Cohen Bize Dil Hakkında Ne Söyler?

Bugün yükselen üçüncü dalga feminizm gibi hareketlerin dil merkezli siyaseti, Marksizmi, dünyayı anlamlandırmak için geliştirdiği kavram setleri ve örüntüleri içinde dilin yerini belirginleştirmeye zorluyor. Güncel tartışmaları takip eden herkes için söz konusu hareketlerle Marksizm arasındaki ilişkinin çok gerilimli bir noktasını dil meselesinin oluşturduğu açıktır. Doğrudan söylemek gerekirse, Marksizm, eleştirdiği hareketlere, dilin onların kavramsallaştırmasını da aşan bir formülünü sunmamakta, bu da, Marksizmin bütünsel açıklayıcılık iddiasını zedelemekte ve siyaseten ezilenlerin mücadelesinin götürücüsü olma iddiasının gölgelendiği izlenimi yaratmaktadır. Bize kalırsa, Marksizm açısından söz konusu olan, teorinin dil bakımından ilerletilmemesinden ibarettir. Bu yazı, Marksizmin yükselen siyasi hareketlere duyarsız kalamayacağı inancıyla, dilin Marksist kavramsallaştırmasını belirginleştirmek, bu kavramsallaştırmanın feminist ve kuir (queer) hareketler için siyaseten daha uygun bir kavrayışın anahtarı olduğunu göstermek için kaleme alındı. Yazı boyunca dille ilgili olarak giriştiğimiz çaba, bu dergide daha önce de ifade edildiği üzere “maddenin düzeyleri arasında belirleme ilişkileri ve örüntüler geliştirmek”[1] şeklinde tanımlanabilir. Ancak, sözü edilen yazıdan farklı olarak, bize kalırsa dilin materyal varlığını keşfetmek için bu örüntü ve belirleme ilişkilerinin daha derinlerine inmek gerekecektir. Biz bu yazıda Cohen’den faydalanarak dilin bir üretici güç olduğunu iddia edeceğiz ve bu kabulle, dilin siyasetle ilişkisini belirlemek üzere, üretici güçlerin toplumsal düzeyle ilişkisine yönelik tartışmaları takip edeceğiz.

Yazının genel çerçevesini, dili maddenin çeşitli düzeyleri bakımından katetmemize imkân vermesini umduğumuz, birbiri üzerine eklenerek devam eden dört temel tartışmanın belirleyeceğini söyleyebiliriz. Bunlardan ilki Marksizm içindeki dil tartışmalarını takip etmeyi hedefliyor. Bu tartışmalar bize Marksizmin dille kurduğu teorik ilişkinin sorunlu ve çelişkili yanlarını gösterecek hiç şüphesiz. Ancak bunlar bizi, kendi savlarımızı oluşturmak ve ifade etmeye dönük verimli bir arkaplan oluşturdukları için ve kadarıyla ilgilendiriyor. İkinci aşamada ise, uğraştığımız çelişkilere tatmin edici bir açıklama getirebilmek için maddenin düzeyleri bakımından daha derinlere inmemiz gerektiği düşüncesiyle, yukarıda da belirtildiği gibi, Cohen’in tezlerinden yararlanarak dili “bir üretici güç olarak” tartışacağız. Bu tartışma Cohen’in üretici güçler tanımlamasının dile uygulandığında onu her yönüyle ifade edebilmek bakımından ne ölçülerde başarılı olduğunun yahut hangi noktalarda eksik kaldığının kapsamlı bir değerlendirmesini gerektirir. Bu noktada, ilk aşamada, Marksizm içi dil tartışmalarının açtığımız ve geliştirdiğimiz sorunları, savlarımızı açıklayıcılıkları bakımından kendinden öncekilerle kıyaslama fırsatı da sağlayacak. Üçüncü bölümde özellikle Lacan’la en bütünlüklü görüntüsünü kazanan yapısalcı dil teorileri üzerine bir tartışma yürütmek istiyoruz. Bu tartışmanın, geliştirmeye çalıştığımız savların asıl problematiğini netleştirmek ve gerçek önemini göstermek bakımından zorunlu/gerekli olduğunu düşünüyoruz. Son olarak, Cohen’in üretici güçler ve üretim ilişkileri üzerine yürüttüğü tartışmalardan yararlanarak, dile yönelik daha geniş açılı bir bakış kazanmaya çalışacağız. Bu tartışmanın bize, dilin siyasetle ilişkisindeki imkânlar ve kısıtlarla ilgili olarak nirengi noktaları sunmasını amaçlıyoruz.

I

Bu bölümde, Marksizm içi dil tartışmalarının, uygun kavram setleri devreye sokulamadığı için teorik bakımdan ilerleyemediği savımızı açacak ve geliştireceğiz. Marksizm içinde dil tartışmalarını ilerletebilecek, maddenin belirlenim ilişkilerine dair daha yapılandırılmış örüntüler ve kavram setleri sunan teorik tartışmalar ancak 20. yüzyılın ortalarında kendilerini ortaya koyabildiler ve bu, Marksizm içi dil tartışmalarının âtıl kalmasına ve dahası Marksistlerin bu alanı neredeyse terk etmesine yol açtı. Marksizm içinde yürütülen dil tartışmalarının teorik kısıtlarının doğru tahlilinin tartışmayı ilerletmek için zihin açıcı olacağına inanıyoruz. Bu bakımdan önce Stalin’in 1950 yılında Pravda’da yayınladığı ve Marksizm içi dil tartışmalarının köşe taşlarından biri olan yazısını tartışacağız. Daha sonra, Tomsic ve Lecercle’in Stalin’in dil teorisine yönelik eleştirilerinden faydalanarak tartışmayı genişleteceğiz. Böylece bir taraftan dilin ontolojik varlığıyla ilgili anlayışımızı yapılandırmayı öbür taraftan ise oluşmakta olan yapının ifade edilişi bakımından sözünü ettiğimiz teorik girişimlerin kısıtlarını göstermeyi amaçlıyoruz.

Sovyetler Birliği, çok kültürlü ve çok dilli bir ülke olmakla partiyi dille ilgili politik pratikler bakımından aktif bir tutum almaya zorladı. Sovyetler ilk dönemlerinde yerel dilleri geliştirmek yönünde kapsamlı ve geniş bir politika izlediler. Yerel dillerde eğitim veriliyor, yazı dili olmayanların yazıyı kullanmaları teşvik ediliyor, gelişme fırsatı bulamamış dillerin standardize edilmeleri için uzmanlar fonlanıyor ve görevlendiriliyor, yerel dillerde yayıncılık faaliyetleri destekleniyordu. Bu dönemde kamusal alana sunulan parti bildirileri 100’ün üzerinde dile çevrildi ve basıldı. Ancak bu manzara 1930’ların sonlarında değişti. Lingua Franca olarak kabul edilen Rusça, eğitimde zorunlu hale getirildi. Devletin yerel dillere yönelik desteği ortadan kalkınca Rusça dışındaki yayınlar gözle görülür şekilde azaldı.[2] Ancak, Sovyetler’in dile yönelik teorik bakışı, dili bir araç olarak kabul etmekle görünüşün aksine bir kopuş değil devamlılık sergilemektedir. Lenin “Kapitalizm geliştikçe, ekonomik etkinliklerin gereklerinin, farklı milletleri ticari ilişkiler için en uygun dili öğrenmeye iteceğini”[3] yazıyordu ancak kapitalizm Rusya’da henüz gelişmemişti. Devrimden sonra parti geri kalmış ulusları kalkındırmak ve ideolojik dönüşümü hızlandırmak için, “Yahudi veya Tatar bir işçinin entelektüel becerilerinin bütünüyle gelişiminin ancak anadili ile sağlanabileceği”[4] inancıyla, yerel dilleri geliştirmek yoluna gitti. 1930’lara gelindiğinde ise hızlı bir endüstrileşme ve kentleşme dalgası Sovyetler Birliği için manzarayı tümden değiştirmişti.[5]

1950’lere gelindiğinde Stalin açısından dile ilişkin ‒daha çok onun iletişimsel yönüyle ilgilenen‒ teorik tutum bakımından pek bir değişiklik yok gibidir. Stalin, dil hakkında Pravda gazetesinde devam etmekte olan tartışmalara dahil olarak kendi dil teorisinin temel hatlarını belirtir.[6] Ona göre dil ne bir üst yapıdır ne de sınıfsal bir karakteri vardır. Stalin, ilk tezini desteklemek için, bütün tarihsel değişimlere ve devrime rağmen, Puşkin’le neredeyse aynı gramer yapısındaki dili konuşuyor oldukları örneğini verir. İkinci önermesi için ise Stalin dilin tüm sınıflar için geçerli olan iletişimsel işlevini vurgular. Burada, bizi ilgilendiren teorik sorunları yapılandırmak üzere Stalin’in düşüncesini katetmekte katkı sunacağı düşüncesiyle, ona yöneltilen iki eleştireden bahsedeceğiz. Bunlardan ilkinin açıkça ve kesin olarak Stalin’e karşı cephe aldığını, ikincisinin ise onunla daha analitik bir soruşturmanın nesnesi olarak ilişki kurduğunu söyleyebiliriz.

İncelemek istediğimiz ilk eleştirinin sahibi olan ve Lacan’dan ve yapısalcı gelenekten beslenen Tomsic, Stalin’e yönelttiği eleştirilerini “Stalin ve Materyalist Dilbilim Sorunu” adlı çalışmasında iki başlık halinde toparlar. Bunlardan ilki, Stalin’in dili bir iletişim aracı olarak kurgulamakla ona ilişkin olarak ulus ve insanı devreye soktuğu ve yapısalcı dilbilimin gerçekleştirdiği anti-hümanist devrimi tersine çevirdiği şeklindeki bir tartışmayı içerir.[7] Tomsic, devamla, Saussure’ün kavramı ve dilbilimi izole etmekle epistemolojik bakımdan bir kopuşu mümkün kıldığını, onun dilbilimin Galileo’su olduğunu ilan eder. Gerçekten de en büyük teorik atılımını Lacan’la gerçekleştiren yapısalcı dilbilim için, dili yalıtık bir nesne olarak ele almak karakteristik ve metodolojik bir belirleyendir. Ancak dili anti-hümanist bir yapı olarak inşa etmekte kronolojik bakımdan devrim niteliğinde olan bu girişim, insan-dille ilişkisini soruşturmak niyetindeki her girişimin ancak ”insan merkezli” bir konumdan olabileceğini varsayar. Lacan’ın Saussure’e yaptığı müdahaleyle epistemolojik düzlemde gibi görünen bu yalıtıklık hali, ontolojik düzleme kayar, onu maddenin belirleme örüntülerine ilişkin tam teşekküllü bir araştırmaya kapatmakla şekilsiz bir garabete dönüştürür, dile ilişkin olarak pratik bakımdan uygun bir kavrayış geliştirme ihtimalini sıfırlar.[8] Yapısalcı dilbilimcilerin bu hayatî hatasının izlerini bugün dil merkezli siyaset teorilerinde de sürmek mümkündür ancak bu konuyu bu yazının sonraki bölümlerinde tartışılmak üzere şimdilik burada bırakacağız. Tomsic’in Stalin’e yönelttiği eleştirilerin ikincisi ise onun dili bir üretim olarak düşünmediği şeklindedir. Stalin’in dili ne altyapı ne üstyapıda konumlandırarak ona bir çeşit aşkınlık atfettiğini ve böylece onun üretimle ilişkisini kestiğini yazar.[9] Burada Tomsic’in dilin iletişimsel işlevine dair bir itiraz ve yorum geliştirmediğini not etmeliyiz. Bu nokta, bizim açımızdan, dilin hem bir araç hem bir üretim etkinliği olmakla gösterdiği çelişkiyi ortaya koyması bakımından ilerletici bir momenttir.

Stalin’e yönelik eleştirilerin ikincisi olarak incelemek istediğimiz çalışma aslında J. J. Lecercle tarafından kaleme alınan A Marxist Philosophy of Language başlıklı kitaptan bir bölümdür. Lecercle dili Althusser’in yapısalcı tezlerinden faydalanarak, onu tarihsel değişimin tek ve bütün halindeki bir nesnesi değil, farklı katmanları farklı gelişim hızları gösteren çok katmanlı bir yapı şeklinde betimler ve tezini dilin sözcük dağarcığıyla semantik yapısının değişim hızlarındaki farka işaret ederek örnekler.[10] Lecercle’ın eleştirisinin, Stalin’in (1) dil teorisiyle kurduğu konjonktürel ilişkiyi anlamlandırmak ve (2) içinde olduğu teorik açmazları göstermek bakımlarından iki özgün katkısı olmuştur. Lecercle Stalin’in dil teorisinin açıkça konjonktürel bileşenleri olduğunu dolayısıyla teorisinin ancak yazının kaleme alındığı dönemin dil ve milliyetçilik politikalarının katedildiği tarihsel bir analiziyle kavranabileceğini iddia eder.[11] Bu bakımdan, yukarıda da açıklandığı gibi, Sovyetler’in dile ilişkin politikalarının milliyetçilik tartışmalarıyla ilintili olarak pragmatik bir bağlamda gelişmiş olması, Stalin’in dili bir araç olarak tartışmasıyla örtüşür görünmektedir. Bu durumun, Lecercle’in geliştirmekte olduğu, aşağıda açıklayacağımız dil teorisi bakımından destekleyici olduğu düşünülebilir: artık siyasi konjonktür de dilin çok katmanlı yapısına dahil olmuştur. Lecercle’in eleştirilerinin ikincisi, Stalin’in dili insan ve doğa arasında antropolojik bir doğrudan ilişki olarak koyduğu[12] ve bunun, Stalin’in klasik bir altyapı-üstyapı kavramsallaştırmasına bağlı kalmasından kaynaklandığı[13] savıdır. Böylece Lecercle, Stalin’in dilin iç çelişkilerini gördüğü ancak yine de “dilin bir araç olduğu” şeklindeki geleneksel teorinin alanında kaldığı tespitleriyle eleştirisini tamamlar.[14]

Lecercle nesnesini (Stalin’in dil teorisi) konjonktürel ve yapısal bir analize tabi tutmakla maddi bakımdan daha yapılandırılmış bir dil nosyonuna ulaşıyor görünmektedir ancak öte yandan onun girişimi ortaya çıkarmaya uğraştığımız teorik kısıtların en önemlilerinden birini imler. Bu bakımdan bu noktada onun dil teorisini kısaca özetlemek uygun olacaktır. Lecercle teorisini, “dilin praksisin bir biçimi olduğu” ana teziyle “onun çağrılma [interpellation] yoluyla özneleşmenin [subjectivation] alanı olduğu” sonuç tezi arasına yerleştirir.[15] Lecercle, ana tezinin, dile ilişkin görüş açımızı, süreç (1), sosyal etkileşim (2), tarih (3), bütünlük (4) ve güç ilişkileri (5) bakımlarından değiştirmek anlamına geldiğini belirtir ve çalışmasının geri kalanında önerdiği şekilde bir analize girişir.[16] Bizim açımızdan bu formülasyonda önemli olan şey, onun farklı katmanları ortaya koyma bakımından değil ama bunların arasındaki maddi örüntüleri kurma açısından oldukça fakir olmasıdır.

Buraya kadar madde düzeyleri arasındaki dikey ve yatay belirleme ilişki örüntülerinin katedilmesi gerekliliğine birkaç kez değindik. Bölümün sonuna yaklaşırken bu noktanın biraz daha netleştirilmesi gerektiğine inanıyoruz. İlişkilendiğimiz kompleks bütüne maddenin farklı düzeyleri arasındaki belirleme ilişkilerinin örüntüsü içinden bakmak onu anlamlandırılabilir, katedilebilir hâle dönüştürür. Uygun politika, ancak bu örüntülerin uygun şekilde katedilmiş olmasıyla mümkün olabilir. Maddeye bu şekilde bakmak pratik açıdan reflekslerimizi güçlendirir, odaklanma becerimizi arttırır, doğru araçları ve eylemleri devreye sokmamızı sağlar. Bugün, dil merkezli bir siyasetin imkânsızlıklarını ancak bu belirleme ilişkilerini aşikâr kılarak gösterebiliriz. Aynı şekilde dilin politik bakımdan anlamını ve kuvvetini de ancak bu şekilde ortaya koyabiliriz.

Yürüttüğümüz tartışmalardan yararlanarak artık dile ilişkin olarak daha net bir görüntü elde etmiş olduğumuzu söyleyebiliriz. Buna göre dil hem bir enstrümandır hem de üretime ilişkin, toplumsal dolayımı içindeki bir maddedir. Dili betimlemek isteyen bir teorik girişim, onun için bu işlevlerin her ikisini de gerçekleştirebileceği bir madde formu önermelidir ve bu madde, belirleme ilişkileri içinde gösterilmelidir.

II

Cohen bize doğrudan sınırları belirlenmiş, kapalı bir üretici güçler tanımı veya listesi vermez. Yaptığı işlem, daha ziyade üretim ilişkilerini, iktisadi veya toplumsal yapıyı katederek üretici güçlere, onun niteliklerine ya da işleyişine dair çıkarımlar yapmak; bu çıkarımları kullanarak bazı genellemelere ulaşmak ve gerekli durumlarda bu genellemelerden yararlanmak şeklinde açıklanabilir. Üretici güçle ilişkisini onu doğrudan yalıtık bir araştırma nesnesi olarak alarak değil, bütünü oluşturan ilişkileri katederek ona ulaşmak şeklinde kurar. Böylece üretici güç tanımının doğruluğu, nesnenin kendisiyle örtüşmesiyle değil bütünün geri kalanıyla kurduğu ilişkilerin tutarlılığıyla değerlendirilir. Bu yöntem, ilk bakışta bizim açımızdan dezavantajlıdır: dili bir üretici güç olarak düşünmek için daha dolaylı bir yoldan gitmek gerekecektir. Ancak nihai olarak bu işlemin, daha yapılandırılmış, belirleme örüntüleri gösterilmiş ve dahası bazı bakımlardan teyit edilmiş bir sonuç verdiği görülür. Aşağıda Cohen’in üretici güçlerle ilgili tartışmalarının basit bir taslağını bulacağız. Bu tartışmalar, bize, bir üretici güç olarak dilin bütünün geri kalanıyla tutarlı ilişkiler kurup kurmadığını değerlendirme imkânı verir. Cohen’in yöntemine sadık kalırsak, sonuç olarak ilişkilerin tutarlı olup olmaması, dilin bir üretici güç olduğu savını teyit edecek veya yanlışlayacaktır.

Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur.”

Kitabının üretici güçlere ayırdığı ikinci bölümüne Cohen, “üretici güçlerin ekonomik yapının temel karakteristiğinin belirlenmesi bağlamında tanıtmanın uygun olacağı” ifadesiyle başlar ve Marx’tan yukarıdaki paragrafı alıntılar.[17] Cohen’e göre bu paragraftan üç çıkarım yapılabilir: üretici güçler, iki nesne arasındaki bir ilişkiye değil bir nesnenin kendinde taşıdığı bir niteliğe işaret eder (1), üretim ilişkileri belli bir gelişme düzeyindeki üretici güçlere karşılık gelir (2) ve üretim ilişkileri karakteristik olarak ekonomik iken üretici güçler değildir (3). Cohen üretici güçlere ilişkin fikir ayrılıklarının, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki tekabüliyet ilişkisinin birincisine açıklayıcı bir öncelik verip vermemesiyle ilişkili olduğunu, ancak “tekabül etmek” fiilinin, hangi anlama geliyor olursa olsun, kesin olarak birincisinin ikincisi içinde yer almadığını imlediğini yazar.[18] Üretici güçlerin önceliğini kabul eden Cohen teknolojik determinist bir okuma önermektedir. O halde önermeyi belirginleştirmek gerekirse, Cohen üretim ilişkilerinin, belli gelişme düzeyindeki maddi güçler tarafından belirlendiğini öne sürmektedir. Ancak dilin komplike işleyişini ifade edebilmek için, daha yapılandırılmış bir görüntü elde etmek üzere, Cohen’in üretici güçler, üretim ilişkileri, iktisadi yapı ve üst yapıya ilişkin şematik örüntüsünde biraz daha yol almamız gerekiyor.[19] Bunun için Cohen ilk olarak “temel oluşturmak” ifadesinin iki anlamı arasındaki farkı somutlaştırmaya girişir. Buna göre B’nin temeli olan A, evin temeli örneğindeki gibi, onun bir parçası olabilir (birinci anlamıyla), ya da heykel ile kaide arasındaki ilişkideki gibi, onun dışındaki bir varlığa işaret edebilir (ikinci anlamıyla).[20] Buna göre üretici güçler kelimenin ikinci anlamıyla üretim ilişkilerinin temelini oluştururken, ekonomik yapı kelimenin birinci anlamıyla üstyapının temelidir. Bu noktada Cohen, ekonomik yapının üstyapının hem bir parçası hem temeli olduğu şeklindeki önermesini şemalandırmak için, üstyapı ve altyapı arasındaki ilişkinin “süreçleri” ikiye bölmek zorunda olmadığını ve ekonomik yapının yapı olmakla bir süreçten çok ilişkiye işaret ettiğini söyler. Ekonomik yapıyı altyapı yapan şey onun bir ilişki olmasıdır çünkü bir süreçtense bir ilişkinin altyapıyı meydana getirmiş olması daha mümkün ve rasyoneldir.

Cohen bu genel şemayı oluşturduktan sonra üretici güçleri göstermek için üretim ilişkilerinden faydalanır: üretim ilişkileri bir kişi (veya kişiler) ve başka bir kişi (veya kişiler) ya da bir kişi (veya kişiler) ve bir üretici güç (veya üretici güçler) arasında kurulabilir. Daha sonra üretici güçleri kataloglamaya girişir. Kataloğun ilk üyeleri, Marx’ın teorisinde üretim etkinliğiyle ilişkili olarak anılan bileşenlerin üretici güçler olarak tasniflenmesiyle elde edilir: üretim araçları [instruments of production], üretim aracıları [means of production] ve iş gücü (labour).[21] Bu aşamada Cohen için özellikle neyin üretici güç olmadığını göstermek ilerletici bir işlemdir. Sonraki aşamada Cohen kendisi kataloğa yeni maddeler ekler: Bilim, araçsal materyal (yakıt), yerleşke (binalar), mekân [space], varlığın aracıları [means of subsistence] (giyim, beslenme)… Burada Cohen’in bu maddelerle ilgili açıklamalarını tartışmayacağız.[22] Bizim açımızdan burada önemli olan iki şey var: birincisi, kataloglanan yeni maddeler Cohen’in zihnindeki üretici güç imgesini somutlaştırmamızı sağlayabilir. İkinci olarak ise, Cohen’in girişimi, kapalı bir “üretici güçlerin tespiti” işleminden çok, açık bir tasnifleme denemesidir. Bu da, yeni üretici güçlerin tespiti için dolaylı olarak da olsa teşvik edicidir. Bu noktada Cohen’in tasnifleme denemesinin dört kuvvetli aracından, üretici güçlerin dört ortak niteliği sayılabilir: Üretici güce sahip olmanın ya da olmamanın, ekonomik ilişkiler içinde edinilen konum bakımından bir karşılığı vardır (1). Üretici güçler tarih boyunca gelişir (2). Ekonomik ilişkilerin karakteristiği, üzerinde yükseldiği üretici güçlerin doğasıyla açıklanır (3). Üretim ilişkileri, üretici güçlerin kullanımını ve gelişimini sınırlama kabiliyetine sahiptir (4).[23]

Bu dört nitelik üzerine düşünmek bir üretici güç olarak dili tartışmak açısından uygun bir başlangıç gibi görünüyor. Lecercle, dilin tarihselliğini göstermek için, dili, semantik ve kelime dağarcığı veçhelerini ayırarak iki ayrı kanaldan takip etmek yoluna gitmişti. Dil, bir soyutlama etkinliği olarak büyüleyici bir tarihsel gelişim çizgisine sahiptir. Örneğin matematiğe ilişkin her yeni kavramın, sözgelimi sıfırın ya da bilinmeyenin tanımlanmasının, dilin soyutlama becerisinin ilerlemesine müthiş bir katkı yaptığı açıktır. 18. yüzyılda Paris’te kurulan ilk sağırlar okulu, pek çok entelektüel ve devlet adamı için şaşırtıcı bir gözlem noktasına dönüşmüştü. Okul kurucusu de L’épée, sağırların ilkel insanın kimi özelliklerini taşıdıklarını iddia ediyordu. Tarih boyunca sağırlık hep bir çeşit zekâ geriliğiyle birlikte düşünülmüştür ve bugün de örgün eğitime devam eden sağır sayısı parmakla sayılacak kadar azdır.[24] Bütün bunlar, Cohen’in üretici güçlere atfettiği ikinci niteliğe uygun olarak, dilin tarih boyunca geliştiğini örneklemektedir. Dahası bu sonuncu örnek, dilin soyutlamaya ne kadar el verdiğinin, yani tarihsel gelişkinlik düzeyinin üretim ilişkileri bakımından açıklayıcılığını da ima etmektedir. Bu iddia, dilin soyutlama becerisinin üretim ilişkileri bakımından açıklayıcı niteliği olduğu iddiası bizi doğrudan Cohen’in üretici güçlerinin üçüncü ortak niteliğine götürür: Karmaşık mülkiyet ilişkileri, onu çerçeveleyen bütün toplumsal yapı ile birlikte, ancak uygun düzeyde soyutlama becerisine sahip bir dil maddesi üzerinde yükselebilir. Benzer şekilde, dil maddesini elde bulundurmanın, üretici güçlerin birinci ortak niteliğine de uygun olarak, ekonomik ilişkiler açısından bir karşılığı olacaktır: Örneğin, hukuk ya da siyaset aracılığıyla dili ele geçirmek, karmaşık mülkiyet ilişkilerinin örgütlenmesi açısından açıkça burjuvaziye avantaj sağlamıştır

Öte yandan üretim ilişkileri dilin gelişimi üzerinde etkilidir. Yazının keşfi dilin gelişimi bakımından sıçratıcı bir moment olmuştur. Sansür gibi doğrudan üstyapıyla ilişkili müdahalelerin de dilin gelişim düzeyine etkileri olduğunu söylemek mümkündür.[25] Böylece dilin, Cohen’in üretici güçlerinin dördüncü ortak niteliğini de sağladığını iddia edebiliriz.

Böylece Cohen’in sözünü ettiği, üretici güçlerin ortak dört niteliğinin tamamını dil açısından örneklemiş oluyoruz. Bundan sonra Cohen’in maddenin içerik ve formuna dair tartışmasını izleyeceğiz. Bu tartışmanın, dili, daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, hem bir araç hem de bir üretim olarak betimleyecek düşünsel şemayı sağladığına inanıyoruz.

Cohen, üretici güçlerin hem materyal hem de toplumsal nitelikleri olduğunu ve bunların birbirine indirgenemeyeceğini öne sürer. Maddenin tamamiyle toplumsal veya tamamiyle materyal nitelikleri bulunabilir ancak üretici güçler açısından söz konusu olan bu iki niteliğe birden işaret ediyor olmamızdır. Maddenin bu iki niteliği arasındaki ilişki, içerik ve form şeması içinde açıklanabilir: Üretici güç, toplumsal niteliklerini, içinde olduğu toplumsal ilişki içinde edinir.[26] Buna göre maddenin toplumsal niteliği, materyal niteliğinden çıkarsanamayacağı gibi, materyal niteliklerini oluşturmak veya ifade etmek için de yeterli değildir.[27] Bir köle, doğası itibariyle insandır ancak insan olması köle olmasıyla açıklanamaz. Öte yandan, onu köle yapan şey de insan olması değildir. O hem bir köle ve hem de bir insandır. Doğa ve insan arasındaki ilişki ancak sosyal form içinde gerçekleşebilir. Dolayısıyla üretici güçlerin toplumsal olarak açıklanan gelişimi bir soyutlamadır. Toplumsal yapının temel özellikleri ancak bu soyutlama ile gösterilebileceğinden, bu, teorik bir zorunluluktur.[28] Cohen’in teorik girişimi, iş gücü (labour) ile iş gücünün etkinliği (laboring activity) arasında yaptığı ayrım ile somutlaştırılabilir.[29] Bunlardan ilki üretici güç iken ikincisi değildir. İş gücünün etkinliği üretici güçten çok üretimdir; ve bu yüzden de her zaman belli bir toplumsal dolayım içinde gerçekleşmek zorundadır. Bu ayrım, üretici güç olarak tartıştığımız dilin gerçek kimliğini belirlemek için de verimli görünüyor: Dil bir üretici güçtür ancak burada söz konusu olan dil, bir hatibin veya arzuhâlcinin aracı/nesnesi olan dil değildir. Dil maddesi, onun formunu teşkil eden tekil toplumsal dolayıma eşitlenemez. Sesler ve işaretler, dilin materyal niteliklerine işaret eder ancak dilin “gösterme” işlemi her zaman tekil toplumsal dolayım içinde gerçekleşir. Gösteren ve gösterilen arasındaki gösterme işlemi hiçbir zaman salt sesler veya yazının simgesel araçlarından elde edilemez. Öbür yandan, sesler veya yazının simgesel araçlarının maddi nitelikleri de “gösterme işlemi” ile açıklanamaz.

Böylece bir önceki bölümün sonunda geliştirdiğimiz dil betimlemesine ulaşmış oluyoruz. Dil, toplumsal dolayımının dışında materyal niteliklere sahiptir ancak bu materyal nitelikler yalnızca toplumsal ilişkilerin dolayımı ile var olabilir. Tomsic, Stalin’in, dili ne altyapıda ne de üstyapıda konumlandırmakla ona bir çeşit ‘aşkınlık’ atfettiğini; böylece dilin üretimle ilişkisini kestiğini iddia ediyordu. Bu çelişkili ve hatta çözümsüz gibi görünen teorik problem ancak üretici güçler kavramsallaştırmasının sağladığı araçlarla çözülebilir. Dil, hem materyal hem toplumsal niteliklere sahip olmakla gerçekten de bir çeşit ‘aşkınlık’ statüsü edinmiştir. Dilin araçsal işlevini soruşturmak için onun toplumsal niteliklerine bakmak gerekir. Ancak aynı zamanda, toplumsal ve materyal nitelikleriyle bir üretici güç olarak dil, doğrudan üretime ilişkin bir maddedir.

III

Tomsic, dilin bir üretim olduğunu göstermek için Lacan’a dönüyordu. Lacan’ın teorisinde, gösterenin kendini dilin içine doğru açması işlemiyle dil bir üretim alanı olarak kurulur. Sembolik olan gerçeklikte bir boşluk açar; o boşluğu kendisiyle doldurarak yeni bir gerçekliği, semboliğin gerçekliğini üretir. Bu bakımdan, gerçek ile sembolik arasındaki ilişki basitçe bir üst üste binme ilişkisi değildir. Lacan’ın dilbilimi, gösterenin dilin içine nasıl açıldığının formülasyonu girişimidir. Yapılması gereken bu açılımı geri doğru takip etmektir. “Gösterenin ortaya çıkışı” diye yazar Lacan’ın yaptığı devrim niteliğindeki keşfi göstermek isteyen Tomsic, “biyolojinin, fiziğin vs. gerçeğiyle aynı epistemolojik statüyü gerektiren, fakat biyoloji, fizik ya da herhangi başka bir gerçekle homojen bütün oluşturmayan, yeni bir gerçek üretir.”[30] Tomsic’in semboliğe atfettiği bu statü, materyalist iddia bakımından bir sonraki aşamada onun epistemolojik bakımdan aynı statüde olduğu gerçeklik kategorileriyle kurduğu ilişkiyi göstermeyi zorunlu kılmaktadır. Ancak Lacan’ın dil teorisi, yapısal olarak böyle bir soruşturmaya imkân vermez. Bu bölümde Lacan’ın girişimini daha geniş bir açıdan ele alarak teorik-pratik imkânsızlıklarını göstermeyi amaçlıyoruz. Yukarıdaki gibi bir teorik girişimin temel problemleri ve önemi ancak bu şekilde gösterilebilir.

Lacan’ın dil teorisini konumlandırmak için onun dille kurduğu ilişkiye bakmak iyi bir başlangıç olacaktır. Lacan bir psikanalisttir ve dille kurduğu ilişki bir psikanalistin konumundandır; dil, bilinçdışını ortaya çıkarmak ve yapılandırmak arayışındaki psikanalistin elindeki tek araçtır. Ancak dil bilinçdışını analiste dolaysızca ve sorunsuzca teslim etmeyecektir. Burada analiste düşen, kavramların tarihsel ve öznel dolayımlarına kafa yorarak onların yeni anlamlarını ortaya çıkarmaktır.[31] Böylece Lacan analistin asıl nesnesini dil olarak belirler. Bowie’ye göre, bu şekilde Lacan, Freud’un girişiminden sapmış olur: Freud, bilinçdışını betimlemek için uzun bir çalışma yürütmüş ve dil ile bilinçdışı arasındaki ayrımı gözetmek için azami çaba göstermişti; ancak Lacan’ın semboliğe ilişkin olanla ilgili epeyce yüklü olan çalışmasında bilinçdışına neredeyse hiç yer verilmez.[32] Böylece bilinçdışı Lacan açısından dile açıldığı kadarıyla ve açılma biçimleriyle çalışma konusu olur. Bu müdahalenin Lacan’ın dil teorisi açısından kritik sonuçları olacaktır. Bowie’ye göre, Lacan ‘gösteren’i Saussure’den alır ancak Lacan’ın ‘gösteren’i ancak Saussure’ün bir ‘yeniden okuması’yla mümkün olabilir. Saussure, bir “işitim imgesi” olan gösterenle bir kavram olan gösterilenin orantılı ve uçsuz bucaksız alanları arasında bir bakışımlılık ve bağlantı olduğunu düşünüyor; bu iki akışkan arasında gösteren ve gösterilenin toplamından anlam taşıyan bir parçacığın meydana gelmesine şaşırıyordu.[33] Bu bakışımlılık ilişkisinde, gösterenin bizi dilin alanına davet ettiğini, gösterileninse dışarıya işaret ettiğini söyleyebiliriz: Örneğin Freud için gösterilen bilinçdışıydı; ve yoğun bir çalışmanın nesnesiydi. Lacan ise Saussure’ün denklemini tümden bozar ve gösterene gösterilen karşısında orantısız bir güç verir.[34] Psikanalistin elindeki tek araç olan dil, uçsuz bucaksız ‘gösterilen’ler evreni karşısında ancak böyle bir müdahaleyle garantiye alınabilirdi.

Böylece Lacan’ın dilbiliminin, dilin ontolojik varlığı içinde gerçekleşmesi, eninde sonunda ona dönmesi, dilin daima kendi içine kapanması yapısal olarak zorunlu ve mümkün hale gelir. Bu dil, bir konuşmacının, bir mektubun veya kutsal bir metnin dili olabilir.[35] Tam bu noktada Lacan’ın teorisinin en önemli kısıtlarından biriyle karşılaşırız: Lacan, araştırmasını dilin belli bir toplumsal dolayımda ortaya çıkışına odaklayarak; dil maddesini toplumsal niteliklerine, forma, eşitliyor görünmektedir. Bu sorun, her şeyden önce dilin kendisini gidimli düşünceye kapatır ve onu ontolojik alana hapseder. Lacan dilin gerçekte bir boşluk açtığını iddia etmekle yetinir ancak bu ikisi arasındaki ilişkiyi katetmek yoluna gitmez. Dilin gerçeklikle kurduğu ilişki ancak onun ontolojik sınırını belirlemesi için oradadır, yoksa bu ikisi arasındaki ilişkiyi epistemolojik bir soruna dönüştürmek için değil. Bu ikincisinin politik bir zorunluluk olduğunu, ilk bölümün sonunda göstermiştik. Lacan ‘gösteren’e de aslında dille benzer bir konum biçer. Lacan’ın dilbiliminde gösterenin kendisi hiçbir zaman epistemolojik bir muamele görmez. Gösteren bir nedensellik içinde hareket eder ama bu nedenselliğin soruşturmasına girilmez; örneğin gösterenle gösterilen arasındaki ilişki tartışma konusu edilmez. Söz konusu olan yalnızca, ‘kendini açan gösterenin’ oluşturduğu bitimsiz ve labirentvari eğrinin formülünü geliştirme denemesidir. Tomsic Lacan’dan alıntılıyor: “Benim dil teorimde sizi ilgilendirmesi gereken nokta ise onun materyalist olduğudur. Gösteren, kendini dile doğru aşan bir maddedir.”[36] Dilin maddi olduğunun ilanı materyalizm için yeterli görünüyor. Mütevazı bir materyalizm…

Böylece, hem bir zorunluluk hem de bir imkân olan teorik ayrımın alanına geçiyoruz: ontolojik materyalizm ve epistemolojik materyalizm…[37] Buna göre, ontolojik materyalizmde, maddeye ilişkin düşünce onun epifenomenidir.[38] Epistemolojik materyalizm ise, gerçek gerçek ile düşüncedeki gerçeğin birbirine indirgenemeyeceğini öne sürer. Epistemolojik materyalist bir tutum bizi, dilin bir madde olduğunun ilanıyla yetinmeyip onu maddi örüntüleri içerisinde göstermeye zorlar. Epistemolojik materyalist bir iddia, maddeyi konumsal bakımdan bir gerçekliğin parçasına dönüştürür. Onu bir bütünün içinden görmeyi sağlar. Epistemolojik materyalizm politikanın imkânı bakımından bir zorunluluktur. Dili bir üretici güç olarak konumlandırma denemesi de bu açıdan değerlendirilmelidir. Dili, madde düzeyleri arasındaki örüntü içinde takip etmek onun toplumsal gerçeğini göstermek için gereklidir.

IV

Politikanın dil ile bir ilişkisinin olup olmadığı bizim için uygun bir soru değildir çünkü tarih dilin politik bakımdan sorunsallaştırıldığı örneklerle doludur. Devrimler, rejim ya da rejim içi paradigma değişiklikleri, öznelerin dil teorilerinin olup olmamasından, bu teorinin ne olduğundan bağımsız olarak dille desteklenir ya da dilde karşılık bulur. Bizim açımızdan bu ilişkiyi doğru şekilde çerçevelendirmek söz konusu olabilir. Dilin bir üretici güç olduğunu öne sürmek, dile ilişkin bir iddianın politik alana ait ve meşru olduğu anlamına gelir ancak elbette bu yeterli değildir; uygun politik iddianın hatlarını belirlemek için daha fazla şey söylemek gerekir. Bu bölümde Cohen’in üretici güçlerin gelişimi üzerine yürüttüğü tartışmadan yararlanarak bu konuda bazı çıkarımlar yapmak istiyoruz.

Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki ilişkiyi betimlemek için Cohen’in iki tezli formülünden yararlanabiliriz: Üretici güçler tarihsel olarak gelişme eğilimindedirler (1) ve üretim ilişkilerinin doğası, üretici güçlerin gelişkinlik düzeyiyle açıklanır (2).[39] Burada üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki ilişkinin dinamizmini açıklamak için iki şeyi belirginleştirmek gerekiyor. Üretici güçlerin tarihsel olarak gelişme eğiliminde olması, onun sabit bir ivmeyle geliştiği anlamına gelmez. Üretici güçlerin gelişimi, üretim ilişkilerine bağlı olarak, tarihin bir evresinde, belli bir noktada sabitlenebilir veya gerileyebilir. İkinci olarak üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişim düzeyiyle açıklanabileceği tezi, üretici güçlerdeki her hareketin doğrudan üretim ilişkilerine yansıdığı anlamına gelmez. Burada söz konusu olan sav daha çok üretim ilişkilerindeki değişikliklerin ancak üretici güçlerin belli düzeydeki bir gelişimiyle mümkün olabileceğidir. Üretici güçlerin gelişiminin üretim ilişkilerindeki karşılığı niceliksel bir artış ya da niteliksel bir değişim şeklinde olabilir. Bu noktada dil ve politika arasındaki ilişkiye dair daha net çıkarımlar yapabilmek için bu ilişkileri tersten kuralım. Üretim ilişkilerine ilişkin bir iddiayı üretici güçlere iki şekilde bağlamış oluyoruz: Üretim ilişkilerinin formasyonu, üretici güçlerin gelişim düzeyini etkiler ve üretim ilişkilerindeki bir değişiklik ancak üretim güçlerinin belli bir düzeyde gelişmesiyle mümkün olabilir. İkisi arasındaki bağlantılardan ilki, üretim ilişkileri düzeyindeki bir iddianın alanını gösterirken ikincisi de sınırlarını belirler.

Bugün, örneğin feminizmin dile ilişkin iddiası, feminist politikanın dile sokuşturulması biçiminde karşılık buluyor. Halbuki, dili ele geçirmeye yönelik meşru politik iddia, onun dışına taşmalı; üretim ilişkilerini dilin tarihsel gelişiminin önünü açacak yönde zorlamalıdır.

 


[1] Jülide Yazıcı, “Bir Üretim Olarak Dil”, Teori ve Politika, Sayı 77-78, s.15.

[2] Bugün bu değişimi Stalin’in ‘Ruslaştırma’ politikalarının göstergesi olarak kabul eden pek çok görüş vardır. Bu tespitler, ancak Stalin’in dili kurucu bir statüye yerleştirmesiyle mümkün olabilir; ancak Pravda’da yayınlanan metinler aksini gösterir.

[3] https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1913/sep/07.htm [Çeviri bana ait]

[4] Stalin’den aktaran Yuri Slezkin (Yuri Slezkine), “The USSR as a Communal Apartment, or How a Socialist State Promoted Ethnic Particularism”, Slavic Review 52, Sayı. 2 (Yaz 1994), s. 414-452.

[5] Georgi Derluguian, “Recasting Russia,” New Left Review, 12, Kasım-Aralık 2001.

http://newleftreview.org/?view=2354

[6] https://www.marxists.org/reference/archive/stalin/works/1950/jun/20.htm

[7] Samo Tomsic, “Stalin ve Materyalist Dilbilim Sorunu”, Teori ve Politika, S. 77-78.

[8] Malcolm Bowie, Lacan’ın Saussure’ün dil bilimine yaptığı müdahelenin onu bir bakıma istismar ettiğini savunur. Bu tartışma için bkz. Malcolm Bowie, Lacan, Ankara 2007, Dost Yay., s. 68.

[9] Tomsic, a.g.e., s.19.

[10] Jean-Jacques Lecercle, A Marxist Philosophy of Language, Brill, 2006, s.76.

[11] A.g.e., s. 82.

[12] A.g.e., s. 80.

[13] A.g.e., s. 77.

[14] A.g.e., s. 82.

[15] A.g.e., s. 139.

[16] A.g.e., s. 140-5.

[17] G. A. Cohen, Karl Marx’s Theory of History: A Defence, Princeton University Press, 2001, s. 28.

[18] Marksistler arasındaki yaygın eğilim üretici güçleri ekonomik ilişkiler içinde kabul etmek yönündedir. Ancak üretim ilişkileri ve üretici güçler arasındaki tekabüliyet ilişkisi kabul edilirse, bu mantıken yanlışlanacaktır.

[19] Dili bu çok kaba şema içindeki bir üretici güç olarak düşünmek, Lecercle’in tasviriyle Stalin’in dili doğa ve insan arasında konumlandırma eğilimini anıştırıyor.

[20] İngilizce’deki “base” ifadesi burada hem “altyapı” hem de ‘temel oluşturmak’ anlamlarında kullanıldı. Orijinal metindeki ayrım “base1” ve “base2” şeklindedir.

[21] Cohen, a.g.e., s. 32.

[22] Cohen, a.g.e., s. 47.

[23] Cohen, a.g.e., s. 41.

[24] İşaret dilinin soyutlama bakımından çok sınırlı olduğu sıkça ve yaygınlıkla dile getirilir.

[25] Yazının, bu tartışmanın devamı olan son bölümü üretim ilişkileri ve üretici güçler arasındaki ilişkiye ayrılmıştır.

[26] Cohen, a.g.e., s. 89.

[27] A.g.e., s. 91-2.

[28] A.g.e., s. 98.

[29] A.g.e., s. 44.

[30] Samo Tomsic, a.g.e., s. 23.

[31] Malcolm Bowie, Lacan, Dost Yayınevi, 2007, s. 54.

[32] A.g.e., s. 55.

[33] A.g.e., s. 55.

[34] A.g.e., s. 68.

[35] Bowie, “Ellisini yarılamış Lacan’a göre, ‘sembolik olan’, klinik açıdan bakıldığında ancak bireysel konuşmanın dolayımı olarak kavranırsa ilginçlik kazanan kişi-üstü bir yapısal düzendir” diye yazıyor. s. 62.

[36] Samo Tomsic, a.g.e., s. 23.

[37] Metin Kayaoğlu, “Eleştiri Silahı ve Silahların Eleştirisi”, Teori ve Politika, Sayı 8, https://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/56-elestiri-silahi-ve-silahlarin-elestirisi-marksizmde-ayrimlar

[38] Epifenomen bir gerçekliğin sonucunda ortaya çıkan ‘ikincil’ gerçekliktir.

[39] G. A. Cohen, “Üretken Güçlerin Önceliği”, Teori ve Politika, https://www.teorivepolitika.net/index.php/yazarlar/item/225-uretken-guclerin-onceligi

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar