Ana SayfaGüncel YazılarDevlet mi Kapitalizm mi?

Devlet mi Kapitalizm mi?

Korkut Boratav, sendika.org‘daki son iki yazısında Amerikalı yazar Lambert Strether’den ödünç aldığını söylediği “mutlak kapitalizm”i ele alıyor. Boratav Pasifik ve Atlantik çevresindeki devletlerin, devlet-ötesi hatta devlet-üstü bir ticari anlaşma girişimlerini, özelikle de yürürlüğe girme olasılığı yüksek olan Pasifik-Ötesi Ortaklık‘ı anlatırken kullanıyor mutlak kapitalizmi.


Önce Korkut Boratav’ın ayrıntılarıyla açıkladığı 
Pasifik-Ötesi Ortaklık girişiminin ne olduğunu özetleyebiliriz. Bu anlaşma tasarısına göre, dev şirketlere, anlaşma kapsamındaki ülke devletlerinin yasama ve yürütme tasarruflarına tabi olmadan faaliyet yürütebilmelerine, kendi yasalarına ve yargılarını oluşturabilmelerine imkan tanınıyor. Yani devlet, klasik yasama-yürütme-yargı kuvvetlerinden oluşan tekelini, sermayeyle paylaşmayı kabul ediyor. Moda deyimle, kapitalist şirketler bir tür paralel devlet gibi kendi hukuklarını yaratıyorlar. Buna neden ihtiyaç duyuluyor? Şirketler devletlerin klasik tarihsel rollerinden ileri gelecek sınırlama ve risklerinden muaf olmak istiyor. Bir tür sınırsız kâr cenneti inşası. Boratav bu duruma mutlak kapitalizm diyorOlay kısaca böyle ve Pasifik’in iki yakasında geçiyor.

 

Tayyip, esip gürlediği günlerinde sıkça devleti, bürokrasiyi, yargıyı “halkına” şikayet eder, lafı bunların iş yapmanın, üretmenin önünde engel olduklarına getirir ve özetle, “Bırakın yapalım, bırakın geçelim” derdi. Pasifik-Ötesi Ortaklık girişimi çerçevesinde konuşulanlar da tümüyle bu çerçevede cereyan etmektedir. Kapitalist şirketler “Bırakın yapalım, bırakın geçelim” diyorlarmış. Yani devlet ile sermaye, ekonomi ile politika arasındaki bitmez gerilimler ve bu gerilimlerin tam-ekonominin, tam-kapitalizmin önüne koyduğu engeller işleniyor bu yazılarda.

 

Basit gibi görünen bu durum Marksizm içindeki köklü bir tartışmayı hatırlatmaktadır: Evvel zaman içinde, kapitalizm henüz yokken ekonomi-dışı bir zor varmış. Bu zor, ekonominin dışında bir yerlerde bekler, vakti ve keyfi gelince gidip tarlada, atölyede ortaya çıkan ürünün bir kısmına el koyarmış. Gel zaman git zaman, bizim ekonomi büyümüş büyümüş ve ekonomi-dışı zoru yenip artık kendisi ürünün bir kısmına el koyar olmuş. Ancak ekonomi-dışı parazitler, ekonominin işine karışmaya, onu rahatsız etmeye devam etmişler. Yok vergiydi, yok kamu çıkarıydı, yok ekolojiydi… Ekonomi bir türlü kendine gelip tam-ekonomi olamıyormuş. Masallaştırmayı burada kesip yukarıda ifadelerin masal değil, kapitalizmin tarihine dair teorilerden biri olduğunu belirtelim. Ne anlatılmak isteniyor aslında? Dünya, ekonominin yüzü suyu hürmetine dönüyor. Devlet, ordu, bürokrasi, politika vb. ise ekonominin cürufu olarak belirmektedir. Ekonomi eninde sonunda bu cürufları kenara atmaktadır. 


Pasifik-Ötesi Ortaklık için anlatılanlar da bir şekilde politikayla sınırlanmış, bürokrasi ve devletle zincirlenmiş kapitalizmin bütün bu zincirleri kırma, devlete galebe çalma girişimi ve nihayet cüruflu kapitalizmden mutlak kapitalizme geçiş mücadelesinin yeni bir cephesini göstermeyi amaçlıyor. Tabii bu mutlak kapitalistleşme sürecine mutlak proleterleşmenin eşlik ettiğini yukarıdaki kapitalizm anlatısına eklememiz gerekiyor. Hemen soralım: Gerçekte de kapitalizm, ekonomiye dışsal görünen, eklenti, yapay, geçici olduğu iddia edilen ve esasen devlete dair unsur ve düzeylerden arınıp saydamlaşma dinamiği taşımakta mıdır? Bu saydamlaşmayı, dünya nüfusunun proleterler ve burjuvalar biçiminde ayrışması mı takip etmektedir? Marksistlerin, sosyalistlerin önemli bir bölümünün bu sorulara olumlu cevap verdiği biliniyor. Bunun temelde iki nedeni var. Birincisi, Marx’ın tarih teorisinde bir kavram olan kapitalizmin ekonomiye, sermayeye ve giderek şirketlere eşitlenmesi, diğeri ise kapitalizmle (ekonomi) mücadelenin (politika) gerçek, fiili bir mücadele olarak kurgulanması. Böyle olunca, devlet gibi ezme-ezilme ilişkisinin başatlığı bir ayrıntı ya da tali bir durum olarak kıyıda köşede kalıyor. Buraya kadar teorik bir tartışmadan ibaretmiş gibi duran kavram ve yorumlar, sorulara verilen olumlu yanıtlarla birlikte politikada da gerçek hayatta da bir tutum alışı beraberinde getiriyor. Genelleştirerek şöyle ifade edilebilir bu tutum alış: Bir tarafta mutlaklaşma eğilimindeki kapitalizm, diğer tarafta kapitalizmin mutlaklaşma eğilimi önünde engeller oluşturan ekonomi-dışı düzeyler.  Bir tarafta ekonominin özgürce hareket arzusu, öbür tarafta devletin ona sınırlar çizen yapısı, bir tarafta sermayenin mutlak sömürü eğilimi, diğer tarafta kamu çıkarı mücadelesi.

 

Doğal ve zorunlu görülen bu cepheleşmede sosyalistlerin nöbet yeri de kendiliğinden ortaya çıkıyor: Kamuculuk! Nöbet yerini Türkiye ölçeğinde biraz daha somutlaştırabiliriz. Memleket sağı/muhafazakârlığına yakıştırılan bir piyasacılık sıfatı vardır. Güya muhafazakârlar, devletin ve kamunun eline bulaşık politika ve ideolojiyle ekonominin işine karışmasını istemezler. Yani Türkiye’nin mutlak kapitalizmcileri muhafazakârlardır. Devletse bu iki kutup arasındaki salınımına göre türlü sıfatlar alarak solun gündemine girmektedir. Bir dönem ilerici, bazen karşı-devrimci. Sonra yeniden kamucu vb. devam ediyor salınım. Sosyalistlere de tarihsel bir görev olarak sermayeye karşı kamu (devlet olarak da anlayabiliriz bunu) savunuculuğu, muhafazakârlığa karşı ilerici olmak düşüyor. Bu kadar mı? Değil. Mutlak kapitalizm eğiliminin, devlet ve politika merkezli olarak önüne çıkan sınırları yıktığı iddiası, esasen, devlet ve politika düzleminde var olduğu ve korunduğu kabul edilen “insanlığın tarihsel birikimi”nin sermaye tarafından yok edildiği iddiasıdır. Sermaye, bu birikimin düşmanı addediliyor. Zira “insanlığın tarihsel birikimi” mutlak kapitalistleşmeye engel olarak görülüyor. Mesela ulus kavramı. Artık sermaye, mutlakıyet aradığı için ulus ve ulus-devlet gibi tarihsel kurumlara düşmanmış. Benzer biçimde, kuvvetler ayrılığı ya da sosyal devlet. Sermaye artık bunlara da katlanamıyormuş. Ancak moda olanı laiklik. Sermaye ile laiklik arasında uzlaşmaz bir çelişkinin olduğu söylenecek neredeyse solda. Neden? Çünkü kapitalizmin 19. yüzyılda yarattığı haklarının bilincindeki yurttaş kategorisinin, 21. yüzyılda tam-kapitalizmin gerçekleşmesinin önündeki temel engel haline geldiği savunuluyor. Yani devrimci burjuvaziyle gerici burjuvazi cephe cepheye. 


Türkiye solunda sıkça yurttaşlığa, laikliğe, anayasallığa, hukuka, işçi haklarına vurgu yapıldığı görülür. Bu basitçe gündelik politika dili ya da meşruiyet arayışı değildir. Teorik ve politik boyutlarıyla bir zihniyettir buradaki. Yurttaşlı devlet ile yurttaşsız mutlak kapitalizm arasındaki kategorik tercih. Marksizmin yerini “insanlığın tarihsel birikimi”nin, devrimciliğin yerini şirketlere karşı kamuculuğun aldığı bir tercih.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar