın politik Marksizmin kurucusu olmasını sağlayan şey, Marksist teori tarafından tanımlanmış politik devrimcilik rolünü yerine getirirken kendi düşünce pratiğinde teorik Marksizmi kendi düşüncesi, analizi vb. biçiminde üretmiş olmasıdır.
Kaypakkaya ancak teorik pratikle anlaşılabilir ve aşılabilir
Kaypakkaya, teorisini ideolojik ve kurumsal Kemalizmin reddi üzerine kurmuş, yaklaşımını tüm sertliğiyle, hiçbir erteleme ve tavize yönelmeden Kürt sorununda uygulamaya koymuş ve yaklaşımını kendi sonuçlarını yaratmaya zorlamıştır. Sadece ayrıntılarda ve ortaya çıkabilecek olasılıkların hesaba dahil edilmesinde değil, aynı zamanda yol göstericilerinin seçiminde de son derece dikkatli olan Kaypakkaya, yaklaşımını ayrıntılı bir biçimde serimleyerek bizi asla ödeyemeyeceğimiz bir borçla yükümlendirmiştir.
Onun yaklaşımının nerelere uzanabileceğinin bir ilk örneğini, uç noktasında ifade etmek için Şeyh Sait ve Fatih Sultan Mehmet tipolojilerinin İslam içinde ne tür bir iç ayrıma tekabül ettiklerini ele almak mümkündür. Bu iki figür ulusal sorun ile ezen-ezilen tarih yazımı bağlamında ele alındıklarında, Şeyh Sait’in ezilen ulusa mensup olduğu, kendini atfettiği İslam ideolojisinin öncelenmemesi gerektiği sonucunu çıkarmak makul olandır. Kaypakkaya’nın ilk okumasından elde edilecek sonuç olarak kabul edilebilir. Fakat asıl sarsıcı olan, Kaypakkaya eserinde yazılı biçimde yer alamasa da, onun analiz ve yorumlarını yöneten düşüncenin başka bir bağlamda kurulmasıyla elde edilecek sonuçlardır. Söz konusu bağlam değişikliği yapıldığında, Şeyh Sait’in ‘ezilen ulus’ konumu üstbelirlenimin altbelirleniminin ‘ezilenlerin İslamı’ olduğu ya da olacağı açıktır. Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu ayrımlar ezen-ezilen İslamı bağlamına oturtulduklarında, Şeyh Sait ile Fatih Sultan’ın bir İslam’ın içinde iki farklı İslam anlayışı ve pratiğini temsil ettiklerini görmek mümkündür. Bu aşamada Kaypakkaya’ya söylemediği şeylerin söyletildiği iddiasıyla itiraz edilebilir. Ancak onun koyduğu ayrımlar yeniden üretilmeden ve farklı bağlamlarda işletilmeden bir düşünceden söz etmenin mümkün olmadığını da kabul etmek gerekiyor. Kaypakkaya düşüncesini kendi sonuçlarını üretmek üzere zorlamak gerekiyor. Bu yolu Kaypakkaya’nın kendisi açmıştır.
İncelenmesi gereken bu bağlam değişikliğini şimdilik bir kenara bırakalım ve şunu ifade edelim: Kaypakkaya düşüncesini doğru-yanlış ikiliğine göre ele almak yöntemsel açıdan yanlış, teorik açıdan gereksiz, politik açıdan uygun olmayan bir yaklaşım olur. Şu halde, Kaypakkaya’nın bazı görüşleri olayların konjonktürel gelişmelerine bağlı ele alınmalıdır. Bu görüşler, dönemleriyle birlikte geçerliliklerini yitirmişlerdir. Kaypakkaya’nın düşüncesi dönemsel görüşleriyle sınırlandırılamaz. Zira Kaypakkaya düşüncesi dönemselleşmeyi aşan, dönemselleşmeye imkan tanıyan bir boyuta sahiptir.
Kaypakkaya düşüncesinden gerekli sonuçları çıkarmak için onun düşüncesinin bağlı bulunduğu sorunsal teorik olarak inşa edilmelidir. Zira başta düşüncesi olmak üzere Kaypakkaya’nın pratiği, analiz ve yöntemi organik bir biçimde bu sorunsala bağlıdır.
Yaşanmış bunca deneyimin ardından Kaypakkaya’ya neden dönmek gerektiği sorulabilir. Bu soruya yalın bir cevap vermek gerekiyorsa, Kaypakkaya’yı geri kazanmak için Kaypakkaya’ya dönmek gerekiyor. Ancak bu dönüş akademi çevrelerinde fantezi haline gelen “Marx’a dönüş” biçiminde olamaz. Çünkü bu dönüşlerde devrimci politikanın reddine, felsefenin gerçek olmasını isteyen Marksizm öncesi Marx’a varılıyor. Ahlaki bir biçim alan bu dönüşlerde felsefe, politikanın nesnesini ele geçirerek siyaset felsefesinin geliştirilmesiyle sonuçlanıyor. Kaypakkaya’ya dönüş bu biçimde olamaz. Bu dönüş, Kaypakkaya’nın analiz ve yorumlarından önce, onun zihninde kuşatılmış bulunan teorik Marksizme ulaşmayı hedeflemelidir. Politik alandan teorik alana geçişte, geçiş hâlâ bulanıktır; berraklık geçiş sonlandıktan sonra gerçekleşir. Bu berraklık içinde onun düşüncesi duru bir biçimde görülebilir.
Kaypakkaya tarafından düşünülmüş ve uygulamaya konulmuş teoriye dönmek. Dönüş, onun politik tutumlarına değil bu tutumların bağlı bulunduğu teoriye olmalıdır. Kaypakkaya’nın politik tutumları, bizi, politik tarihyazımı açısından ilgilendirirler. Bu tutumlar Marksizmin gerçekleşmesinin kanıtlarıdır fakat bu tutumları daha ileri taşımak için Kaypakkaya’ya aslına uygun bir dönüş gereklidir. Bu dönüş olmadan Kaypakkaya’nın pratik Marksizmi teorisiz olmaktan kurtulamaz.
Kaypakkaya’nın politika pratiği ne kadar önemli olursa olsun, bağlı bulunduğu teori üretilmeden varlığını koruyamaz. Bu teorinin yeniden üretimi olmadan, pratiği, kendisinden çok daha eski ve köklü geleneği bulunan düşünceler tarafından asimile edilmekten kurtulamaz. Kaypakkaya’ya dönüşün anlamı da buradadır.
Kaypakkaya, solcu evresinde benimsediği, politika pratiğini temellendirdiği anlayıştan koparak Kaypakkaya haline geldi. Onun yaşadığı dönüşümü göz ardı eden yorumların büyük ve önemli bir kısmı Kaypakkaya’nın vazgeçtiği anlayıştan yararlanmaktalar.
Bu yararlanmanın düşünce tarihinde bir adı var: pragmatizm. Onun güncel yorumları bunu kanıtlıyor. Kaypakkaya’nın koptuğu Aydınlanmacı sol, yıllarca bilmezden, görmezden geldikten sonra Kaypakkaya’yı kendi anlayışına eklemlenmesi şartıyla tanımayı ve barış içinde yaşamayı kabul ediyor. Kaypakkaya’nın dipnot konusu olmaktan, kendilerinin de pratik başarısızlıkların ardında sıkışıp kaldıkları gettolardan çıkmalarına ve Aydınlanmacı solun insanlık ailesinin ferdi olarak kabul edilmelerine, bu teorik kabul edişe pek sevinen Kaypakkayacılar, Aydınlanmacı solun kendi gerçekliklerini kabul ettiğini sanarak, aslında kendileri Aydınlanmacı solun Marksizm anlayışını kabul etmiş oluyorlar. Aydınlanma geleneğini soyları kabul edenlerin Kaypakkaya düşüncesini bulanıklaştırmasını kabullenmeyen Kaypakkayacılar ise kimseyi üzmeden işi kotarabileceklerini sanıyorlar. Şayet bu biçime indirgenecekse, o zaman onu ‘sol’dan ayıran, eksiksiz bir Marksist yapan özgüllükten geriye ne kalır Kaypakkaya’ya?
Kaypakkaya’nın düşüncesi bu aşamada devreye giriyor ve liberal yorumlara karşı kendi değiştirilemezliğini savunuyor. Böyle bir savunmayı yapabilmek için olağanüstü bir kararlılık gerekiyor. Böyle bir savunma herkesi, sadece düşünceleri hakkında değil inanma nedenleri hakkında da kendisine soru sormaya yani kuşku duymaya, dolayısıyla, birçok düşüncenin statükosunu değiştirmeye, aynı şekilde, konforlarını tehlikede gören yaklaşımların kaygılarını tartmaya sevk edecektir.
Kaypakkaya düşüncesinin tutkulu bir radikalizm biçiminde var olması bundandır. Çünkü onun düşüncesi ancak saldırı ve savunma halinde yaşamış ve yaşamaya devam edecektir. Başlangıçtan itibaren kuşatma altına alınmış, kendilerini tehdit altında gören akımların ezici baskısı tarafından ehlileşmeye zorlanan bu düşünce, onların darbelerinden önce davranmaya, darbeleri yemeden onları geri çevirerek hasımlarının kendisini ezme konusundaki cesaretini kırmaya, onların mevzilerinde kendilerini savunma yapmak zorunda bırakmaya mahkum edilmiştir. Onun bu radikalizmi, savunucularına dahi akla aykırı görünmüş ve onu makul gösterebilmek için başka düşüncelerin yardımına başvurmaya yönlendirmiştir. Söz konusu yabancı düşüncelerin desteğini alma çabası bu düşünceleri Kaypakkaya düşüncesine saygılı olmaya zorlamak için değil, Kaypakkaya’yı onların sınavından geçirmek biçiminde gerçekleşmiştir. Zamanında bu baskıları yaşayan Kaypakkaya, yıldırma amaçlı girişimleri mahkum etmek için teorik bir çabanın gerekli olduğunu pratiğiyle kanıtlamıştır.
Hazır, Kaypakkaya düşüncesinin çatışmalı yapısından söz etmişken, Kaypakkaya düşüncesiyle düşünmenin, bugüne kadar Marksist bilinen büyük ve önemli bir kesimin Marksist olmadığını kabul etmeyi, onun düşüncesinin sınırını sınır olarak kabul etmeyeceğini, kendi dışını kendinde içerdiğini anlamayı gerektiriyor. Yine bir o kadar önemli olan başka bir konu da Kaypakkaya düşüncesinin başka düşüncelerin tanıklığında anlaşılmayacağıdır. Kaypakkaya’yı ‘sol’un bakış açısından değil ‘sol’u Kaypakkaya’nın bakış açısından okumak gerekiyor. Kaypakkaya, kendini Marksist sanan ‘sol’a Marksist olmadığını göstermek zorunda olduğundan, ‘sol’un düşüncesinin içeriğini kendi okuması aracılığıyla gösterir. Şayet Kaypakkaya okuması olmasaydı, ‘sol’ görüşlerin anlamının niteliği uzun süre belirsiz kalmaya devam edecekti. ‘Sol’ önceden de Marksist değildi, ama Kaypakkaya’dan sonra ‘sol’un Aydınlanmacı niteliği netleşmiş oldu.
Kaypakkaya düşüncesinin oluşum ve gelişim koşullarını teori alanında, teorik olarak düşünmek yani nesnel anlam ve kapsamını ayırt etmek için, onun temel hedefini, düşüncesinin içselliğine tarihsel, teorik dış koşullarını ekleyerek belirlemek ve anlamını böylece kavramak gerekiyor. Günümüzde bu temel hedef, Kaypakkaya’nın gerçekleştirdiği devrimci kopuşa uygun teorik kavramlar kazandırarak, kopuşun nesnesi olan Marksist politikanın teorik olarak da mümkün olduğunu ciddi bir şekilde tanımlamaktır. Kaypakkaya pratik politikasının teorisiz var oluşuna son vermek, bu koşul ve boyutların gereklerini yerine getirmekten geçmektedir. Tıpkı, Kaypakkaya’nın yalnızlığına son vermenin yalnız kalmayı göze almayı gerektirdiği gibi.
 Aydınlanmacı teorik konukseverliğin saldırılarını püskürtmek ve karşı saldırıya geçmek için Kaypakkaya’ya dönmek gerekiyor.
 


[1] Tinin Görüngübilimi, Çev.: Aziz Yardımlı, İdea Yay., 1986, s. 41.

[2] Bu aşamada bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Kaypakkaya’da dışsal ögeler betimleyicidirler, onun düşüncesinin teorik ifade biçimi olarak alınmazlar. Betimleyici, somut örneklere takılmadan, doğrudan düşüncesini hedeflemek gerekiyor. Kaypakkaya’nın sosyo-politik analizlerinde Şnurov’a başvurması ya da kendini Çin Kültür Devrimi alanına yerleştirmesi, Türkiye toplumsal-tarihsel gerçekliğiyle teoriden dolayımlı ilişki kurmasında işlevsel rol oynar, somut tarihi ve politikanın nesnesini kavramasını sağlarlar. Ve fakat, aynı zamanda Kaypakkaya’nın seçilmiş bir tanımın içine yerleştiğine de işaret ederler. Dolayısıyla, Kaypakkaya’nın yorumlarından ayrı olarak, ontolojik alan kavramını sürdürmek gerekiyor. Bu, iki nedenden dolayı gereklidir: Hem Marksizmin yeniden tanımlanması ve ezilenlerin aktif mücadelelerini içeren kuruluşunu anlaşılır kılmak için, hem de değişimin gerekliliği ve olasılığını tanımlamak için. Kaypakkaya’ya dair en önemli sorular, onun gerçekçi olup olmaması ya da gerçekliği her yönüyle görüp görmemesiyle ilgili değiller; sorular bu şekilde konulursa, Kaypakkaya’yı ampirizm sorunsalına mahkum etmek kaçınılmaz olur. Sorular onun ne türden bir gerçekçi olduğu ve buna uygun düşünüp düşünmediği, davranıp davranmadığı biçiminde düzenlenmelidir. Düşüncede gerçekçi olduğumuzu bilsek de, gerçekte gerçekçi olduğumuzu nereden biliyoruz? Yetkili merci kimdir? Bilgiye dışsal olan pratik midir tüm sırları elinde bulunduran?

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar