Ana SayfaArşivSayı 47-48Türk Solunun ‘Kuşak’ Güzergahı

Türk Solunun ‘Kuşak’ Güzergahı

1968’in 40. Yıldönümünden Çıkışa Sondeyiş

Türk Solunun “Kuşak” Güzergahı

(19/68-’08/68)

Yaşar Ayaşlı

Kuşak modası 1968 Olaylarından yirmi yıl sonra sessiz sedasız Fransa’dan geldi. Eylem söylemin önündeyken, örneğin 68’in ilk onuncu yıldönümünde Türk solunun bu modanın varlığından haberli olduğu kuşkuludur. Sözün öne geçtiği son yıllarda ise bezirgan züğürtleyince eski defterleri karıştırır dendiği gibi gündemin baş sıralarına oturtulmuştur.

1968’e romantik dönüşün ilk yerli müşterisi Birikim Dergisidir. Sık sık kuşak analizleri yapan ve 68 özel sayıları yayınlayan bu çevre, son yıllarda patenti başkalarına kaptırıncaya kadar öndeydi. Rakibi ile sürekli yarış halindeki “ulusalcılar” ise hem dönecek halleri bile kalmamışken “dönek edebiyatı“nı kimseye bırakmıyor, hem de kaşla göz arasında Deniz Gezmiş‘i kapıp Atatürk logosunun yanına koyuyorlardı. Konuya ilgi duyanlar arasında 1998 bahar sayısını 1968 Mayıs’ına ayıran Yapı Kredi Bankası yayını Cogito bile vardı. Bunlar hayrat olsun diye değil, 68’in devrimci özünü boşaltmak, devrimci mirasın üstünü örtmek için yapılıyor. Nitekim mirasyedi liberaller ve “ulusalcı”lar olsun, dogmatikler olsun bu tarihsel yağmalama sırasında devrimci geçmiş üzerinde öylesine bir kirlenme yarattılar ki, ileriki kuşaklar bu döneme döndüklerinde ilkin bununla uğraşmak zorunda kalacaklar.

1968 Olaylarının 40. yıldönümü kapsamındaki tartışma toplantıları, röportajlar, TV açık oturumları, sembolik işgaller ve sergiler eski devrimcilerin nasıl sınırsız bir liberalizme savrulduklarının belgesidir. Bu etkinliklerde “ne yapılmamalı” diye bir sınıra, böyle bir çerçeveye ihtiyaç duyulmadı. Yoksa devlet erkanının kıçından ayrılmayan köşe yazarlarının, liberal yayın yönetmenlerinin, gönüllü emperyalizm avukatlarının, ünlü işadamlarının ve burjuva politikacıların kuşak pankartı altında ne işleri vardı? Bazı sosyalist/devrimci arkadaşlar, 68’li olsun da çamurdan olsun kafasıyla bunlarla nasıl kutlama etkinlikleri yapabildiler, nasıl karşı karşıya oturup geçmişi tartışabildiler? Post modern dönemde dün bizden olan, karşı tarafa geçse de yine bizdendir diye düşünülüyor olmalıydı ki, 68’in devrimci değerlerini kemirerek yaşayan bu adamlar hala yoldaş gibi görülüyor ve gösteriliyorlardı.

1960-1980 arası Türkiye devrimci hareketinin arkeolojisinde en değerli dönemdir. Sözü edilen dönemin ruhunu günümüzde yaşatma iddiasındaki bazı kimseler, bu amaçla Anadolu’nun dört bir yanına dernekler ve vakıflar kurdular. Böylelikle, emperyalist amaçlı yabancı vakıflardan yardım almayı mübah sayan, eski ve yeni düşmanlarıyla aynı platformları paylaşmayı sakıncalı görmeyen ve geçmiş istismarcılığından hoşlanan bir tür dernek devrimciliği peydahlandı. Bunlar arasında “68 kuşağı”nın hatırasını faşist Kızılelma koalisyonunun ayakları dibine atanlardan, AB normlarını ve Kopenhag Kriterlerini savunmayı devrimcilik diye yutturmaya kalkışanlara kadar ne ararsan var. 1960-1980 yıllarında kime karşı mücadele ettiklerini unutacak kadar hafıza kaybına uğramaları durumun vahametini gösteriyor.

Nostalji rüzgarıyla estirilen “kuşak” bayrağı altında etraflarına adam toplamaya kalkışıyorlar, sanki bu yoldan devrime gidilebilirmiş gibi. Günümüzün uzatmalı “68’li” ve “78’li”leri zamanın ünlü “Gerçekçi ol, imkansızı iste!” sloganının ilk yarısını bırakıp, son yarısını dernek balkonundan aşağı atmış görünüyorlar. Elde yalnız “Gerçekçi ol!” sloganı kalmışsa, bu gerçekten çok gerçekçidir.

Kavram Olarak Kuşak

Yanlış, kuşak kavramından ve açılımlarından başlıyor. İlk tarih metinlerinden beri kullanılagelip demografiden jeolojiye, meteorolojiden edebiyata, astronomiden coğrafyaya kadar her bilim dalınca çekiştirilmekten esnekleşmiş arsız bir kavram var karşımızda. Toplumbilimlerinde, “yaklaşık olarak yirmi beş, otuz yıllık yaş kümelerini oluşturan bireyler öbeği, göbek” (Türkçe Sözlük) tarifi üzerinde genel bir mutabakat var. Babadan oğula geçiş silsilesi, “babaların oğullarla yenilenmesi” anlamı üzerinde yani… Marx ve Engels bu anlamda kullanıyorlar: “Tarih, her biri, kendinden önce gelen kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan gereçleri, sermayeleri, üretici güçleri işleten farklı kuşakların art arda gelişinden başka bir şey değildir.”[1] Marksizmin kurucuları bu kavramı hiçbir zaman bugün ayağa düşmüş anlamıyla kullanmadıkları gibi, onu tarih biliminin üretim tarzı, sosyo-ekonomik formasyon, uygarlık ve çağ gibi muteber kategorileri arasına da almadılar.

Buna karşılık antikiteden beri tarihçiler tepe tepe kullanıyorlar kuşak terimini. İncil bile İbrahim’den İsa’ya değin on dört peygambere karşılık on dört kuşak sayıyor. Yunan, Roma, Ortaçağ ve burjuva tarihçileri kuşağı kronolojik bir ölçüm aracı haline getirmişler. Zamanla Fransız tarihçiler 1789’tan sonraki tarihsel süreci 30, 15 ya da 10 yıllık kronolojik dilimlere bölerek yazmaya başlıyorlar. Aynı şablon edebiyat, siyaset ve öteki özel tarih alanlarına da uygulanıyor.

Burjuva tarihyazımında kuşağı cazip kılan onun geçmişle, tarihsel hafızayla yüklü olması. Hafızayı dirilterek tarihsel olayları güncel politikalara gerekçe yapmak, onlara kendince şekil vermek için uygun bir araç. Tarih üzerinde “zap yapılarak” kuşaktan kuşağa atlanabilir, geçmişteki bütün olaylar bir kuşakla ilintilendirilip kodlanabilir. Ortega y Gasset, “Falanca ya da filanca tarihte neler olup bittiğini bilmek istiyorsak ilkin olayların hangi kuşağın başına gelmiş olduğunu” araştırmamız gerektiğini söylerken bu mantığa sahiptir.[2] Kuşağı, “toplumsal ve tarihsel sürecin içindeki bir yer” diye tanımlayan K. Mannheim ise ona neredeyse tarihte devrimin oynadığı rolü yükler: “Tarih dinamiğinin gerçekleşmesinin temel faktörlerinden biri.”[3]

Tarihsel süreci kuşak eklemlenmeleri üzerinden açıklama eğilimi tarihçiler arasında yaygındır. Ama Marksistler bu tarz tarihçiliğe hep karşı durdular. Hatta Annales Okulu’ndan birçok ciddi tarihçi şematik, parçalı, ritmik ve kısır diye bu kavrama itibar etmedi. Yüz vermeyenlerin başında Lucien Febvre geliyor. M. Bloch ise Tarihin Savunusu Ya Da Tarihçilik Mesleği adlı kitabında kavramın yararlı yanlarını kabul ediyor, ama toplumsal bütünü yansıtmamasına ve ritmik düzenliliğine de itiraz ediyor.

Kuşak kavramını tarihi anlamanın ve anlatmanın bir yöntemi haline getirenlerin tanımlarına, hangi yönlere vurgu yaptıklarına bakmazsak uzmanlarına haksızlık etmiş oluruz. François Mentre’ye göre, kuşak, “Önceki yaşam biçimine zıt, ya da en azından ona muhalif olan, hayatı hissetme ve anlamanın yeni bir biçimi”dir.[4] Yves Renouard’ın tanımı şöyle: “Fikirlerin, duyguların ve yaşama biçimlerinin aynı olduğu ve üyesi oldukları toplumu etkileyen başlıca olay ve olgulara aynı fiziksel, zihinsel ve ahlaki koşullarla katılan erkekler ve kadınlar topluluğu, yaş sınıfları demeti.”[5] Edebiyat tarihçisi Henri Peyre ise şunu söylüyor: “…on altı ile yirmi beş yaşları arasında aynı etkilere maruz kalmış, bu yüzden de içlerinde aynı husumetleri taşıyanlar…”[6]

Demek ki, kuşak dendiğinde kronolojik, demografik ve tarihsel-toplumsal durumlara ilişkin belirli sorular cevaplanmış olacak. Tarihsel bir durak, belirli yaş grubundaki bir topluluk, bu topluluğun maruz kaldığı etkiler ve buna karşı ideolojik, politik, kültürel, estetik alanlardaki muhalefet, kuşak kavramının üzerine oturduğu temel sütunlardır. Kavram rengini farklılık (hatta zıtlık), mağduriyet, kopuş, hasımlık, benzeşirlik ve yenilik gibi özelliklerden alıyor. Bununla birlikte uygulanabilirlik alanları ve kriterleri muğlak; kuşaktan ne zaman söz edilir, ne zaman edilmez bilinemiyor.

Kuşak modeli tarihsel süreçte muhalifliği ve hasımlığı sarih kılmak adına süreklilik ile kopuş arasındaki diyalektik ilişkiyi ilki aleyhine abartıyor. Art arda gelen kuşaklar arasındaki farkın büyük görünmesi bundan. Tarihi “kopuşlar”ın belirlediğini, onda birlik aranmaması gerektiğini söyleyen Foucault’vari bir anlayış… Böyle olunca zamansal akışın yer yer duraksatılmasını, mercek altına alınan kesitin çevresinin kapsam dışı bırakılmasını göze almak gerekiyor. Tıpkı tren yolunda hareket halindeki trenden ziyade, istasyonda duran trenin anlatılmasındaki gibi. Ne var ki toplumsal bütünden bu koparılma tarihsel analizi yoksullaştırır, onun iç ve dış bağlantılarını tahrip eder.

Kuşak hatıralar üzerinden geriye dönüşe, aradan epey geçtikten sonra belirli bir zaman diliminin hatırlanmasına dayanır. Pierre Nora, kuşak için, “Kuşak anının ürünüdür, yeniden anımsamanın bir sonucudur”, “kendi üzerine bir dönüştür” derken son derece önemli bir noktaya işaret etmektedir.[7] Gerçekten hiçbir kuşak kendisinin nasıl tanımlanacağını ve hangi misyonlarla birlikte anılacağını önceden bilmez, sadece olayların sıcaklığı içinde yapması gerekeni yapar. Ancak aradan belli bir süre geçtikten sonra yorumlar, belgeler, anılar, romanlar, tanıklıklar ve anmalar aracılığıyla kuşak yeniden imal edilir. Bu yapılırken kimler merkez alınıyorsa onları belirtik kılmak amacıyla çerçeve dışında kalan şeyler keyfi olarak ayıklanır. Böyle olunca geçmiş gerçek haldeki geçmiş olarak değil, şimdideki bir geçmiş, büyütülmüş, ayıklanmış ve keyfi bir forma sokulmuş bir geçmiş olarak yansıtılır. Onun için güncelleştirilmişlik, efsaneye açıklık ve nostaljiklik kaçınılmaz olarak nesnel gerçekliğin çarpıtılmasıyla sonuçlanır.

Türkiye’de Kuşaklar

Türkiye’ye gelince Birikim ve Radikal İki yazarları bugüne kadar kuşak haritasını Fransız usulü 68, 78, 88, 98 ve 08 gibi mekanik bölmelerle ölçeklendirdiler. Tarihi neden böyle eşit dilimlere ayırma ihtiyacı duyduklarını açıklamadıkları için, “on yıl”ın gizemi ya da şifresi şimdiye kadar çözülememiş olarak kaldı. Dönemlendirmenin niye daha gerilere götürülmeyip 68’den başlatıldığı ise ayrı bir muamma. Gerçi aynı yazarlar bazan rakamlar üzerinde oynayarak 88 ve 98 kuşakları yerine “80’zedeler”, “90’zedeler” gibi terimler de kullanıyorlar. Ama ne olursa olsun gençler için “zede” türünden alaycı-acındırıcı ifadeler kullanmak böyle kibar yazarlara pek yakışmıyor. Böyle yapacaklarına ideolojik olarak kendi dergilerinden beslenen bazı köşe yazarlarının ve sol magazincilerin kullandıkları şu tuhaf Amerikano-arabesk terminolojiyi düzeltseler daha iyi olacak: “Acılı Kuşak” (68), “Kayıp Kuşak” (78), “Yuppi Adayları Kuşağı” (88), “Hamburger Kuşağı” ya da “İnternet Kuşağı” (98)…

Tarihte cetvelle ölçülmüşçesine eşit dönemler (neden kısa, orta ve uzun süreli değil?) olabilmesi için onların ısmarlanmış olmaları gerekir. Bu, tarihsel-toplumsal koşullardaki değişmelerin muhtevasına bakılarak yapılmış bir dönemlendirme değildir, tersine sürece dışarıdan dayatılmış, onun üstüne yapıştırılmış bir etikettir. Haydi, “68 Kuşağı” uluslararası bir olgudur, diyelim. Peki “78 Kuşağı” nereden çıktı? İşi 88, 98 ve 08 gibi bitmek bilmez bir nakarata çevirmenin anlamı nedir? Tarihimizin bir dönemine damgasını vuran böyle ritmik bir kronolojinin, yani her on yıla bir kuşak düşer çağrışımının ilham kaynağı 1960, 1971 ve 1980 darbelerinin ritmi, darbelerle kuşaklar arasındaki simetri olabilir. Ama Türkiye tarihinin belirli bir kesitinde on yılda bir darbe gerçekleşmiş olması, bunun her zaman böyle olacağı anlamına gelmez ki! Üstelik arada bir eksen kayması var: Zira gençlik ağırlıklı 68 ve 78 ile Türkiye devrimci hareketinin tarihi çakışır, ama 1995 sonrasında yollar büsbütün ayrılır. Devrimci hareketin merkezinde gençliğin, gençlik hareketinin merkezinde devrimciliğin yer aldığı tek dönem 1968-1980’dir.

Osmanlı tarihi nasıl padişahlar anlatılarak yazılamazsa, gençliğin ve devrimci hareketin tarihi de onar yıllık kısımlara ayrılarak yazılamaz. Bir Marksist, dönemsel olarak ortaya çıkan gelişmeler kadar, tarihsel gelişmenin ana hatlarına ve uzun vadeli devamlılıklarına da bakmak zorundadır. Türkiye solunun tarihini 1920-1960, 1960-1980, 1980-1995, 1995 sonrası olmak üzere dört ana dönem altında incelemek daha doğru olmaz mı? Böyle bir şey sosyo-ekonomik, sosyo-politik arka planı gözden kaçırmadan, her dönemin kendine mahsus özelliklerini bulup çıkarmayı sağlar hiç olmazsa. Bu noktada, I. Wallerstein’ın uyarısına kulak vermek gerekir: “Braudel’in bize hatırlattığı gibi ‘olaylar değersizdir’, büyük olaylar bile. Olaylar, onları konjonktür ritmlerine ve uzun vadeli eğilimlerine yerleştirmediğimiz sürece hiçbir anlam taşımazlar.”[8]

Daha önce dediğimiz gibi, kuşaklar, olaylar olup bittikten, yani dönem değişip başka dönemlere geçildikten sonra kurgulanır. Her nedense böyle zamanlarda geçmişi kendi özlemlerine, kişisel çıkarlarına göre yeniden yazanlar çoğalır. Halbuki nostalji öğesi tarihsel gerçekliği kemirerek yaşayan bir kurda benzer. Onun olduğu yerde romantizm, mitleştirme, melankoli, megalomani, methiye ve abartma vardır. Son yıllarda yazılmış anı kitaplarının bunlardan kurtulamadıklarını, hatta bazılarının daha kötü bir noktaya sıçrayarak iktidarın söylemine sarıldıklarını görürüz. 1968 olaylarından aşağı yukarı 20 yıl sonra yazılmış anı kitaplarını okuduğumuzda şu mesajı alırız: “Çılgın yıllar hoştu, ama yanlıştı!” Geçmişe açıktan küfretmemişlerse, inceden inceye alaya alırlar. Türkiye’deki birçok gazeteci, öğretim üyesi, yayın yönetmeni yayınlanmış anılarını yeni mesleklerine girişte uslandıklarını ve ideolojik parametrelerini açık eden bir çeşit referans olarak kullandılar. Bunlar Batılı sol entelektüellerin zevkle okunabilen tarihe ışık tutucu anılarına hiç benzemez; çoğu, K. Marx’ın Alman tarihçisi Ranke’yi eleştirirken söylediği gibi, “tarihin sevimli anekdot tüccarlığına indirgenmesi” ile maluldür.

Kuşak edebiyatı devrimci hareketin öz malı değildir. Öteki akımlar ona dışarıdan empoze etmişlerdir. Ama ne yazık ki kuşak literatürü liberalleri ve ulusalcıları aşarak Türk solunun büyük çoğunluğu tarafından benimsenmiştir. Öyle ki istense bile bu çemberin dışına çıkılamıyor. Bu durumda yapılması gereken, sakıncalarını bilerek hareket etmek, “kuşak” kavramı kullanmak zorunluluğu doğduğunda bile “aklımda!” demek, en azından Marksist çerçeveyi bozmamaktır. Böyle olunca tarihi hiçbir zaman kuşak basamaklarıyla yazmaya kalkmayız; kuşaktan en fazla, devrimci hareketin özgül bir dönemindeki, sosyalizmin sorunlarına yaklaşımları ve onlara getirdikleri çözüm yöntemleri aynı, teori ve pratikleri “zamanın ruhu” ile yoğrulmuş devrimciler topluluğunu anlarız. Bu, en azından nesilden nesile değişen dünyayı yorumlama/değiştirme tarzlarındaki ve devrimci figürün başkalaşımındaki değişimleri yakın plana alma gibi bir imkan sağlar.

1968-1970 (“68 Kuşağı”)

Türkiye’de 1968’e omuz vermiş devrimciler, duruşları ve eylemleriyle kendi öncüllerinden ayrı bir portre oluşturduklarını biliyorlardı, ama tarihe ünlü bir kuşak olarak geçeceklerini bilmiyorlardı. Devrimci gençlik, cumhuriyetin tarihinde ilk defa politik gündemin belirleyicileri arasında yerini almakla kalmıyor, aynı zamanda can çekişen eski devrimciliğin yerine yeni bir tipolojiyi geçiriyor ve kendinden sonrakiler üzerinde uzun süre etkili olacak bir sürece giriyordu.

1968 Olayları birdenbire patladı ama II. Dünya Savaşı sonrası şartlarda tedricen oluştu. Türkiye kapitalizmi karşı koyuşlar ve sarsıntılar olmadan ilerleyemeyeceği bir dönemeçteydi: Alt burjuva kesimler ve büyük toprak sahipleri karşısında güçlenmiş durumdaki işbirlikçi tekelci burjuvazi, devletin ve ekonominin kumanda merkezine iyice yerleşmişti. Sanayi ve kentler, tarım ve kırları her yıl biraz daha geriye ittikçe Türkiye kentlileşiyordu. Hızla mülksüzleştirilen ve yoksullaştırılan küçük burjuvazi huzursuz ve öfkeliydi. Kentlileşen Türkiye gitgide çoğalan gecekondulara yoksulluk depoluyordu. İlk kez o denli sayı ve yoğunlukta üniversite öğrencisi birkaç metropol kentin az sayıdaki büyük ölçekli üniversitelerinde toplanmıştı. Çoğu ağır şartlarda üniversitede okuyabilen gençlerin 1960’tan sonraki sola kayışları tesadüf değildi. Gittikçe küçülen dünyada olagelenleri, ezilen halkların devrim ve ulusal kurtuluş mücadelelerini, ABD emperyalizminin Vietnam önündeki diz çöküşünü yakından izleyen bir kamuoyu vardı.

Türkiye 68’i dışarıdan ithal etmedi. Forumlar, işgaller, boykotlar, yürüyüşler, polisle çatışmalar Avrupa’ya benzemesine rağmen, devrimci gençlik Batı’dan ziyade Vietnam, Küba, Çin ve Filistin’den etkilenmiştir. Batı 68’inde en gelişmiş kapitalizmin açmazları yanında, tüketim toplumundan bunalmış gençliğin ekstra problemleri rol oynadı. Gençliğin hedef tahtasında, otoriter burjuva devleti ve kurumlarından başka, devrimi değil muhalefeti seven revizyonist partiler vardı. Ortanın gerisinde bir kapitalist uydu-ülke olan, her şeyin kör topal arkadan geldiği Türkiye’deyse, hem çelişkilerin mahiyeti hem de ondan doğan problemler farklıydı. Faşizan bir disipline tabi gençlik ve emekçi kesim bizde ağır bir yoksulluğa, boğucu bir özgürlüksüzlüğe mahkumdu.

Kısa sürede, akademik-demokratik taleplerden bağımsızlık ve demokrasi mücadelesine sıçrayan 68 Hareketi, oradan niyetçe sosyalizme ve enternasyonalizme ulaşmıştır. Sokağa inmiş küçük burjuva sosyalist söylem, o güne kadar tek tip politikalara mahkum edilmiş Türkiye toplumu için büyük bir yenilikti. Haliyle, Batı’daki ve Türkiye’deki eylemcilerin sloganları, kültürel-sanatsal etkinlikleri, yönelimleri içerikçe farklı olmuştur.1968 başkaldırısı birkaç kıtayı birden sarsmasına rağmen, görece tuzu kuru Batı gençliğinin mücadelesi otorite ve savaş karşıtlığının, cinsel özgürlük taleplerinin ve karşı kültür arayışlarının ötesine fazla geçmedi. Bütün öteki talepler özgürleşme talebinin birer alt uzantısı olarak kaldı.

Türkiye 68’i, gerek talep ve yönelimleriyle, gerekse uzun süreliliği ve geçirdiği evrelerle Batı’yı izlemedi. Orada hareketin –bazı istisnalarla– ne devamı gelmiş, ne de ardında Yeşiller ve sivil toplumculuk dışında fazla iz kalmıştır. Bizdeyse hareket, sadece kitlesel eylemler durduktan sonra değil, silahlı eylemler bastırıldıktan sonra da devam edecektir. Batı gençliği daha çok Herbert Marcuse, Frantz Fanon gibi yeni sol teoriyenlere rağbet ederken, Türkiye gençliği yeni tanıştığı Marksizm-Leninizme yönelmiştir.

1968 bahar eylemleri üniversitelerde Kemalist ve muhafazakar ideolojilerin tekelini sarsan devrimci bir kalk borusuydu.

Büyük kentlerdeki bu öğrenci eylemleri, toprak işgalcisi ve üretici küçük köylüleri, özellikle 1970 direnişiyle zirvesine çıkan işçi hareketini yanına alarak, düşüşe geçtiği 1970 yılı sonuna kadar sürmüş, daha sonraysa silahlı eylemler başlamıştır. Dolayısıyla bu dönem, ilki legal (1967-1970 sonu), ikincisi ise illegal ve silahlı (1970 sonu-1972) olmak üzere iki evreden geçer. İlk evre daha geniş politik kesimlerin mutabakatına dayanmakla ve henüz reformizmden belirgin bir kopuşmayı içermemekle birlikte, her iki evre birbirlerini tamamlarlar. Biri doğru, öteki yanlış değildir. 1968-70 sonuçlanmamış, arınmamış bir oluşumdur; geniş kitle geri çekilirken 68’in çekirdeği yoluna devam etmiştir.

TİP’ten (Türkiye İşçi Partisi) “bağımsız” FKF’ye (Fikir Kulüpleri Federasyonu) geçiş, arka planında, sosyo-ekonomik yapı analizi ve SD/MDD (Sosyalist devrim / Milli demokratik devrim) tartışması bulunan, pek sağlıklı olmayan bir bölünmedir. Bu, en fazla parlamentarizmden –Mihri Belli’nin ufkuyla sınırlı, Kemalizm kabuğunu henüz kıramamış– kaba bir kopuşu ve artı olarak eylemseverliği ifade eder. Asıl verimli tartışma MDD’ci kamp kendi içinde hesaplaşırken başlayacaktır: Devrime hangi sınıf önderlik edecektir, nasıl bir parti gerekmektedir ve mücadele taktikleri (silahlı mücadele) ne olacaktır? Yüzleri geriye dönük gruplar sol cuntacılarla ittifakı, asker-sivil aydın zümrenin önderliğini ve legalitede ayak diremeyi temsil ediyorlardı.[9] Beyaz/Kırmızı Aydınlık bölünmesinin, Deniz ve arkadaşlarının üstü örtük ayrışmasının, Mahirlerin M. Belli’ye veda etmelerinin ve Perinçek kanadındaki iç tartışmaların püf noktası buradadır. Tam bu noktada M. Belli’nin şu sözünü hatırlamakta yarar var: “Türkiye proleter devrimci hareketinin en önemli bir meselesi legalite uğruna mücadeledir.”[10] 1970 sonunda bir tarafta M Belli, H. Kıvılcımlı ve D. Perinçek’i, öteki tarafta Deniz ve Mahir’i (daha sonra Kaypakkaya) kamplaştıran, tevellütleri değil, reform ya da devrim sorularına verdikleri cevaplardır. Öteki bütün konular buna indirgenebilir.

71 İhtilalciliği

12 Mart’a yaklaşılan günlerde gençlik eylemleri kısır bir döngüye girmişti. Eski tüfekler daha ileri gitmek istemiyorlardı. 1968’de Le Monde’un “Fransa’nın canı sıkılıyor” diye başlık atması olayındaki gibi, 1970’te de bizim devrimci gençlik önderlerinin canları sıkılıyordu. Ama bu, silaha sarılamama sabırsızlığıydı. Çok geçmeden yenilgiyle sonuçlanacağı tahmin edilebilir bir erken çıkış yapıldı. Silahlı mücadeleyi esas almak için sadece devrimci ortam değil, teorik açılımlar, örgütlenme kapasitesi ve asgari kitle desteği de hazır değildi. Buna rağmen 1971 direnişi, liberal (legal) Marksizmin, geleneksel reformcu TKP ve uzantılarının defterini dürmek gibi olumlu bir rol oynadı. Küçük burjuva ihtilalciliğine sıçrayış, çürümüş oportünizmin ipliğini pazara çıkardı.

1971 silahlı mücadele teori ve pratiği –M. Suphi’nin girişimi hariç– Türkiye devrimci hareketinde bir ilktir. Böylece, devrimi, Kemalistlerin sol kanadının yukarıdan aşağı girişimleriyle önü açılacak bir yol olarak tasarlayan geleneksel çizgiye bir nokta konulmuş oluyordu. Eskiden kopuş, yeni ideolojik ve örgütsel çatlakları beraberinde getirmeden edemezdi. Mihri Belli, Kıvılcımlı ve Perinçek’in ağızlarında iyice fetişleşmiş yasal parti tartışmasına alternatif yeni yeraltı örgütleri kuruldu. Ulusal ve demokratik halk devrimi yapabilmek için bu şarttı. Eski TKP standartlarını aşan yeni bir profesyonel devrimciye ihtiyaç vardı: Dinden, devletten, burjuva yaşam tarzından, aileden, okuldan kopmuş, parti üyesi-gerilla arası, devleti arkasına değil karşısına alan, ölüm dahil her türlü tehlikeyi karşılamaya hazır bir profesyonel devrimcilikti bu. Bunların pratiğe ne kadar geçirilebildiği ayrı bir konudur; ama başlayan, yeni bir süreçtir.

1971 ihtilalciliği komünist bir başlangıcın adı değildir. Gerçek komünist bir parti, asgari yeterlilikte de olsa Türkiye’ye uyarlanmış iyi kötü bir devrimci teoriyi, Kemalizm’in ve küçük burjuva sosyalizminin aşılmasını, profesyonel devrimcilerden oluşan bir yeraltı örgütlenmesini ve işçi hareketiyle kurulmuş bir bağı gerektirir. Hele, o günkü Kemalizm hayranlığı ve “Kurtuluş Savaşı” kalıbına sığdırılmış devrim teorisi terk edilmeden bir adım bile atılamazdı. 71 ihtilalcileri Türkiye toplumunun ve tarihinin analizi, proletarya ile öteki sınıf ve tabakalar arasındaki stratejik ilişkiler, silahlı mücadelenin gelişme yolu, devrimin aşamaları arasındaki ilişki ve sosyalizmin temel çizgileri konusunda oldukça eksik ve yanlış görüşlere sahiptiler. Gençlik hareketinin yatağında büyümüş öğrenci devrimciliğinden devrimci proletarya zeminine geçilmeden, ezilenler ve sömürülenler arasındaki bağlantı bu dolayımla kurulmadan komünist olunamazdı. Gençliği devrimin maddesi, Dev-Genç’i de parti yerine koyma anlayışı 1971 öncesi Mahir Çayan kanadının tipik bir özelliğiydi. Son dernek başkanı, “Devrimci gençlik toplumsal dinamitin fitilidir”[11] dediğinde, Batı 68’inin akıldanesi H. Marcuse’ün “Devrime ancak gençlik önderlik edebilir” tezini Türkçeye çevirmekten başka bir şey yapmış değildi.

Gene de 71 ihtilalcileri, 1968’i 1972’ye kadar uzatmakla uzun yıllar anılacak bir efsane yarattılar. Yürüttükleri mücadele halkın geniş bir kesiminde meşruiyet ve itibar kazandı. Bu itibardan yararlanmak isteyen o dönemin faşistleri, İslamcıları, muhafazakarları ve sosyal demokratları, “Biz de 68 kuşağıyız” demeye başladılar. Kuşağı demografik bir olguya, aynı yaşta olmaya ya da aynı okullarda okumaya indirgeyen medya bunu pohpohlayıp teşvik etti. Tabii, basit bir operasyonla, 71, 68’den kopartılarak, efsaneyi efsane yapan damarlar sökülüp atılarak yapıldı bu. O zamanki eylemlere fiilen saldıranlar, devrimci eylemlere kayıtsız kalanlar sırf aynı okulların aynı sınıflarında okudular diye 68’li olamazlardı.

1968 Hareketine dar gelen kuşak elbisesinden kaynaklanan bir başka yanlış ise, 68’lilerin, adları kafadan sayılabilecek 100, bilemedin 150 kişiyle sınırlanmasıdır. Kuşak listeciliği, rant paylarını yüksek tutmak isteyen kuşak istismarcılarının sayıyı düşürerek ve birbirlerini referans göstererek kendi yerlerini garantiye alma çabaları sonucu keşfedilmiş bir icattır. Sadece 71 ihtilalcilerinin ezberden sayılabilir simaları bile bu rakamdan fazladır. Geniş bir tabaka oluşturan “68’li”lerin homojen bir yapıları yoktu. Yeraltındaki örgütler ve bazı küçük gruplar etrafında toplanmış devrimci kesim en sol kanatta olanlardır. Silahlı eylemlere ayak uyduramayarak ayrılanlar dışta tutulamazlar. 68 kuşağının bundan başka Kürt solu, reformist TİP, sol Kemalistler, sol sosyal demokratlar ve herhangi bir gruba bağlı olmayan bağımsızlar gibi katmanlar içinde müttefikleri vardır. Herkes dövüşürken aydınlar ve ilerici öğretmenler uzaktan seyretmiyorlardı. 1968-71 hareketini bir avuç “seçkin”e indirgeme işi, tarihi kralların, komutanların, kahramanların eseri olarak gören idealist tarihçilere bırakılmalıdır.

1974-1980 (“78 Kuşağı”)

Cezaevlerinde üzerlerine kilit vurulduktan sonra, devrimcilerin kendileri bile, eski günler kolay geri gelmez diye düşünüyorlardı. Ama aşağı yukarı iki yıl sonra, 1974 yılında sosyal muhalefet ve devrimci hareket tekrar canlandı; 12 Eylül darbesi önünü kesinceye dek yükselecek yeni bir döneme girildi.

Değişen koşullarda mücadele eskisinden daha gür gelişiyordu. Eylemler öğrencilerden taşıp zamanla işçileri, işsizleri, köylüleri, Kürtleri, Alevileri ve memurları kucaklayan zengin bir halk hareketine dönüştü. Kadroların ve devrimcileşen kitlenin sosyal bileşiminin değişmesi önceki döneme göre yeni bir özellikti. Bir devrime katılabilecek bütün katmanlar peyderpey sahneye akıyorlardu. Altı yıl içerisinde sadece büyük kentler değil bütün bölge ve kentler, kasaba ve köyler, sadece üniversiteler değil lise ve ortaokullar, hatta devlet daireleri ve kışlalar bile artık bir sınıf mücadelesi arenası haline geldiler. Toplumsal sınıflar ve politik temsilcileri arasındaki kutuplaşmanın polis ve askerlere kadar uzanması, olgunlaşan devrimci krizin açık işaretiydi.

12 Mart’tan çıkışta ayakta kalabilmiş tek bir devrimci örgüt yoktu. Afla hapisten çıkan, eski çizgiyi devam ettirme ya da düzeltme iddiasındaki bireyler/çevreler, yeni yapılanmalar oluşturdular. Legal/illegal, silahlı/silahsız, Çinci/Moskovacı, partili/partisiz ne ararsan vardı. Bu dönemin kadroları, cezaevlerinden çıkan eskiler ve ilk katılan yeniler olmak üzere iki tabakadan oluşuyordu. Onyıllar sonra icat edilen “68” ve “78” kuşakları bölünmesinin kökleri buradaydı. Yeni kurulan örgüt ve grupların teorik, politik ve örgütsel kumanda mekanizmaları, çok azı dışında “abi” havasındaki eskilerin elindeydi. Eskiler teori ve deneyimce birikimli iken, yeniler taze ve dinamik idiler. Ne var ki yolun başında yeniler eskileri sorgulamadılar, gerçek değerlerini ölçmeyi akıl etmediler.

Bu dönemdeki sol parti ve gruplar; (1) yasal partiler, (2) legal dergi merkezli yarı gizli örgütlenmeler, (3) gizlilikleri askeri yanlarıyla sınırlı dogmatikler olmak üzere üç grupta toplanabilir. İlk gruptakiler genelde her kuşaktan kadroyu birleştiren reformistler, parlamentaristlerdir. İkinci gruptakiler genelde 68’lilerce yönetilen, az ya da çok 71’in açtığı çığırdan ilerleyen gruplardır. Bunlar eski Dev-Genç‘in yarı gizli taklitleriydi; genellikle gizliliği az, şekilsiz ve gevşek dokulu, kast katmanlarından oluşan bürokratik bir hiyerarşiye sahip yapılanmalardı. Son gruptakiler ise çoğu yeni dönemdeki bölünmeler sonucu ortaya çıkmış, başında 78’liler bulunan dar askeri örgütlenmelerdir.

Tarihinde ilk defa bu kadar zorlanan Türk devleti, kendisiyle devrimci hareket arasına barikat kurmayı ihmal etmemiştir. Vurucu güç niyetine kullanılan MHP; ordu, MİT ve Emniyet‘te kolları bulunan girift bir ilişkiler ağıyla yönlendirilerek, devrimci hareketin üzerine salındı. Bu sayede, resmi platformda “tarafsız”mış ve kendi yasalarının dışına çıkmıyormuş izlenimi veren devlet, pis işlerini faşist milislere yaptırdı. Devrimciler yorgun düşünce de nöbet darbeci generallere devredildi.

Bu taktiğin öteki amacı ise namlunun doğrudan iktidara çevrilmesini engellemekti. Gerçekten nefes nefese, göğüs göğüse bir kavga veren devrimci hareket, bu en önemli meseleyi biraz unuttu, sivil faşist hareket dolayımıyla yürüttüğü mücadelede asli görevlerini savsakladı. ‘Faşizme karşı’ olmak, yığınları, devrimci iktidar ve hedeflenen toplum projelerine çekme görevinin önüne geçince savunmacı anlayışlar gelişti. Eldekiler korunmaya çalışılırken saldırı unutuldu. Az sayıda karargahın yönettiği faşist cephe karşısında, iyi düşünülmüş bir plandan ve birlikten yoksun anti-faşist güçler elliden fazla parçaya bölünmüşlerdi. Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi ile faşizme karşı mücadele arasında doğru bağlantı kurulamıyordu. Devrim mücadelesini faşizme karşı mücadeleye, faşizme karşı mücadeyi MHP’ye karşı mücadeleye indirgemek çok yaygın bir davranıştı.

Türkiye çapında oldukça geniş bir kitleyi yörüngesine çekebilmiş devrimci hareket, zaafları nedeniyle tarihsel bir fırsatı elinden kaçırdı. Hareketin yığınsallığı ile öncülerinin örgütsüzlüğü ve ‘kendiliğindenci kendiliğindenliği’ arasında büyük bir uçurum oluştu. Devrimci örgüt ve gruplar akıllı ve sorumlu davransalar, halkın daha geniş bir kesimini etraflarında toplayıp aşılmaz bir duvar örebilirlerdi. En büyük eksiklik, bütün zamanların değişmez sorunu olan akıllı ve yürekli bir partinin kılavuzluğundan yoksun olmaktı. Dergi merkezli ya da parti taklidi gevşek örgütlenmeler mücadelenin ihtiyaçlarına cevap veremiyorlardı. Kadercilikle birleşmiş yasalcılık öylesine derine nüfuz etmiş bir alışkanlıktı ki, faşizm ve yaklaşan darbe tahlilleri dilden düşürülmemesine rağmen kimse bunun gereklerini yerine getirmeye çalışmadı.

Mücadele sert, hızlı ve kitlesel bir karakterdeydi. Bireysel kapasitelerinin üzerinde görevler yüklenen devrimciler zor ve fedakar bir mücadele yürüttüler. Toplam 5 bin dolayında insanın öldüğü bu mini iç savaş sırasında yüksek biçimler hariç hemen her çeşit örgütlenme ve mücadele biçimi sınandı. Kadrolar eğitimlerini illegal çalışma, silahlı eylemler, propaganda ve ajitasyon faaliyetleri, mitingler, grevler, genel grevler, barikat savaşları, korsan gösteriler içinde ön hazırlıksız yapmak zorundaydılar. Kurşunlanmaların, pusuların, kaçırılmaların, suikastlerin, yakılmaların, katliamların, tutuklamaların, ağır işkencelerin ve ölümlerin sıradanlaştığı, cesaret ve fedakarlık çıtası yüksek bir dönemden geçiliyordu.

1978 yılında direniş hareketi yavaşlama ve düşüş evresine girdi. Ölenlerin sayısı kat kat artarken kitlelerde ve kadrolarda karamsarlık, yorgunluk belirtileri baş gösterdi. Bu dönüş, örgütlerdeki peş peşe bölünmelerle kendini açığa vurdu. Artan katliamlar ve provokasyonlar, generallerin 1978 sonrasında başlattıkları hazırlık planının bir parçasıydı. Darbe, ortamı hazır hale getirilince yapılacaktı. Ama 1978 kavisinde faşistlerle eski tarzda dövüşmeye devam eden devrimci hareket, mücadele taktiklerini bir üst aşamaya sıçratamadı. Darbeden en az bir-iki yıl önce başlatılmış, öteki mücadele biçimleriyle koordineli ve hedeflerini iyi seçebilen bir silahlı mücadele her şeyin seyrini değiştirebilirdi. Bunun için en az orta büyüklükte bir grubun buna aday olması ve sağlam illegal bir yapıyla işe girişmesi gerekiyordu. Ondan sonra gerekli olan tek şey kararlılık, sadece ve sadece kararlılık olacaktı.

Korktukları gibi bir direnişle karşılaşmayan 12 Eylül 1980 darbecileri devrimci güçleri kolayca teslim alabildiler. Sayıca en kalabalık örgütler başta olmak üzere dövüşmesi gerekenler dövüşmediler; panik halinde teslim olmak, yurtdışına kaçmak ağır basan eğilim oldu. Direnmeye açık onbinlerce taraftar, önderlikleri tarafından başsız ve örgütsüz bırakıldılar. Bırakın direnmeyi, faşist saymadıkları cuntayı olumlu diye kısmen destekleyen TKP, TİKP (Türkiye İşçi Köylü Partisi) gibi iflah olmaz oportünistler vardı.

Kuşaklar Arası Yapay Gerilim

(68 78‘e, 78 68’e Karşı)

Aradan 30-40 yıl geçmesine rağmen bazan gizli bazan açık, bazan sert bazan alaycı, garip bir tartışmadır sürüp gidiyor: 68 Kuşağı mı, yoksa 78 mi üstündür? Tartışmacılar arasında altmışlık profesörler, ünlü yazarlar, sanatçılar ve gazeteciler var. Mesela, cilt cilt anılarını yazmış bir profesörümüz, 68’lileri “rüzgar” ,”fırtına”, “kahraman”, “olağanüstü“, “efsane”, 78’lileri ise “nefer”, “sıradan”, “mürit”, “düdük sesiyle suspus”… sözcükleriyle tanımlıyor.[12] 78’liler Derneği“ne ait bir internet sitesinin anasayfasında ise “68’liler çok konuşur az iş yapar”, “’78’lilerse eylemcidir, çok iş yapar”, “68’liler elitisttir, 78’lilerse halk hareketidir”, “68’liler Kemalist ve ulusalcıdır”, “78’lilerse sosyalist devrim hedefli ve enternasyonalisttir” deniliyor.

Çıkarcı niyetlerle el altından körüklenen bu iddialar son derece ilkel ve bayağıdır. Burada mukayeseli bir tarih tartışması değil, ardında iktisadi, ideolojik ve politik çıkarlar yatan, kendi kuşağının elit olduğu iddiasında kurnaz bir pazarlamacılık var.

Aslında kuşakçıların parametreleriyle 68 ve 78’e tek ya da ayrı iki kuşak demek zor. Zira uzman kuşak tanımlarını ölçü alsak bile ikisi arasında yaşam biçiminde, fikirlerde, duygularda, muhaliflik biçiminde bir dönüşüm görülmüyor; tersine süreklilik, birbirini tamamlama ilişkisi ağır basıyor. Tarih gözüyle uzaktan bakınca mevcut farklar minimuma iniyor, adeta kayboluyor. Başlangıçları farklı olsa da nihayetinde 12 Eylül güvenlik duvarında beraber sonlanıyorlar. Ama arada görmezden gelinemez bazı farklar olduğu için en fazla bitişik, çatal bir “kuşak” denilebilir bunlara.

Elli yıllık Türkiye solunun çökmüş, dağılmış haline son veren, 1968 ile açılan süreçtir. 68-71 ihtilalcileri baştan öyle bir şey tasarlamadıkları, donanımları buna yetersiz olduğu halde, eskinin alternatifi haline geldiler. Dünyanın ve Türkiye’nin tepesinde dolaşıp duran “68 ruhu” eski tarz devrimciliğin miadını doldurduğu haberini vermişti zaten. Yeni dönem bir maratonu sona erdirirken, bir başkasını başlatıyordu.

1968, tarihin yüklediği kuruculuk misyonunu yerine getirmekle yükümlü bir geçiş kuşağına ihtiyaç duyuyordu. Yeni nesil bunun üstesinden gelemezse, kendi kendisini ortadan kaldırmış olurdu. 1974 sonrası devrimci gençlikse, hem gidiş istikameti aynı olduğu, hem de seleflerinin önderliğini benimsediği için düşük bir katkı payına peşinen razı olmuştu zaten. 68’in öncülüne attığı farkı, 78, 68′e atamazdı, hem buna vakti de yoktu. Bu yüzden, rolü, çerçevesi önceden çizilmiş teori ve pratiğin devam ettirilmesine ve derinleştirilmesine katılmakla sınırlı kalacaktır. Yeni dönemin ilerleme sağladığı asıl alanlar Kemalizm meselesi, Kürt ulusal sorunu ve Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi idi. Ama, hem 12 Mart’tan sonra aydınların çoğu devrimci hareketten koptukları için, hem de başka zaaflar nedeniyle, bu dönem, teorik bakımdan kısır tartışmalarla fazla haşır neşirdir.

68’in efsanevi önderleri varken, daha ileri bir pratiğe sahip 78’den böyle önderler çıkmaması, yaşanılan zamanla ilgilidir. 1968’li yıllarda örgütler değil bireyler öne çıkmıştı, iç bağları daha gevşek gruplar bile önderlerinin adlarıyla anılıyorlardı. Ayrıca geriye doğru köylü olan halkın içinden uzun yıllar asiler, kahramanlar çıkmamıştı. 68 hareketinin doğurduğu baskı ve sömürüden kurtuluş umudu, halkın muhayyilesini harekete geçirdi. Önderliği vücut diline yansıyan Deniz gibi etkileyici birinin efsaneştirilmesi gayet doğaldı. Burada, ince taktiklerde henüz bugünkü kadar ustalaşmamış devletin ve medyanın cömert yardımlarını da unutmamak gerek.

Ama halkın önderleri efsaneleştirmesi gerçek hayatla karıştırılmamalı. Deniz, Mahir, İbrahim ve ötekiler elbette sıradışı devrimcilerdi, ama ne 68’i, ne de 71’i onlar yaptı. Tarihi kahramanlar yapmaz, en kahraman önder bile devrimci partinin, sınıfın, emekçi kitlelerin üzerinde olamaz. Bu bakımdan 68’i başkalarının üstüne çıkarmak anlamsızdır. Aynı şey tersi için de geçerlidir. Esasen iki kuşağın kavgasının sıcak hatlarında bulunmuş gerçek bir devrimci böyle kıyaslamalara ihtiyaç duymaz.

1974 sonrasında görevler ağır, zordu. Yeniler içinde sayıca daha çok fedakar devrimci vardı. Eğer kahraman aranacaksa asıl bu isimsizler, adı sanı duyulmamışlar arasında aranmalıdır. 71’in önderlerinin askeri eylemlerinin, sonraki dönemde ortalama tiplerce daha kusursuz yapılabildikleri biliniyor. Bu yıllarda sınıf mücadelesi şiddetlendikçe ölüm bile kanıksanır olmuş, kahramanlık gündelik olaylara kadar inmişti. Bireyin geri itilip kollektifin öne çıkarıldığı yeni hiyerarşik-bürokratik yapılanmalarla efsaneye yer yoktu artık.

1980-1995 Dönemi (“88 Kuşağı”)

Türk solunun 1960-1980, 1980-2000 etapları yüksek bir dağın zirvesine çıkıp sonra arka sırtından inmeyi andıran, gelişme yönleri birbirine zıt iki uzun dönemdir. Baş aşağı inen ikinci etabın ilk 8 yılı faşizme karşı ciddi direnişlerin görülmediği bir suskunluk dönemidir. Onu izleyen 1988-1996 arası ise uzun bir aradan sonra devrimci hareketin ve sosyal muhalefetin yükselişe geçtiği yıllardır. Süre bakımından nispeten uzun olan bu dönem, güç ve yoğunlukça, darbe öncesi atılım döneminin çok gerisindeydi. Buna rağmen, kuşak edebiyatı yapanlar, böyle bir canlanma dönemi hiç yaşanmamış gibi, görmezden gelerek, “88 Kuşağı”nı apolitik kuşaklar arasında sayarlar. Halbuki bu dönemde gençliğin tamamı değilse bile, kayda değer bölümü devrimci mücadelenin içindeydi. Yoluna ayrı devam eden Kürt ulusal direnişi zaten Türk soluyla kıyaslanamaz bir üst yükseliş içindeydi. Dolayısıyla 68, 78, 88, 98, 08 gibi düz bir kuşak güzergahı çizenler, her zaman inişli çıkışlı olan sınıf mücadelesinin ellerindeki kuşak şablonuna uymayabileceğini düşünemiyorlar.

Türk solunun uzun süren darbe sonrası sessizliği 1988’de sona erdi. Eskiye kıyasla örgüt ve dergi sayılarında görülen azalma büyük bir fire verildiğini gösteriyordu, ama 1974 sonrasına benzer bir atılım umudu yok değildi. 1989 “bahar eylemleri”, 1990-91 Zonguldak maden işçilerinin grevi ve yürüyüşü, 1991 serhıldanları bu umudun habercisiydi. 12 Eylül atmosferinin parça parça dağıtıldığının bir başka sıcak işareti ise Devrimci Sol’un başarılı PKK olayını Türkiye’de tekrarlamak niyetiyle kentlerde ve kırlarda başlattığı gerilla mücadelesiydi. Ama Devrimci Sol, ciddi bir hücum başlatmasına rağmen, iki halkın toplumsal-tarihsel koşulları, programatik ve stratejik meseleleri, ruh halleri arasındaki farkları iyi kavramadığı ve bu mücadeleye tam hazır olmadığı için, aynı başarıyı yakalayamadı. Üstelik mücadeleden bölünerek ve ağır kayıplar vererek çıktı. Bu hatanın bir benzeri, kendi programladığı DHP‘yi (Devrimci Halk Partisi) Türkiye’ye yollayınca kendisinin Türk versiyonunu klonladığını sanan PKK tarafından tersten işlendi.

Devrimci hareketin ağır kan kaybı, Susurluk (“Susurluk kazası”, 3 Kasım 1996) öncesinde inisiyatifi ele geçiren Kontrgerilla ve topyekün gericiliğin saldırıları üzerine 1995 ertesinde başladı. 1996 Ölüm Orucu, devrimci hareketin kuşatma altına alındığının bir belirtisi sayılabilir. Devrimci örgütler siyasi polisin öncelikliler listesinden tek tek düşürülüyorlardı artık. Hareket yüzünü yasal alana çevirmişti. Ne var ki, polis üzerine pek gitmemesine rağmen yasalcı kanat da o zamana kadar politik bir varlık gösteremedi. Örneğin, 1989 “Birlik Tartışmaları” ile başlayıp başka bir platformda ÖDP’nin kurulmasıyla devam eden süreç kendinden bekleneni verememiş, ÖDP’nin “sivil toplumcu”, güleryüzlü sosyalizmine inananları bile hayal kırıklığına uğratmıştı. İllegal yapılanmadan vazgeçiş ürünü örgütlenmeler (örneğin EMEP vs.) ve öteki yasallıklar etrafında geliştirilmek istenen hareket düşüş halindeydi.

Türk solu 28 Şubat (1997) müdahalesinden sonra, yani burjuvazinin iç kapışması sürecinde sürekli geriledi. 1990’ların ortasından itibaren, 1968-1980 arasında yoğun bir mücadele sarmalında olgunlaşan devrimcilik, düşüşle birlikte ters yönde erozyona uğra. Kriz, bir gölge gibi ardına yapıştığı devrimci hareketin peşini o günden beri bırakmamıştır.

2000’li Yıllar (“98″/”08”)

Kürt direnişini ve 12 Eylül ertesi yaralı yılları dışta tutarsak, sınıf mücadelesi 1960’tan beri ilk defa bu denli düşük seviyeli bir döneme girmiştir. Mevcut durumda, halk kitlelerinin enerjisi, kendi içinde kapışan burjuvazinin hizmetine verilmiş durumdadır. Düzenin efendileri, Kürtler dışında kimsenin direnmemesinin verdiği rahatlık içinde, keyifle tepişiyorlar. 12 Eylül’de, elinde iç savaşa hazır bir ordusu olan Kenan Evren, mindere kimse çıkmayınca ucuz bir zafer kazanmıştı; şimdi zafer kuşu, ardında güveneceği bir ordu bile olmayan Kasımpaşalının takkesi üzerine kendisi gelip konmuştur.

Türkiye devrimci hareketini bugünkü durgunluğuna sürükleyen temel nedenler vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: 1) 12 Eylül faşist darbesi ve devrimci hareketin yenilgisi, 2) Dünya komünist ve devrimci hareketindeki kriz, 3) Uluslararası sermayenin neo liberal saldırısı ve post modern kültür erozyonu, 4) Liberal ve ulusal solun çifte kıskacı.

12 Eylülcüler devrimci hareketi sadece katletme, işkence ve hapis gibi yıldırma yöntemleriyle köşeye sıkıştırmadılar. Sol, dövüşmeyip kaçtığı için büyük moral kaybına uğradı, kendine olan güveni ve saygısını yitirdi. Darbeciler sistemi siyasi-idari, ideolojik, hukuki, askeri ve ekonomik olarak tahkim ederlerken, onu her yüklenişin kolay sarsamayacağı şekilde yeniden yapılandırmışlardı. Türk solu tam 12 Eylül’ün yenik psikozundan sıyrılmak üzereyken, yani 1990’ların başında, revizyonist sistemdeki toptan çöküşü izleyen dünya komünist ve devrimci hareketindeki yıkımla karşılaştı. Komünist hareketin müttefikleriyle birlikte yaşadığı bu gelmiş geçmiş en büyük ve uzun süreli bozgun, Türk solunun moralini 12 Eylül’den daha fazla bozmuştur. Sosyalizmin ezilenler ve sömürülenler nezdinde büyük itibar kaybına ek olarak, devrimci kesimde sosyalizmin düzgün işlemesini aksatan arazların açıklığa kavuşturulamamış olması, hareketi ağır bir hastalığa sürüklemiştir.

Kapitalizmin küreselleşmeci politikaları çok önce başladı, ama Türkiye’ye belirli bir gecikmeyle yansıdı. İlk adımı 24 Ocak 1980 Kararlarıyla atılıp, Evren-Özal döneminde yolu açılan serbest piyasa ekonomisi, Türkiye’yi çokuluslu şirketlerin istedikleri rotaya soktu. Plan gereği işçi sınıfının ve öteki emekçilerin sadece demokratik-yasal hakları değil ekonomik kazanımları da budandı. T. Özal’dan T. Erdoğan’a uzanan dönemde ekonomiye “serbest piyasacılık” hakim kılınırken, sosyo-politik, kültürel alanlar post modern tadilata açılmıştır. Bunlar ABD emperyalizminin Türkiye’deki hegemonyasının çifte uzantılarıydı. Bu ortamda sosyalizmden, ilerici düşüncelerden boşalan yerler dinci, tarikatçı, şoven milliyetçi akımlar tarafından büyük bir iştahla dolduruldu. Post modernizmin doğası gereği son moda kültür ile en ilkel ideoloji ve kültürler tek bir gövdede kucaklaştılar. At izi it izine karışınca faşistle sosyal demokrat, emperyalizm uşağıyla anti emperyalist, liberalle demokrat ayırt edilemiyordu. Fethullah Amerikancı, Amerika Fethullahçı oldu. Postmodern kültür ve neo liberal ideoloji, eğitimde, medyada, politikada, sanat ve kültürde, eğlence dünyasında sosyalizme ve ilerici olan her şeye karşı açık bir savaş başlattı.

12 Eylül faşizminin üniversitelerde YÖK Planıyla başlattığı topyekün saldırı stratejik başarı kazanmıştır. 12 Eylül’de ekilen 1990 sonrasında biçildi: Politik ve sosyal sorunlara kayıtsız, sola ilgisiz, bireyci, tüketim ve marka düşkünü, serbest piyasacı bir gençlik çıktı ortaya. Devrimcilerden boşalan yerleri hasımları doldurdular. Önceki kuşakların yenilgisi ve yıkılan devrim hayalleri, devletin planlı tasfiye çabalarıyla birleşince kozmopolit, bireysel çıkarlarına odaklanmış, eğlence ve moda düşkünü, futbolsever, internetçi, para ve statü aşığı gençler hakim tipler haline geldiler. Devrimci sol marjinalleştirildi, ama o bile artık eskisi kadar asi değildi. Yükselen devrimci hareketin ilk müjdecisi ve uğrak yerleri olan üniversiteler, artık devrimcilerinin sözünün geçmediği alanlar haline getirildi. Benzer operasyonlar halkın öteki kesimleri üzerinde de devreye sokuldu.

Emperyalizmin neo liberal politikaları devrimci hareketi sadece cepheden vurmadı, içten içe de tahrip etti. Bu tahribatın baş aktörleri liberal sol ve ulusal soldur. Ama bu ikiz kurtlardan önce, onların arkandaki tetikleyici mekanizmalara bakmak gerekiyor.

Emperyalist metropol merkezli “küreselleşme stratejisi” Türkiye ayağında iki olgu ortaya çıkardı: Biri; küreselleştirmecilikten zarar gören eski tip burjuvaların, bürokratların, aydın kesimlerin tepkisi. Türkiye’deki bazı uygulamalardan, bürokratik ayrıcalıklarının sarsılmasından ve Kürt politikasından rahatsız bu kesim, eski konum ve imtiyazlarını koruyabilmek için, milliyetçi dozu yüksek bir anti emperyalist olmayan anti emperyalizm söylemi tutturdu. Karşısında ise neo liberal hegemonyanın ateşli taraftarı, Türkiye’de bu strateji paralelinde yeni oluşan iletişim, bilişim, medya, reklam, moda (vb.) sektörlerinde konumlanmış yeni burjuvazi vardı. Bunlar burjuvazinin bütün kesimlerini ve uzantılarını kucaklayarak süren genel çatışmanın aktif tarafları olarak konumlandılar.

Türkiye’de sözde solu temsilen kamplaşmış ulusal sol ve liberal solun arka planında burjuvazinin bu kesimleri vardır. 1970’den bu yana ilk defa bu kadar güçlenen her iki akım da işçi aristokrasisinden küçük burjuvaziye, küçük bürokratlardan entellektüellere kadar uzanan geniş bir yelpazede taban buluyorlar. Devrimci hareketin bizzat kendisi ve döküntüleri, bunlar için önemli bir eleman kaynağıdır. Türkiye gibi sınıf mücadelesi sert, yenilgisi çok bir ülkede devrimci hareketi terkedenlerin büyük bir yekün tutması şaşırtıcı değil. Bunlar her ikisine de yetişmiş eleman sağlıyorlar. Burjuvazinin istediği donanıma sahip bu dönekler gazetecilik, öğretim üyeliği, yöneticilik, politikacılık, sanatçılık, reklamcılık, vs. işi yapıyorlar. Bilişim, yayıncılık, sinema, reklam, grafik, finans vb. sektörlerinde dolgun maaşlarla çalıştırılıyorlar; içlerinde kendi şirketlerini kurarak bizzat kapitalist haline gelenler dahi var. Yeni orta sınıflarla kaderini bütünleştirmiş entellektüel tiplerin bir kısmı 68’li” ve 78’li dönekler arasından devşirilmiştir. Dün mücadele ettikleri emperyalizmi bugün hararetle savunmaları tesadüf değildir. Post modern kültürün Türkiye’deki taşıyıcılarının ardında yeni zenginler, yeni zenginlerin ardında da çokuluslu şirketler vardır.

İşte bunlar işçi hareketine ve sendikalara çok çeşitli yöntemlerle liberalizmi, milliyetçiliği enjekte ettiler. Meslek odalarında, kitle örgütlerinde, muhtelif yayınlarda tepe noktalara yerleştiler. Yanı sıra gençliğin Batı tarzı yaşama özendirilip apolitikleştirilmesinde başrol oynadılar. Bir yandan eski devrimcilik zamanlarını ve sosyalizmi karalayıp alaya alırlarken, öte yandan dünya seyahatlerini, tatillerini, katıldıkları şatafatlı davetleri, ünlü kişilerle tanışıklıklarını ballandıra ballandıra anlatarak burjuva yaşam tarzını yücelttiler. Köşe yazarları, gazete yöneticileri, magazin yayıncıları, sanatçılar, TV programcıları arasında bunlardan aramadığın kadar vardır.

Halen liberal sol olsun ulusal sol olsun devrimci hareketten gözlerini ayırmıyorlar. Zira orada kendilerine sempati duyup yayınlarını dikkatle izleyen yandaşları olduğunu biliyorlar. Ama bu kez durum biraz daha farklı görünüyor, konjonktürün itmesiyle bizzat devrimci kanadın kendisi ufak ufak bunların etki alanına kayıyor. “Sivil toplumculuk” ve milliyetçilik, illegalitenin gözeneklerinden içeri sızmayı başarmıştır. Burada, liberal sola ve ulusal sola karşıymış gibi görünme ile, gerçekte öyle olmayı iyi ayırdetmek gerekiyor tabii.

“Kırk Yıl Sonra” (’08/68)

21. yüzyılın başına gelinmişken Türkiye devrimci hareketinde buzkıran rolü oynayan “avant garde” kesim tasfiye olmuştur. İllegal devrimci örgütlerin bazılarının bugün geldikleri noktayı gözlerden saklamaları, bazılarının ise eski çizgilerini devam ettiriyormuş gibi yapmaları bu gerçeği değiştirmez. Ne yazık ki, 1970’den itibaren temelleri atılan devrimci radikalizm, jakoben devrimcilik döneminin sonuna gelinmiş bulunuyor.

Mirasa konmak için gözünü dikmiş bekleyen liberal sol bunun herkesten daha çok farkında: “22 Temmuz seçimleri, Türkiye solu açısından bir devrin kapandığı, yeni bir devrin başladığı bir dönem olacak. Bu devir değişiminin birkaç alanda birden gerçekleşeceği görülüyor. Değişimin birinci ve belki en önemli tezahürü, 12 Eylül sonrasında esas olarak sivil toplum girişimleri etrafında ve tek hedefli biçiminde yoğunlaşan genç militan enerjinin, bu seçimlerde, özellikle İstanbul’daki bağımsız sol aday kampanyaları vesilesiyle siyasal alana dönmesidir. Bu enerjinin siyasal alanda kalmasının sağlanması, Türkiye solunun yakın geçmişte yaşadığı marjinalleşmeyi sona erdirebilir. Özellikle 1970’leri mitleştirerek etraflarında iyi kötü bir kadro oluşturmayı alışkanlık haline getirenler açısından, yeni dönem artık emekliliklerinin başlangıç tarihi olacak. Böyle bir gelişme, Türkiye’de sol hareketlerin bir nostalji kulübü veya art arda gelen başarısızlıklarda erdem arayan bir keşişhane olmaktan kurtulmaları için elzemdir.”[13]

Sıradan bir seçimle devir açıp devir kapatan liberal, meydanın kendisine kalacağını sanmaktadır. Ama söyleyene değil, söyletene bakılmalı:

1971 devrimciliğinden bugüne gelebilmiş devrimci örgütlerin bir kısmı kendilerini sessiz sedasız feshederek illegal adlarını unutturmuşlardır. Bir kısmı adını korumakta ama bugünkü durumu kendi çizgisi ve tarihiyle çelişmektedir. Yurtdışını merkez alanlarsa zaten olmaları gereken yerde değildirler.

Bu durum, silahlı-silahsız şiddet eylemlerinden vazgeçilmesinden geleneksel ideolojik, politik ve örgütsel çalışmaların büyük ölçüde terkedilmesine kadar uzanmaktadır. En az on yıldan beri moda illegalden legale, örgütten derneğe, çatışmadan çatışmamaya, şiddetten barışçıla, eylemden eylemsizliğe, politik çalışmadan sistem karşıtı kültürel, ideolojik, felsefi ve sanatsal etkinliklere doğrudur. Basın açıklamaları, yürüyüşler, imza kampanyaları, anmalar, seminerler, tarih ve felsefe kursları, güzel sanatlarla ilgili çalışmalar, vb. “klasik çalışma”nın tamamlayıcısı değil, neredeyse ikamesi durumundadır. Bütün bunlar kadro ve sempatizanların sınıfsal yapılarının, uğraşılarının, bilinçlerinin, niteliklerinin, değerlerinin, ilgilerinin ve bağlantılarının yeni duruma adaptasyonuyla birlikte gerçekleşmektedir.

Artık, temeli 68/71’de atılıp 12 Eylül yıllarına ve ikinci binyıla uzanan, besinini örgüt yaşamından ve eylemlerinden alan ihtilalci, profesyonel devrimci tipi ortadan kaybolmuştur, eskitilmiştir. En fazla, ikinci plana itilmiş kalıntı durumundadır. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Osman Yaşar Yoldaşcan, Mazlum Doğan, Zeki Yumurtacı, Süleyman Cihan, Mustafa Özenç ve Sinan Kukul gibi profesyonel devrimciler artık görünmüyor. Netlik, kesinlik, ilkelilik, uzlaşmazlık, saflık, katılık, sertlik, aşırılık, devrimci hayalcilik gibi şeyler kullanım kapsamından çıkarılmış ve şehitlerin portreleriyle birlikte devrim müzesinin arşiv bölümüne kaldırılmıştır. Devrimci atılımlarla, canlı sınıf mücadeleleriyle, hasımlarla dişe diş kavgayla, acıyla yoğrulmalarla, başarılı direnişlerle ya da yenilgilerle, yüce ve kahraman olana tutkuyla birlikte varolagelen bu tarz devrimcilik, kendini vareden koşullarla birlikte ortadan kalkmıştır. Şayet kalan varsa uyku halindedir.

Son yıllarda sol siyaset sahnesi adım adım liberal/ulusal solcular tarafından ele geçirilmektedir. Yeni dönem kendi figürünü beraberinde getirince sahnenin aktörleri de değişmiştir: Yasal partiler, dergiler, kuşak dernekleri ve vakıflar, kültür dernekleri, internet siteleri, bağımsız adaylar, aydınlar!

Geleceğin eskiyi aşmakla yükümlü daha üst düzey ihtilalci figürü kendini varedecek koşullarla birlikte ortaya çıkıncaya kadar, bu ara dönem tiplerinin ve politik enstrümanlarının baskınlığı sürecek gibi görünüyor.

1968’in 40. yıldönümüne denk gelen 2008 yılı devrimci gelişmeler bakımından değil, bu yeni figürün arenayı boydan boya kaplaması bakımından parlak bir yıl oldu. Yeni figür aslında çok yabancı değil, bazıları yeni olsalar dahi, önündekilerin çoğu dünden kalanlardır. Çoğu kuşak sahibidir!

Böylece kuşak modası sır olmaktan çıkar: 40 yıl sonra sahneye çıkıp hala “68’li” eylem adamı numarası yapıyor olmak, dünün değil bugünkü ortamın yüz vermesindendir. Yoksa ense göbek yerinde, iyi kıyafetli, yaşlı başlı adam; nasıl postallı, parkalı ve kadife pantolonlu genç eylemci taklidi yapabilir? Yazar, şirket sahibi, politikacı, site patronu, reklamcı ve iletişimci ile, ardında servet olarak sadece adını, mezarını, kısmetse veda mektubunu bırakan “68(78)’li” arasında bir ilişki kalmadığını ilkokul çocukları bile bilir. Bugün altmış yaşına basmış “68’li”nin 40 yıl öncenin “1968 ruhu”yla dolması mümkün görünmediğinden, bu “ruh”un 40 yıl sonraki 2008 modeli çıkartılarak bunun da çaresi bulunmuştur.

 



[1] Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, C. 1, Sol Yayınları, s.44

[2] Ortega y Gasset, Tarihsel Bunalım ve İnsan, Çev.: Gül Işık, Metis Yay., İstanbul 1998, ikinci baskı, s.51

[3] Aktaran P. Burke, Tarih ve Toplumsal Kuram, Çev.: Mete Tunçay, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul 1994, s. 156

[4] Aktaran Pierre Nora, Hafıza Mekanları, Çev.: Mehmet Emin Özcan, Dost Kitabevi Yay., Ankara 2006, s.192

[5] A.g.e., aynı sayfa

[6] A.g.e., aynı sayfa

[7] A.g.e., s. 213

[8] Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, Çev.: Erol Öz, Metis Yay., İstanbul 2003, ikinci baskı, s. 218

[9] Ali Yıldırım, FKF Dev-Genç Tarihi, Doruk Yay., İstanbul 2008, s.313

[10] A.g.e., s.332

[11] Esat Korkmaz, Kafa Tutan Günler, Alev Yay., İstanbul 2004.

[12] A.g.e.

[13] Ahmet İnsel, “Sol Sesin İçeriği Değişmeli”, Radikal İki, 5 Ağustos 2007.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar