Ana SayfaKürsüPolitik Miyopluk ve Tutuculuğun Dayanılmaz Hafifliği

Politik Miyopluk ve Tutuculuğun Dayanılmaz Hafifliği

 

25 Haziran’da Teori ve Politika dergisinin internet sitesinde “Bir Ayak Bağı Olarak Kıdem Tazminatı”1 başlıklı bir makale yayınlandı ve yayınlanmasıyla beraber de ardı ardına tepkiler aldı. Tepkilerin çoğu ya işçici-sosyalizmci öncüllere dayanıyor ya da bu öncüller eleştiri sahiplerince kabul edilmese de ideolojisindeki bu dip akıntısının tetiklenmesiyle ortaya çıkan tepkilerden oluşuyordu. Ama hiçbiri yazının ana temasını yakalamakta başarılı olamamış ve kaçınılmaz bir ideolojik darlık içerisine hapsolmuştu.

Gelen tepkileri ilginç kılan ise bunlara Lenin ve onun Ne Yapmalı? kitabının eşlik etmesiydi. Tepkiler Lenin’in bu kitabını adeta şahitliğe çağırıyor ve kendi düşüncelerinin sağlamasını yapıyordu. Ama bunu yaparken ne Lenin ne de Ne Yapmalı? üzerine tarihsel bir bakış yakalayabiliyordu.

Burada ne işçici-sosyalizmci öncüller ne de Lenin ya da Ne Yapmalı? üzerine teorik bir tartışma yürütme amacı taşıyoruz. Amacımız makalenin yazarını onun adına savunmak da değil. Yapılmak istenen, makaleye yönelik tepkileri iki nokta altında toplayarak, eleştirilerin hiçbir mantıksal gidimliliğe sahip olmadığını ve bizzat kaynak gösterdikleri kitapla alakalarının olmadığını göstermektir.

Egemen sol akıl ve miyopluk

Makaleye gelen tepkilerden ilkinin işçici-sosyalizmci temelde olduğunu belirtmiştik. Buna göre yazarın ilk günahı, kıdem tazminatının kaldırılmasıyla, işçilerin yaşayacağı gelir kayıplarını umursamamasıydı. Bunun günah olduğunu söylemek ne kadar doğrudur peki? Yani komünist devrimcilerin kapitalizm içinde –ya da devrim öncesi dönemde– görevlerinden birinin işçilerin ceplerine para koymasına yardımcı olmak olduğu nerede söylenmiştir? Bu, böylesi bir düzlemde, sendikaların görevi değil midir? Kaldı ki, söz konusu yazı sendikaların bu misyonunu açık ifadelerle teslim etmektedir. Politik olmaktan köşe bucak kaçan, olmamak için uğraşan ya da buna teşne olsa bile, yapacak gücü olmayan sendikalar bunun üzerine zaten atlamazlar mı?

Kıdem tazminatı hakkına sahip olan ve bu haktan mahrum kalmamak isteyen işçilerin, sayısı ne olursa olsun, işçilerin büyük çoğunluğunun sigortasız, güvencesiz ve geçici işlerde çalıştığı ülkede, çoğunluğu oluşturamayacakları açıktır. Kıdem tazminatına sahip olmanın yanında izin, ek ödemeler, prim, ikramiye gibi sosyal devletin artık birer lükse dönüşen haklarından tamı tamına yararlanan işçilerin sayısı ne kadardır? Bunların azınlık içerisindeki azınlık olduklarını söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Tüm bu nesnel gerçekler göz önüne alındığında sol-sosyalist politik ekiplerin işçi aristokrasisine bu kadar yakın bir kesimde özne aramaları ne kadar politiktir?

Ezilenlerin sistemle bağlarının çokluğu ve bu bağların karmaşıklığı bilinmeyen bir olgu değildir. Kredi borçları, çocuk bakımı/eğitimi, mal sahibi olma dürtüsü ve en basitinden karnını doyurma ihtiyacı ezilenleri sisteme her gün bağlar ve yeniden bağlar. Bu sadece bir bağ olmaktan çıkar ve üretimin yeniden-üretilmesinin vazgeçilmez bir öğesi haline gelir. Tüm bu bağlar içerisinde kıdem tazminatını özel kılan nedir peki? Hiçbir şey. İşçinin, aldığı kredinin borcunu ödemek için çalışmak zorunda olmasıyla kıdem tazminatından olmamak için çalışmak zorunda olması arasında, politik bakımdan hiçbir kategorik fark bulunmamaktadır. Kıdem tazminatının gündem olması bunlar arasında ona konjonktürel bir öncelik verebilir; ama sadece bu kadar. Kısacası, kıdem tazminatı eylemselliğin önünde ne kadar engelse diğerleri de o kadar engeldir. Öyleyse, kıdem tazminatının bu yönünü vurgulamak için makalenin çubuğu bükmesine neden bu kadar feveran edilmektedir?

Kıdem tazminatının Türkiye’nin büyük burjuvazisi ile Sol’unu aynı noktada buluşturması ne kadar ilginç ve ne kadar da utanç vericidir! Türk burjuva sınıfları kıdem tazminatının kaldırılmasına, ellerindeki bu silahı kaybetmeme bilinciyle karşı çıkarken, Sol, Lenin-öncesi anti-politik bilinciyle işçinin midesini düşünerek burjuvadan çok daha geri bir bilinçle karşı çıkmaktadır. Nedenler bir yana, bunlar aynı dünyaların insanlarıdır. Burjuva, bu dünyanın ideolojik öznesi olmayı hak ederken, Sol, hümanist tepilerle özne-öncelikte sürünmeye devam etmektedir.

Kıdem tazminatı konusunun devletin istediği şekilde sonuçlanması durumunda işçilerin ve işçi kuşaklarının gelir kaybına uğrayacakları doğrudur. Ama tek başına bunun ne gibi bir önemi vardır? İşçinin karnının tok, sırtının pek olması onu devrimci mi yapacaktır? Tersi de geçerlidir sorunun; açlık da işçiyi otomatik olarak devrimci yapmaz.

Kuomintang’a karşı savaşan ÇKP ele geçirdiği alanlarda kurduğu kızıl üslerde birçok yenilik yapmıştır. Köylüler için okullar, temiz su, atölyeler ve para kazanmaları için farklı farklı kurumsallaşmalar… Ama tüm bunların sonucunda köylerden ÇKP’ye olan akış o kadar azalmıştır ki bizzat Mao bu kurumların yıkılmaları emrini vermiştir. Ya da İrlanda ulusal mücadelesini önce eleştiren sonra ise sahiplenen Marx, İngiliz işçilerinin sömürgecilikten elde ettikleri ulufelerin kesilmesini savunmuştur. Böyle yapmışlardır, çünkü ne Marx ne de Mao birer ideologdu; onlar konjonktürden ve politikadan bağımsız düşünmediler.

Elbette kıdem tazminatının kaldırılması işçilerin devrimcileşmesinin ön-koşulu değildir. Ama eğer kıdem tazminatını, diğerleri gibi, ezilenlerin bağlarından biri sayarsak, çok basit bir akıl yürütmeyle bu bağın yokluğu bir boşluk doğurmayacak mıdır? Tarihin boşluk kaldırdığı görülmemiştir; o zaman işçiciler ve sosyalistlerimizin tarihsel çağrılarına cevap vermekten başka ve bizim gibi sol-sapmacıları mahcup etmekten başka yapacak bir şeyleri olacak mıdır işçilerin? Ne denebilir ki, Halep oradaysa arşın burada!

Leninizm ve Bolşevik tutuculuk

Makale yazarına –okusun da öğrensin diye– Lenin’in Ne Yapmalı? kitabı önerilmiştir. Sadece Ne Yapmalı? için değil, okunan teorik yayınların hepsi için düşünsel çabanın gerekli olduğu açık. Sadece linguistik bir Lenin okuması Oblomovculuktan başka bir kapıya çıkmaz. Evet, Lenin Ne Yapmalı?’da ekonomizm eleştirisi yaparken bunu sendikal çalışmanın politikleşmesini eleştirmek üzerinden yapıyordu. Lenin için politik mücadele politik, ekonomik mücadele ekonomikti; ne ikisi birbirlerine indirgenebilir ne de biri diğeri için temel olurdu.

Peki, şu salık verilen kitabımız gerçekten makaleyi eleştirenleri mi savunuyor? Aksi olamaz mı?

Mesela Lenin, fabrika çalışma koşulları ve ekonomik ajitasyona ilişkin ne diyor?

“(…) tek başına alındığında aslında henüz sosyal-demokrat faaliyet değil, sadece trade-unionist bir faaliyet olduğunun nasıl unutulduğunu (…)”2

Lenin acaba kıdem tazminatı için de şöyle der miydi?

“(…) belirli bir meslekten işçilerin işverenlerle ilişkisini kapsıyor ve sadece, işgücü satıcılarının bu ‘meta’yı daha uygun koşullarda satmayı ve alıcılara karşı mücadeleyi tamamen ticari alışveriş zemini üzerinde (…)”3

Yoksa Lenin, kıdem tazminatını bir hak olarak görmeme meczupluğuna kapılıp bunu basit bir pazarlığa mı indirgiyor? Ya da Lenin, işçi burada sadece kendi karnını doyurmayı mı öğreniyor diyor?

“Otokrasinin çok yönlü politik teşhirinin örgütlenmesini üstlenmedikçe, işçilerin politik bilincini geliştirme görevimizi yerine getirmediğimiz açık değil midir?”4

Peki, kıdem tazminatı konusunu politikleştirmek için bu kadar cevvallik yapanlar, iş ülkedeki dolaysızca politik olan sorunları işçi sınıfı içerisinde tartıştırmaya geldiğinde neredeler? Yoksa işçiler, Lenin’in eleştirdiği gibi, ‘elle tutulur sorunlar’5 olmadığı vakit solcularımıza yüz vermiyorlar mı? İşçi sınıfının politik olarak en geri kesimlerine ekonomik mücadeleyle ulaşmaya çalışan ve bunu politik bilinçlenmenin anahtarı olarak görenler bu şansı neden diğer konulara vermiyorlar?

Neyse ki Lenin öylesi bir politik zanaatkârdı ki, konjonktürün içindeki olanakları yok saymıyordu. Lenin pratikte politikanın ekonomiyi izleyebileceğini6 ve politikanın başlangıçtan itibaren ekonomik temelde yürütülebileceğini7 konjonktür içerisinde tanıyordu. Ama bu kadar. Lenin ne idealistti ne de düşünsel bir mutlakıyetçiydi; o, politik alanın bizzat içinde bir zanaatkârdı ve konjonktürlerin birbirlerine benzemediklerinin gayet iyi farkındaydı:

“Ekonomik mücadelenin genelde, kitlelerin politik mücadeleye çekilmesi için ‘en geniş kullanılabilirliği olan araç’ olduğu doğru mudur? Kesinlikle doğru değildir. Kitlelerin [politik mücadeleye – çn] ‘çekilmesi’ için daha az ‘geniş kullanılabilir’ olmayan bir araç, sadece ekonomik mücadeleyle bağıntılı olgular değil, polis baskısının ve otokrasinin aşırılıklarının tüm tezahürleridir.”8

Evet, Lenin, dolaysız etkenlerin olduğu bir konjonktürde, bir durumun mutlaklaştırılmasına karşı çıkıyordu. Ve bunu da Ne Yapmalı?’da yapıyordu. Ama nasıl olurdu? Lenin ekonomik mücadelenin işçi sınıfının bilinçlenmesindeki önemine vurgu yaparken böyle bir sapmaya nasıl düşebilirdi? Politikacı Lenin bunu işçi sınıfını dolaysız etkenlere ram ederek yapıyordu, yani işçilerin artık salt işçi olmaktan çıkması ve ezilen bölüklerinin bir neferi olması gerektiğini söyleyerek yapıyordu:

“Tam tersine: işçilerin (kendilerinin ya da yakınlarının) maruz kaldığı haksızlık, zulüm ve zorbalık olaylarının toplamı içinde, özellikle sendikal mücadelede polis baskısı olaylarının küçük bir azınlık oluşturduğuna hiç kuşku yoktur.”9

Evet; işçiler, ezilenlerin üstünde bir özne değildir Lenin için. Onlar da, tıpkı diğer ezilenler gibi, polisten dayak yiyen, devletin gadrine uğrayan varlıklardır. Kaldı ki, devlet ya da burjuvazi, iş ekonomik, sendikal sorunlara geldiğinde çok daha uysal davranabiliyordu. Lenin, ekonomik mücadeleyle edinilen bilinci takiben gerçekleşecek politikleşmenin evrimsel bir safsata, oportünist bir aşama teorisi olduğunu daha ne kadar açık ifade edebilir ki? Yani devletin durmaksızın zulmüne uğrayan bir varlığın bundan değil de ekonomik mücadele dolayımıyla mı bilinçlenmesi beklenecektir? Eğer olay buysa ‘şanlı’ 15-16 Haziran günlerinden beri işçi sınıfımızın bilinçlenmesi için devrimciler daha ne kadar beklemek zorundadır?

Lenin, böylesi bir dogmayı değil yaşamın kendisini devrimcileştirmek ister.10 İşte burada da Lenin ekonomik ve politik mücadeleyi birbirlerinden ayırır. Dogmayı devrimcileştirenle yaşamı devrimcileştirenin hedefleri ayrıdır. Birinin hedefi devletken diğerinin herhangi bir hedefi yoktur, çünkü hareketi de ideolojisi de politik değildir.

Peki, Teori ve Politika’nın internet sitesinde yayınlanan makalenin yazarına aç insanların midesini düşünmüyor diye çemkirenler, kendi miyopluklarının farkındalar mı? Yani yazar kıdem tazminatı konusunun işçileri ezilenler cephesine nefer edebilecek bir politik alan açma olanağı taşıdığını söylerken, bunun bir dil sürçmesi olmadığını, bilerek ve isteyerek, belli bir politik bilincin sonucu olarak söylediğini görmediler mi? Görmedikleri ya da görmek istemedikleri anlaşılıyor. Onlara, Ne Yapmalı?’dan bir aktarmayla yanıt veriyoruz:

“’Ekonomik’ tavizler (ya da sözde tavizler) hükümet için elbette en ucuzu ve kolayıdır, çünkü hükümet bu yolla işçi kitlelerinin güvenini kazanmayı ummaktadır. Ve tam da bu nedenle biz sosyal-demokratlar, ekonomik reformları tercih ettiğimiz, ya da ekonomik reformları özellikle önemli bulduğumuz vs. görüşüne (ya da yanlış anlamasına) asla meydan vermemeliyiz.”11

Sonuç

Kıdem tazminatı konusunda işçilerin devlete karşı ciddi bir eylemselliğe geçmesi içinde bulunduğumuz durumda pek de mümkün gözükmemektedir. İş kazalarında, maden katliamlarında, mevsimlik işçilerin beşer onar ölümlerinde, daha önce gasp edilmiş çok daha geniş kesimleri ilgilendiren toplumsal haklarda adeta kılı kıpırdamamış çalışan kesimler, neredeyse bir aristokrasi haline gelmiş belli kesim sendikalı çalışanın emeklilikte yazlık alması için kendilerini “savaş meydanı”na atmayacaktır muhtemelen.

“Politik faaliyetin kendi mantığı vardır, ve bu mantık, en iyi niyetle ya teröre başvurmaya ya da ekonomik mücadelenin kendisine politik bir nitelik kazandırmaya çağıranların bilincinden bağımsızdır.”12

Ne Yapmalı?’da böyle bir felsefi teze rastlamak eminim bazılarını şaşkına çevirecek olsa da aslında bu, Lenin’in Kautsky’den ödünç aldığı “dışarıdan bilinç”13 olarak bilinen stratejisinin teorik öncelidir.

Lenin için, işçinin midesi, tazminatı, yazlık evi, emekliliği ya da ‘emeğinin karşılığını’ alması öncel bir önem taşımaz. Önemli olan bunların politik boyut taşıyıp taşımadığıdır. Çünkü Lenin, TvP’nin kürsü yazarı Aziz Çimen’e akıl verenlerin sandığının aksine, bir skolastik ya da akademik düşünceye ram olmuş biri değildir:

“Eğer mevcut hoşnutsuzluğun bütün belirtilerinden yararlanma, rüşeym halinde de olsa mevcut bütün protesto tohumlarını bir araya toplama ve işleme görevimizin bilincinde olmazsak, ancak lafta ‘politikacı’ ve ‘sosyal-demokrat’ oluruz.”14

Ne kadar politik konjonktür varsa o kadar Lenin vardır. Yoksa, 1901 sonlarında kaleme aldığı Ne Yapmalı?’dan birkaç yıl sonra burjuva devrimi konjonktüründe yazdığı İki Taktik’te şunu yazma cüretini gösterebilir miydi?

“Marksizmin bütün bu ilkeleri hem genelde, hem de özelde Rusya ile ilgili olarak bütün ayrıntılarıyla kanıtlanmış ve açıklanmıştır. Ve bu ilkelerden, işçi sınıfının kurtuluşunu, kapitalizmin daha da gelişmesi dışında bir yerde aramanın gerici bir düşünce olduğu sonucu çıkar. Rusya gibi ülkelerde işçi sınıfı kapitalizmden çok, kapitalizmin yetersiz gelişmesinden çekmektedir. O nedenle kapitalizmin en yaygın, en serbest, en hızlı biçimde gelişmesi işçi sınıfının mutIak çıkarınadır.”15

Leninizm ile Leninizme karşı Bolşevik tutuculuğu karıştırmamak işte bu kadar önemlidir.

2 V.İ. Lenin, Ne Yapmalı?, İnter Yayınları, İstanbul 1997, s. 63.

3 A.g.e., s.68

4 A.g.e., s.65

5 A.g.e., s.71-72

6 A.g.e., s.65

7 A.g.e., s.68

8 A.g.e., s.66

9 A.g.e.

10 A.g.e., s.69

11 A.g.e., s.71

12 A.g.e., s.84

13 Lenin “dışarıdan” ile neyi kast ettiğini yine Ne Yapmalı?’da anlatmıştır: “bütün sınıf ve katmanların devlet ve hükümetle ilişki alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler [alanı]”. A.g.e., s.88

14 A.g.e., s.97

15 V.İ. Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği; Lenin, Seçme Eserler, Cilt.3, İnter Yayınları, İstanbul 1994 içinde, s. 75

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar