Ana SayfaArşivSayı 79 MARX ve MARKSİZM ÜZERİNEGarbis Altınoğlu ile Yazışmalar 

Garbis Altınoğlu ile Yazışmalar 

   Garbis Altınoğlu ile Yazışmalar
Altınoğlu ile Metin Kayaoğlu yazışmaları
Garbis Altınoğlu’na…
(9 Ocak 2013)
Çalışkanlığına, disiplinine, titizliğine şapka çıkarıyorum. (Yaşlanan komünistlerde genellikle tekerleme görüyorum. Birçok şeyi genel laflarla tekrar ediyorlar.)
***
Altınoğlu’na…
(17 Mayıs 2013)
Öğretinin temellerini hatırlatan ve her yazındaki temel bir izlek olan hususu başta vurguluyorum. Emperyalizm başta geliyor. (Mesela, Kıvılcımlı bildirinde de, yine temel bir konuyu, devlete karşı konumlanmayı, gayet sağlam ve sade bir şekilde ifade ettiğini hatırlıyorum.)
***
Altınoğlu’ndan…
(19 Mayıs 2013)
Benim Kürt hareketine karşı tutumum, bu konunun bizimkiler açısından iyice gelip dayattığı 1989’dan bu yana, hatta daha öncesinden bu yana tutarlı oldu. Ben, özellikle 1984 çıkışını “ileriye doğru atılmış çok önemli bir adım” olarak nitelediğimi çok iyi anımsıyorum. (Olayları duyduğumuzda havalandırmada bizden biriyle volta atıyorduk.) Onu izleyen yıllarda, bizimkilerin bu hareket için daha önce yapmış oldukları “karşı-devrimci” nitelemesini değiştirmek için çok uğraştım; ama etkili olamadım. Bu hatalı resmi konum, ancak 1991’de, yani 1984’den tam 7 yıl sonra değiştirilebildi. Bir başka ilkellik ve tuhaflık da şuydu: Hâlâ resmen “karşı-devrimci” görülmesine rağmen 1987’de yayın yaşamına başlayan dergide, daha o zamandan kuyrukçu ve sağcı bir tutum vardı. Ve bu tutum o günden bu yana, hatta 1994’den sonra da ‒bazı önemsiz yalpalamaları saymazsak‒ süregeldi. Örneğin, 1994 birleşmesinden sonra yayımlanan haftalık gazetenin 3. sayısında bizimkiler, bölgeye giden öğretmenlerin ve diğer kamu görevlilerinin öldürülmesini destekleyen ve benim kısa bir süre sonra eleştirdiğim bir yazı yayımladılar. Oysa onlar o yazıyı yayımladıklarında ulusal hareket artık bu taktikten vazgeçmeye başlamış ve Apo bu tür eylemleri doğru görmediklerini açıklamıştı. Kraldan çok kralcılık böyle bir şey işte. Her neyse; detaylarına girmeksizin, benim bu konudaki tutumumun, en azından 1984’den bu yana tutarlı olduğunu söyleyebilirim.
***
Altınoğlu’na…
(29 Mayıs 2013)
Sevgili Garbis,
Beni mahçup eden ciddiyetine ve çalışkanlığına karşılık olamayacak bir şeyler söyleyeyim.
Lütfen, bana cevap yazmak için bu kadar vakit harcama. Ben seni salt kişi olarak değil, yazılı dünyadaki şahsiyetinle de saygıyla takip ediyorum. Düşünce ve tutum farklılıklarımız konusunda herhangi bir yanılsamaya kapılmış değilim ve ayrılıkları ‒gelecekte alabilecekleri öngörülemeyecek haller dışında‒ kapsayan bir yaklaşımım var sana yönelik.
Yazdıklarının, somut olarak politik sahnedeki çok küçük varlıklarıyla gerçek aktörler bakımından dikkate alınmaya değmeyecek olsalar da, Lenin’in deyimiyle tarihsel olarak ömürlerini doldursalar da politik olarak hâlâ bir geçerlilikleri olan politik örgüt ve akımların dizilişini dikkate alması gerektiği kanısındayım.
Bence, evet, Garbis Altınoğlu imzasının en azından yazılı alemde, bu örgütlerden herhangi biri kadar ağırlığı vardır, ama bu faktör bile onların varoluş tarzını dikkate alma gereğini güçlendiren bir husus.
Bu bakımdan, görüşlerinin, sol hareketin mensuplarına ilişkin bir tasnifteki yerini aramak ilginç bir ön-çalışma olabilir.
Savaşın yıkıcılığı konusundaki duyarlığının özel nedenini anlayamadım. Bugün tamamen bizim dışımızda seyreden ve bizim ancak yazar-çizerler ve protestocular olarak “var” olduğumuz bir gelişmeler zincirinde operasyonel bir etkimizin olamayacağı acı bir gerçek.
Yanlış hatırlamıyorsam, 1991’di. O zaman dergideydim. ABD bahriyelilerinin İstanbul’a gelişini protesto eden ve onları sizin kuşağın yaptığını anıştırır şekilde denize atmayı veya tartaklamayı yazan Aydınlıkçılara dergi toplantısındaki insanlar alayla gülmüştü. Dönemin sivil toplumculuğunun etkisi olduğunu hissetmiş ve söylemiştim de yüzlerine.
Emperyalizm konusundaki duyarlık bugün esas olarak “ulusal solcular”a kalmış bulunuyor. Cephe gibi örgütlerin, duyarlığı ancak Kürt Hareketine çok uzak olmak eşliğinde yaşatabildiğini izliyoruz. Grup Yorum’un İstanbul’da düzenlediği son konserdeki baş slogan “Tam bağımsız Türkiye” idi. Bu slogan bir şifre gibi: Kürt meselesine duyarsızım. Türküm…
Ben, emperyalizm konusunda Kürtlerle Türkiye tarafının aynı ölçütle değerlendirilemeyeceği görüşündeyim.
Ama Türkiye tarafında, şovenizmle bulaşık olmayan bir anti-emperyalizmin vücut bulması gerektiğine katılıyorum. Bunun örneği ise bugün, sanırım Ekimciler ile senin dışında, yok! […]
Saygı ve selamlarımla,
***
Altınoğlu’ndan…
(28 Ocak 2014)
Merhaba Metin,
Epeydir yazışmadık. Umarım iyisindir. Bizde de olağandışı bir şey yok. Kıvılcımlı kitabı üzerinde çalışmaya devam ediyorum. Aslında sonu bitmez gözüken bir iş bu. Sınırlamaya çalışıyorum, ama ne zaman biteceğini kestiremiyorum. Bütün bunları, şikayet babında söylemiyorum tabii. Yorucu, ama çok öğretici ve zevkli bir iş. Konuya ilgi duyabileceklere de olabildiğince objektif ve yararlı bir ürün sunmak görevim.
***
Altınoğlu’na…
(15 Ocak 2015)
Sevgili Garbis,
Uzunca zamandır haberleşmiyoruz.
Paris saldırısıyla ilgili iki yazını da okudum. Nihayet, solun içinde bulunmaktan haz duyduğu akıntıya karşı bir yazıyla karşılaşmış oldum.
***
Altınoğlu’na…
(18 Temmuz 2016)
Sevgili Garbis,
Yazını şimdi okudum. Bence ortalıkta dolaşan aptallık yığını içinde parıldayan bir Marksist devrimci yazı.
Ellerine sağlık.
Yazıyı biz de sitemize, facebook sayfamıza koyuyoruz ve Twitter adresimizden paylaşıyoruz izninle.
Selam ve saygıyla.
***
Altınoğlu’na…
(26 Eylül 2016)
Sevgili Garbis,
Kitabın sonunda bitmiş olmasına sevindim.
Çok uğraştın. Çalışkanlığını göz önüne getirince harcadığın emeği düşünebiliyorum. Eminim, Kıvılcımlı’yla ilgili çalışmalar için bir köşetaşı olacaktır.
Daha önce bir vesileyle haberleştiğin Dipnot Yayınevi, Kıvılcımlı’yla ilgili yazıların da yer aldığı bir kitap çalışması olduğunu bildirmişti. Senin bu konuda çalıştığını söylemiştim. Bana bir bilgi vermediler. Sana ulaştılar mı bilmiyorum.
Seninle yazışma konusunda benim yönümden bir öznel engel olduğunu görüştüğümüzde de söylemiştim. Şöyle rahat, “senli-benli” bir diyalog tutturamıyorum seninle; bunda duyduğum saygının rolü var muhakkak. Yetişme tarzımdan kaynaklanıyor sanırım; saygın bir yere koyduğum biriyle bir türlü rahat olamıyorum. Kendimi “daha sınırlı” ifade etmem bundan kaynaklanıyor olabilir. Ama senin rolünü de görmezden gelemeyiz tabii!!! “Zor” biri olduğunu kabul edersin sanıyorum. Hatırlarsın; Büyük/Deli Petro’nun heykeli önünde, içimden geldiği halde elimi şöyle rahatça omzuna atamadığımdan söz etmiştim. “Ama Yıldız’la öyle değil”, demiştim.
Bunların önemi yok; sen saygı duyduğum, görüşlerine değer verdiğim, sevdiğim birisin. Görüşlerimiz arasındaki mesafe ve hatta aykırılık, kişi olarak sana ilişkin duygularımda rol oynayamaz. Bu, kişiliğine ve görüşlerine verdiğim üst-değerden kaynaklanıyor.
Bu arada, anlamsız gölgelenmelere neden olacağı kaygısıyla tartışma isteğimi bastırdığım da oluyor. Seni boş yere “üzmek” istemiyorum. Seninle ilgili genel tutumumda bunu hep korumaya çalıştım. Mesela, uzun yıllardır iletişimimiz kopukken ve tekrar görüşüp görüşemeyeceğimiz belli değilken bile, seninle ilgili yazdığım bir yazıya “saygımı” ifade ederek başlamayı gerekli görmüştüm.
Yıldız’a ve sana sevgi ve selamlar.
***
Altınoğlu’ndan…
(8 Ekim 2016)
Yeniden merhaba Metin,
Evet, bir çok kez, “tamam artık bitti” desem de ne yazık ki kitap uzuuun bir süre bir türlü bitemedi. Bunda en önemli etkenlerden biri de, yazım ve anlatım hataları oldu. Türkiye’de bir arkadaş iki kez, Yıldız iki kez ve ben üç ya da dört kez okumama rağmen son ana kadar bu hatalardan kurtulamadık. Neredeyse bu durumda kendimden kuşkulanmaya başladım; kafama “acaba bilinçaltımın etnik yanı bana bir oyun mu oynuyor ve benim sürekli bu tür hatalar yapmamı mı sağlıyor” sorusu takılmaya başladı. Her neyse, kitap artık basımevinde. Bütün uğraşlara rağmen gözden kaçan ve çok azı da Nazım’ın da “yardımıyla” kalan hatalara da katlanacağız artık.
Alçakgönüllülük gösterisi yapmaya kalkışmayacağım. Evet, bu kitabın “Kıvılcımlı’yla ilgili çalışmalar için bir köşetaşı olaca”ğı biçimindeki saptamana katılıyorum. Ama Önsöz ya da Giriş’te söylediğim gibi, benim yazdıklarım bu konuda yazılabileceklerin gene de sadece bir bölümü.
Kıvılcımlı eskiden ve şimdiye kadar daha çok ‒ve üstelik tekil ve istisnai bir örnek sanılan‒ 16 Mart 1971 tarih ve “ordu kılıcını attı” başlıklı yazısından ötürü eleştirildi; ama onun, vahşi/ orta burjuvazinin kapitalizme karşı sosyalizmden yana olabileceği biçimindeki ültra-Buharinist görüşüne ya da Hristiyan-karşıtı/ milliyetçi yanına değinildiğini duymadım. Tabii bu noktalardan hareketle eleştirildiğini de. Bunun da hayli ilginç, hatta tuhaf bir durum olduğu ortada.
Dipnot Yayınevinin, Kıvılcımlı’yla ilgili yazıların da yer aldığı bir kitap çalışması yaptığını işitmemiştim. Şimdi internetten de aradım, bulamadım. Demek ki çalışmalarını bitirememişler. Onlar bana herhangi bir şey yazmadılar.
Benimle yazışma ve hatta yüzyüze konusunda bir öznel engel hissetmeni anlayabiliyorum. Benimle, “senli-benli” bir diyalog tutturamayışını da.
Aslında ben buna şirket ortamında başka bazı arkadaşlarla ilişkilerde de rastlamıştım. Buna karşılık, “senli-benli” bir diyalogdan fazla hazzetmeyen biri olarak ben de kendimi içinde yer aldığım topluluklarda hep bir parça dışlanmış gibi hissetmişimdir. Neden ve kökenleri konusunda net bir fikre sahip olmasam da böyle bir özelliğimin olduğu anlaşılıyor. Bu anlamda “zor” biri olduğumu kabul edebilirim. İçerisi gibi toplu olarak yaşanan yerlerde, başka yöneticilerin çoğundan farklı olarak yardımsever, fedakâr ve alçakgönüllü olmama rağmen bu böyle olabildi. Demek ki bende, insanları ‒bir parça da olsa‒ iten bir yan var. Son yıllarda bunun başka örneklerini de yaşadım. Bazı geri ve hatta orta düzeyde insanlar bakımından bunda, a) benim etnik kökenimin ve b) değerlendirme ve eleştirilerimi sağa sola bükmeden yapmamın da payı olduğunu düşünüyorum. Yani doğru söyleyenin dokuz köyden kovulması öyküsü.
Tartışma isteğini bastırmana gerek yok.
Gerekli gördüğünde fikirlerini rahatlıkla iletebilirsin. Aramızda yer yer önemli görüş ayrılıkları olduğunun ikimiz de bilincindeyiz. Bu görüş ayrılıkları içinde, belki başka bir siyasal konjonktürde bizi karşıt konumlara getirme potansiyelini içinde taşıyor da olabilir. (Tabii burada sadece teorik bir olasılıktan söz ediyorum.) Ama bu, şu an ağır basan ortak noktalarımız ve yakın arkadaşlığımız gözönüne alındığında hiç de önemli değil. Ancak, daha önce de yazdığım gibi e-posta üzerinden iki kişi arasındaki tartışmaları pek te uygun ve verimli görmüyorum. Buna bağlı olarak twitter ve benzer hesapları kullanmadığım gibi cep telefonu da kullanmıyorum. Bu birilerine “eski kafalılık” gibi gelebilir; yararlarına rağmen bu iletişim yollarının insanların okuma alışkanlığını zayıflattığını, belli konular üzerinde yoğunlaşma çabalarını kısıtladığını ve insanlar arasında olması gereken asgari mesafeyi ortadan kaldırma eğiliminde olduğunu düşünüyorum.
Evet, bu mesajımı bundan sonra bana eleştiri, sitem, öneri ve taleplerini daha rahat bir tarzda belirtebileceğini söyleyerek bitireyim.
İkimiz de selam ve sevgilerimizi iletiyoruz.
***
Altınoğlu’na…
(11 Ekim 2016)
Sevgili Garbis,
[…]
Kıvılcımlı kitabını epeyi merak ediyorum. Tanıl Bora’nın bir yazısında senin Sempozyuma sunduğun bildirinin “Kıvılcımlı’nın orduyla ilgili görüşlerinin sağlam bir eleştirisi” olduğu ifadesi vardı. (Yine Dipnot Yayınlarının bir kitabında.)
Bizim dergide işleyeceğimiz konular, yapacağımız çevirilerle ilgili önerilerini esirgememeni dilerim. Yazı istemeyi ertelememin başlıca nedeni, bizim periyodu sürekli aksatmamız ve senin disiplinin karşısında duyduğum mahcubiyet.
Seninle artık daha rahat olmaya çalışacağım!
***
Altınoğlu’ndan…
(23 Aralık 2018)
Değerli kardeşim,
[…]
TDH’nin durumu konusunda esas itibariyle farklı düşünmüyoruz. Böylesi eleştirilerin dikkatli, saygılı ve kadirbilir bir üslupla yapılması gerektiği konusunda da farklı düşünmediğimiz kanısındayım. Gene de, yıllarını hatta bazan tüm yaşamını bir ideal uğruna düzenlemiş ve değerlendirmiş insanların çürümüş ağaçlar gibi yıkılıp gitmelerini kabul etmek istemiyor insanın gönlü. Bizim buralarda daha ilginç bilgiler dolaşıyor olabilir; ancak biz bir çeşit “münzevi keşiş” yaşamı sürdürdüğümüz için bunlardan pek haberdar olmuyoruz ya da ancak facebook sayfalarına yansıdığı kadarıyla haberdar oluyoruz. Bu vesileyle benim de senin “Amerikan piyadeliği” yazısından esinlenerek, aynı konuyu ele alan nisbeten kısa bir yazı yazdığımı anımsatayım. “ABD ile birlikte yürümek” başlıklı bu yazı benim facebook sayfamda.
Bana öyle geliyor ki gelinen noktada, Türkiye’de devrim olasılığı ya da olanağı üzerinde kafa yormak ve nisbeten elle tutulur ve somut fikir ve öneriler ortaya koymak gerekiyor. Düşmanın hamleleri, yaptığı iğrenç işlerin sergilenmesi ve en iyi olasılıkla ezilen ulus hareketinin gidişatı üzerinde kalem oynatma üzerinde yoğunlaşan bir literatür artık hem insanları sıkıyor ve belki de onları karamsarlığa sevk ediyor. Subjektif faktörün böylesine perişan durumda olması, sözünü ettiğim bu görev üzerinde yoğunlaşmayı önlememeli. Ülkenin yaşadığı sıkışma, daralma ve bunalma halinin, toplumun çok farklı sınıf ve katmanlarını hedef alan ve irrasyonel bir nitelik kazanan baskının, yakınlaşan açlık tehlikesiyle birleşmesi durumunda toplumsal tepkilerin sokağa dökülmesi olasılığı yükseliyor. Bir süredir bu giderek patlayıcı hale gelen bileşim konusu üzerinde düşünüyor ve fikir oluşturmaya çalışıyorum.
[…]
Selam ve iyi dileklerimizle…
***
Altınoğlu’na…
(27 Aralık 2018)
Sevgili Garbis;
[…]
“ABD ile …” yazını sen uyarmadan önce okumuştum. Genç arkadaşlar böyle konularda dikkatimizi genellikle vakit kaybetmeden çekiyorlar.
Söylediğin her şeyi can kulağıyla dinlediğime, düşündüğüme emin ol. Ama son mektubundaki bir fikir beni görece daha ağır düşünmeye sevk etti. […] Şu paragraftan söz ediyorum (Ben numaraladım ve ayırdım):
“Bana öyle geliyor ki,
1) gelinen noktada, Türkiye’de devrim olasılığı ya da olanağı üzerinde kafa yormak ve nisbeten elle tutulur ve somut fikir ve öneriler ortaya koymak gerekiyor.
2) Düşmanın hamleleri, yaptığı iğrenç işlerin sergilenmesi artık hem insanları sıkıyor ve belki de onları karamsarlığa sevk ediyor ve
3) en iyi olasılıkla ezilen ulus hareketinin gidişatı üzerinde kalem oynatma üzerinde yoğunlaşan bir literatür artık hem insanları sıkıyor ve belki de onları karamsarlığa sevk ediyor.
4) Subjektif faktörün böylesine perişan durumda olması, sözünü ettiğim bu görev üzerinde yoğunlaşmayı önlememeli.
5) Ülkenin yaşadığı sıkışma, daralma ve bunalma halinin, toplumun çok farklı sınıf ve katmanlarını hedef alan ve irrasyonel bir nitelik kazanan baskının, yakınlaşan açlık tehlikesiyle…
6) … birleşmesi durumunda toplumsal tepkilerin sokağa dökülmesi olasılığı yükseliyor. Bir süredir bu giderek patlayıcı hale gelen bileşim konusu üzerinde düşünüyor ve fikir oluşturmaya çalışıyorum.”
Düşüncelerim, aynı numaraları izleyerek şöyle:
1) Bu cümle, bence vurucu nitelikte. Ama ortalıkta dolaşan ve bazı bakımlardan çağrıştıran boş ifadelerden ayırmak ön koşuluyla. Akıl yürütmeyi bu konuya odaklamak, hatta başka akıl yürütmeleri önemsememek çok önemli geliyor. Somut düşünmek, tıpkı Lenin gibi… Devrim için dayanılabilecek toplum ya da sınıf kesimleri ama somut olarak, soyut tarihsel genellemelerden kaçınarak hangileri olabilir?
2) Düşman cephesinin kesif hakimiyetini sergilemenin karamsarlık ve yılgınlık yaratıcı etkisine eyvallah, ama buradaki sol çevrelerde yaygın bir “umut solculuğu” var. Gerçekleri görmeyen bir iyimserlikten bir şey çıkabileceğini hiç sanmıyorum. Evet, boş da olsa umut insanda fazladan bir enerji doğuruyor, ama bu ancak yarına çıkmaya yetiyor. Ayrıca, düşmanın Suriye’deki hamlelerinin içeride de çok ciddi etkileri olduğu açık. Konjonktürü, öteki etmenler yanında “ulusal” bir hava yaratarak da hakimiyetine alıyor Tayyip Erdoğan. Ve her seferinde başarıyor ya da başarı-etkisi yaratıyor.
3) Ben, Kürdistan Hareketinin Batı taraflarına tayin edici bir olumlu etkisi olacağını sanmadım ve sanmıyorum. Bu hareketin yükselişi, belki paradoksal bile değil, doğal olarak, bu taraflardaki bazı gelişmeleri üst-belirliyor, ama Kürtlere bu tarafın sorumluluğunu yüklemek bana tarihsel haksızlık geldiği için, en iyisinin Kürtlerin kendi bildikleri yoldan gitmeleri olduğunu düşünüyorum. Fakat asıl meselenin, bu taraflardaki solcuların istikballerini Kürtlerin ya başarısına ya da devlet tarafından ezilmesine bağlaması olduğu kanısındayım. Bağımsız bir hareket ortaya çıkarma konusunda tutarlı ve sistematik bir dinamik yok. Haksızlık etmeyeyim, ne tür şovenist etkilenmeler içinde olsa da Cephe’nin pratik devrimcilik ısrarının ve ayrıca Ekimcilerin bu konuda bir özellik taşıdığını inkâr edemem. Ama her ikisi de çok çok zayıf ve Ekim özel olarak tuhaf bir şekilde işçici (yayınları bir işçi bülteni gibi).
4) Subjektif faktörün perişanlığı ve somut bir seçeneğin de ufukta gözükmemesi, bence, akıl yürütmeyi somutlaştırmanın önündeki tayin edici olabilecek bir engel. Elbette malum verili koşullarda, çok çeşitli örgütlenme tarzlarını izleyen, çok farklı toplum kesimlerine yönelen politik gruplar var bildiğin gibi, ama hiçbiri sonuç alamıyor. […]
5) Türkiye’de toplumun genel bir daralma ve bunalma yaşadığını ancak malum berideki yüzde 50 için kabul edebilirim. Üstelik bu hiç de yeni bir durum değil, gerçekte ta cumhuriyet mitinglerinden beri sıkıntılı bir ruh hali içinde bu toplum kesimleri. Fakat, paradoksal bir durum var; bu toplum kesimlerinin maddi refahı hiç de fena değil. Metropollerdeki alışveriş merkezlerini (AVM diyorlar ve son yıllarda pıtrak gibi yayıldı), sahillerdeki tatil yörelerini dolduranların bu kez yüzde 50’sini değil muhtemelen yüzde 70’ini bu kesimler oluşturuyor. Genel olarak CHP’li, modern, laik bireyler, dincilikten nefret ediyorlar. Hatta son yıllarda ülke içinde sahillere değil de içerilere dönük bir kültür turizmi gelişti; kültür turizminin “tüketicileri”, içlerinde bol miktarda artık emekli olmuş “78 kuşağı” denilen solcu barındıran hali vakti yerinde bu kimselerden oluşuyor. AKP’nin iktidar olduğu yıllarda bütün toplumun maddi refahında bir iyileşme olduğu açık bence. Krizin de “finansal”, ” borçsal” falan olduğu, enflasyonda bile yüzde 25’lere gelse de bir türlü “ekonomik kriz” aşamasına gelmediği olgusal bir gerçek. Dolayısıyla, gördüğüm kadarıyla ülkede bir “açlık tehlikesi” yok. Türkiye ekonomisi, hep bir şekilde temin edilen “sıcak para”yla dönüyor.
6) Buna bağlı olarak, Gezi Ayaklanması gibi gelişmenin ortaya çıkma olasılığını reddetmek olanaksız olsa da, Tayyip Erdoğan’ın Gezi’nin son günlerinde kendini toparlayarak yaptığına benzer şekilde, böyle bir gelişmenin ancak Gezi günlerinden çok daha şiddetli bir devlet tepkisini göze alabilerek mümkün olacağını sanıyorum. Toplumun beri taraftaki yüzde 50’si modernliğine paralel bir şekilde rahatına düşkün de oluyor giderek. […] Kürt Hareketi de Batıda şu sıralarda aynı şekilde. Öteki taraf ise hiçbir şekilde bağlantı kuramayacağımız özellikler taşıyor.
Bu bağlamda, 1 nolu ifadenin üzerinde nasıl duracağımı düşünüyorum ve düşüneceğim.
Sevgili Garbis; düşüncelerim böyle. Eleştirine, katkına her zaman açığım.
Ben, Garbis Altınoğlu’nun, son iki onyılda kategorik nitelik kazanmış bir halde, Türkiye’de Marksist ortodoksinin vazgeçilmez bir nirengisi olduğu kanısındayım. Bunu, birçok olayda gördüm, süreç olarak ise kesin. Bu niteliği belirginleştirmenin, ilgili kamuya taşımanın bir görev olduğunu kabul ediyorum.
Saygı ve selamlarımla…
***
Altınoğlu’na…
(23 Nisan 2019)
Sevgili Garbis;
[…].
Sizinle daha yakın bir ilişki içinde olma konusunda ısrarlı olduğumu bir kez daha belirteyim. Bunun elbette güçlü bir ideolojik/politik temeli var ama ilişkiden kastım özel olarak kişisel boyut. Bu dünyadan hangimizin önce gideceği belli olmaz, ama ben seninle özel olarak doygun bir ilişki içinde sürmek istiyorum kalan ömrümü. […]
Oralara geleceğim ama bunu henüz somut planlama aşamasında değilim. Sizlerle birkaç saat değil mümkün olan uzun süre bir arada olmak istiyorum. Paris’teki arkadaşla da günler geçirmem uygun olur. Seninle tanışması çok iyi olur. Çok da istiyor. Gelişme olduğunda haber vereceğim.
[…] Sana iki yönlü bir önerimiz var: Senin facebook sayfanda yayınladığın yazılardan bazılarını eşzamanlı olarak biz de yayınlayalım bizim derginin sitesinde “kürsü” adıyla açtığımız köşede. Kaynak gösteririz ya da “Falanca yer ile eşzamanlı yayınlanmaktadır” gibi bir not ekleriz. Ayrıca, dergi için de en azından yılda bir kez senden yazı isteyelim diye düşünüyoruz. Derginin periyoduyla ilgili sorunu bir türlü aşamadığımız için “yılda bir” diyoruz. Düzenli yayınlayabilsek iki-üç sayıda bir çok iyi olur. Bunun için hiçbir önkoşulumuz yok. Garbis Altınoğlu neyi nasıl istiyorsa öyle yazsın. Sadece dergi için konu önerimiz olabilir; sadece öneri.
Size sevgiler, saygılar, kardeşlikler.
***
Altınoğlu’ndan…
(26 Nisan 2019)
Merhaba değerli kardeşim,
Daha önce, telefon konuşmamızda dile getirdiğin ve son e-posta mesajında da yinelediğin güzel duyguların ve övgü dolu sözlerin için teşekkürler.
Daha sık ve daha kapsamlı bir iletişim önerisini ilke olarak benimsiyorum elbet. Ama benim, konuşma özürlü demesek de pek konuşkan, hazırcevap ya da hoşsohbet biri olmadığımı ve telefon/ messenger gibi yollarla yapacağımız sohbetlerin senin için de pek doyurucu olmayabileceğini aklında tutmalısın. Yani böylesi sohbetlerin bir süre sonra sıkıcı hale gelmesinden korkarım. Ben görüş ve düşüncelerimi daha çok, yazılı olarak dile getirmeye alışmış bir insanım. (Dahası, yazdıklarım üzerinde de bir hayli düzeltme yaparım.) Aynı uyarı, ancak epey seyrek aralıklarla görüşebileceğim Paris’teki arkadaş için de yapılmalı. (Çünkü Paris’e belki yılda ancak bir kez gidiyorum.) Eğer o kafasında, ağzından cevherler, bilgelik incileri dökülen biriyle karşılaşacağını sanıyorsa, hayal kırıklığına uğrayacağı kesin. […]
Dergiye yılda bir, belki de yılda iki yazı hazırlayabilirim sanırım. Burada benim güncel yorumlarımı yayınlamayı düşündüğünüzü Nazım da belirtmiş, ancak bu konuyu senin bize daha detaylı olarak aktaracağını eklemişti. Facebook sayfamda yayınladığım yazılardan istediğinizi alıp yayınlayabilirsiniz. Örneğin, CHP ve ülkedeki durumu ele alan iki yazımı (“CHP’nin yeni yönelimi üzerine öndüşünceler” ile “Büyüklere masallar”) değerlendirebilirsiniz.
Selam ve sevgilerimizle…
***
Altınoğlu’ndan… [Son mektubu]
(18 Ağustos 2019)
Merhaba Metin,
Evet, derginin yeni sayısının ilanını gördüm. Peki 350 sayfa bir dergi için biraz fazla değil mi? Bu, dergiyi almak isteyebileceklerin gözlerini korkutmuyor mu? Bu sayıyı bana göndermek için acele etmeyin. Bu sorunu, senin bu tarafa gelme planların çerçevesinde çözebiliriz belki. Eğer bu planlarında bir değişiklik olursa arkadaş, ısmarladığım bazı başka kitaplarla birlikte bana dergiyi de postalayabilir.
Eğer senin gelme planın yaşama geçmeyecekse ya da çok daha geç bir tarihe ertelenecekse Paris’teki gençle görüşmemizi ister misin? Kendini oralarda yalnız ve izole edilmiş hissetmesin.
Ben herhalde sana bir sonraki sayı için hazır sayılabilecek bir yazı olduğundan söz etmiştim. Hindistan’da ‒sanırım‒ yılda iki kez çıkan bir Marksist-Leninist dergi yayınlanıyor. Revolutionary Democracy (= Devrimci Demokrasi) adını taşıyan ve İngilizce olarak yayınlanan bu derginin başında Hindistanlı Marksist-Leninist Vijay Singh bulunuyor. Singh, aralarında TDKP’nin ‒şimdi uluslararası ilişkilerde de […] adını kullanıyorlar‒ ve bir dizi Enver Hoca geleneğinden gelen partinin oluşturduğu uluslararası örgütle yakın temas içinde. Bu dergide çıkan yazılar daha çok (kabaca yüzde 60 oranında) Hint altkıtasında yaşanan sorun ve savaşımlarla ilgili olmakla birlikte aynı zamanda başka ülkelerde yaşayan ve benzer bir çizgi izleyen M-L ve devrimci örgütlerin o ülkelerdeki sınıf savaşımlarıyla ilgili yazıları ve özellikle de Rusyalı yazarların Rusçadan tercüme edilen ve Sovyet deneyimini anlatan/ Stalin’i savunan yazıları da yayınlanıyor.
Bu derginin Eylül 2017 tarihli sayısında Vijay Singh’in bir yazısı (British Road to Socialism of 1951: A Programme of People’s Democracy/ Britanya Sosyalizmi Yolu: Bir Halk Demokrasisi Programı) yayınlanmıştı. Ben bu yazıda yer alan sağcı bakış açısını eleştiren bir yazı yazdım. İngilizce olarak yayınlanan ve 7 A4 sayfası tutan bu yazıyı Türkçeye çevirip önümüzdeki sayı için sana gönderebilirim. Tabii okurlar Vijay Singh’in neler söylediğini ve söylediklerini nasıl temellendirdiğini de merak edeceklerdir. İngilizce okuyanlar için Singh’in yazısının linkini verebilirim belki. Yanısıra, onun yazısının kısa bir Türkçe özetini sunabilirim.
Görüşmek üzere.
İkimiz de selam ve sevgilerimizi iletiyoruz.
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar