Ana SayfaArşivSayı 34Devrimci Politika Oluşturma Girişimleri ve Post-Modern Alternatif

Devrimci Politika Oluşturma Girişimleri ve Post-Modern Alternatif

 

1) Postmodernizm: Bir vazgeçiş ideolojisi mi?

John W. Murphy, Postmodern Sosyal Analiz adlı çalışmasının başlarında, modern felsefenin ve bilimin amacını “hakikatin keşfi”[1] olarak tanımlar. Bir çatı kavram olarak içeriği çeşitli biçimlerde doldurulabilecek postmodernizmin en kısa yoldan anlaşılması için Murpy’nin modern bilime ve felsefeye dair yaptığı kısa ve net açıklama yeterli bir kalkış noktası olarak kullanılabilir. En genel ifadeyle modernizme karşı en önemli isyan hareketi olarak tanımlanabilecek post-modernizm, modernist ya da modernizme yakın düşünce akımlarını kimi zaman radikal bir tarzda reddederek, kimi zaman bu akımlara derin bir şüpheyle yaklaşarak ve kimi zaman da bu akımları alaya alarak işe başlar. Terry Eagleton’ın postmodernizmle ilgili ortaya koyduğu “Klasik hakikat, akıl, kimlik ve nesnellik nosyonlarından, evrensel ilerleme ya da kurtuluş fikrinden, bilimsel açıklamanın başvurabileceği tekil çerçeveler, büyük anlatılar ya da nihai zeminlerden kuşku duyan bir düşünce tarzıdır”[2] şeklindeki görüş, önemli ölçüde açıklayıcı ve toparlayıcı bir niteliğe sahiptir.

Eagleton, temel kavramlardan hareketle yaptığı bu tanımla postmodernizmi reaksiyoner bir çerçeveye oturttuğunun farkındadır. O nedenle tanımı yaptığı paragrafın hemen devamında postmodernizmi ortaya çıkaran maddi koşullardan da okuyucuyu haberdar eder: “Buna göre, söz konusu görme tarzı [postmodernizm] Batı’da kapitalizmin yeni bir biçimini doğuran tarihsel bir değişikliğin ürünüdür. Hizmet, finans ve enformasyon sanayilerinin geleneksel imalat sanayisi karşısında zafer kazandığı ve klasik sınıf politikasının yerini dağınık bir ‘kimlik politikaları’ öbeğine bıraktığı teknoloji, tüketimcilik ve kültür sanayisinin geçici, merkezsizleşmiş dünyasını doğuran yeni bir kapitalizm biçimi.”[3] Eagleton’ın pek ilgili olduğu söylenemeyecek bu görüş, Baudrillard ve Lyotard gibi postmodernlerin çıkış noktalarını oluşturur. Onlara göre, bilgisayar teknolojileri ve medya, yeni bilgi biçimleri ve toplumsal ekonomik sistemdeki değişimler, postmodernitenin kurucu öğeleridir.

Postmodernizmle ilgili farklı bir görüş de Jameson ve Harvey gibi Marksizmle ilgilerini sürdürme ısrarında olan teorisyenlerden gelmiştir. Batı’daki bu yeni eğilime kapıyı tümüyle kapatmış olmasalar bile Jameson ve Harvey’in postmodernizmle ilgili düşüncelerinin pek de iyimser olduğu söylenemez. Onlar için postmodernizm, “Sermayenin dünya çapında daha yüksek bir derecede nüfuz sağlaması ve homojenleşmesinin damgasını taşıyan kapitalizmin daha yüksek bir aşamasının sonucudur.”[4]

Postmodernizmle ilgili yapılan tüm tanımlamaların ve oluşturulan tüm zeminlerin belirli ölçülerde haklılık payları vardır. Ancak tüm bu tanımlama girişimlerine, kavramı ortaya çıkaran siyasal atmosferin etkisini katmamak eksik bir yaklaşım olacaktır. Eagleton, tam da bu nedenle çalışmasının hemen başında okuyucuya, “Kesin bir yenilgiden muzdarip radikal bir hareketi gözünüzde canlandırın”[5] çağrısı yapar.

Yeni bir arayış olarak göze çarpan postmodern görüşleri doğuran 1960’lı yılların siyasal zemini, başta Marksistler olmak üzere radikal entelektüellerin hemen hemen tümünü bir hesaplaşmayla karşı karşıya bıraktı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan politik resesyon, ivmesi hızla düşen işçi hareketleri ve devrimci mücadelelerin Avrupa’dan hiç olmadığı kadar hızla uzaklaştığının hissedilmesi, başta Sovyetler Birliği olmak üzere devrimlerini gerçekleştirmiş ülkelerde bir türlü bitmeyen sorunlar ve bunun peşinden gelen kitlesel hayal kırıklıkları söz konusu hesaplaşmanın ortak zemini haline geldi. Devrimler tam anlamıyla bir kilitlenme yaşıyordu. 2. Dünya Savaşı sınırları sabitlemiş, devrimlerle iş başına gelen hükümetleri de, burjuva devletlerini de kendi sınırları ve sorunları içine adeta hapsetmişti. 1968 olayları ise yeni marjinal toplumsal grupları sahneye çıkarırken, işçi hareketlerini ve geleneksel komünist partileri önemli ölçüde bu kalkışmaların dışında bıraktı. Geçici yenilgi ve dağılma dönemleri dışında hücuma dönük siyasal mücadele tarzını alışkanlık haline getirmiş Batı Marksizmi, ciddi bir krizle karşı karşıya kaldığının farkına varmıştı.

Teknolojik gelişmeler ve sosyo-ekonomik değişimler Avrupalı radikal entelektüeller tarafından başlatılan tartışmaların gerekçesiymiş gibi sunulsa da, asıl sorun bu değişimlerle yakın ya da uzak bağlantılara sahip siyasal alanda yaşanan krizler ve sıkıntılardır. 2. Enternasyonal ve 1. Dünya Savaşı yıllarında patlak veren krizin bir benzeri, şimdi çok daha kapsamlı bir şekilde Marksist hareketin kapısını çalmaya başlamıştır. Ne var ki, bu sefer her krizin gerçek çözücüsü olan pratik mücadele, herhangi bir odak yaratamayacak kadar zayıf, tarafları ciddi savrulmalarla yüz yüze bırakacak kadar güçsüzdü. Tartışmaların odağında ise, 2. Enternasyonal’den farklı olarak yeni dönemin kapitalizmini anlamak ve yeni politik stratejiler ortaya koymaktan daha çok, Marksizmin kaynaklarına inmeyi zorlayan daha geniş ve kapsamlı sorunlar duruyordu.

19. yüzyılın sonlarında, bir tarafında Bernstein’ın, diğer tarafında Kautsky ve Rosa Luxemburg gibi politik önderlerin bulunduğu tekelci kapitalizmle ilgili yapılan tartışmalar Marksist hareket içindeki ilk büyük ayrışmayı beraberinde getirdi. Emperyalizmin giderek belirginleşen bir sisteme dönüşmeye başlamasıyla, Laclau ve Mouffe’un da belirttiği gibi “sınıfın birliğinde meydana gelen yarılma”[6] Marksist kampı Bernstein’ın temsil ettiği Revizyonizm ve Kautsky’nin temsil ettiği Ortodokslar olarak ikiye böldü. Tartışmanın içeriği geçmişle ilgili bir hesaplaşmadan daha çok işçi sınıfının yapısında meydana gelen bölünmeler ve onun üzerinde şekillenecek olası politik stratejilere dayanıyordu. Bernstein karşısında Marksist teoriye daha “yakınmış” gibi görünen Kautsky, Marksist devrimcilerin de desteğini arkasına aldı.[7] Ancak Bernstein’ın ileri sürdüğü tezleri sadece reformizme yönelen boyutlarıyla ele alıp bitirmek, özellikle politika alanındaki olası verimli bir tartışmanın önünü de erkenden kapatmıştır. Post- Marksizmin iki önde gelen teorisyeni Laclau ve Mouffe’un haklı olarak bu eski tartışmaya geri dönmeleri ve revizyonizmle reformizm ya da teoriyle politika arasında otomatik bir özdeşlik kurulmasına itiraz etmeleri yerinde bir tutumdur. Bernstein, “Hareket her şey, nihai hedef hiçbir şeydir” derken, Laclau ve Mouffe’un da belirttiği gibi politikanın özgül alanına yönelik bir gönderme yapmaktadır. Bernstein’ın formülünde “nihai hedef”, Marksizmin bilimsel, teorik ve programatik yönünü ortaya koyarken, “hareket” belirli özgünlüklere ve otonom karaktere sahip politik alana dikkat çekmektedir. Politika ile teori arasındaki bu farklılık, krizlerin ve yenilgilerin geçici karakterde olduğu dönemlerde pek de üzerinde durulmasını gerektiren bir sorun olarak algılanmayabilir. Eagleton’ın ifadesiyle, “Radikal bir hareket ilerleme halindeyken, epistemolojisinin kendi pratiğiyle yakından koşullanması muhtemeldir”.[8] Eagleton’ın görüşleri biraz daha basite indirgenirse, yükseliş döneminin politikası programatik alana daha yakın dururken, hatta bu yakınlık çeşitli momentlerde özdeşliğe dönüşürken, yenilgi veya geri çekilme dönemlerinin politikası programatik düşünceye daha mesafelidir. Politika tartışmalarının, bu nedenle yenilgi dönemlerine denk gelmesi rastlantı olarak değerlen-dirilemez.

Tartışmaya ileride yeniden dönmek kaydıyla, politika alanındaki boşlukların Marksizmin her sıkıntılı döneminde yeniden gündeme geldiğini belirtmekte yarar var. Bazı postmodernistler de, bu nedenle yeni radikal stratejiler oluşturmak için 2. Enternasyonal’den bugüne süregelen politika tartışmalarına geri dönmek zorunda kalmıştır.

Tıpkı politika gibi, modernizmle Marksizm arasındaki ilişki sürekli bir polemiğin konusu olsa da son derece kapsamlı bir tarzda ilk kez modernizme özgü kavramların aşılma zorunluluğunu bir sorun olarak karşısına alan postmodernistlerin bütünüyle haksız bir konumda oldukları söylenemez. Postmodern tartışmaların, pek de homojen olmayan sonuçlarından bağımsız olarak Marksizmle modernizm arasına kalın bir sınır çekme isteği ve yönelimi Marksistler açısından son derece hayırlı bir girişimdir. Fakat Jameson gibi teorisyenlerin öne sürdüğü üzere, postmodernizme kapitalizmin nüfuz alanını genişleten bir rol biçerek, alabildiğine çeşitlilik gösteren bu akımı bir iç tartışma olmaktan çıkarmak pek de anlamlı olmayacaktır. Kaldı ki, postmodernizmin en katı savunucularından Baudrillard dahil, hemen hemen tüm postmodernlerin biyografileri de Marksizmi işaret etmektedir.

Postmodernizmi başlangıçta Marksizm içi bir tartışma olarak görmek, onun sonuçlarına yönelik itirazların daha da sağlıklı bir tarzda yapılmasını koşullandırır. Nasıl ki, Bernstein’ın revizyonist düşünceleri bir iç tartışmanın ürünüyse, postmodernlere de bu şekilde yaklaşmanın özel bir sakıncası yoktur. Sonuçları bir vazgeçişi koşullandırıyormuş görünse de, bunu sadece teorik bir yönelimle açıklamaya çalışmak yeterli olmayacaktır. Çünkü tek başına epistemolojik bir alandan politik sonuçlara varmak Bernstein örneğinde olduğu gibi eksik bir değerlendirme olacaktır. Teorinin, böylesine politik bir belirleyici gücü olduğunu varsaymak Marksist Kautsky’nin ilk ayrışmadan kısa bir süre sonra 1. Dünya Savaşı ve Bolşevik devrim karşısında devrimci safları terk etme nedenlerini açıklanamaz bir pozisyona sokacaktır. Yukarıda da belirtildiği gibi Marksizmin yaşadığı kriz, tek başına teorik alanla ilgili değildir. Politika alanında da uzun zamandır bu krizin yıkıcı etkileri devam etmektedir ve sadece postmodern teorisyenlerin sorunu olmayan savrulmaların en önemli kaynağını da burada aramak gerekir.

Dolayısıyla postmodernizmi peşinen bir savrulma veya vazgeçiş ideolojisi olarak değerlendirmek, geçen yüzyılın ikinci yarısından bu yana Marksizmin yaşadığı krize yönelik yapılan en kapsamlı tartışmalardan da yararlanmamak anlamına gelecektir. Marksistler böylesine yaygın bir iç tartışmayı ne yazık ki, farklı bir noktadan ve daha içeriden geliştirmeyi başaramamıştır. Postmodernizmin giriştiği kapsamlı tartışmaların öncelikle hakkını teslim etmek, konuya daha sağlıklı bir giriş yapmak bakımından kritik önemdedir.

2) Nihai hedefin reddi ve yeni politika tarzı

Postmodernizmin zengin incelemeleri elbette tek başına politik alanla sınırlandırılamaz. Ancak her alanda kılıç sallamak gibi bir görevin bu çalışmada yüklenilemeyeceği gerçeğinden hareketle politikaya ilişkin yaklaşımları merkeze çekerek postmodernizmle ilgili tartışmayı sürdürmekte yarar var. Politika, hem teorik ve hem de pratik haliyle sadece Marksizm için değil, postmodernizm için de belirleyici bir noktada duruyor. Önceki bölümde de belirtildiği gibi postmodernizm, “hakikat, akıl, kimlik, nesnellik, evrensel ilerleme, kurtuluş, bilimsel açıklama ve nihai zeminler” gibi birçoğu politika alanını doğrudan veya dolaylı olarak ilgilendiren nosyonları reddeder veya bunlara şüpheyle yaklaşır. Postmodernizm, bu yönüyle postyapısalcılığı kendine dayanak yaparak tezlerini oluşturma çabası içine girer. Böylece yapısalcıların yeniden tanımlamaya giriştiği bilimsel alanlar önce postyapısalcılar, arkasından da postmodernistler tarafından bozulmaya çalışılır.

Best ve Kellner’in, Derrida’nın sözleriyle ifade ettiği gibi, “Anlamın anlamı sonsuz imadır, gösterenin gösterilene sonu nereye varacağı belirsiz bir şekilde yaptığı göndermedir… Anlamın anlamının gücü, gösterilen anlama hiçbir mühlet, hiçbir duraksama tanımayan belli bir arı ve sonsuz müphemliktir…”[9] Tarih anlatısı da bu müphemliğe dahildir ve postmodernistler, teleolojik bir sorun olarak tarihin önceden belirlenmiş bir ereğe doğru ilerlediğine inanan Aydınlanmacılarla, onu bilimsel bir çerçeveye oturtmak isteyen Marx’ı aynı pozisyona çekme gayreti içindedir. Teleoloji ve bilimsellik sorunlarını aynı konum içine sürüklemek, aralarındaki dikkate değer farklılıkları yok saymak zorunluluktan belirsizliğe geçişin ön adımlarıdır. Postmodernler, politikayı değil ama “nihai hedef” kavramını reddetmek için Marksizmi bir çırpıda teleolojik bir kalıba yerleştirmek ve onu Aydınlanmanın tipik bir ekolü haline getirmek için bunu bir bakıma yapmak zorundadırlar.

Postyapısalcı ve postmodern kavramları politika teorisine uyarlamayı öneren Laclau ve Mouffe da öncelikli olarak nihai hedeften kurtularak kendi önerilerini açıklamaya girişirler. Ortak çalışmaları Hegemonya ve Sosyalist Strateji’de, sosyalist hedeflerle toplumsal faillerin üretim ilişkileri içindeki konumları arasında hiçbir mantıksal ve zorunlu ilişki olmadığını ve bunlar arasındaki eklemlenmenin dışsal ve doğal olmayan bir hareketin sonucu olduğunu savunurlar.[10] Böylece hegemonik bir güç olarak işçi sınıfının ayrıcalıklı ve merkezi konumu ortadan kaldırılarak, 1968’lerde sahneye çıkan ve 1980’lerde bir güç olarak kendini daha ısrarlı biçimlerde hissettirmeye başlayan feministler, ekolojistler, etnik gruplar, cinsel azınlıklar ve diğer tüm marjinal gruplar, aralarında hiyerarşik ya da kategorik bir ayrım gözetilmeksizin radikal ve çoğulcu bir politik mücadele stratejisi içine dahil edilmeye çalışılır. Radikal demokrasi veya liberal demokrasi kavramlarına ise daha farklı anlamlar yüklenir. Söz konusu demokrasi önerileri nihai bir hedef değil, sonsuz ve kendini sürekli üreten bir çatışmanın söylemsel olarak kendini ifade etmesidir. Eninde sonunda nihai bir çözüme varılacağına inanmak ise demokratik projeye gerekli ufku sağlamak şöyle dursun, onu tehlikeye atabilme olasılığına dahi sahiptir.

Mouffe’un ifadeleriyle, “Demokratik politika iktidar ve dışlama izlerini silmeye çalışmak yerine, yarışma alanına girebilmeleri için onları ön plana çıkarmamızı, onları görünür kılmamızı talep eder. Ve, bunun sonu olmayan bir süreç olarak tasavvur edilmesinin zorunluluğu umutsuzluk nedeni olmamalıdır, çünkü nihai hedefe ulaşma arzusu ancak politik olan’ın ortadan kaldırılışına ve demokrasinin yıkılmasına yol açabilir. Demokratik bir yönetim şeklinde, çatışmalar ve karşılaşmalar, bir kusur işareti olmak şöyle dursun, demokrasinin canlı olduğuna ve çoğulculuğu barındırdığına işaret eder.”[11]

Başlarda da belirtildiği gibi, bilimsel bir çabanın sonucu olarak sosyalizm veya nihai çözüm önerisi, Laclau ve Mouffe’ta yerini sonu gelmeyecek demokratik ittifaklara ve mücadelelere bırakırken, demokrasi kavramı da tarihsel özelliğini kaybeder. Belirli koşulların ürünü olan demokrasi ya da “politika”, bu koşulların aşılmasına aldırmadan ve yerçekimi de dahil hiçbir yasayı takmadan sonsuz bir boşluk içinde yüzer gezer bir konumda bulunur.

3) Radikal demokrasi önerisinin arka planı

Laclau, Mouffe ve diğer postmodern ya da post-Marksist teorisyenlerle bilim veya tarih tartışmasına girmenin özel bir yararı olmayacaktır. Radikal demokrasi önerisinin Mouffe ve Laclau’da kazandığı ideo-politik konumu görmek ve buna göre bir değerlendirme yapmak çok daha anlamlı olacaktır. Öncelikle söz konusu önerinin hangi siyasal koordinatlarda ve tarihsel zeminde ileri sürüldüğünü ortaya koymak önemli görünmektedir.

Mouffe’un amacı, kendisinin de hiç sakınmadan belirttiği gibi, “Politika teorisinin, var olan kilitlenmenin açılmasına ve bugünkü kötü durumumuza olanaklı bir çözüm için bazı koşulları yaratmaya hangi biçimde katkıda bulunabileceğini incelemektir.”[12] Politikanın hem teorik, hem pratik yanıyla bir açmazda olduğu veya kilitlenme yaşadığı ve bu özgün duruma ilişkin öneriler geliştirme zorunluluğu, Mouffe’la ortak bir zeminde buluşmamız için yeterlidir. Laclau ve Mouffe, Marksizmin gücünü ne kadar sınırlandırmaya çalışırsa çalışsın aslında çok kolay geçiştirilemeyecek bir iç tartışma yapmakta ve “Bu yeni politika anlayışının formüle edilmesini olanaklı kılan geleneklerden biri de Marksizm’dir”[13] diyerek bu gerçeği kendileri de aşağı yukarı teslim etmektedirler. Yine de bir iç tartışmaya girişmiş olmaları ileri sürdükleri tezleri peşinen kabullenmek veya kabullenmemek anlamına gelmeyecektir.

Marksizmin, uzun bir dönemdir gerek teorik ve gerekse politik realizasyonunda ciddi sıkıntılar yaşadığını ve bunun hiç de rastlantısal sayılmayacak bir düzeyde evrensel bir karşılığının bulunduğunu görmek gerekiyor. Batı Avrupa için yeni olmayan bu durum, özellikle Sovyetler Birliği öncülüğündeki Blok’un 1990’lı yılların başında çökmesiyle birlikte bütün dünyayı kuşatmaya başladı. 21. yüzyıl, yalnızca devrimlerin karşıdevrimlere dönüşmesini değil, Latin Amerika’da Peru, Kolombiya, El Salvador, Ortadoğu’da Filistin ve Kürdistan ve daha sonra Asya’da gelişen Nepal devrimlerinin de yarım kalmasını (veya buna ‘mahkum’ olmasını) beraberinde getirdi. Çeşitli ülkelerde toparlanmaya çalışan Marksist ya da Marksizmden etkilenmiş devrimci hareketler ise henüz etkili bir güç haline gelmeye fırsat bulamadan bu büyük yenilgiden paylarına düşeni aldı.

Devrimler ya da devrimci hareketler elbette ilk kez bir yenilgi yaşamıyorlardı. Fakat son yenilginin etkileri ve sonuçları, klasik bir yenilgi tanımını fazlasıyla aşan boyutlara sahipti. Daha önce tekil olarak gerçekleşen ve pek de kavramsal düzeyde tartışılma gereği duyulmayan yenilgiler, yeni politik ve örgütsel stratejiler geliştirmek bakımından önemli bir teorik düzey kazandı. Ne var ki, bazı entelektüel çevrelerin dışında, yenilgi, özellikle kendilerini toparlanmaya adayan ve bunu pratik ve teknik bir yaklaşıma indirgeyen politik aktörlerin gündemine yeterince girmedi. Dönemin algılanmasındaki yanlışlıklar ise devrimci hareketlerin her adımını politik bir krize dönüştürdü. Sorunlar, en fazlasıyla el yordamıyla, günlük mücadele içinde üretilen günlük çözümlerle aşılmaya çalışılırken, çoğu zaman politik gündemler karşısında ikame edilen eski tarz yöntemler yenilgiyi daha da derinleştirdi. Devrimci hareketin geçmiş yöntem ve alışkanlıklarıyla, daralma ya da örgütsel dağılmaların çok ötesinde bir bütün olarak siyasal departmanların tümüne sıçramış bu ağır yenilginin aşılması olanaksızdı.

Yenilginin geri çekilmeyi gerektirdiği eskiden beri bilinmesine rağmen, Marksist devrimcilerin bu konuda kullanabilecekleri ve üzerinde gerekli teorik çalışmaların yapıldığı başarılı geri çekilme örneklerinin pek de fazla olmadığını söylemek gerekiyor. Marksistler arasında geri çekilme yaygın olarak bir eylemsizlik momenti olarak algılanır. Oysa eylemsizlik çoğu zaman bitiştir, geri çekilme ise başlı başına bir eylem tarzıdır ve çoğu zaman hücuma dönük bir stratejiden çok daha karmaşık bir içeriğe sahiptir. Ancak Yalçın Küçük’ün de kaydettiği gibi, “Marksizm-Leninizm, ileriye yürüyüşte ve hücumda etkili bir öğretidir. Durgunlukta ve ricatta etkinliğini yitiriyor”.[14]

Doğuşundan geçen yüzyılın sonlarına kadar, son derece etkin bir savaş öğretisi olan Marksizmin siyasal yenilgisinin, Lenin’in parlamenter taktiklerde yaptığı değişiklik gibi, tek bir alanda ve tek hamlede aşılması olanaksızdır. Politikanın tüm departmanlarının yenilgiye uygun bir tarzda harekete geçirilmesi gerekiyordu. Taktiklerin esnekleştirilmesi, ittifakların ve taleplerin değişik toplumsal kesimleri kucaklayacak tarzda genişletilmesi, eylem çeşitliliğin artırılması, etnik, dinsel, cinsiyetçi ve ekolojik temelde gelişen hareketlere daha da yakın durulması dönem için yaşamsal bir önemdedir ve elbette, bu pratik açılımların teorik alanda ne anlama geldiğini göstermek ve teorinin zenginleşmesini ve geliştirilmesini sağlamak da yeni dönemin görevleri arasındadır.

İşte tam da bu noktada Mouffe ve Laclau’nun, kilitlenmeye ve bugünkü kötü duruma olanaklı bir çözüm için ortaya koydukları radikal demokrasi önerisi, yenilgi ve geri çekilmeye dönük geliştirilecek veya seçilebilecek politik strateji alternatiflerinden biri olarak ortaya çıktı. Eagleton’ın, “Radikal bir hareket ilerleme halindeyken, epistemolojisinin kendi pratiğiyle yakından koşullanması muhtemeldir” sözünü tersten okumak gerekirse, radikal bir hareket gerileme ya da yenilgi halindeyken programının kendi pratiğinden uzak görünmesi, ve politika tekniği bakımından yeni alternatiflere açıklığı, olsa olsa sağlıklı bir duruşun ifadesi olabilir. Ancak ilk anda eski iddiadan vazgeçmek şeklinde anlaşılması yüksek bir olasılık olan bu tip alternatifleri, Sosyalizmi hedefine koymuş herhangi bir devrimci hareketin kolay kolay kabul etmeyeceği de gayet anlaşılır bir gelişme olacaktır.

4) Olası bazı itiraz noktaları

Eagleton’ın ortaya koyduğu çerçevede, epistemoloji ile pratik arasındaki bağlantı, bugün de yaygın olarak başvurulan “dar-Marksizm”in Kautsky’den kalma ezberini önemli oranda silkelese de, politikayla, genelde pek değişmeden varlığını sürdüren program arasındaki bağlantılar devam etmektedir. Eagleton’da bu bağlantılar, ilerleme ya da gerileme dönemlerine göre görece bir değişiklik gösterir, ancak son çözümlemede programa bağlı olmayan özerk bir politikanın varlığını o da reddeder. Oysa gerçekte böyle bir ilişki rasyonal bir düşüncenin veya felsefi zorlamaların bir ürünüdür. Program dönem dönem politik hareketlerin teorik tartışmalarında bir rol oynayabilir, ancak sanıldığının tersine bu rolün hareket üzerindeki belirleyiciliği alabildiğine sınırlıdır, hatta çoğunlukla da politika üzerinde olumsuz bir baskılanma yaratır. Radikal demokrasi stratejisine gelebilecek ilk itiraz da bu gerçeğin gözden kaçırılmasıyla ilgilidir.

Açık ki, hem itirazın kendisi ve hem de itiraz konusu olan öneri aynı kaynaklardan, yani politika ile program arasında kurulan yanıltıcı bağlantılardan beslenir. Mouffe’un politikayla ilgili “açmazlar”ın ve “bugünkü kötü durum”un çözülmesi için ortaya koyduğu öneri, hiç de masum değildir. Radikal demokrasi, bugünün (konjonktürün) çok ötesine geçen bir öneridir ve sadece politikanın değil politikayla aynı düzleme çekilen teorinin sorunlarına da olur olmaz yumruk sallayarak sosyalist stratejiyi köreltmeyi amaçlamaktadır. Böylece politik gerekçeleri bakımından son derece güçlü görünen Laclau ve Mouffe’un önerisi, kendi sınırlarını her zorlayışta gücünü ve birleştiricilik iddiasını da kaybetmektedir. Bütün bunlara rağmen Laclau ve Mouffe’un, “Liberal demokrasiyi demokratik kapitalizmden ayırt etmenin ve onu, klasik politika felsefesi açısından bir rejim, ekonomik bir sistem ile olanaklı eklemlenmesi bir kenara bırakılarak yalnızca politik olan’ın düzeyinde tanımlanan bir politik toplum biçimi olarak anlamanın önemli olduğunu düşünüyorum”[15] sözlerinden yola çıkılarak, önerilerinin en azından etkileşim menziline çekilmesi önemlidir. Laclau ve Mouffe’un öngörüsünün ötesinde olası devrimci çatışmaları da kışkırtabilecek radikal demokrasi gibi, merkezsizleştirme düşüncesi de aynı gerekçelerle ele alınabilir. Bilimsel olarak işçi sınıfının konumunu, politika alanında da aynı şekilde kavramak Kautsky’nin düştüğü hataya bir kez daha düşmek, devrimci pratikten uzaklaşmak, kendiliğindenciliğin ve ekonomizmin batağına saplanmak anlamına gelecektir. Laclau ve Mouffe’un, Lenin’deki hegemonya sorununa geri dönmelerini bu nedenle önemsemek gerekiyor. İşçi sınıfının, diğer sınıf ve katmanlar üzerindeki hegemonya hakkını, bilimsel alandan politikaya taşımak, ekonomizmle mücadele içindeki Lenin’in üzerinden atlanamayacak bir eksikliği olarak kabul edilmesi gerekiyor. İşçi sınıfı veya diğer hiçbir sınıf politik olarak doğal bir hegemonya hakkına sahip değildir. Politik alanda, bütün sınıflar veya toplumsal tabakalar verdikleri mücadele oranında hegemonyayı hak ederler. Post-Marksistlerin gerekçelerini anlamaya dönük bu hususların, konjoktüre ilişkin olduğunu bir kez daha yinelemekte yarar var. Politika ile bilim arasındaki farklılığın tartışılmaya devam ettiği, işlerin felsefi akıl yürütmelerle çözüldüğü bir dönemde aynı hususların geleneksel Marksist çevrelerce kolayca kabul görmesinin olanakları da sınırlı görünmektedir. Ne var ki, politik açılımlara yanaşmayı reddetmekle Mouffe ve Laclau gibi post-Marksistlerin durduğu zemin arasında pek bir fark da yoktur. Her iki akım da bilim-felsefe-politika bütünlüğünün birbirine karıştığı veya reddedildiği bir alanda varlık yokluk mücadelesi vermektedir. Aralarındaki fark, post-Marksistlerin geleceğinin, diğerlerinin ise bugününün kuşatma altında olmasıdır.

 

[1] John W. Murpy, Postmodern Sosyal Analiz ve Postmodern Eleştiri, Çev.: Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları, İstanbul 2000, s.11.

[2] Terry Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, Çev.: Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1999, s.9.

[3] A.g.e., s.10.

[4] Steven Best – Douglas Kellner, Postmodern Teori, Çev.: Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998, s.16.

[5] A.g.e., s.13.

[6] Ernesto Laclau – Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, Çev.: Ahmet Kardam – Doğan Şahiner, Birikim Yayınları, İstanbul 1992, s.30.

[7] Tırnak içinde kullandığımız Marksist teoriye yakınlık sorunu, teorisyen sıfatının yanında politik önderlik gibi bir misyonu da bulunan Kautsky için geleceğiyle ilgili önemli ipuçları vermektedir. Kautsky de en az Berstein kadar işçi sınıfının yapısında meydana gelen değişimlerin farkındadır. Böylesine ciddi değişimlerin kazasız belasız atlatılması öncelikle politikanın alanına girmesine rağmen Kautsky, sorunun bu tarafıyla pek ilgilenmemektedir. Ona göre, Marksist bilimin garanti ettiği, altyapının hareket yasaları, işçi sınıfını yeniden birleştirecek ve bir özne olarak devrimin öncülüğüne taşıyacaktır. Politikayla bilim, epistemolojiyle ontolojik alanların birbirinden ayrılması zorunluluğu o dönem için henüz “erken” bir tartışma gibi görünmektedir. Ancak politik alanın özerkliğini anlama konusundaki Avrupa’daki genel birikimsizlik, Lenin ve Bolşevik devrimle birlikte kendini daha doğrudan hissettirmeye başlayacak, bununla birlikte yalpalamaların da önü alabildiğine açılacaktır.

[8] Eagleton, a.g.e., s.26.

[9] Best – Kellner, a.g.e., s.37.

[10] Laclau – Mouffe, a.g.e., s.112.

[11] Chantal Mouffe, Demokratik Paradoks, Çev.: A. Cevdet Aşkın, Epos Yayınları, Ankara 2002, s.44.

[12] A.g.e., s.19.

[13] Laclau – Mouffe, a.g.e., s.10.

[14] Yalçın Küçük, Sol Marksizm, Akış Yayıncılık, İstanbul 1998, s.238.

[15] Mouffe, a.g.e., s.29.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar