Ana SayfaKürsüGARBİS ALTINOĞLU TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİNİN DEĞERİDİR

GARBİS ALTINOĞLU TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİNİN DEĞERİDİR

GARBİS ALTINOĞLU TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİNİN DEĞERİDİR

Hasan Ozan

[Yazarın, Garbis Altınoğlu’nun kaybı ardından kişisel bloğunda yayınladığı yazı. Ara başlıkları biz ekledik.]

14 Ekim 2019 günü Garbis’i yitirdik. Garbis Altınoğlu, Türkiye devrimci ve komünist hareketi tarihinin bir simgesiydi. Öyle de kalacak. Garbis, 68 kuşağından bir devrimciydi. Eğilmez bükülmez bir komünist olarak yaşadı. Tanınan bir komünistti. Fakat yaşamının hiçbir döneminde şöhret düşkünlüğüne prim vermedi. Sade, alçak gönüllü bir yoldaştı. Olduğu gibiydi. Dürüst bir kişiliği vardı. Hiçbir zaman burnu Kaf dağında olmadı. Şöhret olmak için kendini parçalayan, kendilerine olmadık unvanlar biçen insanları gördükçe Garbis’in bu niteliğinin değerini insan daha iyi anlıyor. İdeolojik, siyasal, örgütsel, ahlaki ve vicdani kirliliğin bu kadar geliştiği bir tarih kesitinde onun komünist savaşçı aydın dürüstlüğü ne kadar vurgulansa yeridir. Bu kişisel dürüstlüğü Garbis’in komünist karakterini de güçlü bir şekilde yansıtan niteliğiydi. O, Marksizm-Leninizm’e derin bir bilinçle bağlanmış bir komünistti. Komünist partiden kopuşundan sonra da bu inançlarına bağlı yaşadı.

Garbis, 12 Mart’tan 12 Eylül’e uzayan tarihsel kesitte işkencede baş eğmez devrimci ve komünist direnişçiliğin de abidesi oldu. İstikrarlı devrimciliğin temsilcisi oldu. Kişisel olarak da tanıdığı İbrahim Kaypakkaya’nın işkencedeki duruşunu içselleştirmiş bir savaşçıydı. Ermeni ulusundan bir komünist olduğu için faşist işkenceciler ona karşı daha azgınca davrandılar. Ama o, buna aldırış etmedi, devrim ve komünizm inancının tutkulu bir savaşçısı olarak güçlü ve örnek baş eğmezliğiyle inandığı yolda alnı açık yürümeye devam etti. Ermeni ulusundan bir komünist olması gerek faşist diktatörlüğün, gerekse de Perinçekler gibi azgın şovenistlerin sistematik iftiralarına ve saldırısına maruz kalmasına yol açtı. Onun şahsında tüm devrimci ve komünist değerler gözden düşürülmeye çalışıldı. O, bu saldırılara da metelik vermedi, büyük bir tutkuyla bağlı olduğu devrim ve komünizm yolunda militanca yürüdü.

12 Eylül 1980 askeri faşist darbesiyle açılan yenilgi ve dizginsiz gericilik döneminde kapağı yurtdışına atanlardan olamadı, aksine, Türkiye’de kalarak politik ve örgütsel çalışmalarına kararlılıkla devam etti. Yenilgi ve gericilik yıllarının ürünü olan tasfiyeci oportünizme karşı durdu. 1990’larda yurtdışına çıkışı da kendi talebiyle olmadı; parti güvenliğinin bir gereği olarak partinin organlarınca yurtdışında görev alması uygun bulunmuştu. Sınıf düşmanının özel bir hedefiydi. Aşırı deşifre olmuştu.

Birlik devrimi için mücadele etti. Birlik devrimine ciddi katkılar yaptı. Saygınlığı da birleştirici bir rol oynadı. Yüksek Marksist-Leninist ve entelektüel birikimiyle, 68’lerden başlayarak gelen siyasi mücadele deneyimiyle her zaman mücadeleye değerli katkılar sundu.

Teori zaafına karşı mücadele

Garbis yoldaşın nitelik ve mücadelesi işkencedeki yenilmez tavrına indirgenemez. Onu asıl belirleyen şey, Marksizm-Leninizm’e inanarak son nefesine dek eğilip bükülmeyen bir komünist savaşçı olarak tüm yaşam enerjisini davasının hizmetine sunmasıydı. Yalnız örgütlü olduğu dönemde değil, kopuştan sonra da böyle yaşadı.

Teoriye, teorik çalışmaya önem veren, bu çalışmada da son derece dikkatli ve etraflı okumalar ve hazırlıklar yapan birisiydi. Komünist hareketin tarihi aynı zamanda teorinin ihmal edilegeldiği bir tarihtir. İç ve uluslararası komünist ve devrimci hareketin oldukça uzun tarihsel deneyimine karşın pratik-politik mücadelenin sorunlarını çözmekle, aydınlatmakla yükümlü olan teorinin, teorik çalışmanın hâlâ ancak üçüncü derecede yer bulabilmesi ibretlik bir durumdur. Teorinin görevi pratiğin önünü aydınlatmaktır. Sınıf mücadelesinin genel ve güncel sorunları ancak teoriyle, teorik çalışmayla aydınlatılabilir. Örneğin, yıl 2019 ama hâlâ ”sosyalizmin sorunları” tartışılıyor; anlaşılıyor ki, tartışılmaya da devam edilecek. Teorik ve pratik çalışmanın birliğine dayanan bir çalışma tarzı ve önderlik anlayışı, bir öncü duruş olsaydı, kuşkusuz ki bu denli geride kalınmaz, yüksek bir nitelik ve donanımla sorunlar güçlü bir şekilde çözülür, bu denli sağa-sola savrulma da gerçekleşmezdi. Marksizm-Leninizm’e hakimiyet zayıflığı, tarihin dersleriyle silahlanamamak, kaçınılmaz olarak somut tarihsel gerçeğin kavranmasının ve politik ve örgütsel gelişmenin sınırlı kalmasına yol açtığı gibi, proleter doğrultudan sapmanın da başta gelen temelidir.

Komünist hareketin idare-i maslahatçılıkla belirlenen tarzı teori cephesini de belirlemekte, pratik-politik çalışmaların önünü aydınlatmakla yükümlü teorinin ihmal edilmesini koşullayıp üretmektedir. Garbis bu gerçeği çok iyi görmekteydi. Onun temelde doğru olan duruşunun teorik üretim alanına yeterince yansımaması öncünün önderlik anlayışı ve çalışma tarzıyla ilişkiliydi. Bu olgu, Garbis’in teorik-politik alanda daha verimli değerlendirilmesini önledi. Bu bağlamda, ikincil bir faktör olmakla birlikte, Garbis’in mükemmeliyetçi hatalarının da katkısı oldu bu tabloya.

Garbis, parti yaşantısında daima düşüncelerinin mücadelesini verdi. ‘Kim ne der’ hesabıyla davranan biri olmadı asla. Marksizm-Leninizm’e güçlü bilimsel bağlılığı ile eleştiri gücü onda bağımsız komünist karakterin güçlü bir senteziydi. İdeolojik tavizlere karşı hiçbir zaman liberal davranmadı. İlke sorunlarında katıydı. Sorunlara, gelişmelere daima soğukkanlı bakar ve yaşanan gelişmelerin nesnel karakterini denetlenebilir veriler ışığında değerlendirirdi. Kanımca çok az kişide görülebilen bir erdem ve derinlikti bu. Öncüde, geçmişin devrimci-demokratik zaaflarının ciddi kalıntılarını ifade eden ve özellikle 90’ların ikinci yarısında gelişmekte olan küçük burjuva düşüncelere karşı etkin bir mücadele yürüttü. Bu mücadelede liberalizme düşmediği gibi, üslubunda zaman zaman aşırılıklar olsa da, sekter de davranmadı. Garbis’in bu yönü güçlü, gelişkin bir nitelikti; her zaman örnek alınması gereken bir nitelik.

Komünist hareketin acısını belirgin bir şekilde çektiği niteliksel zaaflardan birisi de eleştirel uyanıklıkla sorunları inceleyen, fikir ve eleştirilerinin mücadelesini veren ve vermeyi de bilen insan tipinin yetersizliğidir. Bu bağlamda bürokratik önderlik anlayışı, çalışma tarzı, kadro politikası gerçek gelişmeyi önleyen, kötürümleştiren ana engeldir. Özneleşmek, özne olmak ama bağımsız komünist karakterde somutlaşan bir özne olmak; belirleyici olan da budur. Tabi olmaya göre şekillenen ya da şekillenecek bir insan tipi aynı zamanda geleceğin yeni insan tipi de olamaz. Bu niteliksel gelişkinlik ise tek başına çalışkanlıkla, işkencede direnmekle, fedakârlıkla vb. kazanılamıyor. Garbis’in sadeliği ile inandığı düşüncelerin mücadelesini vermedeki inatçılığı birbirini tamamlıyordu.

Garbis, Marksizm-Leninizm ve komünist hareketle burjuva, küçük burjuva düşünceler arasındaki ayrım çizgilerine karşı her zaman eleştirel bir duruş sergiledi ve bu ayrım çizgilerinin bulanıklaştırılmasına, bozulmasına karşı ilkeli bir mücadele yürüttü. İdeolojik tavizlere karşı durdu. İdeolojik savrulmalara karşı mücadele yürüttü. Onun bu alandaki mücadelesi ilkeliydi ve temelde doğru bir duruşu vardı. İç ve uluslararası alanda baş gösteren tasfiyeci eğilimlere karşı mücadelesi örnek bir mücadeleydi. Onun bir dizi eleştiri yazısı da bunun kanıtıdır.

O, başlıca olarak Birlik Devrimi belgelerine bağlı kaldı. Ayrı bir ideolojik çizgiye savrulmadığı gibi, ana Marksist Leninist görüşleri de savunmaya devam etti.

Davasından başka hiçbir şeyi yoktu

Garbis yoldaşın yaşamında ideallerine tutkuyla bağlılığın dışında hiçbir şey yoktu. Günlük yaşamı da sadeliğinin bir parçasıydı. Dünya nimetlerine önem vermezdi. Onu tanıyan herkes buna şahittir. Bütün benliğiyle komünistçe yaşadı. Narsizm, egoizm, kariyerizm, tezgâh çevirme, demagoji ve manipülasyon her zaman ona uzaktı. Saf ve temiz bir yoldaştı. İçten biriydi. Bazı özgünlükleri de vardı. Yakından tanımayanlar onu soğuk biri olarak görebilirlerdi ama değildi. Üstünlüklerini başkalarına karşı kullanmak, bilgiçlik taslamak, karşısındaki insanları ezmek, küçümsemek, yöneticiliğiyle hava atmak, kişisel bağımlılık ilişkileri yaratmak gibi burjuva, küçük burjuva özellikler ona yabancıydı.

Garbis yoldaş elbette ki hatalardan, eksikliklerden azade bir komünist değildi. Fakat onu belirleyip biçimlendiren gerçek bir komünist karakter ve pratikti.

Partiden kopuşu

Garbis’in komünist öncüden kopuşu ağır bir kayıptı ve bu durum, üzüntüyle karşılanmıştı. Politik yaşamı örgütlü mücadeleyle geçmiş, idealleri, davası, kavgası için örgütlü yaşamıştı. Politik yaşamı boyunca profesyonel bir devrimci oldu. Eğer başka bir devrimci yapıda yer almadıysa, bunun nedeni, buna uygun bir yapının olmamasıydı. Parti içerisinde bir hizip örgütlenmesine girişmedi. Koptuktan sonra da parti karşısında ayrı bir yapı kurmaya çalışmadı. Bunun bir çözüm olmayacağının bilincindeydi. Yaşanan sorunların tarihsel arka planının, tarihsel bağlamının ve içinden geçilen uluslararası konjonktürün gerçekleriyle bağının bilincinde olan biriydi. Türkiye Komünist Hareketi’nin sorunlarının, zaaflarının tarihsel ve yapısal nitelikte olduğunun farkındaydı. Kısa vadeli çözümler peşinde koşmadı. Kendi platformunda inançlarına sadık yaşarken teorik ve siyasal üretimler yapmaya devam etti. Kapağı burjuva yaşama ve seçeneklere atmadı. Kopuşun onu ağır yaraladığına inanıyoruz.

Parti yaşantısında kendisini yalnız hissetme süreci yaşadı. Sorunların köklü bir şekilde çözüleceğine inancı belki de göremediğimiz ölçüde sarsılmıştı. Ayrıldıktan sonra düşüncelerini sitesinde, sosyal medya platformlarında kamuoyuna ulaştırdı. Doğru bildiğini savundu. Bu da onun hakkıydı. Garbis’in bazı mekanik hataları vardı, bu onda tek yanlı bazı abartılı eleştirilere de yol açıyordu. Kopuş sürecinin gerilimleri onda ek tepkiler yaratmış ve bu da onun değişik eleştirilerine yansımıştır. Bunları reddedemeyiz. Ama o, kopuştan sonra da eleştiri ve ideolojik mücadele anlayışına bağlı kaldı.

Garbis’in partiden kopuşunun nedenini yalnızca onun bireysel hatalarına indirgemek saçma ve ucuz bir değerlendirmedir. Kriz anında yansıyan ciddi bireysel hataları da tek başına ölçüt alınamaz. Burada sorun şu: neden Garbis’i tutamadık? Neden çok sayıda deneyimli kadro komünist hareketle yürüyemedi? Bu sonuç hep o insanların hatalarının zaaflarının eseri miydi? Böyle bir yöntem, bakış açısı, analiz tipik bir metafizik, idealist karakter taşımaz mı? Üçü, beşi bilemediniz 10’u esasen kendi zaaflarının ürünü olarak çekip gitmiş olabilir, ama gidenlerin çok büyük bir çoğunluğunun durumu böyle değildir.

Bu bağlamda doğru çözüm yolu şudur: Çubuğu bireylerin zaaflarına kırarak, suçun bireylerde olduğunu ileri sürmek yerine, bireylerin hataları, zaafları her ne ise görmek ama esas dikkati öncünün zaaflarının nerede olduğuna yoğunlaştırmak. Bir partiyi geleceğe taşıyacak ana nokta budur. Kolaycı, dar kafalı, idealist, mistik dar gruplara özgü zihniyetle bu yapısal zaaflardan kurtulmanın olanaklı olmayacağını kendi tarihsel deneyimimizden de biliyoruz.

Sosyalist hareketin kadro harcama politikası

12 Ağustos 2013 Pazartesi günü yayınlanan, devrimci ve komünist hareketin eleştirel değerlendirmesini yaptığım “ ‘Sosyalist Sol’ Üzerine Eleştirel Notlar: 1. Bölüm” başlıklı yazımda konu bağlamında şunları yazmıştım:

”… Bu bir kısır döngüdür. Bu kadar deneyime karşın, bu deneyimden köklü bir tarzda öğrenilemiyor. Böylece ilkeli, derin ve kapsamlı bir yenilenme başarılamıyor. Güçlü bir tarzda sarsıcı olması gereken deneyimden eleştirel kapsamlı dersler çıkarılmak yerine, ısrarla, bilinen idare-i maslahatçı, dar pratikçi tarz korunuyor, hatta daha da kemikleşerek şu veya bu biçimde kendisini korumaya ve üretmeye devam edebiliyor… Her şeye koşuşturan, hiçbir şeye yetişemeyen, yarım yamalak, yüzeysel, verimsiz, genelde başarısız bir çalışma tarzı ve önderlik, yarım doktorun candan, yarım imamın dinden etmesi misali kadro, enerji, güç ve imkân tüketmesi, yaptığından çok yıkması, anlaşılırdır. Bu kadar başarısızlığa ve kısır döngüye karşın aynı tarzda ısrar, devrimci hareketimizin tarihsel geleneğinin oldukça istikrarlı, tutucu karakteristiklerindendir. Tasfiye edilen ya da bırakıp gitmeleri için zorlanan ya da bırakan kadroların ardından ‘o zaten şöyleydi, falanın zaten şu zaafları vardı’ vb. vb. gibisinden sözde ‘açıklama’ ve ‘analiz’ler kartopu gibi büyüyerek yuvarlanmakta, ‘son duyanın ilk görenden daha çok şey bildiği’ garip bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bu son derece kolaycı ve manipülatif ‘analiz’ler eleştirdiğimiz önderlik anlayışı ve çalışma tarzının bir sonucudur. Oysa birey ve örgüt bağıntısında çubuk, kolektiflerin zayıflıkları, zaafları, yetersizlikleri yönüne kırılarak eleştiri ve özeleştiri silahı kullanılmalı, neden bu kadar çok sayıda kadro harcanıyor, kaybediliyor diye sorulmalı, gerçek nedenler açığa çıkarılmalı, meselenin derslerine dayanan yeni bir donanım kazanılmalıdır.

”Birinci yöntem, ucuz, kolaycı, tutucu, parti ve grupların zaaflarını gizleyen bir yöntemdir, oysa ikincisi, nitelikli donanım geliştirici bir yöntemdir. Birinci yöntem, ‘diyalektik değildir, bilimsel değildir, teorik açıdan yanlıştır’. Evet, ‘ortam ve koşullar insanları yarattığı kadar, insanlar da ortam ve koşulları yaratır’. Evet, ‘bireyin gerçek zihinsel zenginliğinin, tamamen, bireyin gerçek ilişkilerinin zenginliğine bağlı olduğu açıktır’. (Marx) Bunlar üzerinde de düşünmek ve dersler çıkarmak zorundayız. Bu soruna da sorumluluğunu üstlenmekten kaçan dar kafalılığın, devrimci kendiliğindenciliğin, grup ve önder ve ekip kültünün kafasından ve yüreğinden değil, gerçek ilişkilerin, çalışma tarzının, kadro politikasının gözünden bakmak gerekir. Gerek herhangi bir devrimci parti ve grup, gerekse de herhangi bir devrimci kadro, gelişimini tamamlamış, nihai sonucuna varmış bir yapı ve birey olamaz; sınıf mücadelesi durmaksızın yeni biçimler almakta, yeni sorunlar yaratmakta, yeni zorluklar üretmekte, mücadelenin zamanında önünün açılmasını, böylece kesintisiz bir yenilenmeyi gerektirmektedir. Donanıma, donanımın kesintisiz yenilenmesine, geliştirilmesine, böylece ‘birey’lerin de geliştirilmesine, eğitilmesine dayanan bir tarza ve kadro politikasına gereksinim olduğu açık ve kesindir. Eğiticilerin de daima eğitilmesi gerektiği asla unutulmamalıdır.

”Şu veya bu biçimde yaşamını kaybeden her devrimcinin ardından samimiyetle üzülürüz, devrim sözü veririz; anıları ve erdemleri üzerinde konuşur, tartışır, öğrenmeye çalışırız… Peki, ama yaşarken ya da yaşamakta ve savaşmakta olan insanlara ne kadar değer verebiliyoruz acaba? Kuşkusuz ki burada söz konusu olan devrim ve sosyalizm kaçkınları, bilinçli yıkıcılar, bilinçli döküntüler değildir. Fakat devrim ve sosyalizm kavgasının her türlü zorluğunu göğüslemiş, zorlu sınavlardan geçmiş, hatası, eksiği, zaafıyla, güçlü yanlarıyla birlikte yaşamını ideallerine, davasına, kavgasına adamış, az ya da çok katkılar yapmış devrimcilerin yitip gitmesinin ya da bitirilmesinin acısına ve deneyimlerine gelince, burada, genelde (hadi yumuşatalım, çoğunlukla) itici, acı verici, garip bir duyarsızlıkla, keyfiyetle biçimlenmiş bir tabloyla, gelenek ve tarzla karşı karşıyayız. Hem yeni bir dünyadan, yeni insan tipinden bahsetmek hem de ucuza ve kolayca kadro ve insan öğütmek, gerçek bir çelişkidir ve kuşkusuz ki bu, devrimci hareketin gerçek bir çelişkisidir. Binbir zorlukla kazanılan, eğitilen, gelişen ve geliştirilen devrimcilerin çoğaltılması yerine, ondan çok tüketilmesi devrimci hareketin gerçek yaralarından, kan kaybının önemli nedenlerinden birisidir. İlkesel, ahlaki, vicdani değerler açısından bu durumu kabullenmek, kanıksamak, doğal karşılamak devrimcilerin, devrimci parti ve grupların alışkanlığı, harcı vs. olmamalıdır. Evet, bu mücadele sınıf mücadelesidir; gelen olur, giden olur ve olacaktır. En iyi dönemlerde bile olacaktır bu. Ama üzerinde durduğumuz nokta bu nokta değildir… Burada söz konusu olan şey, dar kafalı bir zihniyettir, dar grup kültüdür, dar pratikçi tarzın insan öğüten karakteridir, dar pratikçi grup ve önderlik kültüdür, bunlarla iç içe geçmiş, kaynaşmış bürokratik elitizmdir; bunlarla şekillenmiş kadro politikasıdır; ‘kadrolar en değerli hazinemizdir’ lafazanlığıdır, vicdansızca insan öğütülmesidir, devrimci insanların kaderi karşısındaki ilkelliktir, duyarsızlıktır, buna alışılmış olunmasıdır… Evet, devrimci hareketimiz daima çok sayıda yiğit devrimci, dava insanı da yetiştirmiştir; var olan başarısız tarzıyla bile bunu başarmıştır ama bu olgu, eleştirel ele alınması, incelenmesi, derslerinin bilince çıkarılması gereken zaaflı bir gerçeğin üzerinden atlanmasını asla haklı çıkarmaz ve çıkarmamalıdır. Aslında burada karşımıza çıkan şey, öncelikle ideolojik bir yıkımdır, devrimci olmaktan fersah fersah uzak küçük burjuva karakterde insani ve örgütsel kirlenmedir, kendi kendini vurmadır. Sınıf düşmanın sınırsız bir kin ve zevkle yapmak istediği ama başaramadığı ve başaramayacağı şeyi, üstelik en korkuncu da kendi ellerimizle, yani kendi tarihsel ve yapısal zaaflarımızla, buradan da kaynaklanan yeni yeni yıkıcı faktörlerin etkisiyle yapmamızdır.

”Mücadelenin hareketli gerçeği temelinde sorunlara çözüm gücü olamayan siyasal hareketler, sözgelimi devrimci hareketimizin önderlik anlayışı ve çalışma tarzı, başarısızlığıyla, verimsizliğiyle, donanımsızlığıyla, kısır döngüsüyle, idare-i maslahatçılığıyla, grup ve önderlik kültüyle, bürokratik merkeziyetçiliğe dayanan yapısıyla vs. vs. kadroları sistematik bir tarzda teorik ve pratik olarak eğitip geliştirememektedir. Kadroların bağımsız devrimci kişiliğe sahip, eleştiri gücü olan, fikirlerinin ve eleştirilerinin arkasında durabilen, bağımlı değil ama bilimsel devrimci bağlılıkta ifadesini bulan kişilikler olarak gelişmesi sağlanamamaktadır. ‘Birey’lerin (kadroların) iç demokrasi ve kolektivizm temelinde enerjik katılımcılığı güvence altına alınamamakta, daha ziyade biçimsel, isteneni onaylamakla şekillenmiş bir katılımcılıkla sınırlı, pratikte koşturan ve itaatkâr ve sorunlara bütünsel bakarak sorgulama niteliği kazanamamış bir kadro tipi yaratılmaktadır. Kısaca diyelim, her siyasal mücadele anlayışı, önderlik ve çalışma tarzı kendine uygun bir örgüt ve kadro tipi biçimlendirmektedir, böylece dar pratikçi, idare-i maslahatçı, grubun idealize edilmesine dayanan çalışma tarzı da kendi insan tipini yaratmaktadır. Bu da ideolojik, siyasi, örgütsel bakımdan donanımlı ve donanımı sürekli gelişen bir kadro tipi değil, önemli zaaflarla, zayıflıklarla, geriliklerle şekillenmiş bir kadro tipi üretmektedir. Kolektiflerin niteliksel bakımdan zaaflı ve yüzeysel, geliştirici olmayan ortamı, işleyişi ve işlevi giderek kadro tüketen, kazandığından ya da yetiştirdiğinden çok kolayca harcayan bir makineye dönüşmesine yol açmaktadır vb. Bu konu üzerinde de ilkeli, köklü, eleştirel bir değerlendirme, özeleştirel bir yenilenme, dersleriyle donanma sorunu devrimci hareketin önünde durmaktadır.” (Hasan Ozan Makaleler)

Haber değeri görülmeyen bir komünist

Garbis yoldaşın kopuşuna da bu perspektifle bakmak doğru olacaktır. Ona yeterli, gerekli değerin verildiğini düşünmüyoruz. Garbis’in partiden kopuşu asla sadece Garbis’in hatalarına indirgenemez ve indirgenmemelidir. Bu bağlamda sorun öncelikle, Garbis gibi nitelikli bir komünistin, bir tarihin, eğilmez bükülmez bir komünist devrimcinin bireysel zaaflarından çok ve en önemlisi komünist hareketin zaaflarıdır, zaafları olarak ele alınmalıdır. Ama böyle bir perspektifin izinin olmadığını hem Garbis’in ölüm haberinin ruhtan, değerden yoksun, baştan savma tarzda ilk anda haber ajansında verilişinden, hem de cenaze töreninin daha sonra ajans ve gazetede haber bile yapılmamasından görüyoruz. Acı ama gerçek. (Ki, yukarıda alıntıladığımız yazının yayınlanmasından sonra geçen kesitte söz konusu zaafların giderilmesi bir yana, tablo daha da ağırlaşmıştır.) Bu durumun, küçük burjuva önyargıların ve dar zihniyetin ürünü olduğunu vurgulamak isteriz. Fakat bu tavırda ve zihniyette demokratik ve komünistçe olan hiçbir şey yoktur.

Garbis iyi bir komünistti. Bir tarihti. Tarihi bir değerdi. Türkiye devrimci hareketinin ortak bir değeriydi. Tarihi de bizlerin geleneğiyle, hareketiyle geçti. Kopuştan sonra da Marksizm-Leninizm’e bağlı kaldı ve istikrarlı bir komünist olarak yaşadı. Parti içinde hiçbir zaman kariyerist bir mücadele yürütmedi. Hiçbir hizipçi kışkırtmaya girmedi. Kendi ekibini kurmak gibi bir bencilliğe düşmedi. Hep ilkeli ve namuslu yaşadı. Takınılan tutumun utanç verici olduğuna inanıyoruz.

Garbis gibi bir değerin sahiplenilmesi için partili olması da gerekmiyor. Bir tarih, tarihimizin bir bileşeni ve sembolü olması itibariyle zaten sahiplenilmesi gerekiyor. O bir komünistti. Hayatını bir trafik kazasında, bir hastalıktan kaybeden herhangi bir demokratı ya da devrimciyi sahipleniyoruz. Burada bir yanlışlık da yok; ama iş Garbis gibi bir komüniste gelince görmezden geliyoruz. Sözgelimi Garbis, kopuştan sonra MİT’in, Kontrgerillanın ya da Avrupalı bir ırkçının saldırısıyla yaşamını yitirseydi acaba nasıl davranılacaktı?

Doğru, devrimci, komünistçe olan Garbis’in parti inisiyatifiyle sahiplenilmesiydi. Bu, partiye de onur ve sevgi kazandırırdı. Eğer böyle bir irade gösterilseydi, bu sahiplenme kamuoyu nezdinde Garbis’in partiden kopuş gerçeğini de açıklıkla ifade edecek bir sahiplenme olacaktı. Fakat bu irade gösterilmedi. Dahası böyle bir sahiplenme son derece geri bir tutumla yanlış görüldü.

Devrim ve sosyalizm kavgasında, Türkiye komünist hareketinin tarihinde, Birlik Devrimi atılımında ve sonrasında onun da çok ciddi alın teri, emeği, göz nuru, ödediği ağır bedeller vardı; ancak biliyoruz ki, dünyanın neresinde olursa olsun küçük burjuva karakter ve zihniyet yalnızca ilkesiz değil aynı zamanda nankördür, inkârcıdır. Burada çizilen sınır egoizmle, dar grup tarzıyla, dar kafalı kibir ve zihniyetle bağlıdır. Biz, bu ilkellikte devrimci olan hiçbir şey olmadığına inanıyoruz. Bu tür zihniyet ve davranışların komünizm ve devrim iddiasıyla da çeliştiği ve düzeltilmesi gerektiği bilince çıkarılmalıdır.

Devrim tarihimizin silinemez değeri

Garbis yoldaşın cenazesi hem ortada kaldı hem de kalmadı. Ortada kaldı çünkü, politik ve örgütsel bir inisiyatifle kaldırılmadı. Ortada kalmadı, çünkü Garbis’i seven, sayan, ona saygı duyan komünistler ve devrimciler konuşmalar, marşlar, sloganlar ve Enternasyonal marşı eşliğinde uğurladı. Geride kalan utancın yükü ise küçük burjuva zihniyetin sırtına kaldı. Bunun da hep hatırlanacağına inanıyoruz.

Garbis’in partiden kopuşunu ilk öğrendiğimde yüreğime büyük bir acı saplanmıştı. Çok ağır koşullardan geçiyorduk, ağır sorunların kuşatmasını yarıp geçme mücadelesi veriyorduk. Kopuşun yarattığı bazı önyargıların da etkisinde kaldığımı düşünüyorum. Gerekli özeni ve duyarlılığı gösteremediğime inanıyorum. İkinci büyük acıyı ise Garbis’i kaybettiğimizi öğrenince yaşadım. Ne yazık ki insanların değerini daha ziyade kaybettikten sonra anlıyoruz. Ve bir de, kafa dengimiz değil diye o insanlara karşı devam eden ruhsuzluktan… Kendisiyle ilk fırsatta görüşmek istiyordum ama ne yazık ki bu gerçekleşmedi. Bu da ayrı bir acı olarak yüreğimde duruyor.

Güle güle Garbis yoldaş. Güle güle canım yoldaşım. Seni devrim ve sosyalizm tarihinden kimse silip atamayacaktır. Erdemlerinle, komünizm davasına sarsılmaz bağlılığınla, alın terinle hep yaşayacaksın.

14 Kasım 2019

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar