Ana SayfaArşivSayı 40“İçerdeki” İç Barbarların Yıkıcılığı

“İçerdeki” İç Barbarların Yıkıcılığı

 

“İçerdeki” İç Barbarların Yıkıcılığı

Süleyman Yılmaz Bulduruç

Ezilenlerin, politik düzeyde parçalanmışlığı, buna bağlı olarak da geriye çekilişleri devam ediyor. Önemli bir süredir genel ezilenler kitlesini ortak hedefler doğrultusunda yönlendirecek, Marksizmin bir zamanlar başardığı teorik-ideolojik-politik toparlayıcılık ufukta gözükmüyor. Buna karşılık, konjonktürde, ezilen kitlelerin çok parçalı olmakla birlikte hareketlenmeleri de gözardı edilemez. 1999 Seattle eylemiyle emperyalist metropollerden bir yayılma sağlayan “Küreselleşme Karşıtı Hareket” çok bileşenli yapısına ve buna bağlı açmazlarına rağmen, politik düzeyde bir canlanmaya, Mayıs 68’den beri metropollerde ilk defa görülür düzeyde kitlesel eylemliliklere yol açtı. Ardından getirdiği tartışmalarıyla ve ideolojik ayrışmalarıyla bir arayışı da gösterdi hareket. Küreselleşme karşıtlığı içinde “Kara Blok” olarak geçen devrimci anarşizmin konumu dikkat çekici. İçinde olunan konjonktürde “Küreselleşme Karşıtı Hareket”te bir geriye çekiliş gözleniyor.

Irak işgali öncesi oluşan ve işgalin ilk zamanlarında aktifleşen “Savaş Karşıtı Hareket” de küreselleşme karşıtlığıyla birlikte ele alınabilir. Özgün yönleriyle ve kapsayıcı yapısıyla belirginleşen savaş karşıtlığının sürece yayılan geriye çekilişi olası emperyalist müdahalelerle yeniden canlanmaya aday. Hareketin metropol merkezli olan kesiminin heterojen yapısı konjonktürel dalgalanmaları da beraberinde getiriyor. Ezilenlerin önemli bir direniş odağı İslam merkezli gelişiyor. Özellikle emperyalist müdahalenin yoğun olduğu İslam coğrafyası, hem kendi sınırları içinde hem de emperyalist metropollere yönelik militan direniş potansiyelini açığa çıkarıp eylemli hale getirmiş durumda. Önümüzdeki dönem bu hareketin artarak süreceğini söylemek abartı ya da temenni niteliğinde olmasa gerek.

Güney Amerika’da Venezüella, Chavez önderliğinde “Bolivarcı Hareket”le ABD’ye karşı özgün bir tutum alıyor. Bolivya’da eylemci kimliğiyle bilinen Morales’in aldığı seçim başarısı ABD’nin arka bahçesinde “ezilen devlet isyanlarında” önemsenmesi gereken politik tutumlar sunuyor. Meksika Zapatistaları, Arjantin İşsiz İşçi Hareketi, Brezilya Topraksızlar Hareketi birlikte değerlendirildiğinde ezilenlerin politik pratiğinde Güney Amerika önemli bir konuma yerleşiyor. Geleneksel gerilla hareketiyle Kolombiya’da FARC ve ELN de kıtadaki bu politik canlanmalar nezdinde cephe gerisi alanlar edinme şansını yakalayıp ileri atılma olanağı buluyor.

Dünyanın başka bir köşesinde NKP(M) önderliğinde sürdürülen ‘Halk Savaşı’, HKP(M) ile birlikte Güney Asya Maoist Partiler Koordinasyon Komitesi’ni hayata geçirerek yerel mücadeleyi bölgeye yaymayı amaçlıyor. HKP(M)’nin kitlesel eylemleriyle eş güdümlü yürüttüğü askeri eylemlerinde yükselmeler yaşanırken, Nepal’de monarşiye karşı yapılan birlik ve kitle eylemleri sürecinde NKP(M)’nin inisiyatifi dikkat çekici.

Aktüel politik mücadelelerin önemli bir kesimini serimlediğimizde görülüyor ki emperyalizm karşıtı mücadele hem metropollerde, hem de metropollerin hegemonya alanlarında ezilenlerin politik pratiğinin ateşleyicisi konumunda.

Emperyalist hegemonyanın hissedildiği alanlardaki direnişleriyle “sınırdaki” iç-barbarlar ezilenlerin ilgilerini üzerlerine çektiler. Diğer yandan “içerdeki” iç-barbarlar metropollerde, kendi varlıklarını ispatlayıcı eylemlere girişiyorlar. “İçerdeki” iç-barbarların içerilme süreci ve hareketin politik düzeyde yankısını bulduğu yıkıcı, isyancı, istikrar bozucu edimi incelemenin ve ilginin esas konusudur. “İçerdeki” iç-barbarlar göçmenlikle denkleştirilecek, ezilenlerin politikalarına alan açıcı olarak nüfus hareketinin politik sonuçlarına, Paris örneği de göz önünde bulundurularak değinilmeye çalışılacaktır.[1]

Göçerlik

Göçerlik tarih boyunca farklı bağlamlarda yaşanmıştır. Göç, iktisadi yaşamın toplumsal sonucu olarak genellenebilir. Bu anlamıyla geçim araçlarına ulaşma çabasının bir sonucudur. Göçerliğin bir toplumsal yaşam tarzı olarak belirdiği hayvancılık etkinliğinin yapısı sürekli hareketi zorunlu kılıyordu. Diğer yandan sürekli hareket halinde olan göçerlerle, belirli alanlarda yerleşik –toprağa bağlı- yaşam kuranlar arasında toplumsal açıdan bir gerilim doğar. Bilinen tarihin önemli bir bölümü göçebe toplulukların yerleşik topluluklara yönelik istilalarından bahseder. Barbar akınları olarak ifade edilen bu istilalar, yerleşik medeniyetlere yönelik bir talanı ve koşullar elverdiğinde büyük yıkımları da beraberinde getirmiştir.

Bir yere ait olmayan, yarın nerede olacağı bilinmeyen ile toprağa bağlı yaşayan arasındaki çatışma farklı tarihsel koşullarda farklı şekilde yaşanır. Ortaçağ Avrupa’sında göçmenlik bir tür serserilik olarak anlaşılır. Senyörlerin malikanelerinden kaçan ya da kovulanlar yığınlar oluşturur. Ortaçağ din isyanlarının, dilenci rahipler peşinde hareket eden kilise dışı hareketlerin temel dayanağı olmuştur, topraklarından kopan köylü yığınları.

Kapitalizmin erken dönemlerinde göç kırlardaki emek fazlasının kentlere akışıyla belirginleşti. Yine sömürgelerde oluşturulan yerleşimlere doğru önemli göç akınları oldu. Tek boyutlu olarak ele almak yetersiz kalır göç olgusunu. Savaşlar, siyasi baskılar, hastalık salgınları, afetler tarih sürecinde farklı göç dalgalarını oluşturmuştur. Günümüzde bu dalganın devamı dünya kırlarından emperyalist metropollere yönelik göçtür. Bu göç dalgası emperyalist metropolleri sarsan, gündelik yaşamın temel problemlerinden biri haline dönüşmüştür.

Göçmen hayaleti

“Dünya üzerinde bir hayalet dolaşıyor. Marx bu hayaletin komünizm olduğunu söylemişti. Bugün ise dünya üzerindeki hayalet göçerlerdir ve bence, göçmenler imparatorluğu istila eden 21. yüzyıl yeni ‘barbarları’dır, ancak bu olumlu bir barbarlıktır. Bu göç hareketini sonuna kadar destekliyorum…” diyor Negri. Bir bakıma göçerliğe politik bir misyon da biçerek, politik etkinliğin bir türü olarak göçün teşvikini öneriyor. Kürt ulusal sorununa yönelik Negri’nin tavsiyesi “gemilere dolup Avrupa sınırına dayanın…”[2] oluyor…

Negri göçün sadece iktisadi bir olgu olmadığını belirtiyor. Spinoza’nın “arzu insanın özüdür” ifadesinin politikaya uyarlanması olarak “göçmenler sefaletten kaçmıyorlar, aynı zamanda özgürlük, bilgi, refah arıyorlar… Arzu kurucu bir güçtür ve yoksullukta kökleşmiş olduğundan daha güçlüdür: Yoksulluk basitçe sefalet değildir, aynı zamanda arzunun işaret ettiği ve emeğin ürettiği olanaklardır… Hiç olmazsa yoksulların ve göçmenlerin Prometeusçuluğu dünyanın tadı tuzudur ve dünya göçerlik ve melezleşme sayesinde gerçekten değişir…” diye selamlıyor göçerliği.[3]

“İmparatorluk”ta Hardt ve Negri ‘çokluğu’ oluşturan öğeleri belirlerken göçerliğe önemli bir yer tanıyorlar. Bu konumlandırma, sadece politik bir güç potansiyeli olarak göçerlik değil, aynı zamanda kurucu bir öğe, imparatorluğun merkezi yapısını oluşturan bir kategori olarak göçerlik vurgusunu içeriyor. “Kitlesel göçün üretim için zorunluluğu” saptamasıyla “kapitalist servet ve özgürlüğün parlak ufuklarına doğru harekete geçen büyük kitlelerin ‘kaçak emekleri’ olmaksızın Avrupa’da, ABD’de, Asya’da tasarım, medya, elektronikten bilime, maddi olmayan üretimin yenilikçi sektörleri olur muydu?[4] sorusu cevaplanarak göçerliğin kapitalist sistemdeki ekonomik faaliyette önemli bir emek potansiyeli taşıyıcılığı işlevi vurgulanıyor.

Politik düzlemde göçerliğe yapılan vurgu ikili bir karakter taşıyor, İmparatorluk yazarlarınca. Bir yandan “yasal ve mevzuata uygun hareketler, gizli göçler yanında cüce kalıyor: Ulusal egemenlik sınırları kevgire dönmüş ve her türlü düzenleme bu şiddetli baskı karşısında çaresiz”[5] denilerek göçerliğin “imparatorluk merkezlerine” akınının istikrar bozucu potansiyeli, kontrol edilemezliği ele alınıyor, diğer yandan; “yerellikten çıkış, gümrük kapıları ve sınır ihlalleri, egemenlikten kaçış, üçüncü dünya özgürleşmesinin etkin kuvvetidir”[6] ifadeleriyle “imparatorluk merkezlerinin” dışındaki alanların politikasında, göçerliğin etkin bir rol oynadığı öne sürülüyor… İmparatorluk yazarları açısından, göçerlik politik düzeyde, üzerinden atlanamayacak kadar belirgin etkili ve çok yönlü bir fenomen olarak tasarlanıyor.

I. Wallerstein da, benzeri bir vurguyla, göçmenlerin önümüzdeki süreçte Kuzey ve Batı ülkelerinde, politik açıdan önemini öngörmekle birlikte “sistem karşıtı hareket”in potansiyel sorunlarına ve göçmenlik ile ilgili tutumların belirsizliğine dikkat çekiyor.

Sorunsalı belirleyen Wallerstein, “izinsiz göç günümüz dünyasının süregiden ve alanını genişleten bir gerçeğidir” saptamasının ardından, politik düzeyde konumlananları sıralarken, sağ kanat hareketlerin ırkçı demagojileri odak noktası olarak kullanan yapıların ve buna karşı ‘sistem karşıtı hareket’in militanlarının konumunu soruyor ve yanıtlıyor: “Kuzeydekiler, esas olarak, ırkçılıkla savaşmak ve izinli ya da izinsiz göçün kuzeyde yarattığı sosyo-politik sonuçlar üzerine yoğunlaşıyorlar: göçmenlerin insan hakları, oy hakları vb…” Ancak bu eksenin yeni sorunlar çıkardığı kanaatini ifade ediyor Wallerstein; dünya vatandaşlığı, sınırsız hareket serbestisi sloganlarıyla oluşan yeni militan tutumun sorunlar taşıdığı ve netliği vermediği görüşünde. Diğer yandan göçmenlerin göç ettikleri coğrafyalardaki ‘sistem karşıtı hareket’lerin de benzer sorunlarla uğraşmak zorunda olduğu sonucuna varıyor. Negri ve Hardt’la birleştiği noktada Wallerstein da göçün politik bir gündem olduğu ve gelecekte göçten kaynaklı politik sonuçların uç vererek sistemi sıkıştıracağını belirtiyor.[7]

Göçün ve göçmenliğin günümüzde aldığı şekli ve geleceğe yönelik gelişim ivmesinin de artarak devam edeceğini söyleyen Wallerstein, “göçmenler kapitalist dünya ekonomisinin artık beşyüz yıldır ayrılmaz bir özelliği haline gelmiştir elbette. Gelgelelim üç şey değişmiştir: Birincisi süreci çok daha kolay hale getiren küresel ulaştırma teknolojileri; ikincisi, küresel itişi çok daha yoğun hale getiren küresel ekonomik ve demografik kutuplaşmanın yaygınlığı; üçüncüsü ise, zengin devletlerin akıntıya direnme yeteneklerini tahrip eden demokratik ideolojinin yaygınlaşması”[8] ifadeleriyle sorunu daha dikkat çekici hale getiriyor.

Teori ve Politika sayfalarında Kayaoğlu da konuyu tereddütsüz “göçü dünyanın yeni resminin temel figürlerinden biri…” şeklinde seçikleştiriyor. Kuzey ve Batı nüfuslarındaki dönüşümün hızlanarak süreceği, dolayısıyla bu nüfus dönüşümünde yaşlı emperyal merkezlerin çalışabilir emek gücü ihtiyaçlarının artacağı öngörüsü, Güney ve Doğu ülkelerindeki emek gücü fazlasıyla emperyalist metropollerdeki emek açığının kapatılacağı belirlemesiyle birlikte anlam kazanıyor.[9] Göçmenlerin maddi motivasyonu olarak bu koşulların artarak devam edeceği ifade ediliyor. Sonuçta, “Dünyanın temel çelişkilerinden biri göç hareketini doğuran, onun onun doğurduğu sorunlarda yatıyor…”[10]

Proletarya

Marksist teorik-politik konum, özneleri ancak mücadele eden aktif ezilen kitleler içinde, politik faaliyet alanında görür. Bu öznelerin konumu, an’a, politik konjonktüre, müdahalelerinde belirginleşir. Bu ayrımla, tarih aşırı özneyle, tarihsel özne arasında temel açıdan bir ayrım yoktur. Kategorik olarak denk olan insan özne ile sınıf özne politikanın öznesinin karşısında her daim hazır ve nazır olarak kurulu çıkartılırlar. Konjonktürde bulunan politika ve politikanın taşıyıcılarıyla oluşan özneleşme ile bilimsel düzeyde yer alan sınıf arasında bir bağlantı kurulamaz. Dolayısıyla sınıf politikası gibi bir argümanın temel dayanağı düzeyler arasındaki kısa devredir. Proletaryanın da bu anlamda “tarihsel bir özne”  olarak ele alınan işçi sınıfının politikadaki adı olması üzerine çalışılmıştır. Proletaryayı teorik-politik bir kavram olarak ele almak uygundur. Marx ve Engels’in metinlerinde ve daha sonraları çoğunlukla işçi sınıfıyla özdeş kullanılsa da bu tür kullanımlarında dahi politik göndergeler taşır.[11] Proletarya kavramının Roma hukukundan devralınışı da politik göndergesi üzerinde durmayı gerektirir.

19. yüzyıl atmosferinde, bilimsel düzeyde teknik bir kavram olarak ‘işçi sınıfı’ ile teorik-politik düzeyin kavramı olan “proletarya” örtüşmüştür. 19. yüzyılın ezilen kitlelerinin politik özneleşmeleri deyince akla gelen en temel toplumsal kesim işçi yığınlarının olduğu ve işçi yığınlarının kitlesel eylemi olarak yaşam bulduğu kesindir. Marksizmin kurucularının teorilerini oluşturduğu tarihsel dönemde Marksizme daha sonraları “işçi sınıfının” her konjonktürde politik özne olarak proletarya işlevini taşıdığı, politik mücadelelerde “işçi sınıfının”, “işçilerin” ayrıcalıklı yeri olduğu, geleceği ancak politik mücadelelerle işçilerin kuracağı şeklindeki belirlemeler esas alındı. Felsefi-ideolojik temelli “işçi sınıfının”, kendinde bilince sahip bir sınıf olduğu ve politik eylemiyle “kendisi için” sınıf haline geleceği temel alındı. 19. yüzyılın politik atmosferi ve tarih biliminin iktisat disiplininin belirlemeleri Marksizm içinde uzun erimli tartışmaların önünü açtı; işçicilik, dar-Marksizm anlayışları Marksizmin egemen yorumu olurken Marksizm dışına çıkmış yaklaşımların da saldırı hedefi olarak tarih biliminin egemen yorumu haline geldi. Bilimin kavramsal yapısıyla, politikanın akışkanlığı arasında kısa devreler oluştu, konjonktürde işçi sınıfı arandı. İşçilerin varlığının görülmediği politik eylemler, devrimler, toplumsal pratikler kuraldan sapma, Marksizm dışı yaftasıyla cezalandırıldı. Proletarya kavramı bu anlamda politik düzeyde daha kapsayıcı ve teorik-politik olanaklar sunan şekilde ele alınabilir.

İşçi sınıfı-proletarya ayrımı kimi soruları da ortaya atıyor. Proletarya ele avuca gelmez, tanımlanamaz bir politik öznellik midir? Her konjonktürde ezilenlerin aktif politik pratiğini taşıyan yığınlar genel olarak proletarya olarak mı adlandırılır? Proletaryanın politik faaliyetteki belirleyiciliği ve bileşenleri nelerdir? Konjonktürde belirginleşen politik özne olarak proletaryanın genel ezilen kitlesinden ayrılan yönü nedir?

Roma hukuku ‘proletarya’ kavramını “sayılmaya layık olmayanlar”a verilen ad olarak ele alıyordu. Marx’ın ise ‘proleter yaşam koşulları’ ‘mülkiyetten özgürlük’, ‘zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar’ diye ifade ettiği, emeğin kendinin yeniden üretimini kıt kanaat sağlayabilenlerin maddi yaşam koşullarını vurguladığını izleyebiliriz. Bunun politikaya yansıması ‘adsızların adı’ olan proletaryadır. Ancak Marksizm ‘proletarya’ kavramını bu düzeyde bırakmamış, aynı zamanda kurucu politikanın bir öznesi haline getirmiştir. Devrimci ‘proletarya’ devrim konjonktüründe yıkıcı politik faaliyeti taşırken aynı zamanda siyasal iktidarın ele geçirildiği koşullarda kurucu politikanın da bir taşıyıcısıdır. Proletarya diktatörlüğü kavramı bu kurucu bedenin sahasıdır.[12]

Proletaryayı özneleşen diğer ezilen kesimlerinden ayırmak için dört öğe belirleyebiliriz.

Yaşam koşulları. ‘Proleter’ sıfatıyla ifade edilen yaşam koşulları üretim sürecine bağlı toplumsal yaşamı belirten bir öğedir. Esas olarak, ezilenlerin kendi çokluklarını üretmek dışında toplumsal üretimden pay almayan kesiminin maddi yaşam koşullarıdır ‘proleter yaşam koşulları’. İşçi sınıfının bilimsel tanımlaması ile yaşam koşulları üzerinden tanımlanan proletarya yakınlıklar gösterir. Yaşam koşulları diğer yönden yoksunluğu da taşır. Yoksunluk bir toplumsal durum belirlemesidir, şiddete maruz kalmayı, aşağılanmayı, yok sayılmayı ifade eder. Yaşam koşulları bu anlamlarıyla egemenler karşısında çok boyutlu bir ezilenler kitlesini ifade edebilir.

Özneleşme. Politika ‘an’da beliren özneler aracılığıyla ve özneler tarafından yapılır. Proletarya tarih içine gizli, her daim hazır ve nazır bekleyen, fırsat kollayan pusudaki özne değildir. Egemenlere karşı ezilenlerin verdiği eylemli mücadelede adlanır, konum kazanır, şekillenir.

Yıkıcı politika. Belirli bir an’da seçikleşen-özneleşen- ezilenlerin mevcut toplumsal formasyona yönelik politik-pratik duruşlarının direkt ya da dolaylı yollardan egemenlerin siyasal iktidarına-devlete ve mevcut toplumsal ilişkilere yönelik şiddet içeren politik aktivitesidir.

Kurucu politika. Belirli bir an’da seçikleşen-özneleşen-ezilenlerin mevcut toplumsal formasyona yönelik politik-pratik duruşlarıyla birlikte alternatif toplumsal oluşumları üretme potansiyelini taşıyarak iktidarı ele geçirip karşı iktidar kurabilme amacına yönelik politik aktivite ile birlikte mevcut siyasal iktidara eleştirel, düzenleyici müdahalelerin toplamını kapsar.[13]

Proletarya = Maddi yaşam koşulları + özneleşme + yıkıcı politika + kurucu politika.

Ezilenlerin her politik özneleşmesi ‘proletarya’yı kavramsal olarak vermez. Farklı ezilen kesimler, farklı konjonktürlerde, farklı politika pratiğine girer ve politik düzlemde farklı roller oynarlar. Kadınlar, çevreciler, göçmenler, ezilen uluslar, işçiler, köylüler vs. diye devam edebileceğimiz ezilen kesimlerin politik ifadeleri egemenlerle politik düzeyde karşı karşıya gelir. Kimi zaman tüm bu öznellikler ortak güdülerle politik düzeyde bir araya gelip ortak hedefe yönelik politik eylemde birleşir, ya da özel gündemler doğrultusunda ayrışır. Proleter özneleşme tüm bu özellikleriyle politik pratiğin seçik, ayırt edilebilir öznelliğidir. Ortaya çıktığı konjonktürün politik niteliğiyle ilgili olarak görülmemesi, ayırt edilememesi olanaksızdır…

Zizek, ‘özgürlük’ olarak ele aldığı proleter yaşam koşullarının mülkiyetten azadeliğini varoşları değerlendirirken, maddi yaşam koşullarının diğer birçok bağı da gevşettiğini ifade ediyor. “Bu insanların birçok özelliğinin eski Marksist tanım içinde proleter devrimci sınıfla ne kadar benzerlik taşıdığını görmek son derece şaşırtıcıdır. Varoşlarda yaşayanlar klasik proletaryadan da fazla olmak üzere sözün çifte anlamıyla özgürdür. Zira hem bütün o önemli bağlardan ‘kurtulmuşlardır’, hem de devlet ve polis düzenlemelerinin dışında özgür bir mekanda hayat sürmektedirler. Geniş bir kolektif oluşturan bu insanlar, bir tür birlikte olma hali yaratmaları gereken bir duruma sürüklenmiş ve aynı zamanda her türlü etnik ve dini gelenekten yoksundurlar.”[14] Proletaryanın bu yeni görüntüsü eski toplumsal aidiyetlerin yitimiyle yeni bir kolektif aidiyetin politik figür olarak belirmesini getiriyor, Zizek değerlendirmesiyle.

“… Emekleri kapitalist üretim ve yeniden üretim biçimleri tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan herkesi kapsayan geniş bir kategori…”[15] olarak sınırları çizilen proletarya İmparatorluk yazarlarınca ‘işçi sınıfıyla’ eş anlamlı olarak kullanılmıştır. ‘İşçi sınıfının’ bilim tarafından yapılan tanımlaması deforme edilerek bir genişlemeye uğratılmıştır. Hardt ve Negri Marksizmin işçici eğilimleriyle hesaplaşırken politikanın lehine bilimi parçalama eğilimindedir. Açıkçası ‘proletarya’ kavramına ihtiyaç duymazlar, çokluk kavramıyla toplumsal pratiği anlamlandırırlar. ‘Proletarya’ kavramı da ancak geçmişten gelen bir mirasa dönüşür.

“Proleterleşme yanlışın evrenselleştirici bir öznesinin adıdır. O bir politik özneleşme tarzının adı olarak iş görmüştür. Politikada özneler sabit ve istikrarlı bedenlere sahip değildir, onlar kendilerine özgü anları, yerleri, belirişleri olan ve ilişkiye sokacak ve … olana yer verecek … argümanlar ve gösterimler icat etmek gibi özel bir role sahip, dalgalanıp çalkalanan fail(ler)dir.”[16] Bir fail olarak proletarya ortaya çıktığı konjonktürü kuşatır, damgasını vurur, kurucu ve yıkıcı bir eylemsellik sunar.

İç Barbarlar

Roma’nın proleterleri ve barbarları vardı. Ancak barbarlar ne kadar Roma’da olsalar da onlara Roma’nın barbarları demek ancak Roma’ya yönelik eylemlerinden kaynaklı olarak kabul edilebilir. Proleterler kendi çokluklarından başka bir şey üretmemekle politik düzlemin yoklarıyken, ‘barbarlar’ dışarılıklarıyla ve içeriye yönelik akınlarıyla var kılıyorlardı kendilerini. Şiddetleri onları gözardı etmenin olanağını yok ediyordu. Barbarların varlığı akıttıkları kanla özdeşti.

Bugün egemenlerin hegemonyası tüm politik alanda ve toplumsal yaşamda hissediliyor. Beklenen çöküş gerçekleşmedi. Krizler sistemin kendini yeniden yapılandırmasını ve uyum kabiliyetini açığa çıkardı. Emperyalist hegemonya küresel bir içerilik yarattı. “Dünyanın bütün ezilenleri barbarlar ve asiler olarak ikiye ayrıldı. Ezilenler arasında aşılması gereken bir hiyerarşi oluştu.”[17] Eskinin proleterleri kurucu ve yıkıcı politikanın  özneleri, yeni sürecin istikrar unsurları, katlanılabilir muhalifleri, asileri haline dönüştü. Barbarlar ise ‘imparatorluğun merkezinde’ yaşamayanlardan oluşan ‘sınırdaki iç barbarlar ile merkezde göçmen olarak hayatını sürdüren, emek gücü akışkanlığının ürünü olan ‘içerdeki iç barbarlar olarak ikiye ayrılabilir.[18]

‘İçerideki’ iç-barbarlık nitelemesinin taşıdığı bir anlam da egemenlerin hegemonyasının hissedildiği dönemlerde “kurucu politika”nın taşıyıcısı olan ezilenlerin bir kesiminin egemen politik gündeme eklemlenmesi ile oluşan konjonktürel boşlukla ilgilidir. Egemenlerin hegemonyası altında ezilenlerin politik alternatifi ya egemenlere eklemlenmek, yani “kurucu politika” paradigması, ya da ‘yıkıcı politika’ yani istikrarsızlaştırıcı, tahrip edici eylemdir. Kurucu politika taşıyıcılarının sistem tarafından içerilmesi –en azından katlanılabilir düzeye indirilmesi- yıkıcı politikanın emperyalist metropollerde yeni bir özneleşme olanağı yakalamasına, göçmenlerle ilişkiye geçmesine zemin yarattı. Barbarlığın tarihsel ediminin projeksiyonu altında bu yıkıcı tahrip edici yön metropollerdeki göçmenlerin ‘içerideki’ iç-barbarlaşma sürecini anlatır. Ezilenlerin metropol coğrafyalarda ‘içerideki’ iç-barbarlar olarak giriştikleri eylem içerdedir ancak egemenler tarafından içerilmezler.

La-Haine

27 Ekim 2005’te Paris’in kuzey-doğusundaki Clichy-Saus-Bors’te 15 yaşındaki iki göçmenin polisten kaçarken öldüğü, bir göçmenin yaralandığı olaydan sonra ortaya çıkan ve farklı alanlara yayılıp yaşlı kıta egemenlerinde bir panik havası oluşturan eylemlilikler gözleri göçmenlere çevirdi. Biliyoruz ki tek tek olaylardan genel politik sonuçlar çıkarmak riskli bir yöntemdir. Ancak göçmenlerin –‘içerideki iç-barbarların- bir tür politika taşıyıcısı olarak vurgulanması bu tekil eylemleriyle sınırlı değildir. Ayaklanma ancak olabilecek olanın an’da hayat bulmasıdır.

“Eski metropollerde sömürge kökenli nüfusun giderek artan meşru varlığından dolayı (göçmenler) Avrupa günlük yaşamının temel konusudur…”[19][20] Bir dönemin sömürge nüfusu akınlar halinde metropollere yığılmaktadır. Sırf bu nüfusun geldiği coğrafyalar göz önünde bulundurulduğunda dahi ortada politik çatışmanın nüveleri bulunabilir. Sömürgenin metropollere taşınması, sömürenin sömürge üzerindeki tahakkümünün metropol merkezine taşınması anlamını da beraberinde getirir. Fransa’daki deyişiyle banliyölerde yaşanan bu yığın halindeki ‘içerdeki’ iç-barbarlar her gün şehir merkezine akın ederler ve akşam banliyölerine geri dönerler. Bir metropol sakininin hakkında hiçbir fikri olmadığı, hatta yaklaşmamak için yeterince yargısının olduğu mekanlarda yaşarlar. Mekansal ayırma, mekan boyutunu aşan toplumsal bir ayrılmadır. Metropol merkezlerinde koloniler kurulmuştur.

Göçmen işçiden yabancıya, oradan göçmene evrilmiş adlandırmalarla ‘içerideki’ iç-barbarlar metropollerde bir ırkçılığa tabi tutulur. Temel söylemi “işimi alan yabancı” (bu arada belirtilmeli Fransa Avrupa kıtasının en yoğun işsizlik problemini çeken ülkedir. İşsizlik oranları yüzde 10’a yakındır) olarak ortaya konan bu yeni-ırkçılık ‘ırksız ırkçılık’ çerçevesi içinde yer alır. “Baskın teması biyolojik soyaçekim değil, kültürel farklılıkların aşılmazlığı olan bir ırkçılık, ilk bakışta bazı grup ya da halkların diğerine üstünlüğü değil ‘sadece’ sınırların kaldırılmasının sakıncasını, hayat tarzının ve geleneklerin bağdaşmazlığını savunan böyle bir ırkçılık haklılıkla farkçı-ırkçılık olarak adlandırabiliriz.”[21] Popüler deyişle ‘ötekileşmeye’ tabi tutulan ‘içerideki’ iç-barbarlar tüm metropol sakinleri için tek bedene sahiptir; o kara derilidir, Magriplidir, Araptır, Türktür, çoğunlukla suçludur, pis işleri yapandır, sonuçta buraya ait olmayan dışarıdan olandır. Metropolde ne kadar süredir yaşadığı, doğup büyüdüğü yerde olmasının önemi yoktur bu ayrımda. Metropol sakini açısından o ait olmadığı yerdedir, bir geçicidir…

Yanan sokakların açtığı bir tartışma da ‘içerdeki’ iç-barbarların sınıf niteliğidir. Proleter yaşam koşullarında yaşayan, ağırlıkla işçi sınıfına tabi olan, önemli bir kısmı işsizlikle boğuşmak zorunda kalan, ülkelerini terk edip gelmiş bir yığını oluşturur ‘içerideki’ iç-barbarlar. Hem çalışma koşulları açısından hem de politik konumlanışlarıyla metropollerin yerleşik işçileriyle aralarında önemli ayrımlar mevcuttur. Metropollerin yerli işçileri politik olarak göçmen kitlesinin konumlanışıyla aynı düzlemde bulunmuyor. Irkçılığın adı geçen yeni türü yerli işçilerle göçmenler arasında, sınıf aidiyetlerinin ortak yapısının politikaya taşınması açısından kısa dönemde aşılmaz görülen engellere dönüşüyor. Alayoğlu’nun belirttiği gibi bir zamanların iç barbarları şimdinin asileri olabiliyor ve dünya çapında asilerden farklı olarak bir iç barbarlaşma yaşanıyor. Bu iç barbarların karakteristiğini yıkıcılık olarak vurgulamak gerek.

Paris’teki ezilen pratiğinin anlamını “isyanımız kinimizden büyük ve biz sadece ateşle kendimizi ifade edebiliyoruz” sözleriyle bir eylemci oldukça net ifade ediyor. Paris banliyölerindeki iç barbarların vatandaşlık bağı ile metropol ülkeye bağlı olması ya da kaç kuşaktır metropolde yaşıyor oluşu eylemliliğin ifadesi yanında anlamını yitiriyor. Benzer politik eylemlerin yaşlı kıtayı sarma potansiyeli iç barbarların ateşle özneleşmesini de beraberinde getiriyor. Yaşlarının genç olması, işsiz, suçlu, baldırı çıplak, Arap, Magripli, karaderili olmaları, onlara ateşin bir beden vermesi  önünde engel değil. Görmezden gelinmenin, varlıklarının yok sayılmasının yerine eylemlerinin şiddetiyle görünür kılınıyorlar, ateşle var oluyorlar.

‘İçerideki’ iç-barbarların politik düzlemde belirginleşmesinin aracı yıkıcı politika oluyor. Steril, saf, uygarlık sınırlarında bir politik pratik aranması beyhudedir. Barbarların yıkıcılığı banliyödeki araçları ayırmaz, tıpkı kamu binalarını ayırmadığı, okulları da tutuşturduğu gibi. Şiddet pratiği içindeki hedefler pratiğin öznelerince yeterince seçiktir. Modern medeniyet aklı, kaldırımlar, okullar yanarken görüş menziline ancak giren barbarlıkla dehşete kapılıyor. Yoksulların ve yoksunların hiç ulaşamayacağı mekana, medeniyete kin kusması olarak kınayıcılıkla iç içe geçmiş bir hoşgörü sergiliyor yıkıcılığa en fazla ama kendisine dışsal olanın sınırlarını çizmede de olabildiğince hevesli, kendisinden akıl isteyenin bulunmadığının bile farkında değil… Medeni aklın taşıyıcısının ufkunun sınırı ve ezberindeki “steril politika” anlayışı izin vermez yıkıcılığa ve ‘sadece ateşle kendini ifade etmeye”… Entegrasyon projeleri çıkarılır dosyalardan, vatandaşlık bağları akla gelir, soldan sınıf kardeşliği dillendirilir, proleter öncünün beklenmesi salık verilir. Barbarlığın yaktığı ateşe karşı medeniyetin itfaiyeciliği rolü ele alınır. İç barbarların yıkıcılığı karşısında alınan ideolojik-politik tutum, ayrımlar da çizer pratik-politik yaklaşımlar arasında; ezilenlerin tüm diğer pratik konumlanışlarında çektiği ayrımlar gibi. Ve görünen o ki, bundan sonra da ayrımlar çekmeye devam edecek ezilenler..

 



[1] “Sınırdaki” ve “içerdeki” iç barbar belirlemesi A. Osman Alayoğlu’na aittir ve yazı boyunca takip edilecektir. “Dünya çapında bir varlık olarak kapitalizmin, tekelci emperyalizm ile imparatorluk tanımlamalarına içkin, birbiriyle bağlantılı iki temel özelliğinden bahsedebiliriz: Merkezileşme ve içselleşme. Bu durum ‘haklı savaşlar’ (iç savaşlar), savaşlar çıkarabilecek çelişkiler yaşamayan bütünleşmiş emperyalistler, ‘eski’ ve ‘yeni’ asiler ile ‘sınırlardaki’ ve ‘içerideki’ iç barbarları yaratıyor”. A.O. Alayoğlu, “Barbarlar ve Asiler: Yeni Dünyanın Keşfi”, Teori ve Politika 26, Bahar 2002, s.62.

[2] A. Negri ile Söyleşi, Cosmopolitik, S.3, İlkbahar – Yaz 2002.

[3] A. Negri, “İmparatorluk ve Çokluk: Küreselleşmenin Yeni Düzeni Üzerine Bir Diyalog”, Çev.: Sinem Özer, Conatus, Sayı 2, Temmuz-Ekim 2004.

[4] A. Negri, M.Hardt, İmparatorluk, Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., İstanbul 2001, s. 399.

[5] A.g.e., s.227

[6] A.g.e., s.369.

[7] C. Arrighi, T.K. Hopking, İ. Wallerstein, Sistem Karşıtı Hareket, Çev.: B. Somay, S. Sökmen, C. Kanat, Metis Yay., İstanbul 1995, s.137.

[8] Wallertein’den aktaran M. Kayaoğlu, “Bitimsiz Mücadele Kesintisiz Devrimcilik”, Teori ve Politika/26, Bahar 2002, s.33.

[9] A.g.e., s.33.

[10] A.g.e., s.33.

[11] Marksist klasiklerde “proleterleşme süreci” olarak geçen ifadeler mevcuttur. Ekonomik proleterleşme, toplumsal proleterleşme ve politik proleterleşme diye ayrım yapabiliriz. Marx, Kapital’in birinci cildinde özellikle üretici güçlerin gelişmesini betimlediği, “Makine ve büyük sanayi”, “Sermaye Birikimi” gibi bölümlerde henüz “işçi sınıfı” olarak teorik tanıma girmeyen ama maddi yaşamda proleter koşulları taşıyan yığınların durumunu anlatır. İngiltere örneğini oldukça zengin betimler. Bu ayrımlarda politik proleterleşme kavramı, proleter kavramının merkezi olarak ele alınacaktır. Diğer ayrım noktaları sınıf kavramının içinde kendini bulur.

[12] Marksizmin bilim bileşeninin bir kavramı olarak ‘proletarya diktatörlüğü’, politika bileşeninin teorik kavramı olarak ‘proleter öznelliğe’ direkt bir geçiş olanağı sağlamaz ise de bir çağrışım verir. Kısa devre riskini taşımakla birlikte özgün bir iktidar tarzı olarak ‘proletarya diktatörlüğü’nün kuruculuğu ile politikadaki kuruculuk arasında bir iletişim sağlanabilir.

[13] Kurucu ve yıkıcı politika ayrımları, devrimci ve reformcu politik pratiği de verir. Yıkıcı politika yoksunluğu, eleştirel sınırlar içinde kalma, sistem tarafından verili hukuksal normatifliğin içine sıkışarak yapılan politik pratik reformizm olarak ele alınabilir. Yıkıcı politika ise sisteme yönelik taarruzları nedeniyle devrimci politika pratiğidir.

[14] S. Zizek, “Varoşların Özgür Dünyası”, Birgün, 9 Kasım 2005.

[15] A. Negri-M. Hardt, a.g.e., s.77.

[16] J. Ranciere, Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe, Çev. Hakkı Hünler, Aralık Yay., İzmir 2005, s.125.

[17] Alayoğlu, a.g.e., s.64.

[18] A.g.e., s.68.

[19] Türkiye’de 1996’da Protesto adıyla gösterilen ‘Nefret’ 1995 yapımı Kossovitz filmidir. Paris banliyölerinin Kasım 2005 yıkıcılığının erken bir habercisi gibidir film.

[20] S. Maraorde, “Hareket Halindeki Vatandaşlık”, Çev. Dilek Oğuz, Conatus/3, s.3.

[21] E. Balibar, I. Wallerstein, Irk, Ulus, Sınıf, Belirsiz Kimlikler İçinde, E. Balibar, Bir Yeni ırkçılık Var mı?, Çev. Nazlı Ökten, Metis Yay., İstanbul 1995, s.30.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar