Ana SayfaGüncel YazılarAnkara Katliamı: Kanırtıcı gerçek ve ağır yükümlülük

Ankara Katliamı: Kanırtıcı gerçek ve ağır yükümlülük

 

 

Birinci gerçek: Yüzler ölçeğinde öldük.

İkinci gerçek: Bu kadar ağır bir yüke dayanabilecek miyiz?

Düşmanımız, gerçek bir savaşta olması gerektiği gibi kendini hiçbir normla sınırlamıyor. Tek amaca kilitlenmiş; devletin başında kalmayı garantilemek. Biz, böyle bir düşmandan dahi öğrenecek şeyi olanlarız.

Bizi kendi vicdanımıza gömmeye zorluyorlar. Bizi pısmaya zorluyorlar; bizi, teslim olmasak da evimize, ya da en çoğundan salonlara sığınmaya zorluyorlar. Bize sağduyu düşüyor, düşmanda saldırı ve hükmetme duyusundan başka bir şey yok.

Sözümüz, Türkiye’deki, Türkiyeli diye andığımız muhalefet hareketine… Kürdistanlı ve Türkiye’de de mücadele yürüten Harekete değil. Kürdistan Özgürlük Hareketi daha ağır yüklerle çok karşılaştı ve çok taşıdı bu türden yükleri. Bu hareket için büyük yürüyüşünde bir an’dan fazla değil karşılaştığımız saldırı.

Ama açık konuşalım, bu saldırı Türkiye solunun sıkleti için çok ağır. Türkiye solu bu kadar ağır bir saldırıyı “hak edecek” bir şey yapmış mıdır!

Burada düşman eleştirilmeyecektir. Düşman silahlarla eleştirilir. Eleştiri silahı bize, bizim tarafa yöneltilecektir. Bizim meselemiz, düşmanın düşmanlığını tartma değil. Meselemiz, bizim tarafın manzarası. Bizim taraf, bu koşulların gerektirdiği tarzda mücadeleye elverişli bir profil çizmiyor.

 

Fail kim?

Saldırının faili, devletin başındaki düşmandır. Saldırı, bir çeteci kifayetiyle devleti ele geçirmiş ve ezilenlerin açık baş düşmanı şahsın “açtığı yol ve gösterdiği hedef”le, IŞİD tarafından gerçekleştirilmiştir. Ancak IŞİD’i öne çıkarmak son derece yanıltıcı olacaktır. IŞİD, çok sayıda örnekte görüldüğü üzere, devletin başındaki düşmanın operasyon birimi gibi çalışmaktadır.

Düşmana ilişkin yapılacak tek şey, saldırının faili konusunda herhangi bir yanılsamaya düşmemektir. Bir hukukçu titizliğiyle, bir İngiliz dedektif ampirizmiyle kanıtlardan suçluya ulaşmaya çalışmak olmamalı buradaki yöntem. Suçludan kanıtlara ulaşırız gerek duyarsak.

Saldırıda devletin hukuki değil “politik sorumlu” olduğuna ilişkin anlayışlar için devletin meşruiyeti önsel esastır. Bu yaklaşımla ilişkilenilmemelidir. Hele, “güvenlik zaafiyeti” arayanlar için saldırının devlet-dışı odaklar tarafından gerçekleştirildiği önsel gerçektir. Burada devletin resmi görevlilerine düşen, saldırının imkan güvenliğini sağlamaktır ve bu üstün başarıyla ifa edilmiştir.

Failin, devletin İttihatçı çekirdeği olduğu bile söylenebiliyor hâlâ. Tayyip Erdoğan’a “özde” bir devletçilik, katliamcılık yakıştırılamıyor. Bu türden operasyonları serbest bırakılan Ergenekoncuların yaptığını ileri sürüyor bazı “özde” liberaller (hem de Kürdistan Hareketinin gazetesindeki köşelerinde). İttihatçılar, Teşkilat-ı Mahsusacılar, Topal Osmanlar, Kemalistler, Özel Harpçiler, 27 Mayısçılar, 28 Şubatçılar, Ergenekoncular ve “derin devlet” dediğiniz bilumum benzerleri bu olayda sizden bile masumdur, ey ahmak liberaller!

Diliniz varmıyor ama… Katil, çetenin başıdır. (Vücuduna liberalizm virüsü girmiş ve sağımızda solumuzda dolaşan gafiller; bu cümleyi bir yere 40 kez yazın! Bir sonraki saldırıyı anlamanıza yarayabilir.)

Bazı aklıevveller, katliamdan birkaç gün önce Rize’de miting yapan faşist mafya babası Sedat Peker’in “Oluk oluk kan akacak” sözünü hatırlatıyorlar katliamın failini tartışırken. Hayır; Sedat Peker bu olayda masumdur. Katil, kifayetsiz muhteristir.

Ahmet Davutoğlu ve hükümeti masumdur. Katil, “ulu büyük reis” olmaya heveslenendir.

Özde ve sözde, politikada ve hukukta, vicdanda ve akılda suçlu, baş düşmanımızın ta kendisidir.

*

Özde ve sözde, politikada ve teoride, vicdanda ve akılda bazıları, devletlinin bir kanadına ancak öteki kanadına yaslanarak düşman olabiliyorlar. Devletliyi tümden, toptan karşılarına alamıyorlar.

 

Ya gidecek ya gidecek…

Tayyip Erdoğan, tutunduğu yerden sökülmemek için her yola başvuracağını bir kez daha göstermiştir. En küçük bir sürtünmeye bile tahammül edemez bir yerde duran Tayyip Erdoğan’ın cüretkâr hamleler yaptığını kabul etmek gerek. Fakat onun bu cesarete mahkûm olduğunu görmeliyiz. Tayyip Erdoğan, durduğu anda düşeceğini ve düştüğü yerin can acıtıcı bir yer olacağını çok iyi biliyor.

Düşman Tayyip, mahkûm olduğu iktidar koltuğundaki güvencesini, toplumun kendine mahkûmiyetini sağlayarak oluşturmaya çalışıyor. Fakat bunun “eşyanın tabiatına aykırı” olduğu belirtilmelidir. Tayyip Erdoğan “üç vakte kadar” gidecektir ve bu bir falcı kehaneti değildir. Mesele, gidişinin, sattığı piri Erbakan’ın deyişiyle “kanlı mı kansız mı” olacağıdır.

Tayyip Erdoğan’ın gidişine ilişkin belirtilerin başında, herhalde önemli hiçbir müttefikinin kalmaması geliyor. Bu düşmanın, IŞİD dışında hiçbir önemli bağlaşığı yok. Ülke içinde ve dışında, güç odakları bakımından tamamen tecrit edilmiş durumda. Doğu Perinçek’i ihmal edilebilir ve operasyonel olmayan bir bağlaşık olarak not edebiliriz. Durumu dikkatle gözleyen NATO’cu Genelkurmay’ın ideolojik Kemalizme yakın olduğu ve Tayyip Erdoğan’ı en küçük ilk fırsatta kaderiyle baş başa bırakacağı öngörülebilir. TÜSİAD’da temsil edilen büyük burjuva kanad&#3#305;n diş bilediği açık. Tayyip Erdoğan, egemenlerin öteki odaklarıyla uzlaşma kanallarını tıkamış bulunuyor.

Bir tarihsel benzerlik aranacaksa, uzamış ve dolayısıyla gerilimleri daha da artmış bir 27 Mayıs arifesinde olunduğu söylenebilir. Tayyip Erdoğan, bu akıbete karşı canhıraş bir mücadele yürütüyor. Yeni 27 Mayıs’ın askerli mi askersiz mi olacağı bilinmez, ama solun genel varlığıyla bu dinamiğin arkasına takılması ihtimaline karşı hazırlanmak gerekiyor. Çünkü sol hareket, Tayyip Erdoğan’ın da itmesiyle giderek bu alana doğru çekiliyor.

 

Masumiyetten devrimci politika çıkmaz

10 Ekim katliamı vicdanımızı kanırtmasın, bu katliamla gerçeğimizin kanırtıldığını anlayalım ve ona göre davranalım sadece. Mazlumlar, mağdurlar, masumlar olmayı reddedelim. Bu tarz, kendine acıyacak, yüce gönüllü başkalarını aramayı içerir.

Düşman bizi, günlük hayat tarzımız ve kültürümüzden politika anlayışımıza kadar derin bir tayfı trajik bir şekilde dönüştürmemiz gerektiğine ilişkin kanırtarak uyarıyor.

*

Bu ağır duruma karşı yapacağımız, barış ve masumiyet politikası güderek engin kamuoyu vicdanından güç almak mı olmalıdır? Böylece, kamuoyu vicdanına tutunacak ve oradan bir şeyler mi kapacağız? Zamanın geniş aralığında açıkça gösterilmiştir; kamuoyu vicdanının serpileceği alan “geniş anlamda devlet”in sağladığı güvenli limandır ve bu, örneğimizde egemenlerin öteki kanadında temsil edilmektedir. Buradan bir enerji çıkabilir mi? Çıkabilir, ama ancak bu zamana kadar öğrendiklerimizi unutup tarihi yeni baştan başlatmaya razı olduğumuzda, masum çocuklar olmaktan büyümeye yöneldiğimizde ve oralarda biraz serpilip sonra kopmayı göze aldığımızda umabileceğimiz, “Ölme eşeğim yaz gelsin!” türü, bir gelişme yolu olur bu.

Tayyip’in oyununa gelmemekten söz ediyordu bazıları. Kürdistan Hareketine mütemadiyen ateşkes çağrısı yapmaktı onlara göre oyuna gelmemek. Hiçbir zaman savaşı yükseltme çağrısı yapmamışlardı ve yapmayacaklardı üstelik. Ama “zor oyunu bozar” ve Tayyip’in zoru barış misyonerlerini işsiz bırakıyor. (Şimdi, Kürdistan Hareketinin, sayıklama kabilinden öğütlerine kulak verdiğini bile sanıyorlardır!)

Bu saldırının bir yönünün Kürdistan Hareketinin seçime kadar eylemsizlik yönelimi ve kararına ağır ve net bir cevap olduğu besbellidir. İçinde bulunduğumuz ve hızla akan günlerde, bunun sonuçlarının ne olacağını, seçime nasıl gidileceğini izleyeceğiz. Fakat bir başka açıdan, bu saldırı, Türkiye’de barışı hakikaten ve içtenlikle arzulayan genişçe yığınlara bunun mümkün olmadığını göstermiştir. İstenen, bir “Roma barışı” ya da daha yerinde bir ifadeyle “Osmanlı barışı”dır; ezilenlerin ve öteki tarafların, belirsizlikten ürkütülerek başarıyla kontrol edildiği bir sükut ortamı…

Kürdistan Hareketi, barış diline de savaş diline de gerçek karşılık yaratabilmiştir. Savaşırken barış diliyle konuşabilmekte; gözünü silahının tüten namlusundan ayırmadan barış elini uzatabilmektedir. Üstelik bu konudaki evrimini, hepimizin tanıklığında, dilde ve davranışta kesin bir savaşçılıkla başladığı, kat ettiği ve ulaştığı bir yolla yaşadı.

Hiçbir şeyden öğrenmiyorsak, Kürdistan Hareketinden öğrenmeliyiz. Bu hareket, mücadelesini bu aşamaya, barış kültürüyle mi getirdi? Bu kültürle mücadele yolu kat eden ezilen bir politik özne var mı tarihte?

Masumiyet politikasından devrimci politikaya giden bir düz yol yoktur. Aradaki uçurum, ancak masumiyet politikası alanıyla ilişkileri koparmakla, ayağı bu zeminden çekmeye cesaret etmekle aşılabilir. Öbür yana geçtikten sonra masumiyet alanına tekrar el uzatabiliriz; ama önce bir geçelim.

 

Kuzular; boş yere birleşmeyin!

Saldırı, Türkiye solunun sırtına tarihsel ve ağır bir yük yükledi. Düşmanı lanetlemeye odaklanmanın gereği yok. Acınmaya, diz dövmeye de gerek yok.

Ölülerimizi anma zamanındayız. Ama gerçeğimiz o kadar kanırtıcı ki, onları onların zihniyetini eleştirerek anmak gerekli bugün.

Kızını ve kardeşini kaybetmiş bir katliam yaralımız, “Biz barış diyorduk, başka bir şey demiyorduk. Onlar da Ankara’nın göbeğinde bize bunu yaptılar” diyormuş. Bir şehidimiz, mitinge gitmeden önce, “Ankara’daymış barış, alıp getirmek gerek” diye yazmış. Şehit bir gencimiz, “Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa şimdi en güzel şiir barıştır” sözleriyle dile getiriyormuş anlayışını.

Bireylerimizin sokağa ölümü göze alarak çıkması gerçeği karşısında bu masum ve saf niyetlerin hiçbir hükmü yok.

Suruç’tan sonra da oyuncakların resimleri dolaşmıştı ortalıkta. Bunu, bırakalım vicdan sahibi egemenler yapsın; bize masumiyet atfetsinler. Asıl bilinç sorunu, masum olduğumuza inanmamızdır.

Bu kültürden kopmalıyız. “Koyun kurt ile gezerdi fikir başka başka olmasa” kültürüyle gideceğimiz bir yer yok.

Barışçılar ölür, savaşçılar öldürür (bu arada ölür de). Biz hangi taraftayız?

Bırakalım, şiddetin uygulayanı da yozlaştıran kirli bir silah olduğu yollu, “kullanışlı aptal” mı liberal mi olduğu belli olmayan sözde teorileri. Bu görüştekiler ezilenler safındaysa aptaldır, ezenler safındaysa egemenlerin iyi olanlarını seçmemizin akıllıca olduğunu öğütleyen liberallerdir.

Büyük Marx, “Bütün ülkelerin işçileri; silahsız bir şekilde birleşin!”, demişse yanlış yapmıştır. Silahsız bir topluluk köle kalmaya mahkûmdur. Silahsızlığı ideoloji haline getirmiş bir topluluk ise gönüllü köledir.

 

Umuttan değil umutsuzluktan güç alarak…

Böyle ağır saldırıların bizim tarafta karşı-enerji biriktireceği ve daha güçlü saldıracağımız varsayılır genellikle. Ama bu, duruma bağlıdır. Örneğin, 1 Mayıs 1977 katliamı, bir gelişmeye değil gerilemeye yol açtı. ‘96 1 Mayıs’ı da aynı sonucu verdi ve Türkiye sol hareketi kendini bir daha toparlayamadı.

Gezi Ayaklanması, Türkiye’nin en önemli kitlesel hareketi olarak, iki buçuk yıldan sonra hâlâ hasretle tekrarlanmayı bekliyor. Bu arada bol bol serap görüldü. Zayıf işçi eylemlerine “işçilerin Gezisi” diye kocaman etiketler yapıştıranlar oldu. Bu adla, kısa sürede darmadağın olan politik kurumlar peydahlandı. Böylece Gezi de, önce simgesel bir ad, ardından bir gerçek hareket olarak neredeyse tüketildi.

Durumun iyi olduğuna ve olacağına ilişkin yanılsamaların, mücadele eden güçlere moral ve enerji verdiği sanılıyor. Otuz-kırk yıldır bu sanıyla yürütüldü mücadele. Hayır; durum hiç iyi değil!

Kürdistan’da –iç savaş nitelemesinin geride kaldığı- bir savaş yürütülüyor ve inisiyatif daha da belirgin şekilde Kürdistan Hareketine geçiyor. Kürdistan halkı için umut bir mücadele silahıdır bugün. Ama Türkiye ile Kürdistan arasında politik sınırlardan daha belirgin bir sınır var ve bu sınırın aşılamadığı koşullarda Tayyip Erdoğan adındaki düşmanın Türkiye’de muhalefete karşı açacağı tek taraflı savaşın ne mene bir “iç savaş” olacağı açıklanmalıdır. Bir taraf silahlı, beriki silahsız hatta barış silahıyla donanmış! Bir taraf saldırgan, beri taraf gücünü uğradığı saldırıya, –artık pasif demek gereken- “direniş”inden alıyor! Bir taraf vuruyor, beri taraf vurmayı reddetmeyi oyuna gelmemek kabul ediyor.

Bu trajik hali esas alarak, Türkiye’de “devrimci durum” olduğu tezlerine kanıt arayanlara, “Ne duruyorsun; saldır!” diyeceğiz, ama seçim sandıklarına oy atmak için değil! Devrimci durum olduğunu saptıyorlar, buna karşılık önerdikleri tek belli başlı hareket tarzı 1 Kasım’da sandığa gitmek!

Kürdistan’daki mücadelenin ve devrimci durumun Türkiye rejimine yansımasından bu taraftaki ezen-ezilen ilişkilerine ilişkin pozitif bir sonuç çıkaranlar Kürdistan devrimine destek olmuyor, bilakis onun yükünü artırıyorlar.

Hayır; bu işte bir yanlışlık var!

 

Devrimcileşmeye mahkûmuz

Kürtler, “barış” diyebilir sonuna kadar, çünkü etkili ve sonuç alıcı bir şekilde savaşıyorlar. Fakat savaşamayanların durmaksızın “İnadına barış!” haykırışları bir safça iyimserlikten başka bir şey değildir. Ya yanında yöresinde dolanıp durmaktan vazgeçip doğrudan Kürdistan Hareketine katılalım ve varlığımızda yaşayacağımız savaşla birlikte dolu dolu “Barış!” diye haykıralım; ya da bu barış dilinden uzaklaşalım. Özne olma iddiasındakiler için her şey kafada başlar. Sürüklenen ve kendini kaderinin hakimi sanan gafiller değil de gerçek politik özneler olmaya kararlıysak, zihniyetimizle savaşmaya başlamalıyız önce.

Savaş dilini kısa sürede savaşın kendisine çeviremeyiz, ama bu zihniyeti kısa sürede bırakma mücadelesine bir vesile olsun 10 Ekim’deki ağır bedel.

Maddi ve manevi şiddet araçlarını biriktirmeliyiz. Barışı ideolojileştirerek alacağımız bir yol bulunmuyor. Barış dönemi olgusu olan seçimlere de savaş diliyle gidilmesinde bir sakınca yoktur.

Devrimcileşmeye mahkûmuz.

*

Devletli barbarlara karşı uygar asiler olarak Gezi Ayaklanmasını gerçekleştirdik. Ama bu deneyimin ikinci kez tekrarlanması, herhalde, Tayyip’in düşüşü ardından kurulacak bir otoriter burjuva demokrasisine güç katacak, malzeme olacaktır.

Bundan daha vahim bir olasılığı da anmalıyız. Eğer 10 Ekim’deki saldırı, kimilerinin tahmin ettiği gibi savaşı ve Ortadoğu’yu Ankara’ya çekme hamlesinin ilk vuruşuysa, Avrupa yollarına düşecek yeni göçmenler kalabalığına karışmayacaksak, savaşacak ve bu şiddet ortamında yaşayabilecek yani kudret mücadelesi verebilecek barbarlar olmaya mahkûmuz.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar