Ana SayfaArşivSayı 61Irak Toplumkırımının Aynasından Yansıyanlar 

Irak Toplumkırımının Aynasından Yansıyanlar 

 

 

 

Irak Toplumkırımının Aynasından Yansıyanlar

 

Garbis Altınoğlu

Lesley Stahl: “[Irak’a uygulanan yaptırımlar nedeniyle] yarım milyon çocuğun öldüğünü duyduk. Yani bu, Hiroşima’da ölenlerden daha fazla çocuk ölümü demek… Bu bedele değer mi?

Madeleine Albright: “… biz bu bedele değer olduğu kanısındayız. – CBS televizyon kanalının 60 Minutes adlı programından, 12 Mayıs 1996

“Irak halkı şundan emin olabilir. ABD, daha iyi bir gelecek inşa etmeleri için onlara yardım etmeyi üstlenmiştir. Biz Irak’a yiyecek ve ilaç ve diğer gereksinim maddeleri ve hepsinden önemlisi özgürlük getireceğiz. – ABD Başkanı G. W. Bush’un Şubat 2003’de, Irak’ın işgalinden 5 hafta önce yaptığı bir konuşmadan

“Ben ABD’nin işlediği suçların; belgelenmek, kabul edilmek ve suç olarak tanınmak şöyle dursun… sadece yüzeysel bir biçimde kaydedilmesiyle yetinildiği kanısındayım. – Britanya’lı demokrat ve anti-emperyalist tiyatro yazarı Harold Pinter’ın 7 Aralık 2005’te yaptığı Nobel Edebiyat Ödülü Konuşması’ndan

Giriş

20 Mart 2013, ABD ve ortaklarının Irak’a karşı gerçekleştirdikleri son ve en kapsamlı saldırının 10. yıldönümüydü. Son ve en kapsamlı saldırı diyorum; çünkü en azından 1991 yılından bu yana ABD ve ortaklarının saldırısının hedefinde bulunan bu ülkede büyük bir trajedi yaşandı ve yaşanıyor. Bu trajedinin Irak’ta yaşanan sahnesini ancak ve ancak, çok da uzun olmayan bir zamana yayılmış bir jenosid ya da bazılarının deyişiyle sosyosid ya da toplumkırımı olarak niteleyebiliriz.[1] Bu jenosid karşısında sürdürülen kahredici ve insanı isyan ettiren görmezden gelme ve sessizlikse, yanıtları pek de içaçıcı sayılamayacak olan bir dizi çarpıcı soruyu dikiyor karşımıza. Çok uzaklarda değil, burnumuzun dibinde yaşanmış ve yaşanmakta olan bu trajedinin Türkiye, bölge ve dünya halklarına ve genelde insanlığa ve onların vicdan, yürek ve akıllarına bir ayna tuttuğu ve bizi, kendimizi ve insanlığımızı sorgulamaya zorladığı tartışma götürmez. Ama acaba bu aynaya bakmaya, aynada gördüğümüz tüyler ürpertici görüntünün adını koymaya, o görüntüyü yaratanları söz ve eylemle lânetlemeye cesaret edebiliyor ve bu trajedinin başka yerlerde yinelenmemesi için elimizden geleni yapıyor muyuz? Yoksa bu aynadan yansıyan görüntüyü anlayamaz ve ona tepki veremez, ya da sadece göstermelik ve sıradan tepkiler verir hale, hattâ daha kötüsü bu aynaya bakamaz ve onun varlığını göremez hale mi getirilmiş bulunuyoruz?  Ve acaba bu tepkisizliğimiz, insan türünün en önemli özelliklerinden biri olan ve “hafıza-i beşer nisyanla malûldur (=insan belleği unutkanlıkla sakatlanmıştır ya da “insan belleği unutma özürlüdür”) deyişinin dile getirdiği gerçekliğimizin, bazı bilim insanlarına göre, yaşamımızı sürdürebilmemiz için kötü ve dehşet verici anıları unutmamızı sağlayan psikolojik savunma mekanizmamızın işleyişinin bir ürünü müdür? Bir başka anlatımla, yaşamımızı sürdürebilmemiz ve yeniden inşa edebilmemiz için acı ve rahatsız edici anıları unutmanın, unutabilmenin de bizim için, geçmişin deneyimlerinden yararlanmamızı sağlayan kollektif bellek kadar yaşamsal bir önem taşıdığı söylenebilir mi?

Bu soruların yanıtları ve bu yanıtların doğruluk payı ne olursa olsun şu bir gerçek: Emperyalist ve gerici burjuvazinin; ezilen sınıfların, ezilen ulusların vb. meşru hak arama savaşımlarını frenleme, zayıflatma ve yok etme uğraşında sözünü ettiğim bu unutma eğiliminin beslenmesi, yığınlara sahte bilinç aşılanması, onların aptallaştırılması, onların boş hayaller yayan satın alınmış ya da evcilleştirilmiş ve bazıları kendilerine bir çeşit peygamberlik payesi biçen sahte liderlerin/ idollerin peşinde sürüklenmesinin sağlanması ve bu yığınların tepkilerinin yanlış kanallara yönlendirilmesi vb. çok önemli bir yer tutuyor. İçinde yaşadığımız sistemin bellibaşlı çelişmelerinin daha da keskinleştiği her dönemde olduğu gibi bugün de görsel ve yazılı burjuva basınının, sömürücü sınıfların devlet aygıtının bir uzantısı haline geldiğini ve kara propaganda/ dezenformasyon etkinliklerinin âdeta bu aygıtın sürekli işlevi sayılması gerektiğini yaşıyor ve görüyoruz. Bu güçlerin sözkonusu kara propaganda/ dezenformasyon etkinliklerini sürekli olarak geliştirmekte olduklarını ve bu etkinliklerini çoktandır bir bilim ve sanat düzeyine çıkarılmış olduğunu da biliyor ve görüyoruz. Washington ve Pentagon’daki devlet teröristlerinin, yerel ve bölgesel uşaklarının da yardımıyla; Afganistan, Irak, Somali, Yemen, Libya, Suriye gibi ülkelere ve onların halklarına karşı yürüttükleri ve yer yer jenosid düzeyine varmış olan kıyımları bir “demokrasi ve uygarlık kampanyası olarak pazarlamaları ve dahası bunda önemli ölçüde başarılı olmaları, olabilmeleri bunun en gözle görülür kanıtıdır. Öyle ki, kendileri de bir dizi alanda “kendi tekelci burjuvazilerinin sürdürdüğü bu sonu gelmez savaş çılgınlığının olumsuz sonuçlarını hissetmekte ve yaşamakta olan Amerikan halkının önemli bir bölümü bugün hâlâ 2002-2003 yılı Saddam Hüseyin Irakı’nın ABD’nin ve başka ülkelerin “ulusal güvenliği için gerçek ve ciddi bir tehdit oluşturduğuna, Washington, Paris, Londra, Brüksel, Ankara, Riyad ve Doha’daki savaş suçlularının -bu kez- demokrasi getirmek istedikleri Suriye’deki Beşar Esad yönetiminin, hattâ -uluslararası anlaşmalar çerçevesinde nükleer enerji elde etmek için çalışmakta olan- İran’ın da benzer bir konumda bulunduğuna vb. inanmaktadır. Dolayısıyla devrimci öncü güçlerin, ezilen ve sömürülen yığınların edimsel öncüsü haline gelme yükümlülüğü kadar bir başka yükümlülüğü bulunuyor: O da, bu sözünü ettiğim alandaki savaşıma özel bir önem vermek, düzenin temsilci ve sözcülerinin sistemli bir hal almış bulunan bellek silme/ unutturma ve sahte bilinç aşılama eylemine karşı durmak ve bellek tazeleme/ anımsatma işlevlerini sürekli ve sistemli hale getirmektir.

Ama onların, “önce eğiticilerin kendileri eğitilmeliler” ilkesi uyarınca, ÖNCE kendilerini eğitmeleri ve ÖNCE kendilerini bu kara propaganda ve dezenformasyon etkinliklerinin kurbanı konumundan çıkarmaları gerekiyor. Dahası, komünist ve diğer radikal devrimci öncü güçler herşeyden ÖNCE, kendilerini pasifizmin ve burjuva demokratizminin uyuşturucu etkisinden arındırmak, ve devrimci kinle donatmak, ama ondan da ÖNCE az-çok tutarlı bir anti-emperyalizmi benimsemek zorundadırlar. Varolan ve insanın insanı sömürmesine dayanan düzeni ta temellerinden yıkmaksızın, ne ulusal sorunun, ne kadın sorununun, ne çevre sorununun ve ne de bu düzenin ürettiği diğer sorunların asla çözülemeyeceğini kavrayamayan bir devrimci “öncü, hangi geçici başarıları kazanmış olursa olsun devrim talebiyle ayağa kalkmış olan yığınların devrimci öfke ve enerjisini sahte kanallara boşaltmaktan ve onları çıkmaza sürüklemekten başka bir işlev göremez. Irak’ın işgalinin yaklaştığı 2003 yılı başlarında ve işgalin gerçekleşmesini izleyen haftalar ve hattâ aylarda çok sayıda ülkede sokakları dolduran milyonlar, hattâ onmilyonların şimdi nerede olduklarının sorusunun yanıtı da burada yatıyor. Devrimci öncü güçlerin ÖNCE kendilerini, bir zamanlar sahip oldukları, ama şimdilerde unuttukları anti-emperyalist bilinçle, yani dünyaya egemen olan dev tekellere ve onlarla içiçe olan emperyalist burjuvazinin devlet aygıtlarına net bir düşmanlıkla yeniden donatmaları gerekiyor. Onlar karşılarındaki bu esas düşmanı tanımaksızın, onmilyonlarca insanın kanına girmiş ve girmekte olan kapitalizmin ve onun temsilcilerinin gerektiğinde yüzmilyonlarca insanın ve hattâ insan türünün kendisinin yok edilmesine yol açabilecek bir nükleer holokostu gerçekleştirmeyi göze alabileceklerini kavramaksızın ezilen/ sömürülen sınıfları eğitme ve devrimci kinle donatma görevlerini yerine getirmeye başlayamayacaklardır bile. Bu yazının girişinde yer alan ve o sırada ABD’nin BM elçisi -ve daha sonra dışişleri bakanı- olan Madeleine Albright’ın Amerikan CBS televizyonunun 60 Minutes (=60 Dakika) programının sunucusu Lesley Stahl’ın sorusuna verdiği yanıt, dünyanın efendilerinin kendi egemenliklerini korumak için neler yapabileceklerinin çarpıcı bir anlatımıydı. Albright gibileri, ilerde temellerinin sallanmaya başladığı koşullarda burjuva düzenini ve “kutsal özel mülkiyeti korumak için uygulanacak kıyımlarda, değil yarım milyon, yarım milyar çocuğun bile ölmesini göze alabilecek ve bu konu hakkında herhangi bir demeç vermek durumunda olduklarında da gözlerini bile kırpmadan, “… biz bu bedele değer olduğu kanısındayız” diyebileceklerdir.

Bu arada Albright’ın, İkinci Dünya Savaşı sırasında gerçek bir jenosidin kurbanı olmuş olan Yahudi toplumunun bir üyesi olmasının ve bu jenosid sırasında Çekoslovakya’da yaşayan bir dizi akrabasının yaşamını yitirmiş olmasının, onun bu gerici sınıfsal tutumunu zerrece etkilemediğini ve yumuşatmadığını anımsamakta yarar var. Tabiî bunu, asla şaşırtıcı bulmuyorum. Burada birey düzeyinden topluluk düzeyine bir sıçrama yapabilir ve aynı hususun, özellikle devletleştikleri ve emperyalizmin bağlaşığı haline geldikleri takdirde, onyıllar, hattâ yüzyıllar boyunca ezilen ulusal toplulukların da rahatlıkla siyasal gericiliğin dayanakları haline gelebileceklerini söyleyebiliriz. Dikkatini neredeyse sadece “kendi ulusal topluluğunun çektiği acılar üzerinde yoğunlaştırmak ve dolayısıyla burnunun dibinde yaşasalar da başka halkların hedef olduğu kıyım ve jenosidlere kör ve sağır olmak biçimini alan ulusal bencillik ya da açık/ üstü örtülü milliyetçilik ne yazık ki dünyamızda son derece yaygın. Mensubu olduğum Ermeni halkı ya da ulusal topluluğunun siyasal öncülerinin önemli bir bölümü de bu hastalıkla sakatlanmıştır. İlk bakışta insan, çok büyük acılar çekmiş olan Ermeni halkının ve onun siyasal öncülerinin; Filistin’de, Çeçenistan’da, Afganistan’da, Irak’ta ya da başka yerlerde başka halklara uygulanan kıyım ve jenosidler karşısında büyük bir duyarlılık gösterme ve bu halklarla aktif dayanışma eğiliminde olacağını düşünebilir ya da bekleyebilir. Ama yaşam hiçbir yerde bunun böyle olmadığını gösteriyor. Bu bağlamda Ermeni halkının ve onun siyasal öncülerin sözünü ettiğim ülkelerde yaşanan trajediler karşısında sessiz kalabildiklerini, hattâ bu kıyım ve jenosidlerin baş sorumlusu olan ABD ve onun Kongresi, diğer kurumları ve diplomatik temsilcileriyle iyi ilişkiler içinde olmayı seçebildiklerini biliyoruz. Öyle ki bu duyarsızlık onları; Irak ve Suriye gibi, emperyalist haydutların ve onların uşaklarının/ paralı askerlerinin doğrudan/ dolaylı saldırısına uğrayan ülkelerdeki Hristiyan ve Ermeni topluluklarının trajik yazgıları ya da Ermenistan’daki burjuva rejimin -sembolik düzeyde de olsa- Afganistan’da asker bulundurması karşısında sessiz kalmaya vb. bile itebilmektedir.

Burada, öteden beri yazgısını kim güçlüyse onun ve özellikle de ABD emperyalizminin ve Türk gericiliğinin irade ve çıkarlarına bağımlı kılma ve onlarla bölge halklarına karşı bağlaşmalara girme eğiliminde olan Kürt siyasal liderlerinin daha da geri ve daha da olumsuz duruşuna kısaca değinmek isterim. Türk gericiliği ile PKK-BDP arasında başlatılan ve İslam kardeşliği ve yeni-Osmanlıcılık gevezelikleri eşliğinde yürütülen siyasal flört ve Ortadoğu’daki diğer gelişmeler, (CIA’nın Suriye’deki karşı-devrimci asilere desteğini arttıracağını ilân etmesi, Arap Birliği’nin gerici asi grupları silâhlandırma yolunda resmî bir karar alması ve Suriye’nin bu saygınlıktan yoksun örgütteki koltuğunu Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu adlı gerici kuruluşa vermesi, ABD Başkanı Barack Obama’nın İsrail ziyareti sırasında Başbakan Benyamin Netanyahu’nun Mavi Marmara katliamından ötürü Türkiye’den özür dilemesi ve Türkiye-İsrail işbirliğinin yeniden canlandırılması, ABD, İsrail ve ortaklarının Suriye ve İran’ı hedef alan tehditlerini sürdürmeleri vb.) Kürt halkının ve onun savaşçılarının yeni bir “alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete tezgâhıyla karşı karşıya bulundukları kuşkusunu arttırmaktadır. Kürt siyasal liderlerinin, şu an görece güçlü gözükseler de, aslında stratejik olarak gerileme süreci içinde bulunan -ABD, İsrail, Türkiye gibi- güçlerle dostluk ve Ortadoğu halklarına ve emperyalist-Siyonist saldırganlığa karşı duran devletlere düşmanlık yolunu seçmesi onlar açısından, bedelini ne yazık ki Kürt halkının -bir kez daha- ödemek zorunda kalacağı ağır bir tarihsel hata olacaktır. Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı ve Van milletvekili Aysel Tuğluk, 11 Nisan’da yayınlanan bir yazısında, Türkiye’den çekilecek olan PKK’nın ne işe yarayacağını oldukça açıksözlü bir tarzda anlatırken bunu itiraf ediyordu:

“En az önümüzdeki çeyrek asır boyunca Kürtlerin var olduğu her yerde PKK da çeşitli biçimlerde olacak. Suriye’de bir süre daha silâhlı; İran’da yakın gelecekte tekrar silâhlı; Avrupa’da kurumsal vs.” (Radikal, Süreç, sonuç değil başlangıç”) Demek ki “barış süreci adı altında pazarlanmakta olan ABD/ İsrail/ NATO destekli gerici Türk-Kürt bağlaşması planı, Abdullah Öcalan’ın Ortadoğu’da barış ve demokratikleşmeye ilişkin aldatıcı söyleminin tersine PKK savaşçılarının ve halkının yeni ve daha kapsamlı bir “savaş sürecinin, yani Suriye ve İran’a karşı planlanan savaşın piyonları ve kurbanları haline getirilmesini öngörmektedir. Türk devletinin tutsağı olan Öcalan’ın; Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları içinde kalan toprakları ele geçirecek biçimde genişlemesini önermesi ve geçmişte “İslam bayrağı altında gerçekleşmiş olan gerici Türk-Kürt bağlaşmalarına göndermede bulunması onun ve onu denetim altında tutanların gerçek meram ve niyetini ele vermektedir. Yüzlerce yıl Osmanlı’nın kanlı boyunduruğu altında yaşamış olan Ortadoğu halklarının böylesi “barış süreçleri”nin ne anlama geldiğini bilmediğini varsaymaya ise hiç kimsenin hakkı yoktur.

Belleksizlik sorunumuz

Yeri gelmişken, hem dünya genelinde, hem de özellikle Türkiye özelinde emperyalist ve gerici burjuvazinin kara propaganda/ dezenformasyon etkinliklerine bağlı olarak yaşanan bellek yitiminin altını bir kez daha kalın bir çizgiyle çizme gereği duyuyorum. Bu sorunun hangi boyutlara vardığını anlamak için yakın diyebileceğimiz bir geçmişe dönmemiz, 1960’lı yılların sonlarında, daha sonraki onyıllarda ortaya çıkan devrimci örgütlerin üç ana damarını oluşturan TKP(M-L), THKO ve THKP-C’nin doğuşunda Filistin, Vietnam ve Latin Amerika halklarının anti-emperyalist ve anti-faşist direniş hareketlerinin çok önemli etkileri olduğunu anımsamamız gerekiyor. Ne yazık ki, bugünün devrimci gençleri, hattâ örgüt yöneticileri bu devrimci gelenek ve mirası âdeta unutmuş ve ona yabancılaşmış gibidirler. Vietnam halk savaşının zaferinin 30. yıldönümü dolayısıyla yazmış olduğum 14-16 Mayıs 2005 tarih ve “Vietnam’ı Unutma! başlıklı yazımda bu konuya değinmiş ve diğer şeylerin yanısıra şöyle demiştim:

“O dönemin devrimcileri için, Ho Amca ve Vo Nguyen Ciap gibi isimler, Güney Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi ve 1968 Tet saldırısı büyük bir anlam taşıyor, sokaklar ve kitle eylemleri zaman zaman “Ho Ho Ho Şi Min, iki-üç daha fazla Vietnam!” sloganıyla çınlıyordu. Daha önce Vietnam’da görev yapmış ve CIA’in ‘pasifikasyon’ uzmanı sıfatıyla sivil halka karşı girişilen katliamlara katılmış ABD Elçisi Robert Komer’in Ocak 1969’da ODTÜ’ni ziyarete kalkışması üzerine, bunu protesto eden Sinan Cemgil ve arkadaşları bu katilin arabasını yakmış ve diğer öğrencilerin de desteğiyle onu ODTÜ’nden kovmuşlardı. Vietnam devrimcilerinin stratejik ve taktiksel yaklaşımları ve özellikle General Vo Nguyen Ciap’ın Halk Ordusu, Halk Savaşı adlı kitabı 1960’ların ve 1970’lerin Türk ve Kürt devrimcilerinin esin ve eğitim kaynaklarından biri olmuş, Vietnam halkının görkemli direnişi tüm dünya işçi sınıfı ve halklarının olduğu gibi Türkiye işçi sınıfı ve halklarının da özgüvenini yükseltmiş ve savaşma kararlılığını kamçılamıştı.

“Devrimci köklerimize duymak zorunda olduğumuz sadakat ve Vietnam halkının eşsiz özveri ve kahramanlığına saygının yanısıra, ABD emperyalistlerinin Ortadoğu ve İslam halklarına karşı halihazırda yürüttüğü kudurganca saldırı da şimdi unutulmuş gözüken o günlerin devrimci anılarının ve deneyimlerinin akılda tutulmasını, yaşatılmasını ve gelecek kuşaklara aktarılmasını gerektiriyor.” Devrimci dalganın yükseldiği ve toplumun siyasal bakımdan ileri katmanlarının yanısıra görece geniş bir kesiminin devrimci değerlere sahip çıktığı o günlerde bir CIA görevlisine karşı bir protesto eyleminde yer almak insanlara sadece onur verirdi. Devrim dalgasının alçalmış olduğu ve buna bağlı olarak pek çok şeyin çürüdüğü ve kokuştuğu ve çoğu yerlerde devrimci değerlerin bir yana atıldığı günümüzde ise CIA ve MİT yetkilileriyle konuşmak, görüşmek, onlara güven duymak ve onların söylediklerine göndermede bulunmak, onlarla Ortadoğu, Türkiye ve Kürdistan’ın sorunlarını konuşmak ve bu sorunlara birlikte çözüm” aramak son derece doğal sayılmanın yanısıra, bir çeşit siyasal olgunluk” işareti sayılıyor.

Burada Türkiye’nin, daha doğrusu Türk egemen sınıflarının, devrimci harekete ve işçi ve emekçilere de bir biçimde bulaşan bir önemli geleneğine, başka yerlerde pek de sık rastlanmayan türden köklü bir tarihsel bellek silme geleneğine sahip oldukları olgusunun altını çizmek isterim. Hattâ onlar için, -birçok noktada görüşlerine katılmadığım- Yahudi kökenli Fransız tarihçi Pierre Vidal-Naquet’nin, bir kitabına adını veren bellek katilleri” nitelemesini de kullanmak son derece yerinde olacaktır. Asla, sadece belge ve arşivleri yoketme pratiğiyle sınırlı olmayan bu bellek silme geleneği, doğal olarak, tarihsel gerçeklerin çarpıtılması ve onların yerine hayalî olgulardan ya da hiçbir şeyden oluşan yeni bir tarih ve yeni bir kollektif bellek oluşturma geleneğiyle de elele gitmiştir ve gitmektedir. Bunun temel ve belirleyici nedeninin, Türk ulusunun ve burjuvazisinin oluşumunun, Anadolu’nun Hristiyan halklarının sürgünü, mülksüzleştirilmesi ve fiziksel olarak yokedilmesi ve onların tüm izlerinin Anadolu jeografisinden silinmesi çabaları olduğu biliniyor. Son yıllarda ve hattâ onyıllarda bir dizi yazar ve araştırmacı, Türk burjuva devletinin yapay ve çarpıtılmış bir tarih oluşturma çabalarına değinmiş ve buna karşı tutum almaya başlamışlardır. Buna paralel olarak, esas olarak Kemalist burjuvazinin oluşturduğu ve topluma dayatmada büyük ölçüde başarılı olduğu tarih söylenceleri yavaş yavaş dokunulmazlık ve etkilerini yitirmektedirler. Ancak, Türkiye devrimci hareketinin ya da onun kalıntılarının ve mirasçı ve sürdürücülerinin ve hattâ ilerici aydınlarımızın çoğunluğunun, bu bellek silme geleneğinin vardığı boyutları ne ölçüde kavradıkları tartışmalıdır. Bu gerçekliğimizi bir-iki örnekle somutlaştırmak isterim.

Yıllar önce bir kitapta, çoğu kez tarihsel belgelerin ve arşivlerin düpedüz yokedilmesi biçimini alan bu geleneğe değinen bir pasaj okuduğumda bunun o zaman bende hafif yollu bir şok etkisi yarattığını itiraf etmeliyim. O sıralar, Doç. Dr. ünvanını taşıyan Mesut Gülmez’in Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü tarafından 1983’te Ankara’da yayımlanmış bulunan bu kitabı Türkiye Belgesel Çalışma İlişkileri Tarihi (1936 Öncesi) adını taşıyordu. Bu kitabın girişinde şu hayli ilginç, öğretici ve çarpıcı bilgi aktarılmaktaydı:

“Yaklaşık birbuçuk yıl kadar önce, günlük gazetelerden birinin Pazar ekinde, yalnızca ilgilenenlerin dikkatini çekebilecek ölçüde yer alan ‘Neler Kâğıt Oluyor, Neler!…’ başlıklı bir yazıda ‘CHP arşivindeki M. Kemal ve İnönü’den Cebesoy ve Günaltay’a kadar tarihsel kişilerin yazışmaları(nın) ve imzaları(nın) da SEKA’ya kâğıt hamuru olmaya’ gittiği haber veriliyordu. Yazıda, ‘kamyonlar ve kamyonlar dolusu arşiv belgesi, kitap, dergi, gazete ve evrak-ı matbua’nın, kağıdın doğal hammaddesi olarak kullanılan ağaç tomrukları dışında, SEKA’nın İzmit Kâğıt Fabrikası’nın kâğıt hamuru yapım servisine geldiği açıklandıktan sonra, Türk sosyal politika yakın tarihi, özellikle sendikacılık açısından taşıdığı önem tartışılamayacak kadar açık olan ‘Türk-İş’in depolara sığmayan, eski yıllara ait arşiv(inin) ve kullanılmayan yayınları(nın) hep kâğıt hamuru olmak üzere SEKA’ya yollandı(ğı)’ da bildiriliyordu. Bu küçük yazıdan anlaşılıyordu ki, ‘kuruluşundan bu yana CHP’nin ve AP’nin kongre tutanakları(nın), yayınları(nın) da kâğıt hamuru olmak üzere SEKA’ya gönderil(mesi), ‘özellikle Cumhuriyet tarihimizle yaşıt CHP’nin arşivinin tarihi belge olarak saklanmaması, Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Hilmi Uran, Şemsettin Günaltay gibi tarihimize mal olmuş şahısların imzalarının ve parti içi konuşma ve yazışmalarının da kâğıt hamuru yapılma(k)’ üzere SEKA’ya gönderilmesi, öteden beri sürdürülegelen tutumun yeni bir halkasından başka bir şey değildir.Geçerken, bir dönem TBMM Başkanlığı yapan Demokrat Parti geleneğininden Hüsamettin Cindoruk’un, 12 Eylül sonrasında sadece CHP arşivlerinin değil, 20 yıllık siyasi geleneğe sahip Adalet Partisi belgelerinin de SEKA’ya gönderildiğini söylemiş olduğunu anımsatayım. Aslında yazılı belgeleri yoketmenin başka pek çok örneği bulunuyor. Yani, Gülmez’in son tümcesinde de belirtildiği gibi, yukarda anlatılan olay “öteden beri sürdürülegelen tutumun yeni bir halkasından başka bir şey değildir.” Burada işin bir başka ilginç yanı da, belki 12 Eylül günlerinde seslerini çıkarmaya cesaret edemeyecebileceklerini kabul edebileceğimiz CHP -ve onun sürdürücüsü olan Halkçı Parti, Sosyaldemokrat Halkçı Parti, Demokratik Sol Parti- yöneticilerinin daha sonraki yıllarda da bu konunun üzerine gitmemiş olmaları, kendi partilerinin ve bir yere kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinin silinmesine rıza göstermiş olmalarıdır.

Aynı konuyu ele alan Muhsin Öztürk, Aksiyon dergisinin 17 Haziran 2002 tarihli 393. sayısında yayımlanan “Cumhuriyet Tarihi yazılamayacak” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

“Türkiye’de her on yılda bir yaşanan darbe ve muhtıralar beraberinde pek çok önemli kurumun arşivlerinin SEKA’da ya da başka bir yerde imha edilmesine sebep oluyor. Fakat Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinin yazılamayacak olmasının altında yatan şey bu değil; ‘zaman aşamı’na uğrayan belgeler niteliklerine bakılmaksızın fazla yer tuttuğu için gelişigüzel imha ediliyor. Resmî dairelerde üretilen belgeler periyodik olarak bilimsel bir ayıklamaya gerek görülmeksizin SEKA’ya gönderiliyor.” Öztürk ardından, uzun süredir arşivler üzerinde çalışan Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Yusuf Küçükdağ’ın bu konuya ilişkin görüşlerine yer veriyor ve Prof. Küçükdağ’ın,

“Bu Türkiye’nin ayıbı. Atatürk Cumhuriyet’i büyük ideallerle kuruyor, fakat nedense daha sonraları Cumhuriyet’in arşivi oluşturulmuyor. Ankara’daki Cumhuriyet Arşivi’ne gidildiğinde dişe dokunur herhangi bir belge yok. Durumu hiç iç açıcı değil. Bir an önce gerekli alt yapı oluşturulmazsa bundan 50-100 yıl sonra bu günlerin tarihi yazılamayacaktır” dediğini aktarıyordu. Gene Öztürk’ün görüşlerine başvurduğu Basın Yayın eski Genel Müdürü Orhan Koloğlu ise şunları söylüyordu:

“Basın Yayın Genel Müdürlüğünün, Cumhuriyet’in 50’lere kadar gelen döneminde çok önemli bir fonksiyonu var. Milli Mücadeleden itibaren bütün demeçlerin, resmî açıklamaların kaynağı orası. Yönetici olduğum sırada merak ettim arşivde ne var ne yok diye. Öğrendim ki maalesef bina değişimi sırasında bütün arşiv SEKA’ya gönderilmiş.

İnsanoğlunun “unutkanlık deyip geçilen bu zaafının farkında olduğunu söyleyebileceğimiz Hitler’in, İkinci Dünya Savaşı denen çılgınlığa atılmadan önce Ermeni jenosidini kastederek “Şimdi artık kim Ermenileri anımsıyor ki! dediği rivayet edilir. Bugün de Washington ve Pentagon’daki savaş ve jenosid suçlularının “Şimdi artık kim Iraklılar’ı anımsıyor ki! dediklerini varsaymamak için hiçbir neden yok. ABD tekelci burjuvazisinin yalan fabrikaları, Amerikan halkının şimdilik, bu konuda da siyasal cehalet ve kayıtsızlığın derin kuyusunda uyuklamasını güvence altına almış gözüküyor. CBS News’un Ağustos 2010’da yaptığı bir kamuoyu yoklamasına göre Amerikalılar’ın yüzde 41’i, Iraklılar’ın işgal nedeniyle ABD’ne minnettar olduğunu düşünüyordu. Gallup’un aynı ay içinde yaptığı bir başka kamuoyu yoklamasında düşünceleri sorulanların çoğunluğu ise, ABD işgali sonrasında Iraklılar’ın daha iyi bir durumda olduklarına inanıyordu. Bu tablo 2013’de de değişmemiştir. Pew Research Center adlı kuruluşun 14-17 Mart 2013’te yaptığı kamuoyu yoklaması, bu savaşın yalanlar üzerine inşa edildiğinin, Irak’ta korkunç bir felâkete yol açtığının ve dahası gerek Amerikan halkı ve gerekse devleti açısından da olumsuz sonuçlar verdiğinin kesinlik kazanmasından sonra bile Amerikan halkının yüzde 46’sının Irak’ta savaşın amaçlarına eriştiğini ve yüzde 41’inin ABD’nin Irak’ta şiddete başvurma kararının yerinde olduğununu düşündüğünü ortaya koymuştu. (Yoklama sonuçlarına göre halkın birinci konuda 43’ü ve ikinci konuda 44’ü ise tersini düşünüyordu.) ABD halkı başta gelmek üzere dünya halklarının bu bellek eksikliği ya da belleksizliği ve buna bağlı olarak anti-emperyalist/ savaş-karşıtı hareketin zayıflığı, neo-faşist savaş kışkırtıcılarının işlerini kolaylaştırmakta, onların Irak’ta yapmış olduklarını -gözleri kestiği takdirde- Suriye’de ve İran’da da yapabileceklerini düşünmelerine olanak vermektedir. Tekelci burjuva medyasının yalan bombardımanı altında bulunan ABD ve Batı Avrupa halklarının, “kendi emperyalist burjuva devletlerinin Suriye’de şimdiye kadar, 70,000’e yakın insanın ölümüne, milyonlarca insanın yerinden yurdundan olmasına yol açmış, ülkenin altyapısına ve tarihsel-kültürel varlıklarına ağır zarar vermiş ve ekonomisini felce uğratmış olan gerici ve fanatik güçleri sistemli bir biçimde desteklemeleri karşısında sessiz kalmayı sürdürmeleri, bu görece karamsar, ama gerçekçi değerlendirmeyi doğrular gibidir.

Yukarda sözünü ettiğim aptallaşma ve belleksizleşme süreci sadece kitleleri kapsamıyor; aralarında kendilerini anti-emperyalist ya da savaş karşıtı olarak tanımlayanlar da bulunmak üzere pek az kimse ABD emperyalistlerinin bir değil, BİR DİZİ jenosidden -doğrudan ya da dolaylı bir biçimde- sorumlu olduğunu bilmekte ve/ ya da düşünmektedir. Bu koşullarda, kapitalist-emperyalist sistemin yöneticilerinin, çok da fazla kaygılanmamakta haklı olduklarını teslim etmek zorundayız. Devrimci öncü güçlerin kendileri ve ezilen/ sömürülen sınıfların, onları izlemesi ya da en azından dinlemesi gereken siyasal bakımdan ileri katmanları bu denli zayıf ve etkisiz olmasaydı Amerikan neo-faşistleri, Afganistan ve Irak’ta giriştikleri saldırı savaşlarından sonra yeni askerî mâceralara atılamaz, hattâ Vietnam’da yemiş oldukları kötekten sonra olmuş olduğu gibi, en azından belli bir süre “rahat durmak, “uygarlaşmak, ve “izolasyonist bir dış politika sürdürmek zorunda kalırlardı. Lenin, Maksim Gorki’ye yazdığı 3 Ocak 1911 tarihli mektubunda bu gerçeği şöyle dile getiriyordu:

“Proletaryayı örgütleme yoluyla, proletaryanın savaşımı için özgürlüğü savunma yoluyla sömürge politikasına ve uluslararası yağmaya karşı direniş, kapitalizmin gelişmesini yavaşlatmaz, tersine onu daha uygar, daha gelişmiş kapitalist yöntemlere başvurmak zorunda bırakarak onun gelişmesini hızlandırır. Kapitalizm vardır, kapitalizm vardır. Kara-100-Oktobrist kapitalizm ve Narodnik (‘gerçekçi, demokratik’, ‘yaşam’ dolu) kapitalizm vardır. İşçilerin önünde kapitalizmin ‘açgözlülüğünü ve vahşetini’ sergilediğimiz ölçüde, birinci türden kapitalizmin ayakta kalması o ölçüde zor olacak, kapitalizm o ölçüde kesin bir biçimde ikinci türden kapitalizme dönüşecektir. Ve bu, tam da bizim işimize, tam da proletaryanın işine gelecektir.” (Collected Works, Cilt 34, Moskova, Progress Publishers, s. 438-39) Demek oluyor ki, Irak jenosidinin aynasına dikkatle bakmamız, bu talihsiz ülkede yaşananları çok daha güçlü bir biçimde protesto etmemiz ve kitleleri Cengiz ve Hülagü Han’ların mirasçısı olan çağdaş barbarlara karşı harekete geçirebilmiz halinde, Irak’ta ve başka ülkelerde yaşanan kan banyolarını önleyebilir ya da hiç olmazsa insan kardeşlerimizin dayanılmaz acılarını bir parça hafifletebilirdik; ama yapamadık. Hepimiz bu başarısızlığın utancını hissetmeli, Afganistan’da, Irak’ta, Somali’de, Çeçenistan’da, Filistin’de, Pakistan’da, Libya’da, Suriye’de ve başka yerlerde patlayan ve çocukların, kadınların, yaşlıların yaşamlarına son veren, onların bedenlerini paramparça eden bombaların, top mermilerinin ve füzelerin o korkunç misyonlarını yerine getirmelerinde bizim de payımızın olduğunu anımsamalı ve bundan ötürü vicdan azabı duymalıyız.

Kore ve Vietnam Örnekleri

Evet; dünyanın efendileri, – devrimci öncü güçlerin son derece zayıf düşmüş olmasının, ezilen/ sömürülen sınıfların belleklerini tazeleme ve onları aydınlatma işlevlerini yerine getirememelerinin ve kendilerini ideolojik ve/ ya da örgütsel olarak tasfiye etmelerinin de yardımıyla- bu uğraşlarında başarılı olmuş gözüküyorlar. Bu bakımdan, günümüz devrimci kuşağının 1950-1953 yılları arasında Kore’de yaşanan ve -başında Bayar-Menderes kliğinin bulunduğu Türk gericilerinin de NATO’ya üye olmak için alelacele ve TBMM’nde herhangi bir karar bile almaksızın asker göndererek katıldıkları- ABD-BM saldırısı sırasında bu ülkede yaşanan korkunç trajediyi bilmemelerini onamasak ve eleştirsek de anlayabiliriz. Ama aynı hoşgörüyü, daha yakın tarihlerde yaşanmış olan insanlık trajedileri için gösteremeyiz ve göstermemeliyiz de. Yeri gelmişken, insanın tanımlamak için, jenosid sözcüğünden daha uygun bir sözcük bulamayacağı açık olan korkunç bir vahşetin kurbanı konumunda bulunan Kore halkının yaşadıklarını birkaç tümceyle de olsa anımsayalım.

1910-1945 yılları arasında Kore’yi işgalleri altında bulunduran, Kore halkını vahşî bir biçimde sömüren ve ezen ve bu ülkede sayısız cinayete imza atan Japon emperyalistlerinin boyunduruğu İkinci Dünya Savaşı sırasında daha da dayanılmaz bir hal almıştı. 1939-1945 döneminde, Nazilerin Avrupa ve Sovyet Rusya’da yaptıklarının benzerini Doğu ve Güneydoğu Asya’da yapan Japon militaristleri, bu savaş sırasında Japonya’ya götürdükleri yüzbinlerce Koreli emekçiyi askerî fabrikalarda ve madenlerde kölelik koşulları altında çalıştırmakla ve onbinlerce Koreli’yi giriştikleri savaşlarda ön saflara sürerek canlı kalkan olarak kullanmakla kalmadılar. Onlar “komfor kadını olarak adlandırdıkları yüzbinlerce Koreli genç kız ve kadını, Asya’nın işgal altındaki çeşitli ülkelerinde kurdukları askerî genelevlerine doldurdular ve maddî ve manevî işkenceye ve fiziksel şiddete tâbi tuttukları bu genç kız ve kadınları seks kölesi olarak kullandılar.

Kore halkı Kim İl-Sung’un önderliğinde, 1930’dan itibaren işte bu vahşî Japon işgalcilerine karşı inatçı bir gerilla savaşı sürdürdü ve Nazi Almanyası’nın teslim olmasının ve Sovyetler Birliği’nin Japonya’ya savaş ilân etmesinin ardından giriştiği kapsamlı saldırıyla 15 Ağustos 1945’de Kore’deki Japon birliklerinin teslim olmasını sağladı. ABD emperyalistleri, Kore’nin Japon boyunduruğundan kurtuluşundan dört gün önce, yani 10-11 Ağustos 1945’te Washington’da yaptıkları bir toplantıda Kore’yi ikiye bölmeyi tasarlamışlardı. Onlar, işbirlikçilerden oluşan, ABD’nin askerî gücüne yaslanarak grevleri ve kitle örgütlerini yasaklayan ve halka karşı terör estiren ve başına ABD’nden Kore’ye gönderdikleri Singman Rhee’yi geçirdikleri bir kukla devlet kurdular. Bu dönemde Kore halkı bağımsız, demokratik ve birleşik bir Kore kurma çabasını sürdürmekteydi. 1948 Nisanında Pyongyang’daKuzey ve Güney Kore Siyasal Partileri ve Toplumsal Örgütleri Temsilcilerinin Ortak Konferansı gerçekleştirildi. 56 değişik parti ve örgütten 695 delegenin katıldığı bu konferansın sonal kararında, hem Sovyet ve hem de ABD kuvvetlerinin Kore topraklarından çekilmesi, Kore’nin tümünü temsil eden bir geçici hükümetin kurulması talep ediliyor ve ABD emperyalistlerinin ülkenin güneyinde ayrı seçimler düzenleme kararı eleştiriliyordu. Kore halkının bu kazanımlarını kabul etmeyen ve bu ülkeyi bir yeni-sömürge haline getirmede kararlı olan ABD emperyalistleri, Kore’de bulunan Sovyet birliklerinin 1948’de bu ülkeden çekilmesinden de yararlanarak ülkenin güneyindeki uşaklarını, Güney Kore’deki demokratik ve anti-emperyalist muhalefeti kanlı bir biçimde ezmeye özendirdiler. Dahası, Güney Koreli işbirlikçiler 1950 Haziranında ABD’nin kışkırtmasıyla Kuzey ile Güney’i ayıran 38. paralel boyunca askerî bir harekât başlattılar. Kuzey Kore Halk Ordusunun bu provokasyona karşılık vermesi üzerine Kore savaşı başladı. Savaşın başlaması, ABD emperyalistlerine ve onların Güney Koreli uşaklarına halka uyguladıkları terörü daha da tırmandırma olanağı sağladı. Güney Kore Cumhuriyeti’nin Ulusal Meclisi tarafından Aralık 2005’de kurulan, ancak çalışmaları Güney Kore yöneticileri tarafından sabote edilen Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun geçtiğimiz yıllarda belgelere dayanarak ortaya koyduğu gibi, özellikle 1950-1951 yılları arasında, “komünist sempatizanı olduğu kuşkusuyla hemen hemen hepsi sivil olan 200,000 insan katledilecekti.

Bu savaşın sadece, bağımsız, demokratik ve birleşik bir Kore devletinin kurulmasını önlemeyi amaçlamadığı açıktı. ABD emperyalizmi; faşist blokun çöktüğü, Sovyetler Birliği’nin savaştan güçlenerek çıktığı ve Batı Avrupa’da güçlü Komünist Partilerinin ve militan bir işçi hareketinin bulunduğu koşullarda Doğu Avrupa’da halk demokrasisi rejimlerinin kurulması ve Çin halk devriminin 1949’de zafere ulaşmasından sonra uluslararası siyasal dengenin hızla kapitalist-emperyalist sistem aleyhine bozulduğunu ve durumun daha da kötüye gidebileceğini düşünüyor ve bu dengeyi yeniden kendi lehine değiştirmek istiyordu. 1950-1953 yılları arasında yaşanan Kore savaşının tarihsel arkaplanı buydu.

Bu eşitsiz savaşta Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, ABD’nin hedef gözetmeksizin yaptığı yoğun hava bombardımanında çok büyük kayıp vermiş, 1950’de 9 milyon dolayında olan nüfusunun kimi savlara göre beşte birini, kimi savlara göreyse üçte birini yitirmişti. (Daha küçük olan beşte bir oranını doğru kabul edecek olursak bu, nüfusu 75 milyon olan Türkiye’de 15 milyon insanın, nüfusu 300 milyon dolayında olan ABD’nde 60 milyon insanın ölümüne denk düşer.) 1961’de Başkan John F. Kennedy’ye, Sovyetler Birliği’ne karşı önleyici bir nükleer savaşa girilmesini ve henüz İkinci Dünya Savaşı’nın yaralarını saramamış olan bu ülkeye 5,000 füze atılmasını önerecek olan General Curtis LeMay, ABD saldırganlarının 1950-1953 yıllarında -Kuzey Kore’de yaşayan- nüfusun yüzde yirmisini öldürmüş olmalarıyla övünüyordu. Bu savaşta napalm bombaların yanısıra kimyasal ve biyolojik silâhlar kullanan ve hattâ bir ara nükleer silâh kullanmayı da düşünmüş olan ABD saldırganları, gerçekleştirdikleri yoğun hava bombardımanı sırasında, Kuzey Kore’nin 78 kentini ve binlerce köyünü yerle bir ettiklerini ve sayısız sivili öldürdüklerini kabul ediyorlardı.[2] Ancak Sovyetler Birliği’nin daha ziyade askerî malzeme ve silâh vermek ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin de Halk Gönüllüleri adı altında asker göndermek suretiyle desteklediği Kore halkı, çok büyük bir bedel ödemek suretiyle ülkenin ABD’nin bir sömürgesi haline gelmesini ve belki de ilk ağızda Sovyetler Birliği’ni ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni hedef alacak olan bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın patlak vermesini önledi. Bu konuda süregelen cehaletin, yaşıyor olmuş olsaydı Hitler’e haklı olarak, “Şimdi artık kim Koreliler’i anımsıyor ki!” dedirteceği kesindir. Ama ne yazık ki; Kore, Çin, Vietnam vb. halklarının ve onların savaşçılarının bu direnişleri sayesinde, İkinci Dünya Savaşını izleyen onyıllarda yeni bir faşizm karanlığına boğulmaktan kurtulmuş olan dünyanın diğer halkları ve onların siyasal bakımdan ileri öğelerinin büyük çoğunluğu da bu cehaleti paylaşıyor.

İlk uzun menzilli füze denemesini 5 Temmuz 2006’da ve ilk nükleer denemesini 9 Ekim 2006’da yapan Demokratik Kore’nin nükleer silâhlara ve kıtalararası füzelere sahip olmakta diretmesinin nedenlerini anlamak isteyenler, hem bu tarihsel gerçekleri, hem de günümüzün siyasal olgularını hesaba katmak zorundadırlar. Yani onlar herşeyden önce, Kore halkının yaşadığı 35 yıllık barbar Japon işgalinin ve onun ardından gelen korkunç ve son derece yıkıcı savaşın deneyimini VE Demokratik Kore’nin bu 1950-1953 savaşının sona ermesinden bu yana geçen 60 yıl boyunca ABD’nin ve ortaklarının ekonomik ablukası ve saldırı tehdidi altında yaşamış ve yaşamakta olduğunu gözönünde bulundurmakla yükümlüdürler. Dahası onlar; Kore halkına çok büyük acılar çektirmiş olan Japon emperyalistlerinin, Demokratik Kore halkına herhangi bir tazminat ödemedikleri, yaptıkları zulüm nedeniyle onlardan bir özür bile dilemedikleri gibi, Amerikalı süzerenlerinin de yardımıyla bu ülkeyi kendileri için bir “tehdit” olarak göstermeye cüret ettiklerini anımsamalıdırlar. Tam tersine, ABD’nden her bakımdan çok daha küçük ve çok daha güçsüz olan Demokratik Kore’nin istese bile dünyanın en büyük ekonomik ve askerî gücü için bir tehdit oluşturabilmesinin olanaksızlığını ve 1950’lerden bu yana Pyonyang’ı tehdit edenin ABD olduğu gerçeğini unutturabilmiş olmasının, tekelci burjuva basınının en büyük başarılarından biri olduğunu kabul edebiliriz. Bugün, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi Kore yarımadasında süregelen gerginliğin de asıl sorumlusu, her yıl Güney Kore ordusuyla birlikte -Demokratik Kore’ye gözdağı vermek amacıyla- savaş tatbikatı düzenlemekte olan, bu ülkede 30,000 dolayında asker bulunduran, Asya-Pasifik bölgesinde egemenliğini sürdürmek için çırpınan ve 29 Ocak 2002 tarihli konuşmasında, Irak ve Afganistan halklarının katili olan eski başkanı George W. Bush’un ağzından Demokratik Kore’yi Irak ve İran ile birlikte “şer ekseni”nin bir öğesi olarak tanımlamış olan ABD emperyalizmidir.

Yakın tarihten birkaç örnek verelim: Güney Kore’nin provokasyonları sonucu iki Kore’nin savaş gemileri arasında 1998-2009 yılları arasında üç çatışma meydana geldi. Mart 2010’da bir Güney Kore savaş gemisi son derece kuşkulu koşullar altında battı ve 46 denizci yaşamını yitirdi. Demokratik Kore’nin 12 Şubat 2013’de yeni bir nükleer bomba denemesi yapması, ABD ve Güney Kore birliklerinin 11 Mart’ta bir ortak askerî tatbikat yapmaları, gerginlikleri bir kez daha arttırdı. Aynı gün Demokratik Kore, 1953’ten bu yana yürürlükte olan ateşkesi sona erdirdiğini ilân etti. 19 Mart’ta ise haber ajansları, bu ay içinde nükleer silâh taşıma kapasitesine sahip Amerikan B-52 bombardıman uçaklarının Güney Kore hava sahası üzerinde sık sık uçarak Demokratik Kore’ye gözdağı verdiklerini bildirdiler. Bunlara karşılık Demokratik Kore 21 Mart’ta yaptığı bir açıklamada, ABD’nin provokasyonlarını sürdürmesi halinde onun Guam ve Okinawa’daki askerî üslerini vuracağını bildirdi. Ve 25 Mart’ta ABD ve Güney Kore arasında, tartışmalı Kuzey-Güney sınırında meydana gelebilecek bir çatışmaya ABD’nin askerî olarak müdahalesini güvence altına alan bir anlaşma imzaladığı bildirildi. Bütün bunların ışığında, nükleer silâhlara ve kıtalararası füzelere sahip olmasının bu ülkeyi, Saddam Hüseyin Irakı’nın, Muammer Kaddafi Libyası’nın vb. akibetine uğramaktan kurtardığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Türkiye’de, Kore halkının yaşadığı ve görece uzak bir geçmişe ait bir trajedinin unutulması bir yere, ama sadece bir yere kadar mazur görülebilir.[3] Fakat bugünkü devrimci kuşakların, 1960’ların ikinci yarısı ve 1970’lerin ilk yıllarında ABD ve ortaklarının Vietnam, Laos ve Kamboçya’da sürdürdükleri saldırı savaşında onyıllardır görülmemiş insanlık suçları işledikleri, milyonlarca insana kıydıkları ve bu ülkelerin tarımını, ormanlarını ve ekosistemlerini sistemli bir biçimde tahrip ettikleri, ancak buna rağmen bu bölgeden yenilerek çekilmek zorunda kaldıkları gerçeğinden hemen hemen habersiz olmaları, herhâlde kabul edilemez. Nükleer silâhlar dışında ellerindeki tüm silâhları “cömert” bir biçimde kullanmakla yetinmeyen ve uluslararası burjuva hukukunun ve uluslararası anlaşmaların yasakladığı napalm, Agent Orange, misket bombası gibi silâhlara da başvuran Amerikan teröristlerinin, Vietnam halkına karşı kullandıkları bombaların miktarı İkinci Dünya Savaşı boyunca TÜM CEPHELERDE kullandıkları bombaların miktarından daha fazlaydı. Vietnam’ın, özellikle kuzey yarısı, dünya savaş tarihinin şimdiye kadar gördüğü en yoğun bombardımanlara hedef oldu. Örneğin 18 Aralık-29 Aralık 1972 tarihleri arasında, yani iki taraf arasında ateşkes görüşmelerinin sürmekte olduğu sırada ABD savaş uçakları Kuzey Vietnam’ın başkenti Hanoi’nin yanısıra Hayfong’u 11 gün süreyle çok yoğun bir biçimde bombalamış ve bu iki kente 100,000 dolayında bomba atmışlardı. Daha sonra Vietnam’ın ilk BM elçisi olacak olan Ha Van Lau, sadece bu bombardımanda kullanılan bombaların, Hiroşima’ya atılan atom bombasının beş katına eşit olduğunu söyleyecekti.

Amerikan devlet teröristlerinin Hindiçini’ndeki barbarca saldırı ve bombardımanlarında ölen kurbanlarının sayısı konusunda net rakamlar yok. Ancak, 1963-1975 yılları arasındaki anti-emperyalist direniş sırasında Vietnam, Laos ve Kamboçya’da 3 milyondan fazla insanın yaşamını yitirdiği genel olarak kabul ediliyor. ABD’nin saldırıları sonucu buna ek olarak, milyonlarca insanın yaralandığı ve sakat kaldığı, milyonlarca insanın tutuklandığı, işkence gördüğü ve cezaevlerine, “stratejik köy” adı verilen konsantrasyon kamplarına tıkıldığı, 14 milyon insanın evlerini yitirdiği ve mülteci konumuna düştüğü, yüzbinlerce kadının ırzına geçildiği, onlarca kentin, yüzlerce kasaba ve binlerce köyün büyük ölçüde yıkıldığı, yakıldığı ve hattâ haritadan silindiği, bu üç ülkenin ekonomik altyapılarının, doğal çevrelerinin ve tarihsel, arkeolojik ve kültürel zenginliklerinin çok ağır zararlar gördüğü de biliniyor. (Bu korkunç acı ve kayıpların, Hindiçini’nde 1890’lardan 1940’lara kadar süren Fransız sömürgeciliğinin, 1940-1945 yıllarında bu ülkeleri ele geçiren Japon emperyalizminin ve Vietnam açısından 1945’ten sonra bir kez daha Fransız emperyalizminin boyunduruğuna karşı sürdürülen çetin savaşımların ardından geldiği ve onların gerektirdiği büyük özveriler ve onların yol açtığı ağır can ve mal kayıplarının üstüne bindiği de unutulmamalı.) Resmî demeç ve açıklamalarında, Hindiçini halklarını “özgür kılmak”, onları “komünizmin boyunduruğu altına düşmekten korumak” için savaştıklarını ileri süren ırkçı ABD saldırganları bütün bu vahşet eylemlerini bir biçimde meşrulaştırmak için Vietnamlı’lardan (ve diğer Hindiçini halklarından) “guk”lar, “dink”ler, “slop”lar diye sözediyor ve bu halkları insanaltı yaratıklar olarak gördüklerini saklamıyorlardı. (Daha çok Güneydoğu Asya halklarını aşağılamak için kullanılan bu sözcükler Amerikan argosunda; “aptal”, “geri zekalı”, “salak”, “bir işe yaramaz” vb. anlamlarına gelmektedir.) Bu bağlamda, resmen yargılanmış olmasalar da, ilerici dünya kamuoyu katında mahkûm edilmiş ve lânetlenmiş bulunan ABD emperyalistlerinin sadece Hindiçini halklarına karşı işledikleri savaş suçları, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’nın Sovyetler Birliği ve Avrupa halklarına ve Japon militaristlerinin Çin ve diğer Doğu/ Güneydoğu Asya halklarına karşı işledikleri savaş suçlarından hiç de aşağı değildi.[4]

1963-1975 yılları arasında Vietnam, Laos ve Kamboçya halklarına karşı sürdürdükleri saldırıda ABD saldırganlarının, 8 milyon ton bomba, 400,000 ton napalm ve ormanları yapraksızlaştırmak, ürünleri, tarlaları, bahçeleri ve bitki örtüsünü yoketmek için 18 milyon galon (yaklaşık 70,000 metreküp) Agent Orange ve diğer zehirli kimyasal madde kullandıkları tahmin ediliyor. Kitlesel yoketme silâhlarıyla yapılan bu saldırıya hedef olan üç ülkenin (Vietnam, Laos ve Kamboçya) toplam yüzölçümü 750,000 kilometrekare dolayında olduğunu, yani Türkiye’nin 784,000 kilometrekare olan yüzölçümünden daha küçük olduğunu unutmayalım. ABD bombardımanının Hindiçini halklarına karşı gerçekleştirdiği bombardımanın yoğunluğunu göstermek için bir başka göstergeye başvuralım: ABD ve Britanya hava kuvvetlerinin İkinci Dünya Savaşı sırasında, çok daha geniş bir alanı hedef alan hava bombardımanında kullanılan bombaların ağırlığı 2.7 milyon tondu. Dolayısıyla, korkunç boyutlara varan ABD bombardımanı yol açtığı insan kayıplarının yanısıra, başta Vietnam gelmek üzere bu ülkelerin altyapılarını çok büyük ölçüde yokederken, toprak ve su kaynaklarını da kirletti. 1985’te, Vietnam’ın topraklarının üçte birinin hâlâ tarımsal üretim amacıyla kullanılamayacak ölçüde zehirli olduğu tahmin ediliyordu. Amerikan savaş uçaklarının, gerillaların saklandığı ormanları yapraksızlaştırmak için kullandığı zehirli kimyasal maddeler yüzbinlerce sakat doğuma ve kanser vakasına da yol açtı ve halihazırda da açmaya devam ediyor. ABD tekelci burjuvazisinin yayım organlarından Wall Street Journal’da 1997’de yayımlanan bir haberde ABD’nin kullandığı zehirli kimyasal maddeler nedeniyle en az 500,000 çocuğun sakat olarak dünyaya gelmiş olduğu bildiriliyordu. Amerikan devlet teröristlerinin geride bıraktığı mayınlar, misket bombaları ve diğer patlayıcı maddeler, savaşın sona erdiği 1975’ten bu yana onbinlerce insanın ölümüne, yüzbinlercesinin yaralanmasına/ sakatlanmasına yol açtı ve açmaya da devam ediyor. Yazar Nick Turse, geçenlerde yayımlanan Kill Anything that Moves (= Kımıldayan Herşeye Ateş Et) adlı kitabında ABD saldırısı sonucunda Vietnam’da 2 milyon sivilin yaşamını yitirdiğinin, 5 milyon sivilin yaralandığının, ABD savaş uçaklarının bu ülke üzerinde 3.4 milyon sorti yaptığının ve bu ülkeye 640 Hiroşima atom bombasının gücüne eşdeğer bomba attıklarının tahmin edildiğini yazıyordu. Amerikalı anti-faşist yazar ve tarihçi William Shirer 1973’de şunları söyleyecekti:

“Hindiçini halklarına ne acılar çektirdiğimizi ancak, kendimizin bunları yaşamasından, üstlerimizde binalar çöker ve tutuşurken kendi insanlarımızın New York, Washington, Chicago, Los Angeles ve başka yerlerdeki sığınaklarında korku içinde titremesinden, çevremizde cesetlerin uçuşmasından ve o gün ya da o gece bu olup bitenlerden sonra yıkıntıların arasından çıktığımızda sevdiklerimizin parçalanmış cesetlerini, evlerimizin, hastanelerimizin, kiliselerimizin, okullarımızın yerle bir olmuş olduğunu gördükten sonra, ancak o dayanılmaz deneyimi yaşadıktan sonra anlayabileceğiz.”

Irak’ın Katli

Irak’ın hedef kılındığı ölçüsüz ve barbarca saldırıyı işte bu tarihsel arkaplanı gözönüne alarak anlayabiliriz ancak. Bilindiği gibi 20 Mart 2003’de, ABD, Britanya ve bağlaşıkları, faşist Saddam Hüseyin rejiminin nükleer, kimyasal vb. silâhlara sahip olduğu, El Kaide’yi desteklediği, Irak’ın füzelerinin 45 dakika içinde Avrupa’yı vurabileceği, Saddam Hüseyin rejiminin komşuları için bir tehdit oluşturduğu ve hattâ 11 Eylül 2001 saldırısında parmağı olduğu vb. türünden -hepsi de o zaman ve daha sonra çürütülmüş olan- çeşitli yalanlar eşliğinde ve barış ve demokrasi getirme savlarıyla Irak’a karşı bir saldırı savaşı başlatmışlardı. Hiçbir haklı ya da inandırıcı gerekçesi olmayan ve uluslararası burjuva hukuku bakımından da tümüyle illegal bir nitelik taşıyan bu savaş, Irak’ın TOPYEKÛN YIKIMIYLA sonuçlandı; daha doğrusu yıllar önce başlatılmış olan yıkımı tamamladı. Yaklaşık 1 milyon masum insanın ölümüne, milyonlarcasının yaralanması ve sakatlanmasına, milyonlarca kadının dul ve milyonlarca çocuğun yetim kalmasına, milyonlarca insanın komşu ülkelere sığınmasına ya da ülke içinde mülteci konumuna düşmesine, bu ülkenin zaten 1991-2003 döneminde ağır darbeler yemiş olan ekonomisi ve altyapısının neredeyse tümüyle çökmesine, Irak’ın tarihsel, arkeolojik ve kültürel zenginliklerinin yokedilmesine ve yağmalanmasına yol açan bu saldırının sonuçlarını jenosid sözcüğünden başka herhangi bir sözcükle tanımlamak olanaksızdır. Emperyalist savaş ve yıkımın doğrudan ya da dolaylı tarafı ve sorumlusu konumunda bulunan Batı tekelci burjuva basını, burjuva akademisyenleri ve politikacıları, kendilerinden beklendiği üzere Irak’ta yaşanan bu büyük felâketi ya tümüyle görmezden gelmeye ya da onun boyutlarını olabildiğince küçük göstermeye çalışmaktadırlar. Dolayısıyla onların ve onların bakış açısıyla hareket eden kurum ve kişilerin, Irak’ta yaşananın bir jenosid, hattâ bir suç olduğunu kabul etmemeleri ve ABD ve ortaklarının ağır suçlarını unutturmaya çalışmaları, nesnelerin doğası gereğidir. 

Peki, Irak’ta yaşananları jenosid olarak nitelemekle bir abartma mı yapıyorum? Hiç de değil. BM’in 1948’de kabul ettiği Jenosid Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinin 2. Maddesinde aynen şöyle deniyor:

Jenosid, aşağıdaki edimlerin, ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen yok etmek kastıyla işlenmesi anlamına gelir:

a) Grup üyelerinin öldürülmesi;

b) Grup üyelerinin fiziksel ve zihinsel sağlığına ciddi ölçüde zarar verme;

c) Grup üyelerine, fiziksel varlıklarının kısmen ya da tamamen yok olmasına neden olacak yaşam koşullarının kasıtlı olarak dayatılması;

d) Grup içi doğumları önleyici önlemler empoze edilmesi;

e) Gruba ait çocukların zorla başka bir gruba aktarılması.” Hitler faşizminin çizmelerini giymiş olan Amerikan neo-faşistleri, Irak’ta -ve başka yerlerde- bu suçların hemen hemen hepsini, hem de çok daha fazlasıyla işlemiş bulunmaktadırlar.

Bazıları bu “yaklaşık 1 milyon rakamını abartılı bulabilirler. Ama tam tersine bu rakam oldukça muhafazakâr bir tahmindir. ABD’nde bulunan Johns Hopkins Üniversitesi Halk Sağlığı Okulu’na bağlı doktorların ve bilim insanlarının daha Temmuz 2006’da Britanya’nın öndegelen ve saygın tıp dergisi Lancet‘de yayımlanan raporları, Mart 2003’den o güne kadar geçen sürede sadece şiddet nedeniyle ölen insanların sayısını 601,000 olarak tahmin ediyordu. Ocak 2008’de yapılan bir araştırma bu rakamın 1 milyon dolayına yükseldiğini tahmin etmişti. Tanınmış Britanyalı kamuoyu araştırma şirketi Opinion Research Business’ın çalışmasına göre ise Mart 2003’den Ağustos 2007’ye kadar geçen süre içinde ölenlerin sayısı 1,033,000’i bulmuştu. Bu tahmin; savaşa bağlı olarak ortaya çıkan diğer nedenlerle (atık temizleme ve elektrik sistemlerinin çalışmaması, hastalıklar, yiyecek, ilaç ve temiz su kıtlığı/ yokluğu vb.) ölen çok sayıda insanı kapsamamaktadır. 2003-2009 dönemini ele alan John Tirman’ın daha muhafazakâr tahmini de Irak halkının ne korkunç bir kıyım ve acı yaşadığını doğrulamaktadır. 2004’ten bu yana ABD’nin öndegelen üniversitelerinden Massachusetts Institute of Technology’nin Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nin direktörlüğünü yapmakta olan Tirman, 2 Şubat 2009’da yazdığı “Iraq’s Shocking Human Toll (=“Irak’ın Şoke Edici İnsan Zayiatı) başlıklı yazısında, daha önce yapılmış olan araştırmaları ve insan zayiatı trendlerini gözönüne alarak toplam rakamları; evini terketmek zorunda kalan 4.5 milyon insan, 1 ila 2 milyon dul, 5 milyon yetim ve 1 milyon ölü olarak tahmin etmişti. Benzer sonuçlara varan Just Foreign Policy (=Adil Dış Politika) adlı Amerikan savaş-karşıtı kuruluş Aralık 2009 itibariyle şiddet nedeniyle ölen Iraklıların sayısını yaklaşık 1.5 milyon olarak hesaplamıştı. Bu konuya ilişkin kapsamlı çalışmalarıyla tanınan David Swanson ise 18 Mart 2013 tarih ve “Ever More Shocked, Never Yet Awed (=“Her zamankinden daha fazla şoke oldu, ama asla korkmadı”) başlıklı yazısında, 2003’den bu yana 1.4 milyon Iraklı’nın öldüğünü, 4.2 milyonunun yaralandığını ve -yaklaşık yarısı yurtdışına göç etmek zorunda kalan- 4.5 milyonunun da yerinden yurdundan olduğunu yazıyordu. Ortalama olarak bir ölüm olayının üç yaralanma olayıyla elele gittiğinin varsayıldığı bu hesaplama yöntemi, fiziksel olarak yaralanmayan, ama zihinsel travma geçiren, yaşanan vahşetten etkilenen ve yakınlarını yitiren milyonlarca insanın içinde bulunduğu durumu ise hesaba katmamaktadır.

Kuşkusuz, tama daha yakın bir rakama ulaşmak için bütün bu rakamlara, 2009’dan 2013’e kadar geçen süre içinde ölenlerin ve yaralananların sayısının da eklenmesi gerekmektedir. Bu arada; gerek ABD saldırısı ve bombardımanı ve gerekse 2003’deki ABD işgalini izleyen yıllarda meydana gelen çatışma ve bombalamalarda milyonlarca insanın yaralandığını ve sakatlandığını da unutmamamız gerekiyor. Bütün bunlara bir de, 1991’den 2003’e kadar geçen süre içinde ABD ve ortaklarının uyguladığı ekonomik yaptırımlar nedeniyle yaşamını yitirenlerin de eklenmesi halinde bu talihsiz ülkenin ne büyük bir felâketle karşı karşıya kalmış olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Peki, eldeki verilerden hareketle Irak’ta 1991-2013 yılları arasında yaşamını yitirenlerin toplam sayısı hakkında ne söyleyebiliriz? Bütün bu verilerin yeterince kesin ve bilimsel bir nitelik taşımadığı açıktır. Ancak bu husus, 1991’den 2013’e kadar geçen süre içinde emperyalist müdahale, savaş, ekonomik yaptırımlar ve iç çatışmalar nedeniyle çok büyük sayıda insanın yaşamını yitirdiği gerçeğini ve yaşanan kayıpları görece küçük bir hata payıyla saptama olanağını ortadan kaldırmamaktadır. Muhafazakâr bir yorumla Irak’ta 1991-2003 döneminde 1 milyon insanın ve 2003-2013 döneminde 1.5 milyon insanın yaşamını yitirdiğini söyleyebiliriz. Bu, 1991-2013 döneminde toplam 2.5 milyon insanın yaşamını yitirdiği anlamına gelir. Dünya Bankası’nın tahminlerine göre Irak’ın nüfusu 1991’de 18.7 milyon, 2001’de 25 milyon ve – rakamlara sahip olduğumuz son yıl olan- 2011’de ise 33 milyondu. 1991-2013 döneminin orta noktası sayılabilecek olan 2001 nüfusunu esas alarak yapacağımız bir hesaplama bu ülke nüfusunun yüzde 10’unun, yani 25 milyonluk nüfusun 2.5 milyonunun yaşamını yitirdiği anlamına gelmektedir. (Bu oran ise, nüfusu 75 milyon olan Türkiye’de 7.5 milyon insanın, nüfusu 300 milyon dolayında olan ABD’nde ise 30 milyon insanın ölümüne denk düşmektedir.)

Ne yazık ki, hemen hemen herkes Amerikan neo-faşistlerinin bu korkunç suçunun üzerine bir görmezden gelme perdesi çekilmesine razı olmuş gibidir. Ve ne yazık ki bu trajediyi çok, ama çok az sayıda vicdan sahibi insan kayıtsız koşulsuz bir biçimde ve adını koyarak lânetlemiştir ve lânetlemektedir. Özellikle ABD’nde ve Batı Avrupa ülkelerinde pek çok sözümona savaş-karşıtı, demokrat, ilerici vb. insan Irak’a karşı girişilen saldırı savaşını, tabiî onu “jenosid olarak nitelemeksizin ve koşullu olarak eleştirmekte ya da kınamaktadırlar. Onlar ABD’ni, şöyle bir söylem yardımıyla eleştirmeyi tercih etmektedirler: “Evet, ABD hata yaptı; çünkü Irak’ta kitle imha silâhları bulunamadı”, “Saddam Hüseyin’in El Kaide’yi desteklediği savı yanlıştı”, “ABD’nin Irak’a saldırısı ‘terörizm tehlikesi’ni daha da büyüttü”, “5,000 dolayında ABD askeri, aslında olmayan kitle imha silâhları için çıkarılan bir savaşta boş yere öldü” ya da “Bu savaş ABD’nin imajını zedeledi, onun ekonomisine ağır bir yük bindirdi.” Bu türden bir söylem ve yaklaşım benimsemek, Irak’ın işgaline İLKESEL değil, PRAGMATİK nedenlerle karşı çıkmak, Irak jenosidini önemsememek/ görmezden gelmek ve böylelikle son çözümlemede Amerikan neo-faşistlerinin ağır suçlarını hafifletmek anlamına gelmektedir. Böyle bir söylem tutturanlar, ABD’nin ya da herhangi bir emperyalist ülkenin Irak’a ya da başka bir küçük/ zayıf ülkeye saldırmasını ilkesel düzeyde karşı çıkmamaktadırlar. Tersine onlar, örneğin Saddam Hüseyin kliğinin anılan hayalî suçları işlemiş, suç sayılan bu tür hayalî eylemleri gerçekleştirmiş olması halinde Irak’a savaş açılmasını ve Irak halkına çağdaş tekniğin harikaları” kullanılmak suretiyle kıyılmasını haklı bulacaklarını söylemiş olmaktadırlar. Bu bakımdan; ileri” ve emperyalist ülkelerin geri” ve bağımlı ülkelere efendilik etme, onları yönetme, onlara “uygarlık” götürme ve gerektiğinde onların topraklarını işgal etme teori ve pratiğini âdeta bir doğal hak sayan bu bay ve bayanları utangaç ya da örtülü, hattâ hümaniter/ iyiliksever sömürgeciler/ emperyalistler olarak niteleyebiliriz. Geri” ülkeler halklarının kendi yazgılarını belirleme hakkını kabul etmeyen ve ABD vb. emperyalist devletlerin Afganistan, Irak, Somali, Çeçenistan, Libya gibi ülkelerde giriştiği askerî mâcera ve kıyımlara ve kendi” devletlerinin kanlı pençelerini dünyanın dörtbir yanına uzatmalarına ilkesel değil, ancak pragmatik nedenlerle karşı çıkan bu kişilerle G. W. Bush, Dick Cheney, Tony Blair gibi açık ve çıplak sömürgeciler/ emperyalistler arasındaki farkın ayrıntıya ilişkin olduğu bellidir.

Türkiye’deki durum da bundan çok farklı değil. Örneğin, kendisini Tüm Savaş Karşıtlarının İnternet Sitesi” olarak tanıtan savaşkarşıtları.org sitesinin gerek Gündem” ve gerekse Basın Arşivi” bölümlerini inceleme zahmetine katlananlar burada, ya Irak halkına karşı gerçekleştirilen jenosidi cepheden ve sağa sola bükmeden lânetleyen bir yoruma rastlayamayacaklardır; ya da Amerikan haydutlarının 2003’de başlattıkları saldırı savaşıyla ilgili herhangi bir habere ya da yoruma da rastlayamayacak, en fazla dostlar alışverişte görsün” misali yazılarla yetinmek zorunda kalacaklardır. Bu sözümona savaş karşıtı sitenin halinin, Türkiye’deki diğer devrimci, anti-emperyalist ve ilerici site ve haber kaynaklarının durumunu üç aşağı beş yukarı yansıttığını söylemek herhâlde haksızlık olmayacaktır.

Ve Öncesi

Irak’ın elikanlı faşist diktatörü Saddam Hüseyin’in, haklı olarak Cengiz Han’ın Moğolları’nın 13. yüzyıldaki saldırısına benzettiği ABD saldırısı 20 Mart 2003’de başlamış değildi.[5] Bir başka anlatımla, Irak’ın ve Irak halkının yaşadıklarını konu alan bir yazı ya da tartışma, ABD ve ortaklarının 2003’ten yıllar öncesinden ve en azından 1991’den bu yana sürdürdükleri üstü örtülü ve açık saldırıyı ele almadığı takdirde, gerçeğin ancak bir kısmını dile getirmiş olacaktır.

Bir zamanlar ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin gözdesi olan ve sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği’yle de iyi ilişkiler içinde bulunan Saddam Hüseyin kliği 1980-1988 yılları arasında İran’a karşı, her iki ülkeden bir milyona yakın asker ve sivilin ölümüne yol açan bir savaşın baş sorumlusuydu. Bu emperyalist devletler ve özellikle ABD, hem “İslam devriminin gerçekleştiği İran’ı çökertmeyi, hem de askerî bakımdan görece güçlü bir devlet olan Irak’ı zayıflatmayı amaçlıyordu. İran-Irak savaşının olabildiğince uzaması için “İslam devrimi”nin can düşmanları olan ABD ile İsrail’in bu savaş süresince, Irak’ın yanısıra İran’a da silâh satmaları bu yaklaşımın en çarpıcı anlatımıydı. ABD Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger’ın o yıllarda, “Bu savaşta ABD’nin esas çıkarı iki tarafın da yitirmesidir” biçimindeki sözleri, yaşanan gerçekliği çok iyi özetliyordu. Gerçekten de bu savaş yaşanmış olmasa, İsrail’in 7 Haziran 1981’de Irak’ın Osirak nükleer tesisini bir hava bombardımanıyla yıkması ve 6 Haziran 1982’de Lübnan’ı işgal etmesi ve bu ülkede konuşlanmış olan Filistin gerillalarını ağır bir yenilgiye uğratması çok daha zor olur, daha güçlü bir Irak ve İran’ın damgalarını vuracağı Ortadoğu’nun siyasal tablosu bugünkünden çok daha farklı ve kuşkusuz ABD ve İsrail açısından çok daha elverişsiz olurdu. Ne var ki Saddam Hüseyin kliğinin, ülke içinde uyguladığı faşist baskı metodları ve ülke dışında izlediği yayılmacı ve mâceracı politikalar, Irak’ın ve İran’ın zayıflatılmasını ve yıkımını amaçlayan ve Ortadoğu halkları üzerindeki emperyalist-Siyonist boyunduruğu muhafaza etmek ve pekiştirmek isteyen bu güçlerin işlerini kolaylaştırdı.

1980’li yıllarda Irak’ın esas silâh kaynağı Sovyetler Birliği’ydi; ancak Bağdat’ın, İran “İslam devriminin bulaşıcı etkilerinden çekinen ABD ve Batı Avrupa ülkeleriyle ilişkileri de giderek  güçleniyordu. Hattâ çok sayıda ABD ve Batı Avrupa şirketi Saddam Hüseyin kliğinin ihtiraslı silâhlanma ve güçlü bir yerel silâh endüstrisi kurma çabalarını aktif bir biçimde desteklemişlerdi. Kuşkusuz bu şirketler bunu kendi devletlerinin bilgisi ve onayıyla yapmışlardı. Öyle ki insan haklarının çiğnenmesini, başka ülkeleri en sert biçimde eleştirmek, onların iç işlerine karışmak ve hattâ bazan onlara savaş açmak için kullanmayı bir gelenek haline getiren bu devletler Saddam Hüseyin rejiminin 1988’de Irak Kürtleri’ne karşı sürdürdüğü, yaklaşık 100,000 kişinin yaşamını yitirdiği tahmin edilen ve jenosid boyutuna varan kıyımı (Enfal) ve bu bağlamda 17-18 Mart 1988’de Irak devletinin Halepçe’de zehirli gaz kullanarak binlerce sivili katletmesini dil ucuyla kınamakla yetinmiş ve Irak’ı silâhlandırmaya devam etmişlerdi.[6] Kürt halkına karşı yapılanlar, uygar Batı”nın çok da umurunda değildi.

Ancak, siyasal hırsı Irak’ın ekonomik ve askerî gücünü aşan ve megalomanisi Ortadoğu jeopolitiğinin temel aksiyomlarını görmesini engelleyen Saddam Hüseyin’in Şubat 1990’da Basra Körfezi’ndeki ABD askerî varlığını eleştirmesi ve bunun ABD’nin bölge petrolü üzerinde söz söyleme olanağını arttıracağını belirtmesi, Nisan 1990’da ortak bir Arap ordusu kurulmasını önermesi ve ekonomik ve askerî olarak zayıf kalmaları halinde Arap devletlerinin İsrail’i işgal etmiş olduğu topraklardan kovarak bir Filistin devleti kuramayacaklarını söylemesi havayı değiştirmeye başladı. Bunlarla yetinmeyen Saddam Hüseyin; petrol zengini Arap devletlerinin fonlarını gelişmiş ülkeler yerine kendi ülkelerine yatırmaları ve yoksul Arap ülkelerine yardım etmeleri, -Aralık 1987’de başlamış olan- Filistin intifadasına yardım amacıyla özel bir Arap fonu kurulması gerektiğini söylüyor, Irak’ın İsrail’in saldırısına uğrayan Arap devletlerine askerî yardım sağlayacağını ve tüm Ortadoğu’nun nükleer, kimyasal ve biyolojik silâhlardan arındırılmasını savunuyordu. Öte yandan, 1980-1988 savaşından önemli ölçüde yıpranarak çıkmış olan ve dolayısıyla savaşın yıkımını onarmak ve süregelen silâhlanma harcamalarının yükünü karşılamak için büyük miktarda paraya gereksinim duyan Irak, ABD’nin bölgedeki asıl dayanağı olan Körfez monarşileri için de potansiyel bir tehdit olmayı sürdürüyordu. Bunlara, 1988’den itibaren Körfez petrolünün ABD için öneminin artmaya başlamasını ekleyebiliriz. CIA Direktörü William Webster Ocak 1990’da yaptığı bir açıklamada 1990’larda ABD’nin petrol ithalatı içinde Körfez petrolünün oranının yüzde 10’dan yüzde 25’e çıkacağını söylemekteydi.

Bu “bağışlanamaz suçlar”ı işleyen, ama aynı zamanda siyasal miyopluk ve megalomaniyle sakatlanmış olan Saddam Hüseyin kliği 2 Ağustos 1990’da, yani İran-Irak savaşının bitmesinin üzerinden sadece iki yıl geçmişken Kuveyt’i işgale girişti. (Gerek Saddam Hüseyin ve gerekse ondan önceki ve hattâ sonraki Irak yöneticileri, tarihsel olarak Basra vilayetinin bir parçası olan, ama petrol zenginliği nedeniyle Britanya sömürgecileri tarafından 1899’da Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı olan bu vilayetten koparılarak ayrı bir şeyhlik olarak kurulan Kuveyt’i Irak’ın bir parçası sayıyorlardı.) Kuveyt’in ortak sınırdaki petrol yataklarında bulunan ham petrolü tek yanlı olarak çıkarmasına tepki gösteren ve ABD’nin böylesi bir işgale sessiz kalacağı yolundaki sinyallere kanan Saddam Hüseyin kliği, Irak’a saldırı hazırlıklarına zaten başlamış olan Amerikan haydutlarına bekledikleri fırsatı sundu. Başkan George Bush (ya da “baba Bush”) ve ABD askerî yetkilileri daha 1989’da Basra Körfezi bölgesine ilişkin askerî operasyon planlarını değiştirmiş ve Irak’a karşı bir müdahalenin hazırlıklarına başlamışlardı. Kuveyt’in işgalini bahane ederek bölgeye büyük bir güç yığınağı yapan ABD Bağdat’ın uzlaşma önerilerini reddetti ve BM “Güvenlik” Konseyi üyelerinin bir bölümünün rüşvet ve bir bölümünün de tehditle kendisinin yanında yer almasını sağladıktan sonra, çok sayıda ülkenin de desteğiyle, 16 Ocak 1991’de Irak’a saldırdı. “Çöl Fırtınası Operasyonu” kod adlı İkinci Körfez savaşı, beklenebileceği gibi 28 Şubat’ta, sekiz yıllık İran savaşından, yani Birinci Körfez Savaşı’ndan büyük ölçüde yıpranarak çıkmış olan Irak’ın tam bir yenilgisiyle sona erdi.

Çoğu sivil olmak üzere 100,000’den fazla insanın yaşamını yitirdiği bu son derece eşitsiz savaşı Irak’ın katlinin başlangıcı sayabiliriz. Ciddi bir hava savunma sistemi bulunmayan Irak’a 88,000 ton bomba atan ABD savaş uçakları sadece askerî hedefleri değil, hattâ ondan daha fazla, sivil hedefleri ve yerleşim yerlerini bombaladılar. Bunların arasında; elektrik santralları ve iletim hatları, su arıtma ve pompalama sistemleri, telefon ve radyo tesisleri, besin işleme, depolama ve dağıtım tesisleri, süt ve içecek fabrikaları, hayvan aşılama tesisleri, demiryolları, otobüs depoları, köprüler, otoyollar, petrol kuyuları, boru hatları, rafineriler, gazyağı depoları, benzin istasyonları, atık arıtma tesisleri, dokuma ve otomobil fabrikaları gibi diğer sivil hedefler bulunuyordu. Bu bombardımandan Irak’ın son derece zengin tarihsel ve arkeolojik alanlarının da zarar gördüğünü belirtmek gerek. ABD Adalet eski Bakanı Ramsey Clark 9 Mayıs 1991 tarihli raporunda hedef gözetmeksizin gerçekleştirilen bombardımanda, yukarda belirtilen hedeflerin yanısıra ticari mıntıkaların, okulların, hastanelerin, camilerin, kiliselerin, sığınakların, yerleşim bölgelerinin, dükkanların, otellerin, ev ve apartmanların, özel ulaşım araçlarının, sivil hükümet binalarının vb. zarar gördüğünü ve tahrip edildiğini ve kitleleri terörize etmeyi ve onların moralini bozmayı gözeten bu kapsamlı bombardımanın en önemli amaçlarından birinin, halkı hükümeti devirmeye teşvik etmek olduğunu belirtiyordu. ABD savaş uçakları; nükleer, biyolojik ve kimyasal silâhların yapıldığını ileri sürdükleri tesisleri ve barajları da bombaladılar. Amerikan saldırganlarının zırh delici silâhlarında kullandığı -ve zehirli bir kimyasal ve radyoaktif ağır metal olan- seyreltilmiş uranyum Irak’ta, sakat doğumların ve çocuklarda görülen kanser olaylarının hızla tırmanmasına yol açacaktı.[7] Dünya Sağlık Örgütü ve Iraklı doktorlar, özellikle iki kez ABD birlikleriyle Iraklı direnişçiler arasında yoğun çatışmalara sahne olan Felluce’de, kafası olmayan, bazı organları eksik, el ve ayaklarının parmakları oluşmamış, kafasının yarısı olmayan vb. çocukların doğduğunu bildirmiş ve annelere, olanaklıysa eğer çocuk doğurmamalarını salık vermişlerdi. Uluslararası burjuva hukukuna (Lahey ve Cenevre Konvansiyonları, BM ve Nuremberg Şartları vb.), göre herbiri ayrı bir suç olan bütün bu olgular, Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmayı bahane eden ABD emperyalistlerinin asıl amaçlarının Irak’ı katletmek olduğunun kesinlikle kanıtlıyorlardı.

Aslında 1991 savaşı gerçek bir savaş olmaktan çok, Avustralyalı anti-faşist gazeteci John Pilger’ın deyişiyle “tekyanlı bir kan banyosu”ydu. Yakıt-hava patlayıcıları, napalm, misket bombası, seyreltilmiş uranyum içeren mermiler ve 2.5 ton ağırlığındaki süper bombalar gibi uluslararası anlaşmalarla yasaklanmış silâhlar kullanan ABD saldırganları savaş kurallarına aykırı olarak teslim olan onbinlerce Irak askerini de öldürmüşlerdi. Bu kıyımın en çarpıcı öğelerinden birisi, ABD savaş uçaklarının yenilgiyi kabul ederek Kuveyt’ten çekilmekte olan Irak ordusuna ait birlikleri hava bombardımanına tutmasıydı: Bu “ölüm otoyolu”nda onbinlerce Irak askeri yaşamını yitirecekti. Büyük bir bölümü 20 yaşından küçük olan, despotik bir rejimin cepheye sürdüğü ve savaşma isteğinden yoksun Irak askerleri, dönemin modern teknolojisinin ürünü savaş uçak ve helikopterlerinin, füzelerin ve tankların ateşi altında ciddi bir direniş göstermeden can verdiler. Bazı yayın organlarında yer alan görgü tanıklıklarına göre ABD askerleri beyaz bayrak çeken Irak askerlerine bile acımasızca ateş açmış ve onların, saymaya bile gerek duymadıkları cesetlerini toplu mezarlara doldurmuşlardı. Tanıklar, çok sayıda yaralı ve hâlâ soluk almakta olan Irak askerinin buldozerleri yardımıyla kumların içine gömüldüklerini ve bir çok yarı ölü askerin kollarının ve bacaklarının kumlar arasında kıpırdadığını gördüklerini de söylemişlerdi. Paula Marie Deubel, 13 Ekim 2009 tarih ve “1991 tragedy of Iraq” (=“1991 Irak trajedisi”) başlıklı yazısında bir bunkerden kaçan Irak askerlerinin dakikada 625 mermi atabilen helikopterlerin ateşi altında ölmelerini gösteren bir video filminin Riyad’da 18. Hava İndirme Kolordusu askerlerine gösterilmesi sırasında bu korkunç görüntülerin bazı ABD askerlerinin kusmasına yol açtığını yazmıştı. ABD ve bağlaşıklarının tek bir savaş uçağı, hattâ tek bir tank yitirmedikleri bu savaşta, 35’i “dost ateşi” sonucu olmak üzere sadece 149 ABD askeri yaşamını yitirecekti.

BM “Güvenlik” Konseyi daha 6 Ağustos 1990’da, yani Irak’ın Kuveyt’i işgalinin hemen ardından bu ülkeye karşı ekonomik yaptırım uygulama kararı almıştı. Bu yaptırımlar esas olarak; Irak’ı bir kara, hava ve deniz ablukasına tâbi tutan ve ülkenin kuzeyinde ve güneyinde oluşturulan uçuşa yasak bölgeleri koruyan ABD ve Britanya tarafından uygulanıyordu. Bu kahredici yaptırımlar ufak-tefek değişikliklerle Mayıs 2003’te Saddam Hüseyin kliğinin devrilmesine kadar, yani yaklaşık 13 yıl sürdü. Ambargo yüzünden, temel gelir kaynağı olan petrol ve doğal gazı satması ve çağdaş ve sağlıklı bir yaşam için gerekli olan pek çok malzemeyi satın alması yasaklanan Irak çok yönlü bir yoksullaşma ve çöküşe sürüklendi. Örneğin; anestetik ilaçlar, stetoskoplar, röntgen cihazları, su arıtma cihazları, bandaj, dikiş ipliği, hidrofil pamuk, antibiyotikler, ambülans araçları gibi sağlıkla ilgili nesnelerin yanısıra çocuk giysileri, elektrik ampulleri, okul kitapları, kâğıt, kalem, ayakkabı bağları, kâğıt peçeteler vb. bu yaptırımlara göre yasak kapsamındaydı.

Bu öldürücü yaptırımlar sayesinde bir zamanlar Ortadoğu’nun en iyi sağlık ve eğitim sistemlerinden birine sahip olan bu ülkenin milyonlarca insanı aç, susuz, ilaçsız, elektriksiz, eğitimsiz vb. bırakıldı. Bedelini Baas Partisi ve devlet yöneticilerinin DEĞİL, Irak halkının ödediği bu yaptırımlar, açık bir savaş ve insanlık suçu oluşturuyordu. BM Çocuklara Yardım Fonu’nun (=UNICEF) rakamlarına göre, bu yaptırımlar nedeniyle, nüfusu 1991’de 20 milyona yaklaşan Irak’ta 1991-2003 yılları arasında, açlık, ilaç yetersizliği ve ülkenin altyapısı ve sağlık sisteminin büyük ölçüde çökmesine bağlı olarak çoğunluğu çocuk, yaşlı ve kadın olmak üzere 1 milyondan fazla insan yaşamını yitirecekti. Bu sessiz bir jenosidden başka bir şey değildi. Daha 18 Ocak 1991 gibi görece erken bir tarihte bir DIA (=Defense Intelligence Agency/ Savunma İstihbarat Ajansı) raporunda şöyle deniyordu:

“Irak için gereken kaynakların sağlanamaması, nüfusun çoğu için temiz içme suyu kıtlığı yaratacaktır. Bunun sonucunda, hastalık salgınları olmasa da, hastalık oranları artacaktır… Bugünkü kamu sağlığı sorunları; normal önleyici sağlık, atıkların giderilmesi, su arındırma ve elektrik dağıtımı hizmetlerinin gerilemesi ve hastalık salgınlarını denetleme yeteneğinin azalmasından kaynaklanmaktadır.” DIA’nın ABD’nin en önemli istihbarat kuruluşu olduğu gözönüne alındığında, Washington ve Pentagon’daki devlet teröristlerinin, 6 Ağustos 1990’da BM “Güvenlik” Konseyi’nde aldırdıkları yaptırım kararlarının sonuçlarının ne olacağını daha işin başında gayet iyi bildikleri anlaşılır. BM’e bağlı Besin ve Tarım Örgütü’nün (=FAO) 1995’de yaptığı bir açıklamaya göre, o tarihe kadar ekonomik yaptırımlar nedeniyle ölen Iraklı’ların sayısı -567,000’i çocuk olmak üzere- bir milyonu aşmıştı. Ama Iraklı’lar sadece ölmüyorlardı. FAO raporuna göre yaptırımlardan, toplumsal yaşamın bütün alanları, yani sağlık, beslenme, eğitim, su kaynakları, hijyen hizmetleri vb. olumsuz bir biçimde etkileniyordu. 2000 yılına gelindiğinde, BM Güvenlik Konseyi’nin dayattığı yaptırımlar nedeniyle yaşamını yitiren ve ABD başta gelmek üzere saldırgan devletlerin kullandığı kimyasal ve radyoaktif cephanenin etkisiyle kansere ve diğer hastalıklara yakalanan Iraklı çocuk sayısı 1 milyonu aşmıştı. UNICEF’in, 19 Eylül 1999’da San Francisco Chronicle gazetesinde yayımlanan raporunda, Irak’ta her ay ortalama 5 yaş altı 4,500 çocuğun açlıktan öldüğü ve kansere yakalanan çocuk sayısının, 1991 savaşı öncesine kıyasla 7 katına çıktığı belirtiliyordu. Dahası, sağlık sisteminin çökmesi, Irak’ta yıllar ya da onyıllar öncesinde kökleri kazınmış olan bir dizi hastalığın yeniden hortlamaya ve kurban almaya başlamasına da yol açmaktaydı. Dolayısıyla, uluslararası burjuva hukukunu da zorlayarak bu yaptırımları kararlaştırmış ve silâh zoruyla uygulamış olmaları bile, dönemin ABD ve Britanya devlet yöneticilerinin (ABD başkanları George Bush, Bill Clinton, Britanya Başbakanı Tony Blair ve diğerleri) savaş suçlusu olarak ilân edilmeleri için yeterliydi.

Irak’ta yaşanan sessiz jenosidin sonuçlarının giderek gözler önüne serilmesi, zamanla daha fazla tepki çekmeye başladı. Bu durumu protesto eden BM Genel Sekreter Yardımcısı ve BM Irak İnsanî Yardım Koordinatörü Denis Halliday’in Eylül 1998’de ve onun yerine geçen ve aynı sıfatları taşıyan Hans von Sponeck’in Şubat 2000’de aynı gerekçelerle görevlerinden ayrılmaları, bunun en çarpıcı belirtilerinden biriydi. 1996’da başlatılan “yiyecek karşılığı petrol” ve 2000’de başlatılan “akıllı yaptırımlar” adlı programlar Irak’a, BM denetimi altında, petrolünün çok sınırlı bir bölümünü satma ve bunun karşılığında elde edilen paranın bir bölümüyle besin maddeleri satın alma olanağı verdi. Ancak daha çok, Irak’ın yıkılmasına ve Irak halkının kırılmasına hizmet eden bu yaptırımlara duyulan tepkileri yumuşatmayı ve göz boyamayı amaçlayan bu programlar, ithalat ve ihracatı sıkı bir denetim altında tutulan Irak’ın gereksinim duyduğu yiyecek, ilaç ve diğer malları satın alabilmesine yetmekten çok uzaktı. Ve de hep öyle kaldı.

Irak’ın Katlinin Öbür Yüzü

Irak’ın katlinin, sadece Amerikan ve Batı uygarlığı hayranlarının değil, anti-emperyalist ve savaş-karşıtı güçlerin ve dünyamızın entellektüel ve kültürel birikiminin temsilcileri olmaları gereken kişi ve kurumların da büyük ölçüde ya da neredeyse tümüyle görmezden geldikleri bir başka yanı daha var. Bu, Irak’a ve onun halkına karşı en azından 1991’den bu yana sürdürülen topyekûn savaşın, kültürel ve entellektüel alanda yol açmış bulunduğu büyük yıkımdır. Sözkonusu trajedinin bu yanı, iliğine değin çürümüş olan kapitalist-emperyalist sistemin gerçek yüzünü ortaya sermekte ve emperyalist devletlerin işgal ettikleri ülkelere barış ve demokrasinin yanısıra uygarlık da götürdükleri yalanının ipliğini bir kez daha pazara çıkarmaktadır. Irak’ın katlinin bu yüzünü/ yanını iki başlık altında ele alacağım.

Bunlardan birincisi; Mezopotamya uygarlığının beşiği olan ve dolayısıyla onu izleyen uygarlıkların gelişimi üzerinde büyük etkisi olmuş olan bu ülkenin müzelerinin yağmalanması, bazıları eşi bulunmaz antik kitaplar ve elyazmaları barındıran kitaplıklarının yakılması ve tarihsel ve arkeolojik zenginliklerinin soyulması ve tahrip edilmesidir. 1-4 Mayıs 2003 tarih ve Ah Öyle Üzgünüm Ki!” ve 14-15 Eylül 2010 tarih ve Kuran Yakma, İslam Düşmanlığı ve Kültür Kırımı” başlıklı yazılarımda işlemiş olduğum bu son derece önemli konuya burada kısaca değinmekle yetineceğim.

ABD kuvvetlerinin Bağdat’a girmesinden sonra, uluslararası antik eser mafyasıyla bağlantıları olduğu sanılan yağmacılar, Irak Ulusal Arkeoloji Müzesi’nin 28 galerisini soydular ve 100,000’den fazla eşi bulunmaz eşyayı çaldılar. Bununla yetinmeyen yağmacılar, götüremedikleri pek çok paha biçilmez eseri kırıp döktüler. ABD’nin Şikago Üniversitesine bağlı Doğu Enstitüsü’ndeki uzmanlar, ABD ordusunun Bağdat’a girişinden sonra çalınan antik eser sayısının 50,000 ila 200,000 dolayında olduğunu tahmin etmişlerdi. Çalınan antik eserlerin çoğu, Bağdat’ın ABD ordusunun denetimi altında olduğu koşullarda Irak’tan kaçırıldı ve ABD, Britanya, Fransa gibi ülkelere götürüldü. Bu eserlerin bir bölümü daha sonraki yıllarda bulunup Irak’a geri getirildiyse de korkunç boyutlara varan kültür yıkımı ve yağmasından müzelerin ve kitaplıkların yanısıra saraylar, camiler, tarihsel anıtlar, arkeolojik sitler vb. de payını alacaktı. ABD tekelci burjuvazisinin öndegelen yayım organlarından ve Irak’a karşı girişilen saldırı savaşının borazanlarından The New York Times bile 13 Nisan 2003 tarihli sayısında, Irak Ulusal Müzesi’nin yağmalanması ve tahrip edilmesinin, “büyük olasılıkla, Ortadoğu’nun yakın tarihinin en büyük kültür felâketlerinden biri olarak anımsanacağı”nı belirtmek zorunda kalacaktı. Bir başka tanıklık da Marburg Üniversitesi öğretim üyelerinden Oryantal Filoloji Profesörü Dr. Walter Sommerfeld’e ait. Prof. Sommerfeld, 17 Mayıs 2003 tarih ve “The Americans Said: ‘Go In, Ali Baba! It’s All Yours!’ ” (=“Amerikalılar, ‘Hadi Ali Baba! Bunların Hepsi Senin’ Dediler”) başlıklı yazısında şöyle diyordu:

“Anlaşıldığı kadarıyla, bu antik devletin altyapısı sistemli bir biçimde, bölge bölge yağmalanmıştı. Bunların içinde; kitaplıklar ve kültür merkezleri, ülkenin 15 üniversitesi, Petrol Bakanlığı dışındaki bütün bakanlıkları, devlet depoları, oteller, bankalar, bakanların konutları, hattâ Alman Elçiliği, Fransız Kültür Enstitüsü ve BM binası bulunuyordu…

“Bütün raporlarda yer alan en şaşırtıcı ayrıntı ise, Amerikan askerlerinin çoğu zaman, binaların sağlam kapılarını açarak ya da kırarak yağmayı olanaklı kıldıkları ve ardından çevredeki Iraklıları ‘Hadi Ali Baba! Bunların Hepsi Senin’ diye bağırarak canlandırdıkları ve yağmaya teşvik ettikleri yolundaki tanık anlatımlarıydı…” 1983’den 2003’e kadar, yani 20 yıl boyunca Irak’ın pek çok bölgesini gezmiş olan Prof. Sommerfeld, daha sonra uluslararası alanda yükselen tepkilere rağmen Irak’taki antik eser yağmasının ve Eski Çağların en ünlü kenti Babil’in yağmalanması ve yakılmasının bir kaç gün öncesine kadar devam ettiğini, ABD askerî yetkililerinin yağma ve yıkımın durdurulması yolundaki çağrıları, kendilerine böyle bir buyruk verilmediği gerekçesiyle reddettiklerini anlatıyordu Ona göre, ABD ordusunun kendi karargâhı haline getirdiği Bağdat Üniversitesi dışında Irak’ın 15 üniversitesi de büyük ölçüde yağmalanmış ve yakılmış, Bologna Üniversitesiyle birlikte dünyanın en eski üniversitesi sayılan El-Mustansır Üniversitesinden geriye hiçbir şey kalmamıştı. 

Aynı kültür kırımına değinen Ayşe Çavdar, 5 Ağustos 2003 tarih ve “Bağdat’ta Yanan Kitaplar” başlıklı yazısında, aralarında İmam Azam’ın, İmam Şafii’nin, İmam Hanbel’in, İmam Malik’in, İbn Teymiye’nin, İbn Sina’nın da bulunduğu İslam aleminin en büyük imam ve düşünürlerinin kitaplarının orijinallerinin bulunduğu kitaplığın yakılmasını şöyle anlatmıştı:

“Bağdat’taki Saddam el Mahtutat’ın (=Saddam El Yazmaları Kütüphanesi) yakıldığını duyduğumuzda içimiz titremişti. Çünkü Irak’ın her yerinden toplanan el yazmaları bu kütüphanede saklanıyordu. Ardından Evkaf Kütüphanesi’nin yandığı haberi geldi. Artık hiçbir şey kalmamış olmalıydı.

“Saddam el Mahtutat’taki el yazmalarının, savaştan önce şehir merkezine uzak küçük bir camiye kaldırıldıklarını duyduk sonra. Yüreğimize bir miktar su serpildi. Yaklaşık 40 bin el yazması kurtulmuştu. Milli Kütüphane’deki onbinlerce eserden ise geriye külden başka bir şey kalmamıştı. Fakat Evkaf Kütüphanesi’nden gelen fotoğraflar felâketin büyüklüğüne ışık tutuyordu.

“Evkaf Kütüphanesi de tıpkı Saddam el Mahtutat gibi Irak’ın her yerine dağılmış, küçük kütüphanelerden toplanan kitaplarla oluşturulmuştu. Bu işe 1960’larda başlanmış, 1980’lere kadar da toplama işlemi devam etmişti. Nihayetinde toplanan el yazması sayısı beş bini bulmuştu. Artık hiçbir şey kalmadı.”

Demek oluyor ki Amerikan neo-faşistleri Irak’ta bir insan ve toplumkırımı dışında tam bir kültür kırımı da gerçekleştirmişlerdir. “Kuran Yakma, İslam Düşmanlığı ve Kültür Kırımı” başlıklı yazımda bu kırımı belgelediği için Irak’a yeniden dönmesi ve ABD’ne girmesi yasaklanan bir Venezuella’lı uzmanın, The Cultural Destruction of Iraq and A Universal History of the Destruction of Books (= Irak’ın Kültürel Yıkımı ve Kitapların Tahribinin Evrensel Tarihi) adlı kitabın yazarı Fernando Baez’in bir tanıklığını da aktarmıştım. Baez, Şubat 2005’te Inter Press Service’in kendisiyle yaptığı röportajda şunları söylemişti:

“Irak’ın ABD’nin önderliği altında istilası ve ardından işgali sonucunda bir milyon kitap, on milyon belge ve 14,000 arkeolojik yapıt kaybolmuştur; bu, Bağdat’ın Cengiz Han’ın ardılları tarafından yakılıp yıkılmasından bu yana meydana gelen en büyük kültür felâketidir.” Ben ise bu yazımda daha sonra şöyle demiştim:

“Baez bu röportajda ABD ve Polonya askerlerinin, eski Sümer tabletlerini tanesi 57,000 ABD dolarından sanat yapıtları kaçakçılarına ya da tacirlerine sattıklarını, Güney Irak’taki Ur kentinin İbrahim Peygamber’in doğum yeri olduğunu öğrendikten sonra antik tuğlaları anı olarak alıp götüren ABD askerlerinin, Mayıs 2004’de Nasıriye’de Mukteda El Sadr’a bağlı Mehdi Ordusuyla çatışmaları sırasında çıkardıkları bir yangında 40,000 dolayında el yazması yapıtı yaktıklarını, Bağdat Ulusal Kitaplığının yağmalanması sırasında, aralarında Binbir Gece Masalları’nın en eski basılarının, Ömer Hayyam’ın matematik üzerine yapıtlarının ve İbn Sina ve İbn Rüşt gibi düşünürlerin yapıtlarının bulunduğu bir milyon dolayında kitabın yakıldığını anlatıyordu.

Böylece, Irak’ın kültürel ve entellektüel ve birikiminin yokedilmesinin ikinci yanına, bu ülkenin eğitilmiş insan gücünün sistemli bir biçimde yokedilmesine gelmiş bulunuyoruz. ABD işgalcileri ve onların ortakları, modern bir toplumun, her alanda eğitilmiş ve uzmanlaşmış nitelikli insan gücü olmaksızın, nitelikli ilk ve orta öğrenim kurumları, üniversiteler ve bilimsel araştırma merkezleri olmaksızın olamayacağını, nitelikli insan gücünün bir ülkenin en büyük zenginliği olduğunu iyi biliyorlardı. Daha 2003 öncesinde, ekonomik yaptırımlar nedeniyle yaşam koşullarının zorlaşması ve devletin üniversitelere ve araştırma merkezlerine yeterince fon ayıramaması vb., Iraklı bilim insanı, akademisyen, doktor, hukukçu, mühendis, teknisyen, yazar, gazeteci ve sanatçıların bir bölümünün ülkeyi terketmesine yol açmıştı. 2003’te başlayan ABD işgalinden sonra mesleklerinin ve uzmanlıklarının gereğini yerine getirmenin giderek zorlaşması, hattâ olanaksızlaşması, bu mesleklerden binlerce Iraklı’nın ülkeyi terketmesi biçimini aldı. Ama asıl önemlisi Irak’ta normal bir ülkede olan güvenlik ortamının ortadan kalkmış olmasının sonuçlarıydı. Daha 11 Nisan 2003’de bazı Iraklı bilim insanları ve üniversite profesörleri yayınladıkları bir açıklamada, ABD işgal kuvvetlerinin onların yaşamını tehdit ettiklerini, Amerikan askerlerinin yağmacı güruhları bilimsel kurumlara ve üniversitelere taşıdıklarını ve buraları yakıp yıkmaya teşvik ettiklerini açıklamışlardı.

Ahmet Cenabi,  30 Mart 2004’de, Elcezire’de yayımlanan “Iraklı Aydınlar Ölüm Mangalarından Kaçıyor” başlıklı yazısında bilgileri sunuyordu:

“İşgal altındaki Irak, işsizlikten kurtulmaya çalışan ve yürütülen örgütlü katliama hedef olmak istemeyen aydınların yeni bir beyin göçüyle yüzyüze.

“Geçtiğimiz aylarda cinayetler, mühendisleri, farmakologları, subayları ve avukatları hedef aldı.

“Geçen Nisan’dan (yani Nisan 2003’den- G. A.) bu yana, aralarında Bağdat Üniversitesi Rektörü Muhammet El-Ravi gibi tanınmış kişilerin de bulunduğu 1,000’den fazla öndegelen profesyonel ve aydın cinayete kurban gitti.

“Bir teki bile yakalanmayan saldırganların kimliği hâlâ bir sır.

“Fakat kurbanların aileleri ve meslektaşları, yabancı güçlerle bağlantıları olan bazı Iraklı grupların, ülkenin entellektüel elitini yoketmekten çıkarı olduğuna inanıyor.

“Basında çıkan haberlerden, iş ve güvenli bir yer bulmak amacıyla her gün ülkeden çıkan binlerce Iraklı’nın yanısıra son dönemde 3,000’den fazla Iraklı akademisyen ve üst düzey profesyonelin Irak’tan ayrıldığı anlaşılıyor.”

Kahire’deki El-Ehram Araştırma Merkezi’nin rakamlarına göre ABD işgalinin ilk 18 ayında 310 Iraklı bilim insanı öldürülmüştü. Prof. James Petras’ın aktardığı rakamlara göre ise, 2005-2007 yılları arasında öldürülen aydın ve bilim insanı sayısı 340’ı geçmişti. Bu konuda pek çok rakam ve istatistik bulunuyor. Ben okura, elde bulunan en taze ve en kapsamlı rakamları yayınlayan kaynaklardan biri olan BRussels Tribunal (=BRussels Mahkemesi) adlı kuruluşun verilerini sunacağım. Irak’ta, işgalci güçlerin savaş suçlarını soruşturmak için kurulmuş olan BRussels Tribunal’ın rakamlarına göre, ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgal etmesinden 2010 Ağustosuna kadar geçen süre içinde bu ülkede 210 avukat ve yargıç öldürülmüştü. Aynı süre içinde öldürülen üniversite öğretim üye sayısı ise 438’i buluyordu. (Bakınız http://www.brusselstribunal.org/academicsList.htm) Bu cinayetlerin küçük bir kısmının manipülasyona açık bazı fanatik ve aşırı İslâmî grupların doğrudan kendileri tarafından gerçekleştirildiğini varsaysak bile, bunların büyük çoğunluğunun işgal ordusuyla işbirliği içinde çalışan ABD ve İsrail istihbarat örgütleri ve onların ajanları tarafından gerçekleştirildiğini tahmin etmek pek de zor değildir.

SOS Iraq adlı kuruluşun koordinatörü ve BRussels Tribunal’ın yürütme komitesi üyesi olan Dirk Adriaensens, 20 Mart 2013 tarih ve “2003-2013: Iraqi Resistance, American Dirty War and the Remaking of the Middle East-PART 2” (=“2003-2013: Irak Direnişi, Amerikan Kirli Savaşı ve Ortadoğu’nun Yeniden Biçimlendirilmesi-BÖLÜM 2”) başlıklı yazısında şu bilgileri veriyordu:

“Irak’ın entellektüel ve tekniksel sınıfı, sistemli ve süregelen bir korkutma, kaçırma, haraca kesme, rastgele öldürme ve hedef gözeterek öldürme kampanyasına tâbi tutulmuştur…

“100’den fazla üniversite profesörü kaçırılmıştır… Yüksek Öğrenim eski Bakanı Abduldhiyab al-Aujaili, artan şiddet olaylarının binlerce Iraklı profesörü ülkeden kaçmak zorunda bıraktığını söyledi… Irak’ın 34,000 tıp doktorundan 18,000’i Irak’ı terketmiş ve bunlardan 2,000’i öldürülmüştür. ABD’nin başını çektiği 2003’teki işgalden bu yana Iraklı doktorların, eczacıların ve hemşirelerin yüzde 75’i görevlerinden ayrılmışlardır. Medact’ın 16 Ocak 2008 tarihli raporuna göre bunların yarıdan fazlası başka ülkelere göç etmişlerdir.

“Ülkeden kaçan tanınmış Iraklı akademisyen ve profesyonellerin sayısı 20,000’e yaklaşmaktadır. Los Angeles Times‘ta Ekim 2008’de yayımlanan bir habere göre, 2003’ten bu yana ülkelerinden kaçan 6,700 Iraklı profesörden sadece 150’si geri dönmüştür…

“… 1 Kasım 2011 itibariyle, The BRussells Tribunal’ın, öldürülen Iraklı akademisyenler listesinde 464 isim bulunmaktadır.

“Yüzlerce hukuk çalışanı ülkeyi terk etmiştir. ABD’nin başını çektiği 2003’teki işgalden bu yana düzinelercesinin yaralanmasının yanısıra en az 210 avukat ve yargıç öldürülmüştür. Irak Petrol Bakanlığı’nın bir sözcüsünün 23 Temmuz 2006’da yaptığı bir açıklamaya göre, Saddam Hüseyin rejiminin 2003’de devrilmesinden sonra, aralarında kıdemli yetkililerin, mühendislerin, uzmanların ve teknisyenlerin bulunduğu 250’den fazla petrol bakanlığı görevlisi öldürülmüştü.”

Bu ortamda, fonları kesilen bilimsel araştırma kurumlarının çalışmalarını durdurmuş, üniversitelerin âdeta bitkisel yaşama girmiş ve üniversitelere ve yüksek okullara kaydını yaptıran öğrencilerin sayısının ise 2003 yılı öncesine göre yüzde 70 oranında azalmış olduğunu duymak hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Bütün bu kaygı verici rakamlar BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nü (=UNESCO), Irak’ın üniversite sisteminin çöküşün eşiğinde olduğu uyarısında bulunmaya itecekti. Tanınmış Iraklı barış aktivisti Haifa Zangana, Iraklı akademisyen ve aydınların sistemli bir tarzda öldürülmesini ele aldığı bir yazıda şöyle diyecekti:

“İşgalin amaçlarına ulaşabilmesi için, bağımsız düşünen kafaların ortadan kaldırılması gerekiyor. Biz, Irak’ın entellektüel yaşamını yokedilmesi doğrultusunda kasıtlı bir çabayla karşı karşıya olduğumuzu hissediyoruz.” (“Death of a professor”/ “Bir profesörün ölümü”, The Guardian, 28 Şubat 2006)

ABD emperyalistlerinin bu alanda başlattıkları yıkım süreci Irak’ın işgalinin büyük ölçüde sona erdiği 2011 yılından sonra bile etkisini uzun süre hissettirecektir.

Bitirirken

2003 işgalinin 10. yıldönümünde Irak’ın genel görünümünün hiç de iç açıcı olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Irak’ın yılda 100 milyar dolara yaklaşan petrol geliri iktidardaki Şiî burjuvazisi ve onun yakın çevresi tarafından paylaşılırken çoğu yerlerinde çöplerin toplanmadığı, temiz su, elektrik, sağlık ve eğitim hizmetlerinin bulunmadığı bu ülkenin halkı acı çekmeye ve açlıkla boğuşmaya devam ediyor. Dahası; cinayetlerin, suikastlerin, insan kaçırmaların, kadınlara yönelik saldırıların ve bombalamaların sürdüğü, milyonlarca insanın hâlâ komşu ülkelerde ya da ülke içinde bir sürgün olarak yaşamayı sürdürdüğü, ABD, İsrail, İran, Türkiye, Suudi Arabistan gibi devletlerin çıkarlarının çatışmaya devam ettiği bu ülkede Sünnî-Şiî gerilimi yeniden tırmanmakta ve silâhlı milis örgütleri varlığını sürdürmekte ve dolayısıyla Irak yeni bir iç savaş, hattâ bir bölünme tehlikesiyle yüzyüze bulunmaktadır. Bu da değişik milliyet, din ve mezheplerden Irak halkının, önümüzdeki yıllarda geçen yıllarda ve onyıllarda olduğu gibi acı çekmeye devam edeceği anlamına geliyor.

Bundan bir süre sonra, Irak’ta 20. yüzyılın son ve 21. yüzyılın onyıllarında olup bitenler konusunda bir genel değerlendirme yapacak olan dürüst ve objektif, yani kafalarını, yüreklerini ve kalemlerini burjuvaziye satmamış tarihçilerin bu talihsiz ülkede yaşananları 20. ve 21. yüzyılın en büyük jenosidlerinden biri olarak niteleyeceklerinden zerrece kuşku duymuyorum. Irak toplumkırımı ya da jenosidi, bir kişinin ya da bir grup insanın katledilmesi gibi toplumların, ülkelerin ve uygarlıkların da katledilebileceğinin, herhâlde çok az görülen ve en çarpıcı örneklerinden biridir. Aslında Irak’ın katli esas olarak 1991’de başlamış ve ABD kuvvetlerinin büyük kısmının Irak’tan çekildiği 31 Aralık 2011’e kadar sürmüştür. Tabiî geride her bakımdan yıkılmış, parçalanmış ve onlarca yıl geriye gitmiş ve daha onlarca yıl kendisini toparlayamayacak bir toplum ve ülke bırakarak.

18-25 Mart 2013

 



[1] Sosyosid (=toplumkırımı) terimi ilk kez, 2010’da Michael Otterman ve arkadaşlarının ABD’nde yayımlanan Erasing Iraq: The Human Costs of Carnage/ Irak’ı Silme: Kıyımın İnsani Maliyeti adlı kitaplarında kullanıldı.

[2] General LeMay, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Japon kentlerinin bombardımanı sırasında sergilediği acımasızlıkla da tanınıyor. 1945’in Mart ile Ağustos ayları arasında LeMay’ın komutasındaki ABD savaş uçaklarının Japonya’ya karşı gerçekleştirdikleri ve yangın bombalarının kullanıldığı bombardımanlarda 500,000’den fazla Japon sivilin yaşamını yitirdiği, 5 milyon Japon sivilin evsiz kaldığı ve Japonya’nın savaş endüstrisinin yanısıra 66 kentin bir ya da önemli bir bölümünün yıkıldığı tahmin ediliyor. Yaptıklarından ötürü zerrece bir vicdan azabı yaşamadığını tahmin edebileceğimiz bu azgın militarist 1965 yılında yayımlanan otobiyografisinde, saldırganlığına son vermemesi halinde Vietnam’ın havadan ve denizden yapılacak yoğun bir bombardımanla Taş devrine itilmesi gerektiğini” ileri sürmüştü.

[3] Türkiyeli genç devrimcilerin ve ilerici aydınların Kore Savaşı’nı bilmemeleri ya da anımsamamaları, ancak bir dereceye kadar mazur görülebilir. Çünkü Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmesine vesile olan bu savaş uzunca bir süre, -kendi kahramanlıklarıyla övünmeyi hep sevmiş olan- askerî ve sivil Türk gericilerinin kollektif bilincinde önemli bir yer tutmaktadır. Oktay Ekşi, Hürriyet gazetesinde 26 Ekim 1997’de yayımlanan “Aynadaki Türkiye” adlı yazısında şunları söylemişti:

“Genç kuşaklar bilmezler: Bir zamanlar kamuoyumuz en fazla ‘Kore Savaşı yüzünden dünyanın bize duyduğu hayranlık’la övünürdü. Daha doğrusu ülkemizi yönetenler bize böyle yuttururdu.

“Oysa, ABD’nin hatırı kırılmasın diye 1950’de Kore’ye gönderdiğimiz 6500 kişilik tugayın adı, bu savaşı anlatan kitaplarda bile geçmiyor.

“Anımsatalım: Tugayımız 23-27 Kasım 1950 tarihinde Kunuri’de Çin Halk Cumhuriyeti birlikleri tarafından sarılan bir Amerikan tümeninin en az zayiatla geri çekilmesini sağlamakla görevlendirilmişti. Birliğimiz bu sırada Çin askerleriyle göğüs göğüse çarpıştı, -bazı uzmanlara göre- pisipisine 920 şehit verdi. Ama işe bakın, bu dünyada iki satırlık izi bile kalmadı.”

[4] Kasım 1966’da kurulan ve aralarında TİP eski Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın da bulunduğu 29 üyeli Russell Mahkemesi ya da Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi, 1967’de yaptığı iki oturumda ABD’ni sembolik olarak Vietnam halkına karşı jenosid suçu işlemekten yargılamış ve mahkûm etmişti.

[5] Cengiz Han’ın torunu Hülagü Han’ın komuta ettiği Moğol orduları 1258’de, başında son Halife Müstasım’ın bulunduğu Abbasi devleti’nin başkenti Bağdat’ı kuşatmıştı. Kentin, bir ay süren kuşatmadan sonra teslim olması, tarihin tanık olduğu en büyük yıkımlardan birine tanık oldu. Kırk gün kadar süren talan, ırza geçme, yakma ve kıyımlar sonucunda sokakları kanla kaplanan ve dönemin en göz kamaştırıcı kentlerinden biri olan Bağdat tanınmaz hale getirildi. 800,000 dolayında kadın, çocuk ve erkeğin öldürüldüğü söylenen Bağdat’ın yüzlerce yıllık kültür birikimi, yani dev kitaplıkları ve sanat yapıtları acımasızca yokedildi.

The New Yorker dergisinin yazarlarından Ian Frazier 25 Nisan 2005’de kaleme aldığı “İstilacılar” başlıklı makalesinde şöyle diyordu:

“Dicle’ye Bağdat’ın kitaplıklarından o kadar çok kitap atılmıştı ki, bir at bunlara basarak ırmağın öte yakasına geçebilirdi. Irmak, bilginlerin kitaplarının mürekkebinin karasına ve şehitlerin kanının kırmızısına boyanmıştı.”

[6] ABD ve Batı Avrupa devletleri Saddam Hüseyin kliğinin 17-18 Mart 1988’de, Kuzey Kürdistan’ın Halepçe kasabası halkına karşı zehirli gaz kullanmasını bir biçimde kınamış, ama bu trajik olayın üzerinde fazla durmamışlardı. Onların bu vahşî saldırıyı yeniden anımsamaları için aradan 15 yıllık bir sürenin geçmesi gerekecekti. Adıgeçen devletler Halepçe saldırısını, 20 Mart 2003’de Irak’a karşı girişecekleri saldırı öncesinde, bu saldırı savaşını meşrulaştırmak amacıyla bir kez daha gündeme taşıdılar. Kürt halkının ve Irak’ın Şiî mezhebinden halkının savunucusu pozuna bürünen ABD Başkanı George W. Bush bu dönemde Saddam Hüseyin’i sürekli olarak, kendi halkına karşı zehirli gaz kullanan adam olarak nitelemekteydi. Ama bu bay ve bayanlar, kendi şirketlerinin ve özellikle Batı Alman şirketlerinin, Halepçe kıyımının sorumluluğunu Saddam Hüseyin kliğiyle paylaştıkları olgusunu asla ağızlarına almamışlardı ve hâlâ da almamaktadırlar. Kenneth Timmermann, Batı’nın Irak’ı nasıl silâhlandırdığını şöyle anlatıyordu:

Onlara (Halepçeli’lere- G. A.) karşı kullanılan gaz, Iraklıların bir Alman firmasının yardımıyla geliştirdikleri bir hidrojen siyanür bileşimiydi. Samarra gaz işletmelerinde üretilen bu yeni ölümcül madde Nazilerin, 40 yıldan fazla bir süre önce Yahudileri yoketmek için kullandıkları zehirli gazın bir benzeriydi. (The Death Lobby/ Ölüm Lobisi, Londra, Bantam Books, 1992, s. 375-76).

Bir ABD Senato paneli 1994’te hazırladığı bir raporda Irak’ın kimyasal ve biyolojik savaş araçları üretimi için gereksinim duyduğu mikroorganizmaların 1985-1989 yılları arasında ABD firmaları tarafından sağlandığını belirtmişti. Irak’ın 1991’deki İkinci Körfez Savaşı’nda yenilmesinin ardından BM denetmenleri bu silâhları bulmuş ve ortadan kaldırmışlardı. Los Angeles’ta bulunan The Simon Wiesenthal Center adlı kuruluşun 1990’da hazırladığı bir rapora göre, 21 Batılı ülkeden 207 şirket Saddam Hüseyin’in biyolojik ve kimyasal cephaneliğinin inşasına katkıda bulunmuştu. Bu şirketlerin en az 18’i ABD şirketleriydi.

[7] James Denver, “Horror of USA’s Depleted Uranium in Iraq Threatens World” (=“ABD’nin Irak’taki seyreltilmiş uranyumunun dehşeti dünyayı tehdit ediyor”) başlıklı yazısında John Pilger’a göndermede bulunarak bu mermilerin, onlardan nisbeten uzak bir yerde bulunan çocuklar üzerindeki etkisini anlatıyordu. Pilger, Daily Mirror gazetesinde yayımlanan yazısında “Çocukların derisi parşömen gibi geriye doğru katlanmış ve damarları ve kan sızan yanmış eti ortaya çıkarmıştı. Sağlam kalmış olan gözler ise dosdoğru ileriye bakıyordu. Kustum.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar