Ana SayfaSayı 1Marksizmin Krizinde Demokrasi Sorunu Üzerine Notlar

Marksizmin Krizinde Demokrasi Sorunu Üzerine Notlar

Sorunun Tarihsel Kaynakları

Marksizmin krizi ve bu noktadan ilerleyerek özellikle “sosyalizmin çöküşü”nün ardından, sınıflar mücadelesinde geleceğin yeni adı –tarihsiz ve öznel bir teorik politika– olarak demokrasi düşüncesi belirmiştir. Marksizmin krizinin içinden çıkan demokrasi düşüncesiyle sınıflar mücadelesi alanında (bir dogma, ideolojistik bir davranış, tarih bilimini dışlayan bir yöntem olarak) adeta yeni bir ütopya veya ütopyanın simetriğinde Marksizmin krizine cevap verilmiş olunuyordu. Demokrasi düşüncesi; Marksizmin krizini, dağınık tarihsel gözlemlere dayandırılan bilgiyi bugünde konumlandıran ve özellikle tarihi bütünleyiş sürecinde “sosyalizm deneyleri”ni tam bir idealizmle, “bu deneyler olmadı, sosyalizmi zenginleştirmek gereklidir” eleştirileriyle partiden sendikaya ve örgütlenmeye varıncaya dek yeni modeller üreterek deneycilikle çözme inancındadır. Çünkü son nokta Stalin’dir. Ve bütün sınıflar mücadelesi tarihi Stalin öznelliğinde eritilerek, Bolşevik Devriminin bütün yapıcı unsurları dünya içinde konumlandırılmak yerine politik sınıf mücadelesi tarihini ve Marksizm(-Leninizm)i sosyalizm deneylerinin “mutlak olumsuzlukları içinde” belirleyen/saptayan bir demokrasi kavramı oluşturulmuştur. Demokrasi düşüncesi ve pratiği bu nedenle materyalizm ya da politik sınıf mücadelesiyle, tarihsiz ve öznel bir teorik politikanın çelişkisinin kendisidir.

            Demokrasi/kitle(sel)cilik; uzak yakın tüm politik-ekonomik tanımların birbirine bağlandığı, tarihin açmazlarının bugünde kaynaştığı ve dünyanın sorunlarının dogmatik olarak felsefî, politik, ideolojik olana egemen olduğu bir gelecek… Demokrasi ve kitle(sel)cilik, günümüz dünyasında birbirini “tamamlayan” karşılıklı iki sağlam zihinsel fenomendir… Ve demokrasi düşüncesini destekleyen üç sağlam dayanak bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, Marksizmin krizidir. İkincisi, sınıfların genel yapısındaki değişikliklerdir. Bunlar öyle değişikliklerdir ki, bir yirmi yıldan bu yana yeni bir sınai/politik devrim olmuşçasına yeni sınıflar türetilmiş veya Marks/Engels’ten bu yana varlığını koruyan bazı kesimler proletarya denilen “kesim”e katılmıştır. Buradaki sorun elbette sınıfları ve sınıfların yapısından ziyade “önce” devrimi yakından ilgilendirmektedir. Tam bir hayatiyet yani! Üçüncüsü; sınıflar mücadelesinin yönü… Lenin’den sonra kafaları meşgul etmeye başlayan özne/nesne sorunu… Öznenin politik sınıf mücadelesindeki rolünün gerekliliği üzerine sorun…

            Böylece özellikle içinde bulunduğumuz yüzyılın başından beri eyleyişi içinde olduğumuz devrim /sosyalizm/proletarya diktatörlüğü gibi kavramlar ister istemez sakince bulanıklaşıyor/bulanıklaştırılıyor; sınıflar üstü (veya bilimler üstü) bir mücadele tarzına atıfla sakince eritilerek yok ediliyor.

            Yukarıda sözünü ettiğimiz üç dayanak üzerine tartışmak, ortodoksinin aidiyetlerinden hareketle, zaman kaybı anlamına geliyor! Çünkü ortodoksi için Marksizm (doğru olarak) yaşayan bir organizmadır ve bu nedenle de Marksizmde kriz olamaz. Kriz var ise de zaten bunu Lenin’in Sol Komünizm‘de bugünleri göremeyerek ve yalnızca Rusya için söylediği, şiddetle ve haddini bilmezce eleştirerek anarşizm olarak nitelediği türden bir silahlı mücadeleyi çizgi haline getirerek bir “hal yoluna koyabilirler”.

            Şimdi hemen burada, ana vargılarımızdan birini dile getirebiliriz: Demokrasi ve kitle(sel)cilik’in, Marksizmin içinde bir eğilim olmaktan ziyade, Marksizmin (ve Leninizmin) toplumsal sınıflardan ve üretim ilişkilerinin ürünü olarak sınıflar mücadelesinden bağımsızlaşmasının bir ifadesi olduğunu farkediyoruz.

            Tarih değil tabiî ama, bilimin muhatapları ile mücadelesi tarihsel olarak tekerrür ediyor. Buna göre, politik sınıf mücadelesinin geleneksel tarzı doğal olarak bilimsel değer ve yöntemlerinden arınmıştır (Marksizmin bu nedenle krizde olduğu vurgulanmaktadır). Demokrasi ve kitle(sel)cilik Marksist ve/veya sosyalist demokratik sınıf mücadelesi anlayışını proleterler ile egemen burjuvazinin uzlaşmazlığından ayırarak ve ayrıştırmayı giderek gerçek haline getirerek antagonizmayı bütün toplumun bütün hayatında çelişki yaşanan bütün alanlara açıp demokrasi tanrısı önünde ortak bir antagonizma yaratmaktadır. Öyle ya, çevre kirliliği, cins ve ırk ayrımcılığı ve insan hakları ihlalleriyle, dünyanın dört bir yanında yaşanmakta olan savaşlar bütün insanların sorunu, bu anlamda egemenlerin de sorunudur. Bunun yanında geleneksel proletarya sayıca giderek azalırken, proleter kavramı, beyaz yakalıların ve kamu kesimi çalışanlarının da katılımıyla alabildiğine genişlemiş, hemen hemen her aileye de bir proleter katılmıştır. Bunun anlamı şudur: Demek ki artık Leninist bir “darbe”ye hiç gerek kalmamıştır, çünkü her eve geleceği birlikte kurabileceğimiz bir proleter girmiştir. Toplumun bütününe açılmış olan antagonizmanın oluşturanlarının demokratik, kitlesel ve meşru sınıf mücadelesi devrimi burjuva egemenliği ya da diktatörlüğünü patlatarak gerçekleştirmek yerine yapacaktır!

            Weydemeyer’e yazdığı mektupta Marks; ne yapmış olduğunu anlatırken, kendisinden önce burjuva tarihçilerin de ortaya koyduğu sınıf savaşımının, zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını söylerken, sınıf savaşımı ve proletarya diktatörlüğü’nden bir metafor olarak söz etmiyordu. Sınıf savaşımı-proletarya diktatörlüğü ilişkisinde; proletarya ile burjuvazi arasındaki antagonizmanın, sınıfsal (=üretime dayalı) olanın siyasal şiddete içkin olduğunu belirtiyordu. Antagonizmanın tarafları tek şeyde uzlaşabilirler; zorunlu sonuçları olan sınıf savaşımında!

            Gerçek şu ki, üretim ilişkileri içindeki bütün çelişkiler demokrasi tanrısı önünde eğilmektedir! Demokrasi tanrısı bütün topluma yayılmış antagonizma aracılığıyla herkesi eşitleyecektir: Hümanizm! Hümanizm elbette bütün yeni çelişkilerin kavranmasına yol açıyor. Bizi bilimsel pratikle buluşturuyor ya da buluşturdu.

            Demokrasi ile Marksizm arasındaki bağlantılara ilişkin ilk kapsamlı bakış, “Ayzınah Partisi gelişmesi” üzerine Gotha ve Erfurt Programı eleştirilerinde Marks ve Engels tarafından ortaya kondu. Daha sonra, Marksizmin krizi üzerine Lenin ve bundan önce de, demokrasiyi çok daha iyi tanıyan R. Luxemburg, Kautsky şahsında ve Alman Devrimi üzerine çalışmalarında bu konu üzerinde durdu.

            R. Luxemburg devrimci kitlevi sınıf mücadelesinin demokrasiyle ilişkisini, devrimci pratiğin açık sınıf savaşımları başlayıncaya kadar “…kapitalizmin normal koşullarında cereyan edeceğini…” söyleyerek açıklarken, Lenin Sol Komünizm‘de oldukça ileri gidiyor ve devrimci pratik-demokrasi ilişkisini, “…demokrasi değil, üretim her zaman gereklidir” diyerek açıklama yöntemini seçiyordu.

            Hiç kuşku yoktur ki, Ekim Devrimi bu sorunları altetti. Sovyetler Birliği’nde bu durum, Stalin sonrası yapılan ilk parti kongresine kadar sürecektir. Stalin’in hatalarının, katliamlarının, sosyalizme ihanetinin anlatıldığı ünlü konuşma… İnsana değer vermek gerektiğine vurgu yapılan ünlü konuşma… Bu durumun Kriz Dönemlerine ait bir olgu olduğunu ise tarih bilgimiz gösterdiği için, o zamandan, geleceğin krizinin, konuşmada ifade edilmiş olandan farklı olduğu sonucuna ulaşıyoruz.

            Karşımıza çıkan; Marksizmin krizi sorunsalında, sosyalizmin bir yönetim/egemenlik biçimi olarak ne olduğu/nasıl olacağı ve kendisini (mezar kazıcısını) yaratan olarak kapitalist demokrasiden veya insanlık tarihinin bir döneminden neleri devralacağı; diğer yandan, kapitalizm koşullarında demokrasinin nasıl tanımlanacağı ve onunla nasıl mücadele edileceğidir… Aslında Marksizmin mücadele edeceği şeyin demokrasi olmaktan ziyade demokrasinin mahiyetindekiler olduğu açıktır. Demokrasinin (=politikanın) mahiyetindekiler ve bunlarla olan ilişkileri. Bu ilişki sisteminin ilk olarak I. Dünya Savaşın ve Bolşevik Devrimi, ikinci olarak II. Dünya Savaşı öncesindeki kadar basit olmadığı açıktır. Kuşku yoktur ki o dönemler içinde de demokrasiye karşı sınıf mücadelesi basit değildi…

            K. Marks ve F. Engels (serbest rekabetçi kapitalizmin hızla olgunlaştığı, laikliğin, toplum ve doğa bilimlerinin ve sanatın geliştiği, sınıflardan bazılarının ortadan kalkmaya başladığı, proletaryanın geliştiği bir dönemde) sınıf mücadelesinin araçlarından birisi olarak I. Enternasyonal’i (= Sendikalar Enternasyonali) benimsediler. Bu örgütlenme ve eylem tarzının Kautsky’nin ve Ayzınahçıların elinde nasıl bir hal aldığı sorusunu sorabiliriz! V.İ. Lenin’in, “sağcı” eseri olarak da bilinen Sol Komünizm‘de, R. Luxemburg’la uygun bir şekilde “Bizim eylem tarzımız silahlı suikastler ve terör eylemleri değildir. Biz silahlı eylemi çizgi haline getirmeyiz. Bolşevik Partisinin eylem tarzı böyle bir yöntemi içermemelidir” demesi, bugünden geriye ve bugünden yarına Marksizmin eylemini değerlendirmek için bizlere fikir vermelidir. Bu arada hatırlatmakta fayda vardır ki, Marks ve Engels şunları da söylüyorlardı: Bilinç verilmeyen işçi sınıfı/sendikal hareketi burjuvazinin elinde oyuncak olmaya elverişlidir. Lenin, “solcu” eseri olarak da anılan Ne Yapmalı‘da, siyasal bilinç veya sınıf bilinci için öncü partinin-öznenin rolünün şart olduğunu söylemektedir. R. Luxemburg da, Siyasal Yazılar‘da aynı şeyleri tekrarlıyordu.

            Lenin’in ve mimar olarak Troçki’nin Sovyet organları, daha önce Paris Komünü’nde oluşmuş bulunan Konseyler… Marks, Engels, Lenin ve R. Luxemburg’un öncünün pratiklerine ilişkin gerçekleştirdikleri teorik müdahaleler… Bunlar, kabul etmek gerekir ki Marksizmin sınıf mücadelesinin ne olduğu ya da ne olması gerektiğine ilişkin mücadelelerin sonuçlarıdır. Bu politikalar üzerine, kendi politikaları üzerinde Marksizmin ne olduğu sorusunu soranlar ve eleştirenler de Marksistlerdir elbette. Marksistler arası eleştirilerdir. Marks’ın kapitalizmi ve Ayzınahçıları eleştirmesi ve R. Luxemburg’un Kautsky’i eleştirerek Almanya’da Marksizmin ve sınıf mücadelesinin rotasını saptaması, Lenin’in II. Enternasyonalcilere açtığı savaş dışında gerçekleştirilen eleştirilerin neredeyse tümü Marksizmin Alanı içinde cereyan eden eleştiriler oldu. Marks ve Engels’in kapitalizme eleştirileri, kapitalizmin refah değil yoksulluk ve uygarlık değil barbarlık olduğunu ortaya koyarak hedefini gösterdi: Proletarya diktatörlüğü ve sosyalizme ilerlemek. Marks ve Engels, kapitalizmin zorunlu alternatifini göstermiş oldular böylece ve kendilerini en esaslı biçimde Feuerbach Üzerine Tezler’in onbirincisinde temellendirdiler: “Bu zamana kadar filozoflar dünyayı yorumladılar, biz değiştirmek için çalışacağız.” Marks, Grundrisse‘de şunu söylemedi mi?: “Nicelik olarak aynı olanlar, nitelik olarak da aynıdırlar.” Bu bize şunu anlatmıyor mu?: Marks ve Engels, yeni ekonomi biçimini ve yeni ekonomi biçiminin politik özünü açıklayarak eleştirirken, nicelik olarak aynı olmayan başka bir ekonomik ve politik tarzı alternatif gösterdiler. Kautsky ile R. Luxemburg’un Almanya’da yollarını ayıran, Lenin’in Kautsky için “dönek” demesine neden olan, Menşevikler ve diğerleriyle yollarını ayıran ve Stalin’le Troçki’yi karşı karşıya getiren başka bir tarz!

            Ne kadar basit değil mi? Başka bir şey; üretim ve politika tarzı! Buna itiraz edebilen var mı? Nitelik olarak başka (ve yeni) bir şey!

            Burjuva demokrasisi, demokrasi, sosyalist demokrasi, proletarya diktatörlüğü, sosyalizm. Bu kavramların birbirleriyle ilişkileri var ise yine bu kavramlardan birinin buluşturucu/birleştirici olması gerekmektedir. Kavramların arasındaki semantikten başka tarihsel olarak diyalektik bir bağ, “tarihsel” bir bütünlük’ü yakalayan-oluşturan bir kavram! Nerede olacak bu birleştiricilik, buluşturuculuk? Zorunlu olarak, ama tarihsel bir zorunluluğun sonucunda, üretim tarzının birleştiriciliğinde. Ekonomi son kertede politikayı belirler! Buradaki son kerte, ekonominin ve aynı zamanda politikanın tarihsel bütünlüklü sonuçlarına ilişkindir. Kaynaştırıcı; demokrasidir!

            Yarım/eksikli devlette ifadesini bulan sosyalizmden önceki son üretim tarzı kapitalizmin politik ifadesi olan demokrasi; mevcut ileri demokrasilerden başka örneği görülmeyen demokrasi…

            Marksizmin krizinde bu anahtar kavramda yukarıda sorduğumuz soruların cevabı olan demokrasi önemli bir yer işgal etmektedir. Ve sorun; demokrasinin hedeflerinde, çevresinde ve arka planında ürerken Marksistleri ve Marksizmin alanını da kapsamaktadır.

            SSCB’deki 27. Kongreden ve sosyalizm deneylerinden itibaren Marksistlerin sınıf mücadelesine gerçekleştirdikleri zayıf/cılız teorik-pratik müdahalelerine cevap, sınıf mücadelesi içinde değerlendirmek zorunda olduğumuz ve günümüzde artık post-modernistler ya da post-Marksistler olarak adlandırılan çevrelerden geldi. Bunlar bir cevap geliştirebilirlerdi. Çünkü bu sorunlara felsefe, bilim ve politikanın bütünlüğünde herhangi bir geçerli cevap verilememiştir. Post-Marksistler, sol komünistler vb., istenmeseler de (evet yalnızca istenmemekle kalmıştır) Marksistlerle aynı yerde, aynı alanlarda yer almaktadırlar. Çünkü post-Marksistler vb. başka bir yerde değil, sınıf mücadelesi alanında yer almaktadırlar.

            Artık herkesin kendine özgü bir “Marksizm”i vardır (= Teori, politika, felsefe ve pratik olarak). Bu durum tamamen bilimin durumuyla ilgilidir. Marksizm (ve Leninizm)’e ilişkin Marksist bir değerlendirme gerçekleştirilemediği takdirde bu böyle devam edecektir. Devlete ve egemenlere karşı ezilen sınıfların mücadelelerinin büründüğü biçimselliklerin özgül bir politik işlev edinmesiyle ezilenlerin kurtuluşuna ilişkin olan genel tarihsel koordinatlar sisteminde yeni bir Marksist teori ortaya çıktı. Buradaki en önemli ayıraç, Marksist teorinin işçi sınıfı hareketlerindeki ideolojik etkisidir.

            İşçi sınıfının egemen ideolojiden kaçınabilmesi, eğer güçlü bir Marksist (Leninist) hareket yok ise oldukça zordur. İşçi sınıfı ve işçi sınıfının yanındaki diğer kesimler ancak ender olarak egemen ideolojinin verdiği yaşam tarzından uzak durmayı başarabilir. Hatta yaşam tarzından dolayı işçi sınıfının burjuvaziyle mücadelesi, (burjuva sistemi güçlendiren bir biçimde) egemen ideolojinin verdiği tarza göre gerçekleştirilebilir. Sözünü ettiğimiz post-Marksist teorinin yaptığı budur; tam bir radikal demokrat tavırla, devlet aygıtını parçalamayı ya sendikal ve diğer “yeni antagonizmalar”a ilişkin kitlesel mücadeleye öncelik vererek politik sınıf mücadelesini ihmal etmektedirler ya da uzlaşmaz sınıf mücadelesinde egemenlerle proletarya arasında uzlaştırıcı bir üçüncü güç olarak yöneldikleri devleti, uzlaşmazlığın şiddetli yapısını ortadan kaldırıp, tarafları sakinleştirici bir müdahaleye çağırmaktadırlar. Burada işte Lasalle’den ve Kautsky’den taşınan teori ile beslenen politikalara rastlıyoruz. Tıpkı kitlelerin güçten etkilenmesi, gücün peşinden koşması gibi, demokrasiciler de Marksizmin güçlü olduğu herhangi bir dönemde Marksçı, Leninci, Rosacı olabiliyorlar. Hatta Stalinci bile olabiliyorlar. Daha düne kadar Kruşçevci, Brejnevci, Gorbaçovcu değiller miydi! Ne yazık ki Yeltsinci olamadılar.

Marksizm Demokrasi İlişkisi

Bir siyasal ideoloji olarak demokrasicilik, genel bir yetkinleşme düzeyine ulaşmakla kalmadı, işçi sınıfına empoze olmak yanında, Marksizmin en tutucu kanatlarını dahi demokrasi konusundaki tutumuyla etkilemeyi bildi. Bunun en iyi örneği; örgüt içi demokrasi gibi sosyalist demokrasi gibi, en uç örnekleri dahi siyasal literatürlerine katarak en başından itibaren Stalin’e ve (ilk olarak Stalin’in ifade ettiği Leninizme ve ) Leninist örgüt modeline yöneltilen temelli eleştirileri haklı çıkartmak olmuştur. Demokrasi sözcüğü neredeyse Türkiyeli örgütlerin iç yapılarındaki sosyalistliğin de simgesi oldu.

            Sınıf mücadelesindeki özel bir yer; politik sınıf mücadelesindeki ideolojik mücadele… Başka bir ifadeyle, öznelerin çarpışma alanı. İdeolojik mücadele, egemen sınıfla sömürülen sınıfı karşı karşıya getiren bir politik sınıf mücadelesi içinde gerçekleşir. Politik sınıf mücadelesi bize eylemlerden söz ediyor; teorik ve siyasal ideolojiler, sınıf mücadelesini yeniden üreten ya da “pratiklerin içine dahil edilmiş eylemler”dir (Althusser). İdeolojik mücadelenin cereyan ettiği alanlar, kuşku duymamak gerekir ki, gözle görüldüğü halde birçoklarına göre hala yalnızca devrimcilerin ve komünistlerin bulunduğu sanılan bir alandır. Ama durum böyle değildir. Marksizmin dışında olanlar da irademiz dışında ve doğal olarak, sınıf mücadelesinin pratik/ideolojik bölümünde kendilerini üreterek yer almaktadırlar. Ve pratik de sınıf mücadelesinin içinde olduğuna göre çok basit olarak bunun teorik ve siyasal sonuçları önemlidir. İdeolojik bir biçim sınıf mücadelesi içinde yer alamıyorsa soyut kalacaktır. Ya da ideolojik bir biçim/türev olarak kendine varlık bulamayacaktır. İdeolojik bir pratik kendini gerçekleştireceği alanların yerleştirilmesiyle/vazedilmesiyle ancak pratik gerçekliğini kazanabilir. Gerçekliğin kazanıldığı yer çeşitli bölümlerden oluşmuş olan sınıf mücadelesi alanıdır. Yani “son-sözü söyleyen halka”dır(Althusser). Marksist teorinin ancak Marksistlerin eseri olabileceği biliniyor. Ama bu, Marksist olma iddiasının yalnızca Marksistlerin tekelinde olduğu anlamını içermez. Demek ki, Marksist olduğunu iddia edenler gerçekte sınıf mücadelesinde, son-sözün söylendiği yerde kendilerini veya hiçbir şeyi gerçekleştiremiyorlarsa, o zaman başka bir şeyi eyliyorlardır.

            Marksizm ve demokrasi arasında nasıl bir ilişki vardır? Bu soruya basit ve klasik öğeler taşıyan birbirine bağlı iki cevap verilebilir.

            Birinin öngördüğü toplumsal tarza ulaşmayı sağlayacak teori diğerini olumsuzlar. Teorik olarak reddeder. Marksizmin öngördüğü toplum, tarihsel olarak demokratik imkanları sosyalizm aracılığıyla genişleterek kullanır. Kendine faydalı hale getirir. Yani halkın yararına kullanır! Bunlar elbette bizim cevaplarımız!

            Burada devreye bir başka önemli cevabı sokabiliriz. Ama bu, elbette olumsuzladığımız düşünce ve pratiklere atfen söylenen bir şey olmaktan ziyade, oynadığımız ideolojik bir oyundur. Althusser’in söylediği gibi, söylediklerimizi ve inandıklarımızı pratikte (bu satırlar aracılığıyla) başka şekilde ifade etmiş olacağız: Marksizm ve demokrasi arasındaki ilişkinin niteliği nedir?

            Cevap: Marksizmin öngördüğü ve tasarladığı topluma-sosyalizme (buradaki cevapta “proletarya diktatörlüğü” kendine yer bulamayacaktır) ulaşmayı sağlayacak politik öğeler demokrasi tarafından inşa edilir. Böyle bir cevap, Marksizm-demokrasi ilişkisinde gerçekten varolan karmaşıklıkları ve muğlak yanları açık bir biçimde devre dışı bırakır. Çünkü demokrasi yalnızca, sosyalizmle birlikte olan tarihin sonunda bizi bekleyen tarihsel bir sürecin son noktası değildir. Aynı zamanda demokrasi, arkasında ikiyüz yıllık bir geçmişle bugün etkin ve belirgin olan tutku ve tartışma ile beslenen ülküsel bir değer yargıları hareketidir de.

            Demokrasi ucu açık, tarihsel bütünlüklü yapısıyla bu anlamda hem Marksizmden önce gelen, hem de Marksizmi aşan kültürel ve siyasal bir güç alanını temsil etmektedir. Bu bakımdan bizzat insanlığın kurtuluşu-sömürüye son verilmesi “düşüncesi”, ne başta Marksizmin ve ne de Marksizmi izleyen proletaryanın tekelindedir. Demokratik hayal gücümüz tükenmediyse ve “özgürlüğün ekolojisi”ne Marksizmi katık edebilirsek, her türlü özgürleşme sorununu proletarya diktatörlüğüne ve sosyalizme tahvil eden proletarya merkezli ufuksuz solcu anlayışlardan uzak durarak bilimsel ve evrensel doğruları yakalayabiliriz!

            Başka bir soru: Batılı, ileri derecede sanayileşmiş ülkelerde gerçekten demokrasi uygulanıyor mu? Böyle bir sorunun cevabı en başından, soruyu soran tarafından verilmiştir. Çünkü en başından soruyu sorarken demokrasi onaylanarak girişilmiştir işe! Uygulanıyor mu, demekle cevap en başından verilmiştir.

            Böyle bir soru gündelik yaşamdaki bir ajitasyonun (=kışkırtmanın) konusu olabilir. Demokrasinin bir ülkede gerçekten uygulanıp uygulanmadığı ya da sözü geçen kapitalist ülkede hangi koşullarda uygulanabilir olduğu Marksizmin konusu içinde yer almaz.

            Marksizm demokrasiyi ancak şuradan başlayarak kendine konu eder: Marksizm çok iyi bilindiği gibi Komünist Manifesto‘dan başlayarak sosyalizmi alternatif olarak gösterir ve bunun yolunu söyler. Marks’ın 1866’da yazdığı; I. Enternasyonal’in 7a maddesinin ilk paragrafına bakalım: “Mülk sahibi sınıfların kollektif iktidarına karşı proletarya ancak kendini ayrı bir siyasal parti olarak kurarsa bir sınıf olarak davranabilir.” Marks burada Engels’le birlikte; Lenin’e ve bugün de bizlere devlet/demokrasi ile nasıl mücadele etmemiz gerektiğini “proletaryanın kendine ait” partisine işaret ederek yol gösteriyor. Proletarya Partisi: Marks’ın belirlediği bu formül, toplumsal oluşumlar ve içerdiği sınıflar mücadelesinde proletaryanın sınıf oluşumunun yöntemini saptamaktadır. Marks bunu kapitalist sistem içindeki ekonomik düzeyden sonra, politik düzeyi de kapsayacak şekilde sınıf mücadelesi için söylüyordu. Marks politik mücadeleyi kapitalist sistemin saflığına karşı saflaştırır böylece… Bu, kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesi için Marksizmin çeşitli sektörlerinin politik mücadeledeki birliğine bir örnek teşkil etmektedir. Demokrasi karşısında işçi sınıfı partisinin anlamı, demek ki, politik sınıf mücadelesinde bir yapısal bütünlüğün desteği ve taşıyıcısı olarak değerlendirilmesi olgusudur. Bu aynı zamanda demokrasi karşısında bir sonuçtur. Bu bir sonuç olduğu kadar, Marksizmin devlet/demokrasiyi nasıl ve nereden başlayarak konu edeceği ve teorisinin özünü yani gelecekteki mücadele sürecinin gelişmesinin tümünü belirleyen ilkeye verdiği anlamı da içermektedir. Şunu söyleyebiliriz: Parti örneği teoride ve felsefede proletaryanın bakış açısını göstermektedir. “Yüreği ve merkezi sınıf mücadelesi” olan bir felsefe…

            Kapitalist sistemde ekonomi egemen roldedir. Ekonominin egemen rolü kapitalist toplumsal oluşumun yeniden üretiminde birleştiricidir.Kapitalist sistemin materyalist kavranışı, hiçbir yabancı ekleme olmaksızın üretim ilişkilerinin son kertede demokraside kavranması anlamına gelmektedir. Kapitalist demokrasi, kapitalist sistemin dolaylı veya dolaysız ama kesin olan sonucudur. Kapitalist sistem kendini ekonomik, politik ve ideolojik düzeylerde demokraside bütünleştirir ve yine demokrasi aracılığıyla kendini örgütler ve üretir. Demokrasinin egemenliği, yani kapitalist sistemin bütünleştiriciliği, sınıflar mücadelesinin içindeki halk kitleleri nezdinde “Marks’tan sonra Lenin’in burjuva diktatörlüğü adını verdiği politik demokrasi biçimlerinin gerisinden gözümüze çarpan o ince gündelik egemenliğin” (Althusser) içinde saklıdır.

            Ekonominin son kertede politikayı belirliyor olması; kapitalist üretim tarzının son sözü söyleyen halka olarak sınıf mücadelesi ilişkilerindeki toplumsal uyaranların varlığında belirmesidir. Ve bu da demokrasiden başka bir şey değildir. Sivil toplumda ve devlette cisimleşmiş aygıtların kaynaştırıcısı olarak demokrasi. Demokrasinin kişi hak ve hürriyetlerini vs. kapitalizm koşullarında güvence altına alıyor olmasının ancak sınıf mücadelesi açısından bir anlamı vardır. Daha ileri gitmemiz gerekiyor: “Sınıf mücadelesi maddi olarak üretimin kendine kök salmışsa” (Althusser) demokrasi, havada ya da üretimin kötülüklerinden uzaktaki bir rafta, birileri kötülükler gerçekleştirdiğinde, muhafaza edildiği yerden adalet organları aracılığıyla devreye sokulan bir kurumlar bütünü değildir. Demokrasi üretime kök salmıştır. Uzlaşmaz sınıfların varlığı üretimin yüreğinde yer aldığına göre, demokrasinin başka bir yerde aranması gerekmez.

            Sosyalizmin demokrasi ile teorik olarak taban tabana zıt olmasının sebebi buradadır işte!

            Ama unutmayalım; burjuvazi demokrasiyi ister, demokrasi için savaşır. Demokrasiden kaçınmaz. Çünkü demokrasi tarihsel olarak sömürücü egemenlere /burjuvaziye aittir.

            Burada şunu yapıyoruz: Kapitalizmin normal koşulları altındaki sınıf mücadelesinde demokrasi ile sosyalizmi ayırıyoruz. Demokrasi teorik olarak öncüsü de olduğu Marksizmin öncesindedir. Bu bakımdan doğrudan Marksist teori ile ilişkili olarak demokrasi; ezeli, demokrasi (=kapitalizm) sosyalizm karşıtlığında tam olarak sosyalizmin de öncesindedir. Böyle olunca, eskiyi temsil ettiğinden, demokrasinin sosyalizme meydan okuyuşu geçerli olamaz. Demokrasi bir bilincin yansımasıdır. Hayatın içindeki, gündelik yaşamdaki bir bilincin yansımasıdır.

            Kapitalist sistemde; kapitalizm-devlet-demokrasi (hümanizm buraya dahildir) postulatında demokrasi devlet aracılığıyla bizzat üretim alanlarını temsil ettiği gibi, siyasal pratikler aracılığıyla üretim dışı alanları da temsil etmektedir. Yukarıda andığımız demokrasinin kaynaştırıcılığı kendini “ideolojinin üretildiği üretim dışı alanlarda” (Althusser) oluşturarak, sınıf mücadelesinin çeşitli düzeylerine yayarak yaratmıştır.

            Demokrasici ve kitle(sel)cilerin ideolojik hegemonyası veya ideolojik rıza almak gibi “sınıf mücadelesi içindeki” siyasal pratikleri, nesnel olarak(=tarihsel blok) İtalya’da Aldo Moro’nun öldürülmesine kadar olan zaman diliminde ve Gramsci’den beri biliniyor. Bu yeni demokrasi modelinin çekiciliği buradadır: Demokrasi ve kitlesel katılım/oluşum söylemiyle sosyalist popülist eşitlik söylemi ve Marksizmden hareketle insan sıkıntılarına yapılan realist vurgu aracılığıyla radikal demokrat bir biçimde siyasal pratikleri kendinde birleştirebilmek…

            Kitle partisi, öncü parti modelinin reddiyesi, sınıf ve kitle sendikacılığı, Türkiye’de adına rastlanılan, tabandan doğru kurulan örgüt/parti modelleri, meşruiyete dayalı, geniş kamu kesimlerinin onayını alan sınıfsal, daha doğrusu kitlesel mücadele fikri ve pratiğe yansıması, Marksizmin ontolojik tabanın dağılması sorunları… Bunların hepsi, henüz bir tez olarak bir birlik içerisinde demokraside somutlanmaktadır.

            Yukarıda belirtilen kavramlara ilişkin öğelerin kaynaklarına her ne kadar pratik mücadelelerde rastlanmıyorsa da, kaynak arka planda Hegel olmak şartıyla Lukacs ve Gramsci’dir. (Gerçi İspanya İç Savaşında bir tarihsel blok pratiği Stalin’in önerisiyle yaşanmış bulunmaktadır.)

Notların sonu

Türkiye, Batı’da uzun bir geçmişe sahip olan Marksizmde demokrasi sorununun işlenmesi veya sınıflar mücadelesinde bugünden geleceğe sosyalizme kadar olan süreçte ve sosyalizmde, demokrasinin anlaşılması tartışmalarına yeni yeni ısınıyor. Bu tartışmaların merkezinde ezilen sınıfların siyasal bilinç kazanma ve buna bağlı olarak sınıflar mücadelesi, veya ezilenlerin kurtuluş mücadelesindeki saflaşmada ezen ve ezilenlerin tarihsel durumlarının nasıl anlaşılacağı ve bunun kitlelere nasıl iletileceği yer alıyor. Bu tartışma tam olarak, Marks’ın, “Ben yeni bir şey keşfetmedim” dediği, sınıflar ve sınıflar arasındaki antagonizmanın konumlanışında odaklanmıştır. Lenin’in Devlet ve Devrim‘de belirttiği üzere yalnızca ezilenlerin kurtuluşuna taraf olmak mı, yoksa sosyalizm-proletarya diktatörlüğünü istemek mi? Sorun burada özetleniyor.

            Sınıf mücadelesini ezilenlerin yaşam haklarıyla tanımlayan ve ezilenlerin yaşam haklarını kamusal alanlarda (Habermas) aktif yurttaşlık (=insanlık) haklarıyla güçlendirmeye çalışan bir yaklaşım. Bunun aracı eş özne/nesne sorununda düğümleniyor. Kitlelerin haklarını almak/savunmak üzere bilinçlenmeleri. Bu teze göre kitlelerin duygusal (=ekonomik) öğelerden arınarak akılcı (=politik) öğelere bağlanması ile kapitalizmin varlığında aktif yurttaşlık kendi kendine gerçekleşebilecektir. Buradaki politik öğe, işçi sınıfının her hareketinin siyasal nitelikte olduğu (hem de dışarıdan bilinç verilmezse bu hareketin burjuvazinin elinde oyuncak olacağı) tezini reddeder. Dogmatik Marksistlerin ekonomik ve politik mücadele arasına bir Çin Seddi çekmesi ile demokrasici ve kitle(sel)cilerin siyasal bilinç sorununda ekonomik mücadeleyi tam olarak bir siyasal bilinç halinde politikaya ikame etmeleri arasında, bu bakımdan fazla bir fark yoktur. Her ikisi de aslında salt bilinç sorununda düğümlenmişlerdir.

            J. Dewey, demokrasinin sağlanmasının insanların /bireylerin içindeki duygusal öğelerin ussal ögelere bağlı kılınması ile mümkün olduğunu düşünür. Demokrasi bu ussal öğelere bağlıdır ve yurttaşlar da böyle eğitilmelidir. Kitle(sel)ciler J. Dewey’den pek farklı düşünmüyorlar.

            Üretim ilişkileri için şunu söyleyelim: Ekonomik alanın, yeniden üreyebilmesi için ideolojik ve politik dayanaklara ihtiyacı vardır. Başka bir ifadeyle devlet-üretim ilişkileri-demokrasi (=hümanizm) postulatlarının kitleler nezdinde kabul görmesi, ideolojik ve politik kurumlar olmadan gerçekleşemez. Bu kurumlar kapitalizme ait kurumlardır. Ve sınıf mücadelesinin kapitalizmin postulatının teorik olarak dışında devam etmek gibi bir zarureti bulunmaktadır. Bu, devrimci aygıtların varlığını zorunlu kılar. Marks, Engels, Lenin açısından demokrasi hiçbir zaman acil bir sorunu içermedi. Ancak demokrasi Rosa Luxemburg için acil bir sorundu. Bunu, ulusal sorunu tartışmasında ve bununla Lenin’i eleştirmesinde ve açık sınıf savaşımları başlayıncaya kadar “kapitalizmin normal koşulları altında” antagonist mücadeleyi gerçekleştirmeliyiz, demesinden anlıyoruz.

            Şunu unutmayalım: Demokrasi sorunu Marksizmin en zayıf noktalarından birini oluşturmaktadır. Bu önemlidir. Bu bakımdan, sığ demagoji ve mistifikasyonlardan kurtulmak isteniyorsa, Marksizmin tartışma birikiminden yararlanarak bu noktada da sorunu aşmak gerekmektedir.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar