Ana SayfaArşivSayı 73Marksizmin Cenaze Merasimi Üzerine

Marksizmin Cenaze Merasimi Üzerine

 
Marksizmin Cenaze Merasimi Üzerine
Miras Kavgası Devam Ediyor

 

Vedat Düşküner

Çatışmalı ve bölmeli yapı olarak Marksizm

Marksizmin iyice gözden düştüğü, takipçilerinin sayısının azaldığı, her yönden saldırıya uğradığı bir dönemde ideolojik saldırılar karşısında Marksizmin savunulması kategorik önemdedir. Bugün dünyada Marksizm alanında yer alan hiçbir akım, ideolojik saldırılar karşısında bütünlüklü bir karşı koyuş gerçekleştiremiyor ve Marksizmin bütünsel varlığını ortaya koyamıyor. Her bir akım, Marksist bütünlüğün belirli bir bileşenini, belirli bir tarihsel süreç içinde gerçekleştirme uğraşı içinde bulunuyor. Buna karşılık, Marksizm alanında bulunan akımlar öne sürdükleri argümanlarla dolaylı olarak ideolojik saldırıların nüfuzuna girmekten kurtulamıyor, Marksizmin bütünlüklü anlaşılmasının önünde kendileri birer engel haline geliyorlar.
Bu çalışmanın omurgasını, Andre Tosel’in Teori ve Politika’da yayınlanan çalışması oluşturuyor.[1] Marksizmin tek bir yorum temelinde varolmadığını ortaya koyan Tosel, Marksizmin farklı tanım ve yorumlanışının örneklerini sunuyor. Kesişme ve geçişkenliğiyle hayli renkli olan Marksizmin teorik evreninde, işlerin kolay olmadığı, vuruşa vuruşa yol almaktan başka bir çıkış yolu olmadığı görülüyor. Biz burada, hedefleri ve çıkış gerekçeleri farklı olsa da aynı ideolojik kayıtlardan hareket eden yaklaşımların eleştirel değerlendirmesini sunmaya ve bütünsel Marksist oluşum dolayımıyla sorunlarla ilgilenmeye çalışacağız.
Marksizm, büyük dinlerin tarihsel örneğiyle kıyaslanmayı hak eden bir toplayıcılığa sahip bulunuyor. Marx eleştirmeni Moses bu hakkı teslim ederek Marksizmi, “insanlığın bir kesimiyle sınırlı olmayan ama bütün ırklar, halklar, dinler ve uygarlıklarca desteklenen bir ideolojik akım”[2] olarak tanımlıyor. Marksizm, yürütülen ideolojik politik mücadelenin ardından ezilenleri hegemonyası altına almayı başararak uzun bir dönemin moda akımı haline geldi.
Marksizmin moda bir akım olduğu dönemde, toplum bilimlerinin çeşitli disiplinleri teorik dayanaklarını Marksizmden alıyorlardı. Marksizm bu alanlarda burjuva ideolojisinin hakimiyetine son vermediyse de onu önemli oranda geriletmeyi başarmıştı. Yaşanan geri dönüşün ardından Marksizm, bu alanlarda mücadele ederek elde ettiği mevzilerden geri çekildi, burjuva ideolojisinin baskın eğilimine boyun eğerek, çoğu alanda basit birer teknik uygulama biçimine dönüştü. Marksist ideolojinin etkisinden çıkan kitleler tarihsel pratik ideolojilerine geri döndüler. İdeoloji ve teori olarak geri çekilişi, Marksizmin krizine yol açmış oldu. Burjuva ideologları, inandırıcı ve mantıklı açıklamalarda bulunmadığını öne sürerek Marksizmin ölümünü ilan ettiler. Onlara göre, evrensel bir bilim olma iddiasıyla kendine taraftar bulan, kapitalist düzene alternatif sunduğunu duyuran Marksizmin iddiaları boşa çıkmış oldu. Marksizmde ısrar etmenin anlamı yoktu. Bu aşamadan sonra, Marx’ın anılarını canlandırma çabası sadece spekülatif bir hayalcilik, Lenin’in deneyiminden arta kalanlardan Marksizmi yeniden inşa etmeye çalışmak, tarihsel bir nostalji denemesinde bulunmaktan başka bir sonuç yaratmayacaktı.
Bu türden iddialarda bulunanların, Marx’ın öngörülerinden şüphe duymasının geçerli nedenleri yok değil; Marx, “pozitivist bilim adamı” kesinliğinde konuşarak, kapitalizmin yıkılacağını ve yerini sosyalizme bırakacağını duyurmuştu. Marx’ın öngördüğü sosyalist düzeni kurduklarını iddia eden rejimler, kapitalizme yenilerek tarihin derinliklerine gömüldüler. Burjuvazinin ideologlarının, enkaz yığını haline gelen sosyalist rejimlerin esinlendiği Marksizmin tarihe gömülmesini istemelerinde şaşılacak bir yön yoktu. Fakat tuhaf bir şekilde ölümü ilan edilen Marksizmin cenaze merasimi, bir merasimden beklenenden uzun sürdü. Üzerine ölü toprağı serpilen Marksizm, yaşama tutunmayı başardı. Cenaze merasimine katılanların gözünde Marksizmin ölümü, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun dağılmasıyla gerçekleşmişti. İzlenen siyaseti eleştirerek Sovyetler’le ilişkilerini koparan Çin’in, sarsıntılı bir sürecin ardından dünya pazarına dönmesiyle birlikte Marksizmin kaderi belirlenmiş oldu. Olaylar, devrim beklentisi içinde olan Marksistleri boşa çıkardı. Ekonomik kriz, alanları dolduran kitlelerin kanlı bastırılma girişimleri kapitalizmin değil, sosyalizmin çöküşüyle sonuçlandı. Yaşanan hayal kırıklığı, Marksistlerin zayıflamış özgüvenlerine ağır bir darbe indirdi. Burjuva ideologları tarafından kulaklarına çalınan cenaze müziğine ahlaki bir tepkiyle karşılık veren imanlı Marksistler, yaşatmak amacıyla düşünce alanından geçirerek Marksizmi bir yeraltı akımı haline getirdiler. Bununla Marksizmi her türlü saldırıdan koruyacaklarını sandılar, ama yanıldılar. Onlar da devrimci marşlar eşliğinde, kendi hümanist ideolojilerinin altına gömdüler Marksizmi. İmanlı Marksistlerin idealizmi savunmaları gün yüzüne çıkıyor. Hegelci terimlerle söylenen, Sovyetler’de gerçekleşen, sosyalizm ideasının kısmi ve kusurlu cisimlenmesiydi, gerçek olmayacak kadar akıldışıydı, aklın gerçekliğini temsil etmiyordu. Aydınlanmacı Marksizan anlayışın ‘reel sosyalizm’ olarak tanımladığı sosyalizm, onlar için, hakiki sosyalizmi temsil etmiyordu. Elbette varolan sosyalizm gerçekti, ama akıl ve gerçeklik ilkesinden yoksun olarak gerçekleşmişti. Bu nedenle yaşanan geri dönüş Aydınlanma değerlerinin taşıyıcısı olan Marksizm açısından bir sonuç doğurmamıştı. Geri dönüşü, ideolojik-politik bir direnişle göğüsleyen devrimci akımlar ise Marksizmin bütünsel bir savunusuna soyunmuyorlardı.
‘Tarihin Sonu’ geldi mi?
İmanlı Marksistlerin Marx’ın hayaletini canlandırma çabaları ve ruh çağırma seanslarının tekdüzeliğine karşı liberallerin Marksizmin cesedi üzerinde yaptığı otopside buldukları ölüm nedenleri o kadar çeşitlilik sergiliyor ki. İnsanın özünde kusurlu olması, piyasaların devlet planlamaları karşısında üstün olması, devrimci girişimlerin kaçınılmaz biçimde despotik yönetimlere dönüşmesi vb. şeklinde öne sürülen yorumlar içinde kısmen önem taşıyanı, Marksizmin yaşanan toplumsal değişimi açıklamakta yaşadığı yetersizlikti. Birçok yorumcu, Sovyetler’in yeni üretim koşullarıyla baş edememesinin nedenini Marksizmin özünde bulunan kusurlarda buluyordu. Bu liberal görüşlerden biri de, Fukuyama’nın ‘Tarihin Sonu’ teziydi.[3] Tarihin sonunu ilan eden çalışmasıyla büyük övgüler alan Fukuyama’ya göre, bu, ampirik olayların son bulması anlamına gelmiyordu. Ancak insan ihtiyaçlarının karşılanacağı toplumsal biçime ulaşılmış olduğundan, artık, tarih bir sonuca doğru ilerleyen bir evrim süreci olarak kavranamazdı.[4] Fukuyama’nın tarihselci epistemolojisinin bakış açısından bu aşamadan sonrası yoktu. Bütün önemli sorunların çözüldüğünü öne süren Fukuyama, tarihin sonu düşüncesinin öncelikle Hegel tarafından dile getirildiğini, fakat gündelik yaşama tarihin sonunun komünizm olduğunu düşünen Marx tarafından sokulduğunu belirtiyordu. Tarihin sonu tezine göre, Sovyetler’in dağılmasıyla birlikte tarihsel süreç, kapitalist liberal demokrasinin zaferiyle sonuçlanmış oldu. Ontolojiyi epistemolojinin içinde eriten Fukuyama’nın histerik yorumu karşısında kimi Marksistler, teorik önermelerin ontolojide sınanamayacağını, Tarihin Sonu tezinin liberallerin ‘ideolojilerin sonu’ tezinin genişletilmiş versiyonu olduğunu söyleyerek karşı çıktılar. Tarih ve teoriyi politik ufkunun dar sınırlarına indirgeyen Fukuyama, tarihyazımını kendi politik konumunu meşrulaştırmanın aracı haline getirirken, erekselci tarih anlayışlarını faş ediyordu.
Fukuyama’nın Tezi, postmodern teorisyenler Lyotard ve Baudrillard’ın görüşlerinde olduğu gibi Marksizmi savunan sayısız yayının ortaya çıkmasında önemli bir rol oynadı. Yer mantarı gibi türeyen yayınlarda, tarihin sonu tezine sert eleştiriler yöneltildi. Bu yanıtlarda, teorik tezlerin geçerliliği, bir üretim tarzından diğerine geçişte pratik politikaya olumsallık atfedilerek kanıtlanmaya çalışıldı. Sorun çözmekten ziyade yeni sorunların kapısını aralayan savunmalar, Marksizmi daha büyük sorunların içine atmış oldular. Oysaki Marx, kendi tarih teorisinde zorunluluğa işaret etmiş, kölecilikten feodalizme, kapitalizmden de sosyalizm ve komünizme geçişi anlatarak kapitalizmden sosyalizme geçişin kapitalizmin içsel dinamiklerinin zorunlu sonucu olduğunu Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı adlı eserinin “Önsöz”ünde çok net biçimde ortaya koymuştu.
Fukuyama’nın belirttiği gibi eğer kapitalizm varlığını yeniden-üretim yoluyla sürdürebiliyorsa, bu durumda sosyalizmden söz etmenin anlamı yoktur. Çünkü, bu durumda en azından teorik olarak tarihin sonu gelmiş demektir. Marx’ı savunmaya hasrettiği çalışmasında, Marx’ın canına okuyan Eagleton, kapitalizmin ancak politik müdahaleyle aşılabileceğini öne sürerek şunları söylüyor: “Eğer sosyalizm gerçekten kaçınılmaz olsaydı o zaman sadece oturup (…) onun gelmesini beklemekten başka bir şey yapmamız gerekmezdi… Marx’a göre sosyalizmin kaçınılmazlığı herkesin yatarak onu beklemesi anlamına gelmiyordu.”[5] Sözlerine ciddiyet kazandırmak amacıyla ‘gerçekten’ sözcüğünü vurgulayan Eagleton’a göre, Marx, insanların rasyonel varlıklar gibi hareket ederek kapitalizme alternatif kuracağını belirtmiştir. Eagleton’ın önermesi teorik olmaktan ziyade ideolojiktir. Eagleton’un ideolojik önermesi açıkça ‘tarihsel idealizm’dir. Eagleton tarihin hareketini, bilinçle belirlenmiş insan faaliyetinde görerek, yasalılık ve zorunluluğu reddediyor. Ona göre, toplumsal gerçek ayrıştırılamaz içsel bağlantılara sahiptir. Özne ile nesne, bilim ile politika ayrıştırılarak değerlendirilemezler. Bu nedenle Marx savunması esnasında, Marx’ın tarih ve toplum üzerine geliştirdiği tezleri geçersiz kılar. Eagleton, politik ve ideolojik olarak Marksizmi savunuyor. Ancak, tutarlı teorik bir tutunum gösteremiyor.
Epistemolojik nitelikteki teorik önermelerin belirli bir durumla ilişkisinin olamayacağını göz ardı eden bu türden savunmalar, tarihin sonu gibi teorik iddialar karşısında Marksizmi hakkıyla savunmaktan ve söz konusu iddiaları geçersiz kılmaktan uzak bulunuyorlar. Marksizmin ölümünün ilan edilmesine karşı Marx’ın hayaletini yardıma çağıran Derrida’nın sözleri de dönemin psikolojik atmosferinin anlaşılması açısından önemlidir: “Marx’sız olmaz, Marx’sız bir gelecek olamaz. Marx’ın hatırası ve mirası olmadan hiç olmaz. Her koşulda bir Marx gerekir. Dahası ya da en azından hayaletlerinden biri gereklidir.”[6]
“Her koşulda bir Marx gerekir”, diyen Derrida, devlet sosyalizminin sonunun, Marx’ın ölümü anlamına gelmediğini, Marx’ın devrimci hayaletinin kovulup kovulmadığını sorguladı. Marksizmin tek bir yorum temelinde varolmadığı, her zaman birden fazla yorum içerdiği, iç içe geçmiş ve temelde çelişkili eğilimlerden oluştuğu görüşlerine canlılık kazandırdı. Marx’ın mirasının tüketildiğine karşı çıkan Derrida, Marksizmin kapitalizm tarafından eskitilmesi bir yana, Marx’ın metinlerindeki bazı temaların, örneğin üretimin uluslararasılaştırılmasının ancak küreselleşmeyle ilgili gelişmeler temelinde anlaşılabileceğini öne sürdü. Marx’ın Komünist Manifesto’daki sözlerine atfen, Marx’ın hayaletinin yaşamaya devam edeceğini, bunun da kapitalizmden kaynaklı olduğu görüşünde ısrarcı oldu. Tarihselci bakış açısından Marksizm ve kapitalizm arasında kurulu olduğu varsayılan diyalektik ilişkiye göre, Marksizm, kapitalizm var olduğu sürece, onun anti-tezi olarak yaşamaya devam edecektir. Hegel’in efendi-köle diyalektiğinde olduğu gibi Marksizm ve kapitalizmin karşıtlığı da, sarmal döngülü bir ilişki biçiminde sonsuza kadar devam edecektir.
Marksizmden Marksizmlere
Marksizmin birden fazla yorum içerdiği düşüncesi orijinal olmasa da önemlidir. Marksizmden ziyade, Marksizmlerden söz etmek gerekiyor. Marksizm alanında herhangi bir akımın hegemonyası oluşmadığı müddetçe de bu durum devam edecektir. Öte yandan bu heterojenliğin başlangıcı Marx’ın eserlerinde görülebilir. Marx, farklı zamanlarda, farklı tutumlar almış ve farklı şeyler yazmıştır. Bu olması gerekendir, fakat Marx’ın eserinde bu türden tarihsel ya da konjonktürel düzlemde kalmayan, “farklı Marksizmler” çıkarmaya eğilimli farklılıklar da vardır. Bunlar birbiriyle tutarlı bir bütün oluşturmazlar, ya da bu anlatımlar seçilerek, yeniden düzenlenerek karşıt biçimde konumlanmaya yol açan bir gelişim oluştururlar. Söz konusu karşıt konumlanma Marksizm içinde ‘epistemolojik kopuş’ bağlamında bir iç ideolojik mücadele olarak yaşanmaktadır.
Marksizmin farklı şekillerde yorumlanacağı Marx henüz hayattayken gün yüzüne çıkmış bir olgudur. Engels bunu eleştirel kınamayla duyurmuştu: “Yeni bir teorinin ana ilkelerini her zaman doğru biçimde olmasa bile benimser benimsemez o teoriyi tümüyle anladıklarını sananlar pek sık görülüyor. Şimdilerde yeni ‘Marksist oluşumlar’ın birçoğunu bu kınamanın dışında tutamam.”[7] Marx, Engels’in sözünü ettiği saçmalıklar nedeniyle Marksist olmadığını açıklamak zorunda kaldıysa da, yine de Engels’le birlikte işçi hareketinin saflarına katıldı ve teorisini işçi hareketinin teorisi olarak biçimlendirmekten geri durmadı.
Burjuva ideolojisinin hakimiyeti altında oluşan Marksizm, burjuva ideolojisi ve onun teorik oluşumlarına karşı doğrudan saldırıya geçerken, üretimini de, burjuva ideolojisinin karşı saldırısı altında gerçekleştiriyor. Burjuva ideolojisinin dışarıdan başlattığı saldırı, Marksizmin içinde sadece direnme dinamiklerini değil, aynı zamanda revizyonist girişimleri de harekete geçirir. Dışarıda başlayan saldırı, Marksizm içinde Marksizmin kavram ve kategorilerinin burjuva ideolojisinin baskın eğilimi yönünde düzenlenmesi biçiminde revizyonizm olarak işlev görür. Marksizm içinde süren ideolojik mücadele ve Marksist hareket tarihinde yaşanan sapmalar bunun kanıtıdır.
Marksizm gelecekte de ‘rakip eğilimler’ ve ‘düşman partiler’ şeklinde varolacaktır. “Marksizm tarihinde saf bir dönem hiçbir zaman olmamıştır. (Tarihsel) olmamışlık (teorik) olamazlıktan kaynaklanır. Çünkü Marksizm, burjuva teorisi, politikası ve pratiğine karşı mücadeleyi her şeyden önce kendi içinde verir. Felsefede, politikada ve ‘bilim’de Marksist olan ve olmayan verilmiş ayrımlar değildir.”[8] Aydınlanma geleneğinden devralınan “bilincin bölünmez birliği” anlayışı nedeniyle kabul edilmese de, Marksizm çatışmalı ve bölmeli bir yapıdır. Toplumsal yaşamın gerçekliğinden beslenen Marksizm, yaşamın gerçekliğinin farklı algılanma biçimlerini yapısına yansıtacaktır. Kapitalizm olarak bilinen tarihsel toplumsal nesneyi açıklayan Marksizm, nesnesindeki dönüşümleri yapısına yansıtarak ifadeye kavuşturur. Bu onun bir dogma değil, eylem kılavuzu oluşunun da önemli bir göstergesidir.
Bununla birlikte, Marksizmin kendi içinde sürekli teorik ve ideolojik mücadele vermesi, farklı biçimlerde tanımlanarak yorumlanmasına Marksizmin krizi olarak da bakılabilir. “Marksizm arınık değil çelişkili bir bütündür. Yani krizsel öğeleri sürekli kendi içinde taşır ve üretir. Ancak bazı tarihsel dönemlerde Marksizmin çelişkili niteliği çatışkılı bir tarihsel kimliğe bürünebilmektedir.”[9] Marksizmin tarihsel gelişim süreci içinde Leninizm bu çatışkılı varoluşa verilmiş tarihsel nitelikte bir cevap olarak önemini korumaktadır. Lenin’in geçen yüzyıla vurduğu damga Marksizmin kapitalizmle ilişkilerinden kaynaklanan sorunlarını dönüşüme uğratmış olmasıdır. Ezen ve ezilen arasındaki savaş, karşıt konumdaki düşman savaşçıların karşıdakinin stratejilerine cevap verebilmek için kendilerini sürekli dönüşüme uğratmalarını gerektiriyor. Birinin ötekini ortadan kaldırmasıyla son bulacak olan çatışma. Lenin öncesinde Marksizm alanında “tarihsel devrimcilik” yönünden kurgulanarak Marksizm karşıtını yansıtmaya indirgeniyordu. Aslında bu, burjuva politikasının eleştirel biçimde izlenmesinden başka bir şey değildi. Lenin bu türden sorunlara “Marksizmin devrimci diyalektiği”ni yeniden kurarak cevap vermiştir. Lenin’in müdahalesi Marksizmi geri döndürülemez bir rotaya sokmuştur.
Lenin, emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın yarattığı tehlikeyi hiçbir zaman gözden kaçırmaz. Lenin için uzlaşmaz karşıtlık birinden birinin ölümüyle sonuçlanacaktır: “Kapitalizm ve sosyalizm yan yana varoldukları sürece barış içinde yaşayamazlar. Bunlardan biri nihai zafere erişecektir. Son cenaze töreni ya Sovyetler Cumhuriyetinin ya da kapitalizmin olacaktır.”[10]
Leninizm, Marksizmin gerçekleşmiş bütünsel formu kabul edilecekse, kapitalizmin yeniden yapılandırılması sürecinde, Marksizmin kendisine yeni bir biçim kazandırması olasıdır. Lenin’in Marx’ın eserinden ezilenler için çıkardığı sonucu, dönüşmüş koşullar içinde düşünerek Marksizmi yeniden kurmak politik görevdir. Bu yöndeki çabalar Marksizmi politik alanda devrimci temelde var ederek Marx’ın hayaletine canlılık kazandırabilir.
Post-Marksizmin genişleyen alanı
Marksizmin yeniden kuruluşu, yeni oldukları söylenen toplumsal hareketlerden gelen eleştirilere cevap vermek zorundadır. Yeni hareketlerin ileri kapitalist ülkelerde toplumsal muhalefetin başlıca aktörleri olarak Marksizmin özdeşleştirildiği işçi sınıfının yerini aldığı iddia edilmektedir.
Toplumsal hareket teorisyenleri için bu görüngü, kol emeğinin azalması ve sanayi sonrası düzenin gelişmesiyle ilişkilidir. Yeni üretim tekniklerinin ortaya çıkışı geleneksel sınıf çözümlemesinin dışında yeni mücadele biçimlerini şekillendirmektedir. Böylesi yorumlar birçok hareketin eylemcisinin düşüncesini yansıtmayabilir, fakat bu hareketlerden ve onların akademik yorumcularından Marksizme önemli eleştiriler yöneltilmektedir. Bu eleştirmenler, Marksizmde insanların indirgemeci bir şekilde sadece sınıf kimliği açısından kavrandığını söylerler. Onlara göre bu görüş insanları toplumsal ilişkilerden soyutlamakta ve ekonomik üretim alanı içine hapsetmektedir. “Çelişkiler doğrudan ya da dolaylı olarak bir sınıf çelişkisine indirgenebilecek hiyerarşik bir sistem içinde görülür. Böylece politik ve ideolojik düzeydeki her çelişki ya da öğe sınıfsal bağlılığı olan bir şeydir.”[11] Laclau’ya göre sınıf indirgemecilik Marksizmin bütünleştirici doğası tarafından güçlendirilmiştir. İndirgemeci görüş bir dizi ihmal ve baskıya yol açmıştır. Cinsiyetçilik ve ırkçılık karşısında duyarsızlık, kültürel çeşitliliğin yadsınması, ekolojik tahribatın görülmemesi gibi teorik kusurlar sınıf indirgemecilikten doğmuştur.
Marksizme geçirimsiz kalmayan eleştiriler, Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe tarafından post-Marksizm olarak teorileştirildi. 1980’lerden itibaren popüler olan post-Marksist yönelimin bu denli ilgi görmesinde, dar-Marksistlerin Marksizmi savunma adı altında ortaya attığı görüşlerin post-Marksist argümanları haklı çıkarmasının da payı vardır.
Post-Marksistler, Marx’ın tarih teorisinin temel kavramlarının geçerliliğini yitirdiğini öne sürüyorlar. Onlara göre altyapı üstyapı ayrımı, toplumsal gerçeğin üretim tarzları temelinde anlaşılması, üretim güçlerinin önceliği, sınıf mücadelesi, kapitalizmin yerini komünizme bırakacağı gibi görüşler ya baştan beri geçersizdi ya da artık geçerli değildir. Eleştiriler karşısında savunmaya geçen dar-Marksistler, meseleleri kategorik ayrımlara tabi tutup açıklamak yerine, Marx’ın esasında üretim güçlerine değil de üretim ilişkilerine öncelik verdiğini, üretim ilişkilerinin belirleyici olduğunu ileri sürdüler. Politikayı kurtarmak için bilimi geçersiz kılan dar-Marksistler ortaya teorik tutarlılığı olmayan bir görüşler yığını sürdüler.
Dar-Marksistlerin aksine post-Marksistler, yönelimlerinin sonuçlarını izlemekte son derece netti. Marx’ın sermaye ve sınıf konumlarına atfettiği merkezi rolü, mekanik indirgemecilik olarak bir kenara attılar. Bunun yerine farklılık ve söyleme dayanan yeni bir ideoloji önerdiler. Sınıf ilişkileri artık ayrıcalıklı değildi; bu, göstergebilimsel açıdan yapılandırılmış çeşitli kimlikler arasından sadece bir tanesi olarak kabul ediliyordu. Artı-değerin elde edilmesi ötekilerden öncelikli olmayan tahakküm ve baskı biçimlerinden sadece biriydi. Buna göre politika, radikal demokrasi projesi içinde, birbirine bağlanacak tahakküm ilişkilerine karşı mücadele olarak farklı ve çoğulcu bir ittifak temsilini ifade etmekteydi.
Sınıfın ontolojik ayrıcalığına karşı çıkmakta haklı olan Laclau, Lenin’in öncü politika anlayışının ötesinde değil berisinde konumlanıyor ve Leninizm öncesinin temsil düzeyinde çakılıp kalıyor. Politik gerçeklikte, ideolojik içeriğin sınıfsal anlama sahip olduğunu belirten Laclau, sermaye ve tahakküme karşı her birinin kendi ideolojisi, çıkarı ve partisiyle katıldığı bir sınıf ittifakı kurmayı önerir.[12]
Bunun yanında bir grup arkadaşıyla otonom Marksizm anlayışını geliştiren A. Negri, Laclau’dan farklılığını ortaya çıkarmakla birlikte, Laclau’nun Marksizme yönelttiği eleştirileri ve demokrasi projesini yararlı bulur. Marx Ötesi Marx ve Yıkıcı Politika adlı çalışmalarında argümanlarını ortaya seren Negri, post-Marksistlerden farklı bir yol önermez ve bütünlüklü bir karşı koyuş geliştirmez. Post-Marksist teorisyenlerin eleştirilerinin önkabulünden hareket eden Negri’nin otonom Marksizmi, post-Marksizmin sınırları içinde yer alır.[13]
Fabrikadaki çalışma koşullarını inceleyen Negri, mücadele çevrimlerinin sermayeyi daha üst düzeyde örgütlenmeye zorlayarak teknolojinin yoğun biçimlerini benimsemeye yönlendirdiğini belirtir. Ona göre bu yönelim fabrikanın toplumun tümüne yayılmasına ve üretimin toplumsal ve tüm etkinliklerinde üretken olduğu bir durum yaratmıştır. Toplumsallaşmış işçi tanımında öznellik ve nesnellik arasında salınan Negri, gençliğin muhalefet için bilgisayar ağlarını etkin biçimde kullanmasının ağır basıncı altında öznellik peşinde koşar.
Negri ve Laclau’nun tercihleri farklılıklar oluşturur ve onlar öznel nedenlerle anlaşamazlar, fakat aralarındaki mesafe kapanmayacak gibi de değildir; farklılıktan ziyade ortak yönleri daha fazladır. Çifte ontolojist bakış açısında buluşarak bilim ve politikayı ayırmayıp bilimi reddetmeleri temel özellikleridir. Negri ve Laclau’nun çalışma ve araştırma sahaları Batı Avrupa ve Amerika kıtasıdır. Doğudaki hareketler söylemlerine eklemlenmiş olmanın dışında bir değer ifade etmez. Doğudaki hareketler eklemlenmeci söylemlerine ve politik stratejilerine geçerlilik kazandırma, yani kanıt olmanın dışında yokturlar. Marksizmi bir modernleşme ideolojisi olarak algılayıp eleştirmekte ortaklaşan otonom ve post-Marksistler, Avrupa merkezli siyasi perspektifler geliştirmekte de ortak yaklaşıma sahiptirler.
Marksizme sordukları sorular farklı olsa da söz konusu sorulara aynı önsellikler üzerinden cevap ve çözümler sunduklarını söyleyebiliriz.
Bu tip teorisyenlerin eleştirilerini önemsemekle birlikte toplumsal muhalefet hareketi aktivistlerinin Marksizme yönelttiği eleştirileri öncelemek daha yararlı olacaktır. Çünkü pratik politik devrimcilik buradadır, başka yerde değil.
İndirgemeciliğe karşı tepkisel yaklaşan post-Marksistlerin ampirik bakış açısından hedef seçiminde yanılgı içinde oldukları açıktır. Post-Marksistler, Marksizmi kapitalizmin anti-tezi biçiminde ifade ederken Hegelci diyalektiği uygulamaktadır. Bu diyalektiğin tutarlı uygulanması durumunda söylenmesi gereken şey, indirgemeciliğin esas nedeninin Marksizm değil, kapitalist dünya pazarı olduğudur. Kapitalizm, insanın emek gücünün alınıp satılması da dahil evrensel bir metalaşmanın dayatılmasına dayanan bir sistemdir. Bu sistemde insanlar sadece canlı emek gücünün taşıyıcıları ve tüketim kapasiteleri, doğal çevre de hammadde olarak görülür. Bu indirgemecilik bütünleştirici bir denetime sahiptir. Buna karşılık diğer tahakküm biçimleri de indirgemecidir. Irkçılık beyaz olmayanların insanlığını, egemen uluslar etnik kimlikleri yadsımaktadır. Bu tahakküm biçimleri bütünleşmiş bir karşılıklı bağımlılık sisteminde birleştirici olmayı nasıl başaramadılarsa, bunlara karşı mücadele eden hareketler de bütünleştirici bir ‘üst anlatı’ oluşturamadılar.
Post-Marksistlerin terminolojisini takip ederek, sermayenin tüm diğer baskı biçimlerini egemenliği altında topladığını söyleyebiliriz. Post-Marksistlerin tahakküm biçimlerinin hiyerarşik olmayan çoğulcu biçimde düzene soktukları iddiasının aksine emek-sermaye bölüşümünde kapitalizm, tahakkümünü devlet aracılığıyla kuran bir tahakküm biçimidir. Marx’ın belirttiği gibi, bu, metalaşmanın bu doğrultuda işlemesine rağmen cinsiyetçiliği ya da ırkçılığı ortadan kaldırdığı anlamına gelmez. Kapitalist işbölümünün kontrol hiyerarşisini kurması için içeriklerini yeniden düzenleyip farklı biçimlerde yeniden üreterek kullandığı anlamına gelir. Kapitalist üretim ilişkilerine eklemlenmeyi başardıkları oranda varolmaya devam edeceklerdir.
Belirli bir toplumsal formasyonda, sınıf, kapitalizmin insan kaynaklarını sınıflandırmada, toplumsal emek gücünün değişmezliğini ifade eder. Sınıfın ontolojik önceliği değil, fakat tarihsel toplumsal nesne olarak kapitalizmin anlaşılmasında sözcüğün epistemolojik anlamıyla teorik ayrıcalığı söz konusudur.
Bu anlamda, sınıf siyaseti olarak formüle edilen Marksist politika ile yeni toplumsal hareketler arasında ayrım yapmak gerekmiyor. Marksist politika ideolojisinin işçici söylemlerden arındırılması ve yeniden yapılandırılması daha anlamlı görünüyor. Bu, başlıca iki temel nedenden dolayı böyledir. İlk başlıca neden, konjonktür ile tarihsel süreç arasında herhangi bir doğrudan ilişkinin bulunmamasıdır. Toplumsal formasyon sürecinin dışında bulunan konjonktürde sınıflar yer almaz. Politika sadece konjonktürde gerçekleşen eyleyiş olarak gerçekleştirilir. İçinde bulunulan an’ın bile geçici olması nedeniyle konjonktürde bilim de bulunmaz. İşçi sınıfı, toplumsal formasyona dair bir kavramsal yapının adı olarak canlı emek gücünü tanımlar. Konjonktürdeki politika ile toplumsal formasyondaki sınıflar arasında bir ilişki yoktur, aralarında doğrudan ilişki de kurulamaz. Dolayısıyla konjonktürde bir sınıf siyaseti de yoktur. Ancak toplumsal formasyon düzeyinde her hareket bir sınıf hareketidir, özgül bir sınıf bileşimini ifade eder. Öte yandan, sermaye sadece yüksek ücret ve çalışma koşullarının düzeltilmesi için mücadele eden işçi hareketine değil, farklı alanlarda mücadele veren hareketlere de düşmandır. Farklı tahakküm biçimlerinin sorumlusu sermaye olduğu için değil, bu olgulara birikimin önündeki olanaklar açısından yaklaşımından ötürü, sermayenin önceliği kâr olduğu için doğanın tahrip edilmesi sadece politik bakış açısından işlevseldir.
Sanılanın aksine kapitalizm, toplumsal kesimlerin mücadelesini dışlama eğiliminde değildir, bilakis onları devletin siyasal ideolojik aygıtlarına dahil ederek tanımaktan yanadır. Mücadele bakış açısından, sermaye, düşman olmayacak kadar soyuttur, onun yerine devlet siyasi ve ideolojik aygıtlarıyla somut ve gerçektir. Sermaye tahakkümüne karşı mücadele fikri cazip gelse de mücadele alanında yerini devlet şiddetine bırakmak zorundadır.
Bu bakımdan 1960’lar dönemi toplumsal hareketinin politik akıbeti aydınlatıcıdır. Yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkışının eski savaşımdan uzaklaşmaya işaret ettiği fikri, bu hareketlerin liberal piyasayı onaylaması karşısında yenilmiştir. Bu dönemde toplumsal hareketler doğanın korunması, kadınlara eşit ücret ve şiddete uğrayan kadınların korunması vb. için mücadele etmişlerdir. Bu toplumsal hareketlerin örgütlenmede kullandığı reformist biçimler, devlet tarafından içerilerek siyasi ve ideolojik aygıtlara dahil edildiler. Bu hareketlerin gerçekliklerini bulup tanıyacağı bir dışarısı kalmadı.
Batıda sönümlenmeye başlayan yeni toplumsal hareket ideolojisi Doğuda kendisini yeniden oluşturup sunmaktadır. Şimdilerde pek çok hareket kendilerini Batıdan kopyaladıkları ideolojilerle tanımlamayı seçiyorlar. Bu ideolojinin Doğuda yaşam imkanı bulması ve yeniden canlanması, Doğudaki mücadelelerin devlet tarafından içerilmemiş olması ve mücadelenin kitlesel anlamda bu aygıtların dışında gerçekleşiyor olmasındandır.
Post-Marksizmin akademi çevrelerinde moda haline gelmesi, kapitalist sistemin, toplumsal hareketlerin reformist mücadele biçimlerini devlet aygıtlarına dahil etmiş olmasının sonucudur. Eagleton’ın solcular için kullandığı tanımlamayı post-Marksistler için de kullanabiliriz. Eğer sistem değişmiyorsa, demek ki, değişmesi gerekmiyormuş.[14] O halde fikirlerimizi değiştirmek yararlı olabilir. Sınıf indirgemeciliğine karşı tepkilerini kırıp dökerek ortalığa saçan post-Marksistlerin fantastik görüşlerini benimsememiz gerekmiyor. Bu, Marksizmde hiçbir şeyin değişmemesi gerektiği anlamına gelmiyor. Marksizmde değişmesi gereken yönler var ve bunları değiştirmekten çekinmemek gerekiyor. Fakat bunlar, post-Marksistlerin reddettiği kavramlar değildir. Yeniden kurgulanan kapitalizme özgü çelişkilere odaklanmaktan, politik mücadelede devlet karşıtlığını esas almaktan vazgeçmeyen, toplumsal hareketlerden öğrenen ve bu hareketlerin kendileri için zorunlu ideolojilerine takılmadan devrimci dinamiklerini edinen bir Marksizm, yaşadığı krizi büyüme ve yeniden kuruluşa evriltmeyi başaracaktır.
Sonuç
Bu çalışma, otonomcu ve post-Marksist eleştiriler karşısında, imgesel temsile kavuşturulmuş “Bütünsel Marksist oluşum” anlatısına bir iman tazelemedir. Marksizme güvensizliği besleyen, politikada etkisiz olma durumuydu. Merkezlerde belirlenen politika yerel dinamikleri kuşatıp kendisine bağlayarak özgün gelişim kanallarını kapatıyordu. Değişim isteyen dinamikler, kendilerini, Marksist ideolojinin dışına çıkarak oluşturdular. Marksizm içinde değişime olan ihtiyaç gündemden kalkmış görünüyor. Huzurlu bekleyiş karşısında değişime olan inancı sürdürmek kolay değil, fakat başka seçeneğimiz de bulunmuyor.
Yaşanan sorunların çözümü için Marx’a dönme ve hazır çözüm reçeteleri bulma fikri cazip gelebilir ama, bu fikrin derinlemesine olasılıkları ortadan kaldırdığını ve örtük biçimde sorunları ve gerçekleşme koşullarını özdeşleştirdiğini kabul etmek gerekiyor. Marksizmin devrimci diyalektiğini takip ederek şu anki zamanın içinde düşünmek zorundayız.
Postmodern modanın entelektüelleri Marksizmle giriştikleri polemikte birçok Marksist kavramı kullanmaktan geri durmuyorlar. Bu ortak dil, Marksizmle değil ama ütopyacıların paylaştığı Aydınlanma mirasıyla ortaklıklarını gösteriyor.
Bugünün popüler entelektüeli olan eski yoldaşların Marksizmden kopuşunu bir kenara bırakarak, ideoloji ve teori olarak Marksizmin gerilemesi üzerinde durmak daha yararlı olacaktır.

[1] Andre Tosel, “Marksizmin-Leninizmin Sonundan Binlerce Marksizme”, Çev.: Deniz Cumhur Başaraner, Teori ve Politika/64-65.

[2] Luwig Von Moses’dan akt. Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı?, Çev.: Oya Köymen, Yordam Kitap, s.12.

[3] Francis Fukuyama, “Savaşların Geleceği”, Medeniyetler Çatışması, Huntington v.d., Der. Murat Yılmaz, Vadi Yay.,

[4] F. Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, Çev.: Z. Dicleli, Profil Yay.,

[5] Eagleton, Marx Neden Haklıydı?, s.63.

[6] Derrida’dan aktaran S. Sim. Derrida ve Tarihin Sonu, Postmodern Hesaplaşmalar, Çev.: Kaan H. Ökten, Everest Yay., s. 46.

[7] Marx Engels, Seçme Yazışmalar, Cilt 2.

[8] Melik Kara, İ. Mert, S. Sahra, Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı, Der.: Metin Kayaoğlu.

[9] Taslak, a.g.e., s. 66.

[10] Lenin’den aktaran Deniz Bakır, Teori ve Pratiğin Aynasında Sosyalizme Yeniden Bakmak, Ceylan Yay., s.385.

[11] Ernesto Laclau, İdeoloji ve Politika, Çev.: Hüseyin Sarıca, Belge Yay., s.13.

[12] A.g.e., s.113.

[13] Antonio Negri, Marx Ötesi Marx: Grundrisse Üzerine Dersler, Çev.: Münevver Çelik, Otonom Yay., 2006; Antonio Negri, Yıkıcı Politika: 21. Yüzyıl İçin Bir Manifesto, Çev.: Akın Sarı, Otonom Yay., 2006.

[14] Eagleton, a.g.e., s. 20.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar