Ana SayfaArşivSayı 73Baş Düşmana ‘Hayır’!

Baş Düşmana ‘Hayır’!

 

Baş Düşmana ‘Hayır’!

 

Metin Kayaoğlu

 

16 Nisan’da yapılacağı bildirilen “Anayasa değişikliği referandumu”, ezilenlerin devrimci davasını savunanlar bakımından, bir odağını Kürdistan Özgürlük Hareketi ile Türkiye egemenlerinin kadim bir gerici kanadının, öteki karşı-odağını ‘baş düşman’ konumundaki Tayyip Erdoğan çetesinin oluşturduğu bir konjonktürdeki güçler ilişkisi olarak tecelli edecek. Baş düşmanın iradesi “evet” tercihinde belirmekte, devrimci Kürdistan Hareketinin demokratik iradesi ise “hayır” çağrısı içinde yer almaktadır.
Kürdistan Hareketi, düzenin “evetçi” ve “hayırcı” güçlerinin karşı tarafı kötülemek için başvurduğu bir silah / şeytan konumunda olacak denli düzen-dışıdır. Her bir kesim, Kandil’in öteki tarafı desteklediğini ileri sürerek gericilik yarışı yapmaktadır.
Bu koşullarda Türkiye sol hareketini oluşturan örgütsel yapılar, ‘ülkesel ölçekte bağımsız bir güç’ olamadığından, a) “hayır”ı savunan egemen kesimin yedeği olmayı zımnen de olsa seçmiş olanları bir yana bırakırsak, ya b) Kürdistan Hareketinin tavrını izlemek, ya da c) bu konjonktürü politik olarak tanımamak durumundadır.
Kürdistan Hareketinin referandumdaki tavrı “hayır”dır. Referandumu politik bir olay olarak özgülleştirmeme tutumu ise boykot ya da kayıtsızlığa yönelecektir.
Kürdistan Hareketinin “hayır”ına katılmak, sol hareket için, tarihsel bir yükümlülüğün bir olay özgülünde yerine getirilmesidir. “Hayırcı” egemen kesimlerin nüfuz alanına bu olay somutunda dahil olmak ise sol hareketin ülkenin politik atmosferiyle uygunsuz ilişkilenme kanallarındaki kör yürüyüşünde yeni bir adım olacaktır.
Kürdistan Hareketi ve bağlaşığı Türkiyeli demokratik kesimlerin oluşturacağı “hayır” hacmi en az yüzde 10 civarındadır ve bu oranın sonucu tayin edici özelliği vardır. Referandumda “hayır” seçeneğinin galebe çalması gözden kaçırılmaz bir olasılıktır. Böyle bir sonuç, baş düşman Tayyip Erdoğan’ın yıkılıp gitmesine dönük operasyonel bir konjonktürün başlatıcısı olabilecektir.
Referandum konjonktürü, başından sonuna kadar baş düşmanın inisiyatifinde gidecek bir sandık oyunu olmasına karşın, sandık sonuçları, yukarıda söz edilen odaklar arasındaki ilişkinin seyrine önemli etkiler yapacaktır. Baş düşman referandumla kendini riske etmek durumunda kalmıştır. Bu risk, baş düşmanla cebelleşen güçler yelpazesi için bir olanak anlamına gelmektedir.
Tayyip Erdoğan’ın, tanımasa bile, referandumdan yenilgiyle çıkması ezilenler için bir türlü aşılamayan engeli aşma, çözümsüz koşulları çözmeye dönük bir işlev üstlenebilecektir.
Bu bağlamda, referandumda “hayır” oyu verilmesi savunulmalıdır.
Elde var devrim: Kürdistan Hareketi
Ülkedeki demokratik ve devrimci politik gündemin ezilenler bakımından yegâne götürücü öznesi Kürdistan Özgürlük Hareketi, referandumda “hayır” demektedir. Bu durum, referandumu, salt egemenlerin iki gerici kanadı arasında bir seçim olmaktan öteye taşımaktadır.
Türkiye politik coğrafyasında, Kürdistan Özgürlük Hareketinin devrimci varlığı, ezilenlerin öteki kesimleri için politikaya bakışı ve politik konumlanmayı belirleyici bir etmendir. Bu hareketin devrimci varlığı sürdükçe de böyle olmaya devam edeceği öngörülebilir.
Kürt Hareketi, Türkiye’de muhalefet hareketini demokratik siyaset bakımından da devrimci politika bakımından da sürükleyen bir özne konumundadır.
Türkiye’de izlenmesini öngördüğümüz “demokratik siyaset”, asıl varlığını sadece bu alanda kurmuş muhalif bir özne tarafından yapılmıyor; bu politik tarzı, devrimci alanda yegâne güç olan Kürt Hareketinin ‘güvence’sinde ele almak durumundayız. Bu güvenceyle, “demokratik siyaset” alanına görece rahat yaklaşabiliriz. Devletin, bu alanı şu sıralar tamamen yolunmuş kaza çevirdiği açık bir gerçek. Bu alanda bulunmanın varlığının her anda her türlü tartışmayı götürür olduğu bir gerçek. Fakat ne olursa olsun bu alanda bulunmak Kürt Hareketi için hâlâ vazgeçilmez bir nitelik ve bu nitelik Devleti hâlâ çok rahatsız ediyor.
Kürdistan Özgürlük Hareketinin devrimci varlığını temel bir girdi olarak değerlendirmeyen bir bakış açısına diyecek bir şey olamaz. Hakikaten, bu durumda egemenler ne halleri varsa görsün!
Dolayısıyla, ezilenlerin politik bakımdan güçlü bir şekilde temsil edildiği referandum konjonktüründe, “boykot” türünden bir tutum ideolojiktir ve politik karşılığı yoktur. Ülkede seçim adı verilen süreci kısmen veya önemli ölçüde engellemenin veya sabote etmenin olanaklı olduğu koşulları politik karşılık olarak nitelemek gerekir. Herhangi bir etki ve sonuç beklentisinde olmaksızın böyle bir tutumun salt ilanı ideolojik nitelikte bir işlemdir.
Taktik politikanın konusu olarak ‘baş düşman’
Baş düşman, içinde bulunduğumuz konjonktürde operasyonel, yani taktik politika pratiğinin konusu olan bir olgudur. Bunu Kürdistan Hareketinin gelişkinliği sağlamıştır.
Düşmanlar arasında ayrımlar yapmak ve onların arasında, genellikle iktidara egemen oluşuyla ayırt edilebilecek bir ‘baş düşman’ saptayarak, politik faaliyetleri bu hedefi geriletecek, zayıflatacak ve giderek yıkabilecek tarzda yürütmek, salt Leninist politika bakımından değil genel politik gerekler bakımından da uygundur.
Bütün düşmanlar antagonist bir ilişkinin konusudur. Fakat mücadelenin özgül bir konjonktürdeki hedefi, eğer ayrı iseler, ayrıştırılabilmiş iseler düşmanların bir kanadı olmalıdır. Baş düşman anlayışı, öteki düşmanla uzlaşmayı değil onu mümkün mertebe tecrit etmeyi ya da en azından onunla aktif olarak mücadele etmemeyi gerektirir ve bu, politik güçler bakımından bir elverişlilik sağlar.
Türkiye devrimci hareketinin bir politik güç olamadığı koşullarda politikayı ‘taktik uygulama’ olarak alması beklenemez. Ama politika, ‘taktik tutum’ olarak çok küçük bir öbek tarafından bile yaklaşım konusu olabilir ve biz bu konjonktürde bağımsız olarak bu durumdayız. Yani, konjonktürde, politik bir güç olmasak bile, Tayyip Erdoğan’ı düşmanlar içinde baş düşman olarak ayırmanın, ideo-politik anlamda işlevli olduğu kanısındayız.
Bugün bütün dikkat Tayyip’e yönelmelidir. Başkalarına ayrılan her politik enerji Tayyip’e harcanmaktan imtina edilmiş demektir.
‘Hayır’ın burjuva demokratik zemini
“Hayır” savunusunun düzene bir şekilde katılım anlamına geldiği reddedilmemelidir. Fakat mesele, Tayyip Erdoğan çetesinin bu kadar bir genişliğe bile tahammül edememesi, düzenin alanını daraltmaya yönelmesidir. Yani bu zamana kadar düzenin egemenlik konumunda yer alan kesimleri de Tayyip Erdoğan, kendi komutasını kabul ya da egemenlik alanının dışına sürülme seçeneğiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Düzenin ne olduğu, nerede başlayıp nerede bittiği bile belirsizdir bugün.
Tayyip Erdoğan’ın yaptıkları ve hedeflerine en geniş burjuva demokratik normlar bakımından karşı çıkılması meşrudur. Sosyalistlere ait günlük politik dilin burjuva demokratik normlara ait dille karışması da bir ölçüde anlayışla karşılanabilir. Ama bu koşullarda dahi, güçlü, kararlı ve çetin bir mücadeleyi göze alan bir burjuva muhalefet ortaya çıkmıyor.
Türkiye Cumhuriyeti, politik olarak baştan beri diktatoryal bir yönetim biçimine sahipti. Ama anayasal rejim, kısa ‘iki buçuk ara’ dışında, 1950’den beri her zaman Batılı parlamenter demokrasi kurumlarına hukuksal olarak sahipti. Referandumla yapılmak istenen düzenlemelerle, TC’nin politik olarak diktatoryal yönetsel biçimi hukuksal hale getiriliyor. Bu bakımdan öngörülen düzenleme, herhalde 12 Eylül cuntasının Danışma Meclisini oluşturduğu zamana benziyor.
Devletin ve toplumun kurumsal olarak geldiği tarihsel aşama bakımından Tayyip Erdoğan’ın varlığının sürdürülemez olduğu tartışmasına girmek gerekmiyor. Ancak, iktidar alanının daralması düzen içi muhalefet alanının da daralması anlamına gelmektedir ve iktidar alanından kovulacak egemen kesimlerinkiyle benzer bir tepki ortaya koymanın meşruiyeti sorgulanmamalıdır.
Sorun, bu kritik daralmadan dolayı, “hayırcı” geniş çevrelerde yer alan sosyalistlerin büyük çoğunluğunun, parlamenter demokrasiyi savunma sınırına çekilmesindedir. Üstelik, azımsanmayacak örnekte bu, Türkiye Cumhuriyetini savunmak şeklinde cereyan ediyor.
Hayır’ın yelpazesi ve önderliği
“Hayırcılar”ın başını çekenler arasında egemen sınıfların klikleri veya düzen güçleri bulunmadığını, böylece Tayyip’e karşı düzen güçlerinin başını çekemediği bir muhalefete önderlik etme fırsatı olduğundan “hayır” oyu için çalışılması gerektiğini savunanlar var. Bunun geçersiz olduğu kanısındayız. CHP, irade birliğini sağlamada ne kadar zayıf olursa olsun bu geniş “cephe”nin şu andaki iki başından büyük olanıdır.
“Hayırcılar”, egemen kesimlerin Kemalist olanlarını da içeren ve günümüzde politik ve toplumsal muhalefet hareketinin –boykotçular ve kayıtsızlar dışında- tamamını kapsayan bir genişlik gösteriyor. Bunu, tarihsel bir somutlama bakımından, Gezi Ayaklanmasına katılan veya bu ayaklanmaya iyicil yaklaşan bütün kesimler ve boylu boyunca Kürt Hareketi olarak ifade edebiliriz.
Evet, bu konjonktürde gerici nesnel bağlaşıklarımız var. CHP’den MHP muhalefeti ve tabanına, AKP’nin eteklerindeki tereddütlü kesimler, ve hatta İslami bazı gruplara kadar uzanan bir genişlik… Vatan Partisi bile, son yıllardaki Tayyip Erdoğan bağlaşmasına rağmen, Gezi Ayaklanmasını da yaratan dinamiğe karşı duramayarak “hayırcılar” içinde yerini aldı.
“Hayır”ın yatay olarak tek bir değerler kümesine ait olamayacak heterojen bir niteliği var. Günümüzün ve yakın geleceğimizin politik mücadelesi, bu heterojenliği gözetmek, bunu veri almak zorundadır. Nasıl Gezi Ayaklanması, egemen kesimleri de kapsayan bir genişliğe sahip idiyse ve nasıl o konjonktürün dışına, o kitlelerin uzağına çekilmeyi kimse savunamaz idiyse, bugün de boykotçular dahil kimse, “hayır”ın bu devrimci anlayışının dışında değildir. Bugün “hayır”ı da bu bileşimle görmek ve hazmetmek durumundayız.
Bütün bu gelişmeleri konjonktürel açıdan bir olumluluk olarak görmek gerekiyor. Olumsuzluk, devrimi gören orta vade bakımından gündeme gelecektir ve bugünün konusu değildir.
Elde var sorun: ‘Modernleşmeci’ tarihsel vadi
Gezi Ayaklanmasından bu yana, sol hareketin kadim sorunu kendini bir kez daha gündeme soktu. ‘Modernleşmeci’ solculuk ile ‘modernleşmeci’ burjuvazi arasındaki ilişki bir kez daha görülür oldu. O zamandan beri, Ortadoğu’da patlayan gelişmeler ve Kürt Hareketinin aldığı pozisyon da bu konumu pekiştirdi. Artık eski uygarlık ve onun öznelerine karşı uygarlık savaşı veriliyordu.
Bu model, referandum konjonktüründe de karşımızda.
“Hayırcı” sol ve sosyalist akımların sosyalizm anlayışı bu olay özgülünde bir kez daha doğrulanıyor. Burjuva ilerlemeciliği ile sosyalizm arasındaki ilişkinin ‘ileri’ ile ‘daha ileri’ tarzında kurulduğu teyit ediliyor.
Bu, ne içinde bulunduğumuz konjonktürde çözülebilecek ne de yakın gelecekte bitebilecek bir sorundur. Burjuvazinin ilerlemeci, Aydınlanmacı ideo-politik evreni sol hareketin üzerinde kalın ve ağır bir örtü gibi durmakta, bu kozmosun havası solunmaktadır. Devrimci hareket, bu egemen kanatla yan yana gelme ve birlikte olmasa da aynı yöne yürüme esnekliği gösterebilmeli, ama bu kanadın hegemonyasına direnmeyi kararlı bir şekilde sürdürebilmelidir. Sol hareketin ve solcu kitlelerin tarihsel ve güncel olarak yaygın ve derin tarzda bu ideo-politik platonun bir vadisinde olduğu gerçeğiyle birlikte değerlendirildiğinde, sorun, ancak uzun vadede ve başka bir baharda karşımıza dikilecek vahametiyle acil bir çözümün konusu olacaktır. Yani bu meseleyi ve görünümlerini içinde bulunduğumuz konjonktürde “by pass” etmek gerekmektedir. Burjuva demokrasisi, evrensel hukuk değerleri, laiklik, kuvvetler ayrılığı ve benzerleri, bu konjonktürde sorunlaştırılacak değil, bilakis taşıyıcılarıyla birlikte yürünecek hususlardır.
Söz konusu vadide olduğundan dolayı sol hareketin referandumda muhtemelen yeni olarak kazanabileceği tek bir “hayır” oyu olmayacaktır. Sol hareketin faaliyet alanı, zaten “hayır” oyu verecek kesimlerdir. Bu anlamda referandum konjonktürüne katılım gösteren –ve göstermeyen- öğeleriyle sol hareket, politik olarak hiçbir ‘iş yapma’ya muktedir değildir. Sol hareket, kendi dışındaki kesimlere ulaşma, onlarla iletişim kurma alışkanlığı, yönelimi, ihtiyacı ve karakterinde değildir. Üstelik ülkenin politik atmosferi buna olanak da tanımamaktadır. Kaldı ki, sol hareketin ezici çoğunluğu bunu yapısal bir sorun olarak değerlendirmekten de uzaktır. (Sorunu gören öbeklerin de küçük denklemde bile yeri yoktur.)
Kürdistan Hareketi bu açmazdan bir kez daha bağışıktır. Nitekim, referandumun kaderinde söz sahibi olacağı öngörülen dinamiklerden biri olan “muhafazakâr Kürt” kesimlerin “hayır” oyuna ikna edilmesi gereği, Kürt Hareketinin, Türkiye sol hareketinin ‘hapsolduğu’ vadide olmadığının bir başka göstergesidir.
“Demokratik siyaset” ve iç savaş
Meselenin referandumun ertesi günü açığa çıkacağını söyleyenler yanılmıyor. Referandumdan hangi sonuç çıkarsa çıksın Tayyip Erdoğan, ivmesini artıran bir yola girecektir.
Tayyip Erdoğan sürekli kazanmaya mahkûm olduğu bir yoldadır. Dolayısıyla, nasıl 7 Haziran seçim sonuçlarını tanımamışsa, referandumun aleyhinde bir sonucunu da tanımayacağı kesin olsa gerektir.
Bu bakımdan, Tayyip cenahı tarafından iç savaşın sürekli bir şekilde gündemleştirilmesi rastlantı değil. Tayyip Erdoğan’ın geleceği için iç savaşı da göze aldığı ve belki bu sayede iktidarını koruyabileceği her geçen gün daha da belirginleşen ve artan gerçek bir ihtimal haline geliyor. Bu ihtimale karşı en iyi, ‘barış’ çığlıkları atarak değil ‘hazırlanarak’ durulacağı açıktır.
Nitekim Türkiye’nin devrimci damarı, Kürdistan Hareketiyle birlikte bu hazırlığa başlamıştır.
Türkiye solunun devrim anlayış ve hedefine sahip olanları, rejime katılım anlamına gelecek bir politikaya hiçbir zaman alışmamalıdır. “Demokratik siyaset”e hep yabancı kalmalıyız. Seçimde bir zafere mal olsa da, sandık başına her gidiş yadırgatıcı olmayı sürdürmelidir.
Baş düşmana karşı boykot hükmünde bir “hayır” için çalışmalıyız.
26 Şubat 2017 / teorivepolitika.net

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar