Ana SayfaGüncel YazılarTayyip Erdoğan’la Demokrasi Oyunu Oynamak!

Tayyip Erdoğan’la Demokrasi Oyunu Oynamak!

 

31 Mart seçimleri bitmedi daha. Salt İstanbul’da süren sandık sayımlarından değil; tersine, politik bir olay olarak seçim bitmediği için bitmiyor sandıkların sayımı. YSK adındaki dandik kurul, politik direktif almadıkça karar vermiyor. Sayımlar bitse de, Tayyip Erdoğan ve CHP aynı kaldıkça, 31 Mart politik olayı ancak Erdoğan’ın kararıyla bitecektir.

Tayyip Erdoğan, 31 Mart’ta “faşizme ağır bir hezimet” yaşatanlara, “demokrasi blokunun muazzam başarısı”nı kutlayanlara, bir hafta boyu pösteki saydırdıktan sonra, 8 Nisan’da Rusya’ya giderken yeni bir uğraş konusu bıraktı. Demokrasi ve barış için çarpan yürecikler, artık seçimlerin iptal edileceği endişesiyle pır pır ediyor. Ama ne olursa olsun, gerekirse sandığa bir kez daha gidecekler bitmez umutlarıyla. Tayyip Erdoğan kendini hiçbir kuralla bağlamayan bir mücadele yürütüyor, karşısındakiler ise ona, ‘demokratik usul’ ve ‘normlar’a uygun bir ‘çekişmeci yarış’a gelmesi için çağrı üstüne çağrı çıkarıyor.

Tayyip Erdoğan, ne İstanbul’daki seçim sonuçlarını tanıyor ne de Kürdistan’daki sonuçlarla barışıyor. Yarın mazbatası verilse dahi İmamoğlu’nu tanımayacağından kuşku duyulmamalıdır. Tayyip Erdoğan elbette ayağına bir taş yemiştir, ama bu kritik günler, tamamen ‘politik’ usul ve normlarla geçecek ve idareyi yürürlükteki yasalarla zorlama anlamındaki ‘demokratik’ norm ve usuller bizzat idare tarafından işe yarar görülürse kullanılacak basit aletler olacaktır.

Tayyip Erdoğan için küçük bir yenilgi bile büyük risk konusudur. Muhalefet için de küçük bir başarının ne büyük etkiler yarattığını görüyoruz. Sayısal olarak kılpayı bir kazanımı muazzam saymak ancak çok yenik bir ruh halinin göstergesidir. Ama henüz ortada iki taraf için de politik bir sonuç yoktur.

Düzenden kopmadan devrimci olunamaz

Türkiye’nin her tür solcusunun toplumsal kökeni ve kültürel varlığı bugün Tayyip Erdoğan karşısında yer alan evrende yer alıyor. Ve herhalde devrimcisinden ılımlısına her solcu birey, seçimlerin Tayyip Erdoğan’ın kaybıyla sonuçlanmasını diliyor. İçinde bulunduğumuz konjonktürde, düzen içi bir nitelik taşıyan bu politik psikolojinin dışına çıkmamız gerektiği görüşündeyiz. Bu konjonktürde, Tayyip Erdoğan karşısındaki yüzde 50’nin ruh halini paylaşmak bizi en zayıf yerimizden vuracak bir özellik göstermektedir. Yüzde 50’nin toplam brüt varlığı öncelikle devletle karışıktır ve bağrında devletin köklü bir imgesini taşımaktadır. Bu anlamda, örneğin Gezi Ayaklanmasının hiçbir şekilde devrimci olmayan ama özgürlükçü havasını solumanın sakıncası yokken, içinde bulunduğumuz havanın tehlikeli olduğunu vurgulamak gerekmektedir.

Devrim davası, bugüne boş vermeyi değil elbette, ama mutlaka, eli ayağı bugünün çamurundayken gözlerin ufku yitirmemesini zorunlar. Ufuktakini bugünün çamurunda arayanların, barış ve demokrasiyi bugün bulacaklarını ya da bulduklarını sananların kendilerini bulacağı yer, barış ve demokrasi savaşçılığı vehmettiği düzen güçlerinin eteğinin dibidir. Türkiye solunun ezici çoğunluğu, tasayla geçen yıllardan sonra toplumun, düzen güçlerinin güdümündeki yarısıyla kıvançta, sevinçte ortaklık yaşamanın tadını çıkarıyor.

Bu, evet, düzenin içinde yetişen bireyler olarak ömrümüzün bir aşamasında edindiğimiz masum ‒ama kuşkusuz düzene ait‒ değerlere direnmeyi, içinde olduğumuz toplum kesimlerinin gayet derinden ve meşru sevincine kendimizi bırakmamayı, ‘iyi insanlar’ın umutlarına ortak olmamayı zorunlu kılacak çetin bir haldir.

Düzen elbette yaşamın olanca ağırlığıyla gündemimizde, fakat devrim davasını güden birinin herhalde oturtması gereken ilk şey, kötü yanlarından nefret ettiği düzenin cezbedici yanlarına kapılmama konusunda terbiye olmaktır. Kendimizi düzenden mahrum bırakmak, onun birtakım olanaklarını reddetmeyi ve yakınlarımızın umut, sevinç ve beklentilerine karşılık vermemek gibi zor bir işi gerektirir. İçinde olduğumuz günlerde görülen, devrim davası güden bireylerin bizatihi kendilerinin sevince garkolması ve coşkuya boğulmasıdır. Baş düşmanın seçim gecesi düşmüş yüzünün sağladığı gayet meşru bir hal bu, fakat devrim davası her şeyin işlev kazanacağını bilen militanlara gerek duyar.

Düzenin iç ilişkilerine dalmak, sağlam bir şekilde devrimci olunduktan, devrimci omurgayı oluşturduktan ve dışa dönük güç uygulamayı sağladıktan sonra, ilke olarak ancak bundan sonra, meşrudur. Ama hiçbir şey güvencelenmiş değildir ve sağlam omurgalı nice devrimci akımın düzenin cezbedici ya da ezici güçleri karşısında kırılıp dökülme, eriyip dağılma örnekleriyle doludur tarih. Devrimcilik, düzenin salt apaçık kötü yanlarından değil, iyi yanlarından da kopabilmeyi gerektiren zorlu bir işlemdir.

31 Mart yerel seçimler konjonktüründe, Türkiye sol hareketinin ve Kürdistan Özgürlük Hareketinin bu bakımdan değerlendirilmesi gereken bir deneyim yaşadığını görüyoruz.

Batı’da kaybettirdi ama…

HDP’nin başarılı şekilde formüle edilmiş “Batı’da kaybettirme ve Kürdistan’da kazanma” taktiğinin sayısal veriler itibarıyla başarılı olduğu söylenmelidir. Ama sayısaldan öteye, sonuçları politik olarak değerlendirdiğimizde başka bir manzarayla karşılaşılacaktır.

HDP, Batı’da Tayyip Erdoğan’ın kaybetmesinde tayin edici bir rol oynadı. Özellikle İstanbul’da ‘HDP seçmeni’ Kürt nüfusun, Millet İttifakı adayının sayısal başarısını tayin ettiği kesindir. Bu kadarıyla HDP, taktiğinin başarılı sonucunu somut olarak gördü. Ancak elbette bu, konjonktür içinde bir süre olarak işleyecekti ve bugünlerde hâlâ aynı konjonktürdeyiz. Tayyip Erdoğan’ın, sayısal kaybını politik bir yenilgi olarak kabul etmeye saldırgan bir tarzda direneceğini öngörmek zor değildi. İstanbul’da simgelendiği şekilde, Batı’da seçimler henüz sonuçlanmamıştır.

Ama demokrasi mi kazandı?

Peki, Tayyip Erdoğan’ın kaybetmesi, “demokrasi güçleri”nin kazanması mıdır? HDP, seçim öncesi ve sonrası, en yüksek ağızlardan birçok kez, Tayyip Erdoğan’ın kaybetmesinin demokrasi güçlerinin kazanması olduğunu ifade etti. Hatta “ağır bir hezimet”e uğrayan diktatörlüğe karşı “muazzam bir başarı”yla, HDP’nin Türk ve Kürt halkları arasında “24 Haziran’dan beri oluşagelen demokratik ortaklığa siyasi bir derinlik ve ruh kazandırdığı”ndan, Gezi Ayaklanmasıyla Kürt Direnişinin nihayet kavuştuğundan söz edilebildi. Bunlar kuşkusuz, ihtiyatın elden bırakıldığı coşku ifadeleriydi. CHP ile İyi Partinin oluşturduğu Millet İttifakının demokrasi güçleri arasında sayılmasının hiçbir politik karşılığı bulunamaz. Bu bakımdan, HDP’nin seçim taktiğinin Batı ayağının kendisi olmasa bile gerekçesi geçersizdir. Gerekçe basit bir öğe olmaktan uzaktı ve HDP’nin, Tayyip Erdoğan’ın kaybetmesinin başlı başına bir sonuç olacağı ama bunun demokrasinin kazanması anlamına gelmeyeceğini söylemesi zor değildi. Nitekim, “çözüm süreci”nde masaya oturmak için Tayyip Erdoğan’ın bir demokrat olduğu ya da demokrat olarak davrandığını kimsenin savunması gerekmiyordu.

Kürdistan’da süredurum kazandı

HDP’nin seçim taktiğinin Kürdistan ayağı nasıl değerlendirilmelidir? Kağıt üstünde bir değerlendirme yapılacaksa, Kürt kentlerinde de elbette kayyımların yerine yurtsever adayların büyük bir çoğunlukla yeniden seçilmesi “kazanmak”tır.

Ancak, sayısal sonuca biraz daha yakından bir bakış, güçlü bir başarının olmadığını hemen görecektir. Kürdistan’da HDP genel olarak oy kaybına uğradı ve sayısal değil ama simgesel önemdeki bazı yerleri kaybetti. HDP örgütlerinin darmadağın edilmesi ve bunun sonucunda iyi çalışılamaması gerçektir ama mazeret değildir. Çünkü devlet bu partiye 31 Mart günü saldırıya geçmedi. HDP bu koşullarda daha güçlü bir kazanım bekliyordu. Yani nesnel sonuçtan ayrı olarak, beklenti bakımından da bir zayıflık vardır ortada.

Kürdistan kentlerindeki başarı, olabileceğin en azıdır. Hareketin toplam tarihsel varlığının dolaysız sonucudur HDP’nin aldığı oylar. Bir süredurumun neredeyse otomatik sonucu… Hiçbir çalışma yapılmasaydı da aynı sonucun alınması işten değildi muhtemelen. Devletin saldırısı koşullarında ve örgütsel dağınıklık ortamında yine de özel bir çalışmanın ulaşacağı özgül bir etkinin ‒Kars örneği gibi‒ olacağını kabul edebiliriz. Fakat, HDP’nin Kürdistan’da oylarının azalmasındaki asıl etmenin devrimci mücadelenin zayıflaması olduğunu sanıyoruz. Kürdistan Özgürlük Hareketi, “hendek savaşları”ndan beri bir türlü inisiyatifi alamadı ve devletin sürekli saldırıları karşısında mevzi kazanamadı. Kürdistan halkının, bu zayıflığı gördüğü, yaşadığı ve ona göre davrandığı söylenebilir. Yani HDP’nin asıl gücünü hiçbir zaman bizatihi kendisi oluşturmadı ve oluşturmuyor. HDP’nin yürütmekle sorumlu olduğu “demokratik siyaset”, Hareketin devrimci boyutunun yarattığı etki alanında gelişecek bir dinamiktir ve içinde bulunduğumuz konjonktürün buna pek uygun olmadığı görülmüştür.

Üstüne üstlük, Tayyip Erdoğan, seçilen başkanları “KHK’lı oldukları” gerekçesiyle birçok yerde koltuğa oturtmaması yanında, geçen günlere karşın, Diyarbakır ile Mardin belediye başkanlarının mazbatasını vermemektedir. Bunun tamamen politik bir zemin yoklaması olduğu açıktır. Uygun olduğunu gördüğü an kayyımları iş başına çağıracaktır.

Açlık grevleri ve feda eylemleri karşısındaki sessizlik ve devrimci hareketin varolan seyri sürdüğü sürece daha olumlu bir gelişmenin beklenmesi için neden yoktur.

Kendi başına bir HDP

HDP’nin Batı’daki başarısını bu toplamdan yola çıkarak bir kez daha nasıl değerlendirebiliriz? Bir anlamda, ‘kendi evi’ni toparlayamayan HDP, Türkiye “demokrasi güçleri”ne destek çıkmış ve sonuç almıştır. Bu desteğin, liberal Türklerin pek sevdiği birilerinin “hatırı” için olduğu, Kürdistan Hareketine hakarettir. Gerçi Kürt seçmenin Batı’da, Kürdistan’daki kendi adaylarından daha şevkle “demokrasi güçleri”ni desteklediği şüphelidir, ancak bu gerçekse, Kürdistan Hareketi için vahim bir durum var demektir, çünkü bu durumda Batı’daki Kürtler Batı’nın atmosferine dahil olmuş demektir. Demokrat olduğu sanılan güçlerin aslında böyle olmadığı bir an varsayılırsa durumun vahameti çıplak olarak ortaya çıkacaktır. Türkiye’de güçlü olmasa bile varlığı izlenebilen bir demokratik eksen olsaydı, HDP’nin bu fedakârlığı bir tartışma konusu olabilirdi. Ama CHP ve İP’in demokratik birtakım boş laflardan gayri, demokratik eksen olmak bir yana odak bile yaratmaktan yoksun olduğu açıktır.

Kim ne derse desin, HDP, Türkiye sathında kurulu bir Kürt partisidir. Türkiyeli bileşenlerinin varlığı bu niteliği değiştirecek ölçekte olmaktan çok uzaktır. Seçmenlerinin ezici bir çoğunluğu Kürttür ve öteki bileşenlerin değil Kürt bileşenin sevk ve idaresiyle hareket etmektedir. Bu partide kritik her kararı, olması gerektiği üzere, Kürt bileşen almakta ve uygulamaktadır. Mutabakat, Türkiyeli bileşenlerin onayı halinde sahici olmaktadır. Bunun mümkün olmadığı koşullarda Türkiyeli bileşenler ayak bağı olmamalı ve kenara çekilmelidir.

Türkiye partisi olması, hele devrimci mücadelenin dengeleyici, güdüleyici etkisinin zayıf olduğu koşullarda, kendi başına bir eksen oluşturma olanağı bulunmayan HDP için iyi değil kötüdür. Türkiyelilik, bizzat Hareketin ilan ettiği amacına da aykırı olarak, HDP gibi demokratik olmayan bir ortamda kıran kırana mücadele yürütmeye çalışan bir partiyi güçlendirici değil zayıflatıcı nitelik olarak işlev görecektir. “Evdeki bulgur”dur asıl olan…

HDP’nin ana bileşeni olan Kürdistan Özgürlük Hareketinin tanımını bulduğu bir temel ‘teritoryal’ boyuttur. Hareket ulusal niteliklidir ve coğrafyasız bir ulus olamaz. Öteki etmenler buna bağlıdır ve bundan yola çıkarak anlam kazanmaktadır.

Kürdistan’daki Kürt, Türkiye’nin batısındaki Kürtten çok kıymetlidir politik olarak. İstanbul’daki Kürt nüfusun artık giderek daha fazla İstanbul’un havasını soluduğunu kabul etmek gerekir. Hareketin Kürdistan’daki olumlu ya da olumsuz her hareketi, Kürdistan dışındaki Kürtlere çarpan etkiyle yansır, ama tersi geçerli değildir. Dolayısıyla, Hareketin Kürdistan dışındaki başarısı ancak Kürdistan’daki başarı ve etkiye bağlandığında sonuç alıcı olacaktır. Aksi halde, Batı’daki Kürtler, ne olursa olsun, Batı’nın denkleminin bir öğesi olmak durumundadır.

HDP’nin demokrasi mücadelesi, ancak Kürdistan Hareketinin devrimci mücadelesinin etkinliği ortamında yürüyebilir. Devrimci inisiyatifin zayıflaması durumunda HDP, hızla Türkiye’nin denklemine çekilecek ve Türkiye düzen siyasetinin çekişmesi içinde kalacaktır. Türkiyeli bileşenlerinin birçoğunun HDP’nin bu olumsuz gelişmesini destekler bir konum alması paradoksal bir gerçektir.

Bütün bunlar göz önüne alındığında, Kürdistan Özgürlük Hareketi, ülkesel olarak etkili gücüyle bir taktik uygulamaya gidebilir ve bunun sonucunu kendi öncelikleri doğrultusunda arayabilir. Buradaki sorun, başını kendi omzu üstünde taşımaktan uzak duran Türkiye sol hareketinin bazı akımlarıdır. Kürt Hareketine hak olan, Türkiye soluna hak olmuyor çoğu örnekte.

Folklorik komünizm

Türkiye’de 31 Mart’ta “sol” bile değil “komünizm” adına resmi bir başarının tek örneği Dersim belediyesinin kazanılmasıdır. Ancak bunun bizatihi komünist devrimcilik bakımından ne büyük tehlikeler taşıyan bir başarı olduğu görülmelidir.

Devletin terimlere değil eylemli etkisiyle var olan politik niteliklere önem verdiğinin anlamlı bir göstergesine tanıklık etti seçim konjonktürü. Tunceli adlı ilde, “komünist başkan” sıfatını memnuniyetle kabul eden ve Türkiye Komünist Partisinin listesinden bir adayın kazanmasıyla ‘komünist’ terimi düzen protokolüne girmiş oldu. SMF’li (Sosyalist Meclisler Federasyonu) Maçoğlu’nun kazanmasının ülkesel nesnel anlamı, folklorik bir nitelik taşıdığı sürece devletin ‘komünizm’e de ‘Dersim’e de, karşı çıkmak bir yana, destek vereceğidir.

Dersim’de Kürt Hareketinin birçok hatası olmuş olabilir, ama hiçbir şey, ‘büyük resim’ bakımından, HDP’nin değil TKP adayının kazanmasının devletin işini zorlaştırdığını söyleyemez. Devlet için iyi olan, elbette Kürdistan Hareketi için pek kötüdür. Seçimlerde Kürdistan haritasının tamamlanmasının vazgeçilmez önemdeki parçası olan Dersim’in eksikliği, öteki yerlerdeki genel zayıflamaya tuz-biber ekmiştir.

‘Teritoryal’ boyutun tayin edici etkisi Dersim’de kendisini göstermiş ve seçim sonucu, Hareket için, etkisi varlığından epeyce büyük bir başarısızlık olmuştur. Bu bakımdan, HDP’nin Batı’da aday çıkardığı yerlerde başka solcu kesimlerin aday çıkarmasının önemi olmayacaktı. Kürdistan, bambaşka bir anlama sahiptir.

Politika-altı ya da politika-dışı radikalizmin –geçmiş ve gelecekteki çok olayda da olduğu ve olacağı üzere‒ şu konjonktürde hiçbir bakımdan politik radikalizm anlamına gelmediğinin etkili bir örneği olmuştur Dersim’de Maçoğlu’nun kazanması. Dolayısıyla ‘makro’ politik alanı gözetmeyen bir tutumun bağımsızlığından söz edilemeyecektir. Maçoğlu’nun ‘bağımsız’ tutumu, çok da fazla dönüp dolaşmadan Tayyip Erdoğan Türkiye’sinin ‘bağımlı’sı olmuştur. Folklorik komünizm, Tayyip Erdoğan Türkiye’si için bile zenginleştirici bir renktir ve hiçbir sakıncası yoktur.

Sol hareketin politikayı şenlikli bir toplumsal oyun olarak görmesinin zirvedeki örneği, tarihsel ayaklanma sırasında Gezi Parkındaki komüncülük oyunuydu. Devletin, mutlu ve huzurlu olacakları steril adacıklarına hoşgörüyle göz yumacağı daha çok örnek bulacaklarından emin olsun bu eğilimlere sahip solcu ve özgürlükçüler. Tayyip Erdoğan Türkiye’sinde kendilerine yer var.

Öte yandan, Kürdistan Hareketi, özgüllükleri gözetme kapasitesindeki sorunlara ilişkin ağır bir darbe almıştır Dersim örneğinde. Dersim’deki sonuç, Hareketin, Kürdistan’daki özgüllüklerle çeşitli konjonktürlerde başının ağrıyacağının herhalde ilk kamusal simgesi oldu. Özgüllüklerle uğraşmanın hiç kolay olmadığını, tarihsel pratikte birçok hata ve yanlış yapılabileceğini öngörmek gereklidir, ama karşıdaki güçlerin, fırsatını bulduğunda özgüllükleri istismar edebileceği de çıplak gerçektir. Buna devletin olduğu kadar başka bir politik kesimin de sonuna kadar hakkı vardır. (Zazalık konusunun bunların önde gelenlerinden olduğu söylenebilir.) Dolayısıyla, Dersim’deki politik sorumluluğun Kürdistan Hareketinin omzunda olduğunu vurgulamak gerekiyor. SMF ya da bir başka politik kesimin ülkesel politika bakımından mahkûmiyeti başka bir başlıktır.

CHP’yi soldan sayan solcuların solculuğu

Bugün Türkiye sol hareketinin en tehlikeli bir eğilimini CHP’yi solcu bir parti olarak görenler oluşturmaktadır. Solculuğu iki başlıca temele bağlı olarak kabul ettiklerini varsayabiliriz. Bunların birini toplumsal sınıfsal nitelik oluşturmaktadır ve solcu bir politik yapı, egemenlerin değil genel olarak –orta sınıfları da şöyle ya da böyle içererek‒ emekçi sınıfların temsilcisidir. Ötekini ilkiyle bağlantılı ya da ayrı ideolojik ölçüt oluşturmaktadır; buna göre, Aydınlanmanın temel değerlerini benimseyen ve bu yolda mücadele eden özneler, egemen sınıflardan olup olmadığına bakmaksızın, solcudur.

Bu kesimlerin başlıca bir misyonu, CHP’yi “sağa açılma politikası”ndan vazgeçirmek ve kendilerinin kıymetinin bilinmesini sağlamaktır. Onunla teması kesmemeye özen gösteren ve sol hareketin toplumsal zemininin bu partiyle iç içe oluşunu istismar eden söz konusu kesimler, CHP’ye ilişkin görüş ve beklentileriyle düzene bağlanmaktadır. Bu kesimler, kendilerini düzene bağlayan bu zincirlerden hoşnut olduklarını her seferinde, CHP’nin başarı zamanlarında özellikle gösteriyorlar. AKP’nin “liberal”likten “otoriter”liğe yönelmesiyle sol liberallerin de eklenmesinden sonra, kritik olan, içinde bulunduğumuz konjonktürde ‒şampiyonluk yapmaya hevesli birtakım bileşenleriyle‒ HDP’nin de bu eğilime dahil olmasıdır. HDP sözcüleri, neredeyse bir gecede CHP’yi demokrasi güçlerinden saymaya başladı. Böylece, CHP’nin temsil ettiği politik alanda muhtemelen en geniş birlik sağlanmış oldu.

31 Mart’ta CHP’nin “sağa açılarak” başarı kazanması, solcu saydıkları bu partiyi sol yandan destekleyen solcuların gereksizliğini ya da CHP açısından bir hegemonya konusu olduğunu gösterdi. Bu bakımdan, CHP’nin başta Ankara ve İstanbul adaylarının “neo-liberalizm”e teşnelikleri ve ideolojik formasyonları gibi çeşitli bakımlardan AKP’den pek farklı olmadığı üzerinden yapılan eleştiri, CHP’yi esasen solcu ama sağa da yönelebilen bir parti olarak görmekten kaynaklanıyor. CHP’nin adaylarının kökten sosyal demokrat olmasının da hiçbir önemi olmayacaktı. Kaldı ki, bu seçimlerde CHP adaylarının kazanmasının elbette gerçek sonuçları olacaktır. Buradaki önem, yerine kim geçerse geçsin, Tayyip Erdoğan’ın kaybetmesinde yatmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın demokratik bir alternatifinin olmadığı ve şu koşullarda olamayacağı kesindir.

“‘Sol’ komünizm” aşamasındayız

Türkiye sol hareketinin hiçbir üyesi bugün politik taktik uygulayacak güce sahip değildir. Bu yüzden, dışarıdan bakanlara ‘sekter’ ya da Lenin’in terimine atfen “‘Sol’ komünist” görünecek bir taktik tutum izlemek durumundadır sol hareket. Bunun, çocukluk aşamasını çoktan geçmiş olması gerekenlerin çocuklara özgü bir davranışı olduğu doğrudur, ama sol hareketin gerçeği bundan başkası değildir. Sol hareket, egemenlerin çatışmasında birinden birini desteklemek bir yana, herhangi bir güçle ‘gerçek bağlaşımlar’ kuracak gelişme aşamasında olmaktan uzaktır. Sol hareket açısından, bugün, gerçek bir bağlaşımın değil desteğin konusu olabilecek tek politik varlık Kürdistan Özgürlük Hareketidir. Ancak bunu her konjonktürde önsel geçerlilik taşıyacak bir taktik tutum tarzında ilkeselleştirmekten kaçınmak zorunludur. Kürdistan Hareketi, başka bir gelişme aşamasında bulunmanın getirdiği özgül davranış tarzlarına sahiptir ve Türkiye sol hareketinin mensuplarının izleyemeyeceği yollara girebilir. Bu bakımdan, her özgül olay değerlendirilmeli ve sol hareket, ancak bu işlemden sonra, Kürdistan Hareketinin devrimci ya da demokrat bölümlerine destek vermelidir.

Şu halde, seçim konjonktüründe Millet ya da Cumhur adını taşıyan ittifaklardan birinden birini desteklemek, sol hareket açısından egemenlerin şu ya da bu kesiminin ardına takılmak anlamına gelmektedir. CHP’nin olduğu kesimin “ehveni şer” olduğu ya da “faşizme karşı burjuva demokrasisini savunduğu” için desteklenmesi, ancak sol hareketin en azından bir mensubunun anlamlı bir güç biriktirmiş olduğu koşullarda ‒muhtemelen kayıtlı olarak‒ geçerli olabilir.

Başını kendi omzunda taşımak

Türkiye sol hareketinin, ilerici kabul edildiği için egemenlerin şu ya da bu kesimine dayanan akımları her zaman oldu. 31 Mart, buna tanık olunan bir konjonktür. Seçimlerde CHP adaylarıyla kazanan ve onlarla kaybeden bir solculuktan söz ediyoruz.

Ancak bu seçimde de görüldüğü üzere, düzen politikasına katılımın tek kanalı CHP değildir. Türkiye sol hareketi, paradoksal bir şekilde, Kürdistan Hareketi dolayısıyla da düzen politikasına katılmanın fırsatlarını değerlendiren kesimler barındırmaktadır. Kürdistan Hareketinin Türkiye Cumhuriyeti’nin paradigmasını çatırdatan ilk ve tek devrimci hareket olduğu gerçeğine karşın, bu hareketle tarihsel ve politik dayanışma gibi yerinde bir anlayışa sahip bazı Türkiyeli politik kesimler, Kürdistan Hareketinin kendisi açısından uygun gördüğü taktikler dolayısıyla Türkiye düzen politikasına şevkle atılabiliyor. Güçlü bir devrimci omurgaya sahip olan Kürdistan Hareketinin düzen politikası arenasına girmesi ve devlet güçlerinin biriyle birlikte ötekine karşı ‘aşık atma’sı politik olarak meşrudur. Meşruiyet, bu taktiğin ‘yanlış olmadığı’ anlamına gelmez. Ancak Türkiye sol hareketinin hiçbir üyesi, Kürdistan Hareketi dolayısıyla da olsa, bu aşamaya gelmiş değildir.

31 Mart seçimleri, Kürdistan Hareketinin CHP’li adayları destekleme taktiği gereği, Türkiye sol hareketini sarsıcı bir rol oynadı. Zaten CHP’nin sol kanadı işlevi gören kesimler için bu taktik, yerlerinin ne kadar önemli ve anlamlı olduğunu teyit etmeleri için vesile oldu. Ancak, Kürdistan Hareketiyle birlikte hareket eden ve HDP’de yer alan Türkiye solu bileşenleri için bu partinin seçim taktiği güvenceye almış göründükleri bağımsızlığın sarsılmasına neden oldu. HDP bileşenlerinin çoğu, partilerinin seçim taktiğini kabul etti. Aynı tutum, Kürt Hareketi için meşru iken, Türkiyeli bileşenler bakımından gayrimeşru oldu.

Bunlara karşılık, Türkiye solunun devrimci olan ya da olmayan kesimlerinin oluşturduğu birçok üyesi, seçimlerde iki taraftan birini destekleme tutumunun dışında yer alabilmeyi başardı. Gerekçeleri ne olursa olsun, bu tutumun bağımsız bir solculuk bakımından tayin edici önemde olduğu vurgulanmalıdır. Kültürel, politik, ideolojik ve psikolojik yönlerden güçlü bir çekime kapılmaya direnebilmek, pek zayıf olan sol hareketin güçlü olduğu bir yöndür.

Gerek koşul olarak ‘dışarıdan girdi’

Demokrasi denilen süreç, hiçbir örnekte aslen demokratik yol ve yöntemlerle ilerlememiştir. Demokrasi için ‘dışarıdan girdi’ gerekmektedir. Dışarıdan girdiye sahip olmayanların demokrasiyi kazanma kudreti de olmayacaktır. Türkiye solu, devrimci olan ya da olmayan kesimleriyle bu sürecin herhangi bir yerinde yoktur. Kürdistan Özgürlük Hareketi, devrimci ve demokrat bölümleri arasındaki dengeyi gözetmek durumundadır, dengenin “demokratik siyaset” lehine bozulmasının hiç de hayırlı olmayacağı öngörülmelidir.

İçinde bulunduğumuz konjonktürde, Türkiye politik coğrafyasında sokaklar harekete geçmedikçe ya da bir “kuyruklu yıldız” ülkeye çarpmadıkça önemli hiçbir şey olmayacaktır.

12 Nisan 2019

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar