Teori ve Politika https://teorivepolitika1.net Sat, 02 Dec 2023 07:59:12 +0000 Joomla! - Open Source Content Management tr-tr Covid-19, ABD için Çin'e karşı sağlam bir müttefik mi? https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/component/k2/item/1264-covid-19-abd-icin-cin-e-karsi-saglam-bir-muttefik-mi https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/component/k2/item/1264-covid-19-abd-icin-cin-e-karsi-saglam-bir-muttefik-mi Covid-19, ABD için Çin'e karşı sağlam bir müttefik mi?

Aşağıda çevirisini verdiğim alıntı Çin’in Covid-19 mücadelesi hakkında Batı’nın dezenformasyon medyasının takıntığı tutumu ve bu tutumun altında yatan nedenleri ve Çin’deki gerçek durumu çok güzel açıklıyor.

Memlekette "kullanışlı aptallar"ın tünediği Birikim, T24 gibi “liberal mezarlıklar”da (hatta Cumhuriyet gazetesinde) yazan bazı Çin cahili çokbilmişler Batı’nın dezenformasyon kaynaklarından aparttıkları yalanlarla Çin hakkında yazılar yazıyorlar ve hiç bilmedikleri Çin’i anlattıklarını sanıyorlar. Bunlar için en doğru tanımlama “ahmak” sıfatını kullanmak olur. Çünkü aklı başında bir insan hiçbir şey bilmediği -özellikle Çin gibi- bir konuda yazı yazmak ve buradan kendine bir kariyer devşirmek gibi bir çabanın içinde olmaz. Bu ahmakça çabasının eninde sonunda kendisini utanç verici duruma düşüreceğini bilir.

Bir konu hakkında yazmak için onu bilmek hem de iyi bilmek gerekir. Bu gereklilik Çin-ÇKP hakkında yazmak iddiası söz konusu olduğunda fazlasıyla geçerlidir. The Associated Press, The Telegraph, Washington Post, New-York Times, Foreign Policy vs gibi Batı’nın dezenformasyon kaynaklarından görüş araklayarak saçma sapan (ama çok bilmiş görünen) yazılar döşenmek Çin hakkında bir şey söylemek değil sadece dezenformasyonun uzantısı, ABD emperyalizminin yancısı olmaktır. Aklı başında biri için onursuzluktur.

Son günlerde Batı'nın bu dezenformasyon medyası ve onlardan yazı-görüş araklayarak memlekete Çin-ÇKP konusunda akıllar fikirler ihsan eden bu zevata bakılırsa, Çin sokakları Covid salgınından kırılıyor, salgın bütün Çin’i sardı, ölüm sayıları saklanıyor, salgında kullanılacak ilaç bile bulunamıyor… Son günlerde virüse yakalanan insan sayısında hafif bir yükseliş görülmekle birlikte, bunun ne kadarının gerçekten enfeksiyondan ne kadarının Çin hükümetinin halka "Önlemleri gevşetince nelerin olacağını gördününüz mü?" mesajından kaynaklandığından emin değilim.

Çin'de aşılama tam gaz devam ediyor. Tabii ki kendi geliştirdikleri geleneksel aşıları kullanıyorlar. Zaten mRNA aşılarının geleneksel aşılara göre daha koruyucu olduğunu gösteren bir bilimsel kanıt da yok ortada. mRNA daha koruyucu olsa, 4 doz mRNA aşısı olan biri tekrar Covid'e yakanlanmazdı. İki tür aşı da bağışıklık sağlamıyor; sadece belirtileri hafifletiyor ve iyileşme süresini kısaltıyor, hepsi o kadar... Aşıya ek olarak, Çinli bilim insanları birkaç hafta önce etkililik derecesi yüzde 84 olarak belirlenen ve çok hızlı iyileşme sağlayan bir ilaç geliştirdiler. Hem o ilaç hem de Pfizer’in geliştirdiği ilaç bütün salgınla mücadele birimlerinde bulunabiliyor ve kullanılıyor.

Aşağıda çevirisini verdiğim alıntı Çin’in Covid-19 mücadelesi hakkında Batı’nın dezenformasyon medyasının takıntığı tutumu ve bu tutumun altında yatan nedenleri ve Çin’deki gerçek durumu çok güzel açıklıyor.

Çin'in COVID-19 ile mücadele politikasına ilişkin Batı’nın kendi kitlesini aldatmayı amaçlayan ikiyüzlü anlatısı

Çin, COVID-19 ile mücadele için dinamik “sıfır vaka” yaklaşımı uygularken, bazı Batılı medya Çin'i bu yaklaşımdan vazgeçmeye ve yeniden açılmaya çağırıyordu. Çin, kısa bir zaman önce COVID-19 önlemlerini hafifletince, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, aynı medya bu kez Çin'in bu hamlesini kötülemeye başladı.

Bazı Batı medyası Çin'in “salgın önleme ve kontrol politikası”nda değişikliğe gitmesi ve bazı ayarlamalar yapmasına çeşitli açılardan iftira atmaya başladı. The Associated Press, Pazar günü (25 Aralık 2022) "Çin'deki COVID-19 dalgalanması, yeni koronavirüs mutantı olasılığını artırıyor" başlıklı bir makale yayınladı. The Telegraph tarafından aynı gün “Çin'in COVID-19 felaketi küresel ekonomiyi riske atıyor” başlıklı bir yazı yayınladı. Washington Post'un yayın kurulu, Çin'deki enfeksiyon artışını küstahça aşılara bağlayarak, "Çin, kendi ürettiği daha az etkili (geleneksel) aşılar için etkili mRNA aşılarından akılsızca kaçındı"  başlıklı bir editoryal yazı yayınladı.

Batılı ülkeler, özellikle ABD için sorun hiçbir zaman salgınla veya Çin'in herhangi zamanda nasıl bir mücadele yöntemi kullandığıyla ilgili olmadı. Başta ABD olmak üzere bazı Batılı medya kuruluşları, Çin'i esas rakipleri olarak görmeye başladıktan sonra, Çin'i karalamak için hiçbir çabadan kaçınmadılar. COVID-19 salgını da onların Çin karşıtlığı için bir kullanışlı araç olarak görüldü ve salgının ilk aşamasından bu yana tamamen silah haline getirildi.

Salgının her döneminde, pek çok Batılı yetkili ve sadık Batılı medya, Pekin'i işaret ederek siyasi puan kazanmaya çalıştı. Çin ne yaparsa yapsın, Çin hükümetinin itibarını sarsmak için salgını istismar etmeye çalışan saldırılar her zaman olacaktır.

Bu Batılı medya kuruluşları, Çin'in salgınla mücadele politikasını kötüleyerek, halihazırdaki salgınla mücadele yaklaşımına karşı halkın memnuniyetsizliğini kışkırtmayı ve böylece Çin halkı ile hükümet arasına nifak tohumları ekmeyi amaçlıyor. Gözlemciler, Batı’nın tercihinin, “oynamakta usta oldukları eski bir numara olan bir renkli devrim kışkırtmak” olduğunu söylediler.

Ayrıca, asılsız karalamalarıyla Çin'in imajını ve küresel nüfuzunu lekelemek ve böylece Çin'i uluslararası toplum nezdinde tecrit etmek istiyorlar. Çin'in son üç yılda salgınla mücadelede elde ettiği başarı, hem yurtiçinde hem de yurtdışında ileri görüşlü insanlar tarafından övgü konusu oldu. ABD ve Batı bu konuyu çok kıskanıyor, Çin'in uluslararası prestijinin kendilerininkini geçeceğinden endişe ediyor.

Bunu yaparak, kendi kitlelerini rahatlatmayı umabilirler. Orijinal ve Delta varyantlarının şiddetlendiği dönemde, Batı toplumu, halkın hoşnutsuzluğuna yol açan yetersiz önleme ve kontrol önlemleri nedeniyle çok sayıda ölüme tanık oldu. Batı medyasının Çin'in son dönemdeki politika değişikliğine yönelik eleştirisi, bizim açımızdan ciddiye alınmayı hak etmemektedir.

Salgından bu yana Batı, Çin'in salgınla mücadelede farklı ve çok daha etkili yaklaşımı sayesinde ağır kayıplar yaşamadan sorunsuz bir geçiş sağlayacağından endişe ediyor. Bu başarılı geçiş, hiç şüphesiz Batı'nın yurtiçi ve yurtdışı imajını vuracaktır.

Uzmanlar, Çin'in salgınla mücadele politikasındaki düzenlemenin bilimsel ve rasyonel değerlendirmeye dayandığını söylüyorlar. Omicron, diğer COVID-19 varyantlarına kıyasla çok daha hızlı yayılıyor ve Çin hükümeti de onu dizginlemeye çalıştı. Ancak kontrol etmenin çok zor olduğu ortaya çıktı. Omicron'un ölüme neden olma olasılığı, Delta ve orijinal türlere göre çok daha düşüktür.

Çin hükümeti, ölüm ve enfeksiyon oranlarının en yüksek olduğu dönemde halkın virüsten uzak kalmasını sağlayarak tüm ülke halkı için elinden gelenin en iyisini yaptı. Ancak o dönemde Batı'nın yaptığı şey tam bir karmaşadan ibaretti. ABD'de 3 Ocak 2020 ile 26 Eylül 2021 arasında COVID-19 ile ilişkili 895.693 ölüm meydana geldi. Bu medya, Çin'in salgınla mücadele politikası düzenlemesini eleştirebilecek hangi niteliklere sahip?

Bu Batılı medya kuruluşlarının niyetleri sadece hayalden-hüsnükuruntudan ibaret. Çin toplumu gerçekte aksaklıklara çok dirençli ve Çin'i karıştırmak o kadar kolay değil. Çin halkının hükümetlerine olan güveni, bu medya kuruluşlarının anlattığından çok daha yüksek. Son zamanlardaki enfeksiyon artışı esnasında, Çinli yurttaşların çoğu son üç yıldır kendilerini koruduğu için hükümete şükranlarını dile getirdi. Çin toplumu, önceki katı salgın önleme ve kontrol önlemleri ve sonrasındaki düzenlemenin Çin'in gerçek durumuna göre yapıldığını anlıyor, Çin yönetiminin buna zorlanması nedeniyle değil.

Çin'in yaşadığı mevcut zorluklar geçici olacak çünkü salgın yüzünden sıkıntı yaşayan bölgelerde ekonomik faaliyetlerinin bir kısmı yeniden başladı. Örneğin Pekin'de bazı AVM'lerde yemek için sıra beklemek gerekiyor. Geçen hafta Pekinli turistlerin Güney Çin'in Hainan Eyaletindeki Sanya'ya yaptığı otel rezervasyonlarında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 30 artış var. Çin ekonomisinin yakında bir bahar dönemine gireceğine inanılıyor.

Batı’nın Çin hakkındaki anlatı sistemi çok ikiyüzlüdür. Başkasının kötü durumda olmasına sevinir ve kötücül niyetlerle yönlendirilir. Bu tür bir anlatı, Batı toplumlarının yetersizlikleri konusunda geçici olarak kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlayabilir; fakat içsel sıkıntılarını-sorunlarını çözmeye yardımcı olmaz.

Kaynak: www.globaltimes.cn 

Kaynak: http://kamuraninnotdefteri.blogspot.com/

]]>
atilla2005@gmail.com (Kamuran Kızlak ) Kürsü Wed, 28 Dec 2022 15:22:44 +0000
Sıfır Covid ve Çin'deki protestolar https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/component/k2/item/1255-sifir-covid-ve-cin-deki-protestolar https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/component/k2/item/1255-sifir-covid-ve-cin-deki-protestolar Sıfır Covid ve Çin'deki protestolar

Müesses nizam medyası, en sevdikleri Çin karşıtı söylemleri prova etmek için Covid kısıtlamalarına ilişkin protestoların üzerine atladı.

 

Aşağıdaki Morning Star başyazısı, Çin'in çeşitli şehirlerinde Covid karantinalarına son verilmesi çağrısında bulunan son protestolara bir göz atıyor. Yazar, Çin'in dinamik Sıfır Covid stratejisine ilişkin tartışmayı, gerçek halk sağlığı sonuçları, özellikle de ölümleri önlemedeki etkinliği açısından doğru bir şekilde çerçeveliyor. "İngiliz vatandaşlarının Covid'den ölme olasılığı Çinlilere kıyasla 257 kat daha fazladır. Bu eşitsizliğin çoğu yorumcu tarafından önemsizmiş gibi ele alınması, toplumumuzun savunmasız ve yaşlı insanların yaşamlarına ne kadar az değer verdiği hakkında hoş olmayan bir şeyler söylüyor."

Çin'in pandemi yönetiminin milyonlarca insanın hayatını kurtardığı açıktır, ancak "Washington'da kurulan yeni soğuk savaş çizgisine sadık kalan heyecanlı Batılı yorumculara göre Pekin'in sıfır Covid politikası paranoyak otoriterliğinin kanıtıdır." İronik bir şekilde, bu "otoriter" hükümet, Covid kısıtlamalarının gevşetilmesi lehine yükselen halk duyarlılığına, Covid kısıtlamalarını gevşeterek yanıt veriyor gibi görünüyor. Batı'daki okuyucular, kendi hükümetlerinin de kemer sıkma ve savaş karşıtı halk muhalefetine bu kadar duyarlı olmasını dileyebilirler.

 

Müesses nizam medyası, en sevdikleri Çin karşıtı söylemleri prova etmek için Covid kısıtlamalarına ilişkin protestoların üzerine atladı.

Wuhan'daki dünyanın ilk Covid salgınından bu yana, virüs Çin'i dövmek için bir sopa olarak kullanıldı.

Donald Trump pandemiyi alaycı bir şekilde bir Çin silahına benzetti: “Ülkemize yönelen en kötü saldırı… Pearl Harbour’dan bile kötü.”

Trump’ın saçmalıkları ABD müttefikleri tarafından bile nadiren ciddiye alınırdı. Ancak “laboratuvar sızıntısı” komplo teorisinin Joe Biden yönetimi tarafından yeniden diriltilmesi, onu saygın hale getirdi ve Dünya Sağlık Örgütü bilim ekibinin, virüsün büyük olasılıkla yarasalardan evrimleştiği ve bir laboratuvardan kaynaklanmasının “son derece olasılık dışı” olduğu yargısı susturuldu.

Ekibin İngiliz bir üyesinin şikayet ettiği gibi, “Temel bulguları açıklarken gazetecilerle zaman geçirmek… daha işe başlamadan önce belirlenmiş bir anlatıya uyması için seçici bir şekilde meslektaşlarımızdan yanlış alıntılar yapıldığını görmek hayal kırıklığı yaratıyor.”

Batılı hükümetler Covid’den uzaklaştığından beri, odak noktası, virüs için Çin’i suçlamaya çalışmaktan sıfır Covid politikasına saldırmaya kaydı.

Açıkça görülüyor ki yeniden başlayan sokağa çıkma yasakları bazı yerlerde gerçek bir öfkeye neden oluyor. Çin hükümeti "tek beden herkese uyar" yaklaşımının yol açtığı sorunların farkına vardı: örneğin Henan'ın başkenti Zhengzhou'daki yetkililere evde kalma emirlerinde yapılması gereken istisnaları hatırlattı ve Anhui'deki polisi karantinayı aşırı sıkı uyguladığı için azarladı.

Ancak Batılı habercilik yanıltıcıdır. BBC'nin üst sıralarda yer vermesi, gerçekte olduğundan çok daha büyük ölçekli protestoları ima ediyor: Tıpkı 2019'da Hong Kong'daki ayaklanmalar geniş yer bulurken Fransa'daki Sarı Yeleklilere yönelik çok daha ciddi polis şiddetinin önemsiz gösterilmesi gibi, Çin'deki herhangi bir memnuniyetsizlik belirtisi de siyasi nedenlerle abartılıyor.

Çin gözlemcileri, protestolara daha geniş siyasi amaçlar atfedilmesinde yanlış çevirinin rolüne dikkat çekti: "jiefeng" (tecriti kaldırın) ifadesinin "jiefang" (özgürleştirin) olarak çevrilmesi ya da Sincan'daki Covid kısıtlamalarının gevşetilmesi çağrılarının, Batı'nın bölgedeki Çin baskısı iddialarını güçlendirmek için "Sincan'ı özgürleştirme" çağrıları olarak gösterilmesi.

Ayrıca büyük resme de bakmalıyız. Çin Covid-19'u etkili bir şekilde kontrol altına almış, salgınları hızlı yerel karantinalarla bastırmıştır. Sonuç milyonda 10.38'lik bir ölüm oranıdır.

İngiltere'deki oran ise milyonda 2.668,64. İngiliz vatandaşlarının Covid'den ölme olasılığı Çinlilere kıyasla 257 kat daha fazla. Bu eşitsizliğin çoğu yorumcu tarafından önemsizmiş gibi ele alınması, toplumumuzun savunmasız ve yaşlı insanların yaşamlarına ne kadar az değer verdiği hakkında hoş olmayan bir şeyler söylüyor.

Çin’in kısa süreli, hedefli karantina uygulamalarının sınırlı ekonomik etkisi, Batı’nın Çin’in GSYİH büyüme oranındaki yavaşlamayla ilgili çığırtkanlıkları tarafından gizleniyor.

Haber yorumları, daha yavaş büyümenin, Şi Cinping’in ne pahasına olursa olsun büyümeden, eşitsizliği sınırlayan ve çevreyi koruyan kalkınmaya doğru kayan vurgusunu yansıtan, Çin’in ekonomik planlamasının kasıtlı bir parçası olduğu gerçeğinden nadiren bahsediyor.

Propaganda olarak belirtilen bu hedefleri reddedenler, onların ciddi olduklarına dair elle tutulur kanıtları görmezden geliyorlar: Yalnızca ekonomik çıktıyı uzun vadede sürdürülebilirliğe feda etmeye hazır bir hükümet, vahşi yaşamın kurtulmasını sağlamak için geçen yıl Yangtze nehrinde 10 yıllık balıkçılık yasağı gibi bir politikayı yürürlüğe koyabilirdi. Yetkililer geçim kaynağı olarak Çin’in en büyük nehrinde balık tutmaya bel bağlayan 231.000 kişiye yeni istihdam yaratmaya milyarlar tahsis etmeyi önlem olarak görüyorlar.

Washington’da belirlenen yeni soğuk savaş çizgisini sadık bir şekilde harekete geçiren heyecanlı bir Batılı yorumcuya göre Pekin’in sıfır covid politikası paranoyak otoriterliğinin kanıtıdır.

Hükümet yaklaşımını defalarca uyarladı ve son protestolar daha fazla revizyona neden olabilir. Ancak gerçek şu ki, İngiltere ya da başka bir Batı ülkesiyle kıyaslandığında Çin'in stratejisi milyonlarca hayat kurtarmıştır. Bununla alay etmek ya da hükümetlerimizin sicilini bir şekilde üstün göstermek konusunda dikkatli olmalıyız.

Kaynak: https://socialistchina.org/2022/12/02/zero-covid-and-the-protests-in-china/

Çeviri: Gülsüm Emek Başaraner

]]>
atilla2005@gmail.com (Morning Star) Kürsü Sat, 03 Dec 2022 15:32:28 +0000
SALGIN PARALAKSI https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/component/k2/item/822-salgin-paralaksi https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/component/k2/item/822-salgin-paralaksi SALGIN PARALAKSI

Kapitalizmle yarışarak sosyalist olunmaz, kapitalizmle yarışan sosyalist değildir. Burada söz konusu olan bu bağlamda ütopya zafiyetidir.

Salgını “diğerlerinden” ayıran önemli özelliklerden birisi de sanırım metaforlarını daha hızlı üretmesi ve aynı hızda da tüketmeye başlaması! “Yüzyılın ilk büyük salgını” ya da “yüzyılın en önemli salgını” gibi aslında durumu minimalize eden söylem-haberler de bu tür sosyal üretim ve tüketim süreçlerini nitelemekten başka bir işe yaramadan unutulup gitmeye mahkûm gözüküyor. “İlk / büyük salgın” derken geçtiğimiz yirmi yılda dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan Ebola, Kolera vs. “yerel” salgınlar ve “yerel ölümler” hiçleşiyor; yine aynı yirmi yılda küresel etkisi ve azımsanmayacak mortalite oranlarına neden olan İnfluenza, H1N1, Domuz Gribi vs. salgınlar önemsizleştiriliyor. (Bu sene influenza tanısında ciddi bir düşüş olduğu söyleniyor; garip!) Kuşkusuz bu salgınlarda da ölen öldüğü ile kalmakta, salgından “etkilenenler” yoksul ve yoksun yaşamlarına devam etmekte; geride kalanlara ait somut bilgiler “ilk ve büyük” vs. sıfatları hak etmek için yeterli değil. İlk ve büyüklüğün ölçüsü “piyasanın” etkilenme niceliği ya da “piyasanın” duruma hazırlıklı olma, yanıt verme ya da durumu piyasalaştırma becerisi… Ve bir soru; kimler bu bağlamda piyasanın aracısı? Bu temel kabulün ve ön sorunun ardından yolumuza/yazımıza devam edelim.

 

Godot’yu Bekleyeni Beklerken

Kapitalizmle baş edebilmek için bir salgından medet ummak ütopya mı yoksa bir distopya beklentisi mi? Sol entelektüel yazının, bilgi ve fikir üretiminin en önemli başlıklarından birisini kapitalizmin neden olduğu çevre sorunları oluşturur. Genel kabulleniş kapitalizmin bir çevre felaketine neden olarak kendi sonu ile birlikte insanlığın da sonunu hazırladığı ve bu sürecin hızla ilerlediği şeklindedir. En geniş yelpazesiyle sol bu argümana sıkıca sarılmasına rağmen salgının şu an için gösterdiği, bu argümanın ya da beklentinin yeterince doğrulanmadığı ve böylesi bir durum için “Sol’un” etkin bir yanıt verme becerisinden yoksun olduğu… “Yeşiller” olayının kapitalizm tarafından üretilen bir yanıt olduğunu düşünüyorum.

Sol külliyatın temel başvuru kitaplarında kapitalizminin gelişme döneminde ortaya çıkan çevre sorununa değinilirken, beraberinde gelecek felaketlerin haberleri de veriliyordu. Kapitalizmin gelişme hızı, çizilen tablonun içselleştirilmesine neden olacak kadar yabancılaştırıcı potansiyel bir tehlikeyi de içeriyordu. Yaşamın her alanında insansızlaştırma ile güçlenen kapitalizm için “çevre” önemsiz bir ayrıntıydı. Tıpkı insanlığa ait olan diğer tüm değerler gibi. “Diğer” olmanın sınırı yoktu ve bu sınırsızlık kapitalizmin olası saldırı alanlarını da tanımlıyordu. Yüz elli yıl önceki saptamalar dikkate alınmamış ve kapitalizmin her alana her ana sinmiş kirlilikleri yaşamımızın doğal olmayan ancak bu haliyle gerçek olan bir parçası haline gelmiştir. İdeolojik eksenden uzak bakışlardan ya da insan karşıtı ideoloji sözcülerinden duyulan homurdanmalara karşı sorulan soru hep aynıdır: ‘Ne yani gelişmişlikten, kalkınmadan ve teknolojinin ya da kapitalizmin insanlara/insanlığa sunduğu nimetlerinden vaz mı geçilecekti?’

Sorun kapitalizmin ‘değerlerinin’ fetişe edilmesiydi, adı ‘kapitalist olmayan’ birçok ülke de onun yarattığı, üretim, çalışma, tüketme vb. değerleri fetişe ettiği için, insana ait olan kavramları kapitalizmin dilini kullanarak sözde yeniden tanımlıyormuş gibi göründüğü için insana ait olanla kimi zamanlarda çatışıyordu ve soruya verilen yanıt doğal olarak ‘vaz geçilmezliğini’ vurguluyordu. Kalkınma ile uyumlu bir çevre retoriği böylesine kapitalist ve devamında sosyalist bir retorik olarak kendini üretirken, “homurdanmanın ve homurdananların” bir kısmının bu ikili sistem içinde yeni adı da ‘yeşil” oldu.

Elde kalan, sistemi sorgulamak ya da ona karşı başkaldırmak yerine onun yarattıklarının düzeltilmesi için “savaşan”, ya da teslimiyetin veya korkaklığın ideolojisiyle uğraşan pasifize olmuş/ kısmen umutsuz, çoklukla da boş umutlara sahip yığınlardı. Nükleer vahşetin nedenini sorgulamadan ona karşı çıkanlar, orman katliamlarının kapitalizme sermaye akışına yaptığı katkıyı yok sayıp arka bahçelerindeki ağaçların budanmasına karşı mücadele verenlerin vb.nin gözü eylemlerin kolaycılığı ile boyanırken diğer taraftan da ‒sözde‒ demokratik ancak işlevsiz örgütlenme modellerinin cesaret ve özveri gerektirmeyen çekiciliği ile bu ideolojik deformasyonun dozu arttırılıyordu.

Güncel siyaset anlamında temel sorun ise gerçeklikten uzaklaşarak oluşturulan çevreci ideolojik argümanların kapitalizmle olan ilişkisidir. Burada ilişkinin temel belirleyeni ise bu bağlamda bilim fetişizasyonudur ve bu fetişleştirme COVİD-19 pandemi süreçlerinde bir tehlikeyi daha bir görünür kılmıştır…

Tekrarlarsak, yaşanan ya da yaşanması olası çevre felaketlerinin başlıca sorumlusunun kapitalizm olduğu iddiası genel olarak kabul görmektedir. Salgın diğer taraftan bir çevre felaketi olarak da değerlendirilebilir. Tabii ki kapitalizmden hiç de bağımsız olmayan bir anımsatma bu türden yazılarda ya da sunularda “vicdan muhasebesi” yapılmasına da aracılık eder; reel sosyalizm ve benzeri “farklı adlandırmalarla” yaşanan sosyalist deneyimi tanımlayarak yasak savanlar Çernobil’e –mecburen‒ değinmeden edemezler. Ancak çoklukla Aral’ı unuturlar. Dünyanın en büyük göllerinden birisini sosyalizm kurutmuştur (!). Burada konu dışı bir soruna değinerek bir öneri, naçizane bir öneri yapmak istiyorum: Aral’ı kurutanın ya da son on yıldır değil neredeyse elli yıldan bu yana çocukları boyalarla zehirleyenlerin (Çin!) sosyalist olduğuna ya da olmadığına açık sözlülükle karar verilmesi gerekmektedir. Lafazan kıvırtmalar ancak müritler için ikna edici olabilir. Her neyse…

Kapitalizmle yarışarak sosyalist olunmaz, kapitalizmle yarışan sosyalist değildir. Burada söz konusu olan bu bağlamda ütopya zafiyetidir. Kendini kapitalizmsiz tanımlamak, üretmek değil, kapitalizmin göreceliklerine bağlanmak, nüansları ölçü kabul etmek ‒ya da bu göreceli karşılaştırmalara mahkûm olmak‒ sürekli gerilemenin temel nedenlerinden birisini oluşturmaktadır.

Genel kabule sırtımızı yaslayalım: “Kapitalizm çevre sorunlarının / salgınların başlıca nedenidir.” Kabul. Aslında bu “kabul” büyük bir sorunun kapısını açıyor; o halde kapitalizm aşılmadan –çünkü görünen o ki onu aşabilecek bilgi ve bilgi deneyiminden yoksun insanlık‒, yok edilmeden –çünkü görünen o ki onu yok edebilecek bilgi ve bilgi gücünden yoksun insanlık‒ yok olmadan çevre sorunu artarak var olmaya devam edecektir.

Kapitalizmin kendi kendini yok edeceğine ikna olsak ya da olmuş gibi görünsek bile ya da “insanlık adına böyle bir umudumuz olsa bile” görünen o ki (“görünen”=tarih, deneyim) kapitalizm, yaşanan/yaşattığı kriz ve felaketleri aşmakta sosyalistlere göre daha becerikli ve daha bilgilidir! Bugün itibarıyla salgın “vahşi kapitalizm” için krizden çıkma aracı olarak değerlendirilmektedir.

Ve şu an için görünen o ki –ve insanlık adına “ne yazık ki”‒ kapitalizmin yok oluşunun, kapitalizmin küresel yok oluşunun ancak onun bizatihi neden olduğu / olacağı küresel büyük yıkımla gerçekleşeceğini söyleyebiliriz; en azından en güçlü olasılık ne yazık ki bu gibi gözüküyor. Bu, had safhada karamsar bir öngörümdür. Burada “kıyametçi” olarak anlaşılmak istemem. Şu anda görünen o ki –ve ne yazık ki‒ büyük bir yıkımın iyi bir ateşleyici olacağını düşünüyorum. Bu yıkımın olası nedenleri hakkında birçok görüşe sahibiz ve yenilerini de üretebiliriz ve hiç kuşku yok ki bunların hiçbiri artık bilimkurgu olmayacaktır: büyük bir salgın, nükleeri içeren bir savaş, kontrolden çıkmış genetik müdahale vs… belki de en önemlisi doğanın kendini yenilemesi ve kendi bulması; doğanın oto restorasyonu!

Bu bağlamda yapılması gerekenin, bu büyük yıkım ya da SON ile ilgili olasılık ve öngörü geliştirip hazırlık yapılması olduğunu söyleyebiliriz. Sosyalistlerin böyle bir vizyonu var mı bilmiyorum; çünkü onlar hâlâ yıkım öncesi devrimci kurtuluşa inanacak kadar iyimser ve körler. Kendi adıma iyimserliklerini ve körlüklerini paylaşmak isterdim! Ancak bu “körlük” kapitalizmin varlığının algılanması ile ilgili kimi sorunların ortaya çıkmasına neden olur, doğal olarak! Salgın sürecinde solun ürettiği ya da üretemediği bilgi ve sloganlar neredeyse bir teslimiyet belgesine dönüşmüştür.

Söz ettiğimiz bağlamda insanlığın kurtuluşunun bu yıkımdan geçtiğini düşündüğümü tekrarlamak istiyorum. Sorunun da bu yıkımın tanımlanıp sonrasına ait bilgi üretmekte olduğunu söylüyorum. Ancak bu distopya yeni bir dünyada kurtuluşa ait ütopyalara kapı açabilir! Buna, bu distopyaya sahip miyiz? Yanıtlanması gereken soru bu. Bence çevreyi/ekolojiyi kapitalizmle görecelilik üzerinden dert edinmiş sosyalistler de bu perspektifle ilgilenmeliler. Vakit geçirmeden, güncele takılıp güvenli sularda fazla oyalanmadan, debelenmeden ilgi alanlarını genişletmeliler.

Kapitalizmin ve var olan ve var olma olasılığı olan “ardıllarının” ve “eşdeğer izleyicilerinin” varlığın, süre giden varlığının bir gerçek olduğu ile yüzleşilmesi gerekiyor. Ekolojinin irdelenmesi belki de bu yüzleşme için fırsat olabilir. Küçük olasılıkla ancak…

Yüzleşilmesi gereken temel sorunlardan biri de var olan durum. Var olan durumun kanıksanması gerekiyor. Nüfusun kanıksanması gerekiyor, şehirlerin kanıksanması gerekiyor, teknolojinin kanıksanması gerekiyor… Vesaire ve vesaire ile bu bağlamda tanışmak, yüzleşmek gerekiyor. Hepsi var olan durumu, bugünü tanımlıyor. Bunlar kapitalizme ne kadar bağımlı ise aynı ölçüde kapitalizmden bağımsızlaşmış sorunlar; kalıcı sorunlar. Ne yazık ki bunları haklı reddediş bir çözüm üretmiyor. Bu haklı reddediş ancak son’la ilgili görmezliği, göremezliği öteliyor. Reddetmek ayrı bir mevzu…

Sahip olduğumuz bilgi, “insansız dünya”da doğanın kendini aslına uygun olarak üreteceği… Bunun olma olasılığının şartları peki?

Yanıt “distopya” olabilir mi?

 

Sloganların tutsaklığında

Şimdi güncel olana, sloganlarının eşliğinde yeni salgınımıza dönelim. İzleyebildiğim kadarıyla salgının küreselliğini (!) gösteren unsurlardan birisi de kullanılan dil ve yaklaşımın da küresel olması. Resmi söylemle Aralık 2019’da Çin’den başlamak üzere dünyaya yayılan ve Mart 2020’den itibaren de Türkiye’de görülmeye başlanan “hastalık” için farklı yerlerde, farklı zamanlarda aynı dilin kullanılmasının salgını farklı boyutlarda değerlendirmek için önemli olduğunu düşünüyorum.

Şaşırtıcı olan ise bu piyasa dilinin farklı ideolojiler tarafından aynı anlamlarda kullanılagelmesi. Bunun örneğini bizde olduğu gibi birçok ülkede de kullanılan sloganlarda (komut?) görüyoruz. Başlangıçta kullanılan ve en kısa sürede gerçekliğinin olmadığının farkına varılan “salgın eşitleyicidir” sloganıyla başlayalım. Evet –sosyal ve ekonomik durumu ne olursa olsun‒ tüm insanlar için salgın etmeniyle karşılaşıldığında hastalığa yakalanma durumu için bir eşitlik durumu söz konusu edilebilir; kaldı ki bunun için bile genelleme yapmak için yeterli kanıttan yoksunuz ve kanıt olmadan (tıbbi kanıt) laf/bilgi üretmek bu salgın sürecinin otorite oluşturmak için başlıca araçlarından olmuştur. Devamla; aksine insanlık tarihinde bilebildiğimiz hiçbir salgın eşitleyici değildir. Yoksul ve yoksun yaşamlar için, “alt” sınıflar için bu etkenin yıkıcı etkisinin çok daha fazla olduğunu dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen verilerle net olarak görebiliyoruz. Özetle her salgın etkeni gibi bu virüs de sınıfsal tercih yapar!

Öncelikli örneğimiz, tanı ve tedavi olanaklarına ulaşımdaki sınıfsal farklılıklar olarak verilebilir. Ancak aradan bunca zaman geçmesine rağmen “bilim” insanlarımızın ‒kanal kanal dolaşıp rating yapmaktan vakit ayıramamış oldukları düşünülebilir‒ bu bağlamda bir çalışmalarına henüz rastlayamadık.

Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” Bu sloganın ‒yerelde de sıkça kullanılmakla beraber‒ küresel ölçekte yaygın kullanılan bir tür dayatma sloganı olduğu düşünülmelidir; en son 11 Eylül’den sonra duymuştuk. Emperyalist hegemonyanın revize edildiği günlere aitti ve yapılacakları meşrulaştırıyordu. Bugün için de değişen bir şey yok; faşizmi, faşizan müdahaleleri meşrulaştıran bir söylemin özetidir. Bu söylem sadece ve sadece otoriteyi, faşizmi meşru kılar. Salgın bahane edilerek yapılacak manipülasyonları, müdahaleleri önceler.

Ve üstelik kapitalizm mutasyonda korona virüse göre daha beceriklidir ve bu slogan, krizden çıkma sürecinde yapılacakların sloganıdır.

Garip bir şekilde salgın sürecinin halkların gözünü açacağını ve “daha” sosyal bir devlet için onları harekete geçireceğini düşünenler de bu slogana sıkça başvurur oldular. Şu an itibariyle “halkların uyanışından” çok, gördüğümüz, kapitalizmin salgın koşullarından krizden çıkış için sonuna dek faydalanma eğiliminde ve eyleminde olduğu gerçeğidir. Ne yazık ki “salgın” bir devrimi önceleyecek kadar güçlü ve kapitalizm bu salgına yenilecek kadar zayıf değildir!

Her şeyin başı sağlık!” Ninelerimizin, dedelerimizin kanaatkâr, teslimiyetçi sözleri salgın günlerinde pek bir kıymetli oldu. Tıpkı önceki gibi; insana ait tüm tanımları hiçleştiren ve bu tanımı alabildiğine indirgeyen bir dil. İnsan sosyal ve politik bir varlıktır. İnsan kurduğu ilişkilerle, arkadaşlarıyla, kavgalarıyla, sokaklarıyla ancak var olabilen bir varlıktır. İnsanal varoluşun bütün gerekliliklerini reddeden, insanı sadece bedene indirgeyen bir söylem… İnsanı, pandemi günlerindeki davranış şekilleri incelendiğinde makarna yiyip televizyonda “dizi film” izleyip ara sıra da ellerini yıkayan ilkel bir yaratığa dönüştürüyor. Kapitalist için bundan iyisi can sağlığı!

Bilimin argümanlarının arkasına saklanarak salgından korunma amacıyla insana öğütlenenler insana yönelik bir pasifikasyon sürecini yeniden tanımlamaktadır. Kaldı ki, tekrarlıyorum, herhangi bir kanıttan yoksun “bilimsel dayatmalar”, bilimin salgınla mücadelede 19. yüzyıl yöntemlerinden başka ya da İspanyol Gribi günlerinden farklı bir “şey” önerememesinin üzerinde düşünülmesi gerekir.

Sağlık için evde kal.” “Sokağa çıkma” diyorlar. Uyum birçok otoriter rejimin işine gelen bir düzeyde! Ya bu slogana Sol’un ve solcu olduğunu iddia eden bilim insanlarının sonuna kadar biat etmelerine ne demeli? İnsanların önemli bir kısmının sağlıkları için evlerinden çıkması yasaklanırken işçi sınıfının sağlıksız koşullarda çalışmasına onay verilmesi pandemi piyasasının biçemini ve pandemi kapitalizminin düşünce yapısını gösteriyor. Burada asıl sorulması gereken ise örnek olsun koşulların bu kadar uygun olduğu bir zamanda, çalışmaya zorlanan (kölelik) emekçilerle neden bir genel grev örgütlenememiş olduğudur.

Biz bize yeteriz!” Üzerinde durmaya bile değmez.

Şaşırtıcı olan, sol söylemin bu sloganlara abartılı bir şekilde sahip çıkması… Anti-piyasacı / kapitalizm karşıtı karantina söyleminin ısrarla savunulmasının yanında hükümetlerin piyasa nedenli “kapatma” tedbirleri uygulamadaki kararsızlıkları, tepkisellik ve “muhalefet” ekseninde Sol’un kapatmayı savunmasına neden oldu. Soru şudur: Karantina 21. yüzyılda bir salgınla ya da bu salgınla, COVİD-19 ile mücadelede etkin bir yöntem midir?

COVİD-19/pandemi/karantina günlerini sol siyaset üzerinden düşünürken “Gezi” anılarım canlandı. Gezi sürecine ülke Sol’unun önemli bir kısmının hazırlıksız yakalandığını ve bu süreçle ilgili bilgi ve teori üretirken –ki bizim Sol’un en sevdiği iş!‒ yetersiz kaldıklarını, kafalarının iyice karıştığını görmüştük. Daha da kötüsü sokak konusundaki deneyimsizlikleri ve öngörüsüzlükleri de net bir şekilde ortaya çıkmıştı. Şaşırtıcı olan ise bu süreçte pencereden bakmaya, sokağa çıkmaya korkan onlarca “sol aydın” ortalık durulunca “Gezi” hakkındaki derin analizlerini sayfalar dolusu yazmakta beis görmemişlerdi. Benzer yargılarımı pandemi süreci için de dile getirmekte sakınca görmüyorum. Ekoloji, çevre vs. konularda oldukça çeviri kokan bilgi üretiminde zorlanmayan sol, gerçek ile karşılaşınca otoritenin biçemine saplanıp kaldı.

 

Bilimin Pirus Zaferi mi?

Kimi kayıtlara göre zamanının Avrupa nüfusunun yarısının ölümüne neden olan ya da Avrupa’yı sıfırlayan Veba Salgını –Kara Ölüm‒ günlerinde kilise ve kilise otoritesi altında çalışan bilim insanları / hekimler (kaldı ki bu kurgunun dışındakiler “cadı” olarak damgalanıp engizisyon tarafından ölüme mahkûm ediliyorlardı!) salgının nedenleri arasında Yahudileri, şeytana tapanları vs. gösteriyorlar ve bu nedenle de hastalık yıkımına bu bağlamda ilgili gruplara yönelik katliamlar eşlik ediyordu. Teşbihte hata olmaz derler; bazı az gelişmiş ülkelerde 65 yaş üstüne özel dışlayıcı bir karantina tedbirinin nasıl bir akıldan çıktığını sorgulamak gerekiyor; kalıcı sonuçları hiç düşünülmemiş. Yetkililer bütün kararların bilim insanlarından oluşan bilim kurulunun önerileri doğrultusunda alındığını söylüyor. Öyleyse sorumuzun muhatabını da bilim insanları ya da bilim kurulları oluşturmakta.

Tekrar sol (muhalif?) yazına dönersek küresel ölçekte hükümetler “salgını siyasete ya da piyasaya alet etmekle” suçlanır; sanırım kimsenin buna bir diyeceği yok. O halde bu söylemi “salgında siyasete alet olmak” şeklinde ters çevirip güncel örneklerimizle yanıt bulmaya çalışalım.

Bugün itibariyle tıp eğitiminin ilk sunularından birisini “tıpta kanıt kavramı” sunumu oluşturur. “Tıpta kanıt” küresel ölçekte yüzbinlerce olgu üzerinde denenmiş, gözlemlenmiş, doğrulanmış çalışmaların sonucu olarak tanımlanabilir. (Diğer taraftan bu tanım bilim açısından o gün için geçerlidir.) Özetle kanıtlanmamış hiçbir bilgi herhangi bir sonuç genellemesi ya da vargı için kullanılamaz, geçerliliği yoktur, kesinliği tartışılır. Salgın bu yaklaşımın bizzat bilim dünyası / bilim insanları tarafından nasıl tersyüz edildiğinin çok sayıda örneğinin ortaya çıkmasına aracılık etmiştir. Çok farklı "dünya görüşüne sahip" olan "bilim insanları" tarafından oluşturulan "bilim kurulu" kararlarını örneklemeye geçmeden, birçok örnekte emperyalizmin sözcülüğüne soyunduğunu bildiğimiz (Suriye’de kimyasal silah kullanıldığı iddiaları) WHO/DSÖ’nün (Dünya Sağlık Örgütü) en basit konulardaki yaklaşımını anımsayalım: maske takıp takmama kararsızlığının neredeyse bir ay sürdüğünü, tedavi konusundaki yalpalamalarını, çelişkili açıklamalarını, bazı ilaçları (örneğin ibuprofen grubu eski ve “ucuz” ilaçlar) zararlı ilan etmesini ve neredeyse her kararını 5-6 hafta sonra değiştirmesini anımsayalım… Sonuç olarak bilim insanları henüz hastalık-etken-salgın hakkında çok az şey biliyorken ya da hiçbir şey bilmiyorken, yukarıda sözünü ettiğim türden bir kanıt yokken, görüşlerini ve önerilerini bir dayatma olarak tekrar tekrar sunmalarının ancak politik olarak değerlendirilebileceği düşünülmelidir. Hiçbir tıbbi kanıta dayanmayan öngörü ve önerileriyle konu bağlamında mistifikasyon oluşmasının aracısı değil midir bu kuruluş? Bu şekilde bilim bir dezenformasyon aracına dönüşmüş, bir taraftan otoritenin işlevlerini meşrulaştırırken diğer taraftan da salgının suçlusunun doğrudan doğruya insan ilan edilmesini sağlamıştır. (Elini yıkamazsan, sosyal hayatına devam edersen, maske takmazsan vs. önerilerimi yapmaz, yasaklarıma/kısıtlamalarıma uymazsan hasta olursun, bak bilim böyle söylüyor!) Hastalık “dünyanın genel halinin” bir sonucu olmaktan çıkarılarak insanın suçuna dönüştürülmek istenmektedir. Son iki ayda daha da artan bir şekilde otoritenin ve piyasanın dili, bilim insanları aracılığıyla kitaba uygun hale getirilmedi mi? Evet bu haliyle bilim kurulları, “kitapları” kendi dünyalarına göre yorumlayan/okuyan Ortaçağ papazlarından ne kadar farklı?

Otoritenin doğasındandır salgını siyasete alet etmek... Peki, alet olmak bilimin doğasında var mı?

Aynı DSÖ’nün çelişkili yaklaşımlarında ya da açıklamalarında olduğu gibi bilim insanlarının 10-15 günde bir değişen çelişkili ifadeleri/yaklaşımları; günler geceler boyu söz alan ve medya aracılığı ile insanların dünyasını işgal edenler, kanıta dayalı doğrularla kitleleri bilgilendirmek yerine saatler boyu insanlara el yıkamayı öğretirken sergilenen tavır tarihe kibrin en vahşi örneği olarak geçiyordu. (Birisi yirmi saniye el yıkamaktan bahsediyor, diğeri giysilerin saatlerce doksan derecede yıkanmasını öğütlüyor, üçüncüsü ise virüsün giysiyle taşınmayacağını havalandırmanın yeterli olacağını beyan ediyordu. Ve bunların tümü aynı zaman aralığında aynı platformda bilim adına işlenen suçlardı! Maske konusunda da benzer tartışma 3 ay devam etti.) Geçen bunca zamanın ardından bilim insanlarının gele gele geldikleri nokta yeniden maske ve "sosyal mesafe"! Bu arada bilim insanlarımızın bilim argümanlarına yeterince sahip olmadıklarını da gördük. Sosyal mesafe yanlış bir tanımlamadır; sınıflar, kastlar, statüler, kültürler arası "uzaklığı/yakınlığı" tanımlar. Tehlikeli bir tanımdır! Bir ara not olarak kayıt düşmek isterim.

Bilim insanı olarak kitlelere mesaj verme ya da onları yönlendirme hakkını kendinde görüyorsan ya da sana böyle bir görev verildiyse en azından kullanılan dil konusunda daha dikkatli olmalısın. Tabii eğer bu bilinçli bir tercih değilse? Sosyoloji ya da antropolojinin diline uzaklığı bağışladık diyelim ya kendi alanlarıyla doğrudan ilgili olabilecek konularda artık gözle görülen “bilimsel suskunluğa” ne demeli. Kinizmin post modern hali! Üç hafta, dört hafta kayıtsız şartsız karantina ya da sonuçları düşünülmeksizin akla hayale gelmeyecek yasaklar üreten/öneren bilim insanları sonra birden bire toplumların yaşamında ekonomik boyutun da olmazsa olmaz olduğunun farkına varıp ‒vardırılıp‒ piyasa kurallarına göre yeni şartların ve dayatmaların arayışlarını dillendirmeye başladılar. Bir kısmı sessiz kalsa da bilim söz konusu ise sessizlik bağışlanamaz.

Benzer suskunluk hali daha kuvvetli olarak hastalık süreci ve bu sürecin istatistiksel/sayısal değerlendirilmesinde de mevcut. Seçim ya da herhangi bir spor müsabakası sonuçlarını izler gibi izlettirilen sayılar arasındaki çelişkiler, ölüm ve tanı sayılarına güvensizlik, tanı algoritmalarındaki yetersizlik vs. sonuçlar otoritenin komutasındaki bilimci suskunluğu konusunda haklı kaygı ve şüphelerin oluşmasına neden oluyor. Özetle “etik sorunlar” başlığı altında da tartışılacak bir sürece şahit oluyoruz.

 

Biyopsikososyal…

Hastaya çok yönlü yaklaşımı öneren bir model. Özetle “hastalık yoktur hasta vardır” der. Son olarak burada bu model üzerinden pandemi sürecinin “hastada” ya da “hastalanmadan hasta olabileceği iddiasıyla hasta kabul edilen bireyde” yaptığı ve söylemine rağmen “bilimin” pek önemsemediği tahribatı kısaca örneklemek istiyorum.

Salgın, kapitalizmi/piyasayı hazırlıksız yakaladı diyebiliriz. Sorun, elde pazarlayacak etkin ilaç ve aşının olmamasıydı. Ve bu nedenle bolca komplo teorilerine de neden oldu. (Komploculuğun bireyi ve örgütü hiçleştiren manipülatif bir araç olduğunu düşünürüm.) Hastalık topluma –anlayabilene‒ kapitalist sağlık sisteminin tam anlamıyla iflasını da örnekledi. Tedavi olunamıyordu, bilimsel yöntemlerle korunmak zordu. Destekleyici tedaviye ulaşmak alabildiğine zordu. Destekleyici tedavi yetersiz ya da edinilmesi masraflı olabiliyordu. Diğer taraftan tedavi olanaklarının piyasa açısından verimli getirisi olmadığından arz sorunu yaşanıyordu ve arz sorunu hekimleri trajik örneklerini çokça duyduğumuz tercihlere zorluyordu. Bunların üstüne yukarıda da söz ettiğimiz tutarsız, çelişik ve rasyonelliği, uygulanabilirliği ve hatta gerçekliği sorgulanabilir uyarılar, “bilimsel açıklamalar”, kısıtlamalar art arda gelince ve bu bombardıman bilinçli ya da bilinçsiz kitlesel psişik çöküşün kapısını aralayınca toplumda bilime olan güvenin sanıldığının aksine derin yara aldığı düşünülebilir.

Yaşlılara yapılan pozitif ayrımcılık görüntüsü, karantina/koruyuculuk başlığı altında yapılan “dışlama” tümüyle negatif sonuçlara yol açtı. Ardından gençlere-çocuklara kısıtlama getirildi. Ancak piyasanın ve siyasilerin yaşlılar için dediği şu idi: yaşlılar evlerinde otursun, çalışanlar aracılığıyla oturdukları yerde virüs ile karşılaşsın! Çünkü asgaride de olsa yaşayabilmeleri için çalışabileceklerin uygunsuz koşullarda da olsa çalışması piyasanın sürdürülebilirliği için önemliydi. Gençler için ise; “sınavlarda bir araya gelerek virüsle tanışabilirsiniz” ve ardından “yaşasın turizm sektörü”.

Sokağa çıkma kısıtlamalarının olduğu günlerden birinde ulusal yayın yapan “ana akım” televizyon kanallarından birinde bir bilim kurulu üyesi, şimdi yanlış okumuş olduğunuzu düşünebilirsiniz, bulaşıdan korunmak için asansör düğmelerine parmağımızla değil de dirseğimizle nasıl basmalıyız başlıklı 6 dakika süren bir konuşma yaptı!

400-500 metre karelik rezidanslarında oturan, 3-4 asgari ücrete karşılık gelen takım elbiseleriyle –her televizyona çıkışta değişik olmak kaydıyla!‒ sunum yapan bir başka bilim insanı önce “sosyal mesafeden” söz etti ve ardından vücut direncimizin korunması için nasıl beslenmemiz gerektiğine dair örnekler vermeye başladı; ismini dahi bilmediğimiz gıda takviyeleri… Bunun adını net olarak söyleyelim: küstahlık! Yayına bir emekçi bağlandı 60 metre karelik evinde 5 kişi yaşadıklarını ve o an itibariyle evdeki toplam paranın 28 TL olduğunu söyledi. Reklama bağlandılar…

Olumsuz dil, akılcı olmayan söylemlerle psikolojik olarak çökertilen bireyin sosyal dayanakları da aynı söylemlerle imha edildi. Sosyal zafiyete neden olan bilgi kirliliğinin yakın zamanda tahmin edilemeyen sorunlara yol açabileceğini kimse dile getirmedi. “İnsandan kaçmanın” bir davranış biçimine dönüştürülmesinin “sosyal hayat” denilen bir araya gelişlerde, gerekse de bireyler arası ilişkilerde tamiri zor kırılmalara neden olduğunu bolca gözlemlediğimi dile getirmek istiyorum. İnsanal açıdan her zaman karşısında durmamız gereken dijital iletişim yan yana oturup sohbetin yerini almak üzere. Umarım yanılıyorumdur.

Yerkabuğundan bakan bir göz ile…

 

 

]]>
atilla2005@gmail.com (T. Tansel Tankurt) Kürsü Fri, 11 Sep 2020 07:45:50 +0000