Ana SayfaArşivSayı 62Asiler Ayaklanmasının Ânı ve Süreci

Asiler Ayaklanmasının Ânı ve Süreci

Melik Kara

1. Ânı yaşamak

Milyonlar, devlete karşı ayaklandı. Milyonlar, farklı bayrakları, bambaşka ideolojileri sayesinde eylemde birleşti. Milyonlar, devletin savunmaya çekildiğini gördü. Milyonlar, başka bir dünyanın mümkün olduğunu günler boyu yaşadı.

Gördük elhamdülillah!

*

Türkiye, tarihinde görülmemiş bir konjonktür yaşadı. Bir ayaklanmanın içinden geçtik. Hedefi devlet olan bir ayaklanma. Devrim davası olanların kendilerini bu konjonktürün içine boydan boya atmamaları tarihsel suç olacaktı.

Pratik eylemin dönüştürücü kudretine güven, devleti karşıya almanın tanımlayıcı dinamiği…

*

Geçen haftalar boyunca bizim de günümüz geldi! Hep, gelecek dediğimiz günlerimizden günler yaşadık.

Oysa bu konuda pek iyimser değildik.

Gün, kural olarak egemenindir. Devrimcinin veya devrimci görüş sahibinin hayatı, neredeyse hep, ânın dışında geçmek durumunda olur. Ama…

Ama, hayatta bir ân gelir; ve devrimciye, kendini milyonların ânına bırakmak düşer. Devrimci, kendini bu ândan sakındığı kadar, devrimciliğinden vermiş olur.

İşte, geçen haftalar boyunca, böyle bir ân içindeydik. Devrimci görüş sahibine düşen, milyonların içinde erimekti.

Yaşanacak bir ândı. Yaşayanlara ne mutlu. İçinde olamayanlar, hayatlarına bu yoksunlukla devam edecek.

Bu ândan, kendilerine ait sandıkları bilinçleriyle uzak duran düşkünlere lanet olsun.

*

Yaşadığımız, bir devrim değildi. Yaşayımladığımız olay, bize bu görüyü bir salgı olarak veriyordu. Fakat, yaşadığımız, kuşkusuz devrimci bir ândı.

Milyonlarca birey, günler haftalar boyu, işteyse çalışamadı, öğrenciyse okuyamadı, evindeyse oturamadı. Milyonlarca bireyin her biri, haftalar boyu, eski zamanların büyüsüne kapılmışçasına meydanlara aktı. Aklını, bilgisini, bilincini dışarıda bıraktı; meydanlarda, sokaklarda ona bir akıl, bir bilinç, bir davranış tarzı verildi.

Milyonlarca birey, yanındakine ayrıştırıcı, tanılayıcı gözlerle bakmadı haftalar boyu, safları sıklaştırmak için omzuyla, koluyla yokladı. Yanındakiyle kol kola, omuz omuza oldu. Gözünü budaktan esirgemedi; “devlet” denilen şeyi simgeleyendi gözlerdeki budak.

Haftalar boyu, ne ideoloji ayırıyordu meydandakileri ne de bayrak… Daha dün ayıran bayraklar, içinde bulunulan “ân”da birleştiren oluyordu. Kim bu iki bayrağın aynı bayrak olduğunu söyleyebilirdi.

Bu ânda, dünya ikiye ayrılmıştı; karşı taraf ve bizim taraf. Karşı taraf devletti. Devleti o ânda ne temsil ediyor, ne yaşatıyorsa o! Devlet, simgesel olarak Tayyip’in suratı, fiziksel olarak polisin gövdesiydi.

Bizim taraf, her şeyiyle bizim taraftı. O ânda, bizim tarafta fiziksel olarak bulunanı bizim taraf dışında görmek, göreni bizim tarafın dışına atacak bir şeydi sadece. Bizim taraftaki her şey, sağ eldeki taş ile sol eldeki bayrak aynı şeydi.

Karşı taraf devletti. Polisiyle, Tayyip’iyle devlet…

Devlet, haftalar boyu, rutin dışındaki her şeyden elini çekti. Sadece bu “olay”la ilgilenmek zorunda kaldı.

Ân’ı yaşadık.

*

Yirmi yaş civarındaki bir gençlik kuşağı, Türkiye’nin geçmişten gelen ve geleceğe akan tarihine bir düğüm attı.

Bu kuşak, Türkiye’de biricik bir tarihsel ân yarattı. Yapılması gereken bu ân’a boylu boyunca dahil olmak, ân ile yunmak, ân ile arınmak, ân ile değişmek, ân ile dönüşmekti. Ânı yaşamaktı gerekli olan. Ânı anlama ve ona göre davranma çabası, öznesini anın dışına çıkaracaktı.

Ân ile ilişki, tam da “sanal alem”de simgelendiği tarzda kurulmalıydı. Öncesiz ve sonrasız, ânı yaşayarak, bilinci âna indirgeyerek, tarihselliği paranteze alarak kurulan bir ilişki olmalıydı. Bilişlerde bütün tarih âna indirgenmeliydi. Bütün tarih ânda anlamlandırılmalıydı. Öncesi ve sonrasıyla tarih ândı. Tarihte ân, sonraki işti. İçindeyken, ânı dışarısıyla bağlantılandıracak her yönelim, andaki eylemcinin haykıran sesini titretecek, sıkılan yumruğunu gevşetecekti. Ayaklanma, bu pratikle ayaklanmaydı.

Ân’ın bizim dünyamıza ait olduğu “görü” konusu olduğu andan itibaren onunla kurulacak dışsal, eşanlamda rasyonel her ilişki ona yabancılanmak, onun küçük bir örneği olmaya direnmek olacaktı.

Ayaklanmacılar, “normal” zamanlarda düşünemeyeceklerini, yapamayacaklarını yaptılar ve Ayaklanma öncesiyle aralarına görünmez duvarlar ördüler. Ayaklanma, kendi başına bir Türkiye’ye, bir topluma, bir simgeler dünyasına sahipti.

Ânın biricikliği ile biriciklendi milyonlarca birey. Milyonlarca birey, görünmez bir kuvvet tarafından çekiliyormuşçasına eylem alanlarına aktı. Bu çekime kapılmak dışsal rasyonel bir nitelik değil, özdeş ontolojik bir bütünlüktür. Orada olunur veya olunmaz.

*

1960’lardan başlayarak, her bir dönemde politikleşme sürecine girmiş ve ömrünü hâlâ sürenler için trajik bir ândı bu. Bu kuşakların kalanları, yaşlarına başlarına, okumuş yazmışlıklarına bir ân bile bakmadan, genç kuşağın öncülüğünü şerefle tanıdıklarını saygıyla ilan ettiler eylemler ve ardından forumlar boyunca…

Onyılların kiri pası, yorgunluğu ve hafızası ânda hiçleşti. Ân, yenilgilerin acı hatırasını, yenilgi öğretmenin terbiye edici etkisini azgın bir sel gibi silip süpürdü.

Geçmişin yenilgilerini varlığıyla bugüne taşıyan kuşakların etkisi bir ânda kayboldu. Hiç kavga etmemiş, hiç yenilmemiş bir kuşaktı kavgaya atılan. Belleksiz! Demek, binlerce yıldır böyle sürebiliyordu mücadele.

 

 

Elhamdülillah

Yunus Emre

 

Haktan gelen şerbeti içtik elhamdülillah

Şol kudret denizini geçtik elhamdülillah

Şol karşıki dağları meşeleri bağları

Sağlık sefalık ile geçtik elhamdülillah

 

Kuruyuduk yaş olduk ayak idik baş olduk

Kanatlandık kuş olduk uçtuk elhamdülillah

Vardığımız illere şol sefa gönüllere

Baba Tapduk ma’nisin saçtık elhamdülillah

 

Beri bel barışalım yâd isen bilişelim

Atımız eyerlendi eştik elhamdülillah

İndik Rum’u kışladık çok hayr ü şer işledik

Uç bahar geldi geçti göçtük elhamdülillah

 

Dirildik pınar olduk ırıldık ırmak olduk

Aktık denize daldık taştık elhamdülillah

Taptuğun tapusunda kul olduk kapusunda

Yunus miskin çiğ idik piştik elhamdülillah.

 

 

2. Ayaklanmayı süreçselleştirmek

31 Mayıs’la başlayan konjonktürün içinde dolaysız bir şekilde yer almak gerekiyordu. Bu, eleştiri-ötesi bir ilişkilenme tarzıdır. Aslında ortada bir ilişkilenme değil, bir-olma vardır. Özdeş bir unsurunun, Ayaklanmaya, dışsal olması zorunlu bir eleştirel bakış yöneltmesi olanaksızdır. Eleştiri ancak bu momentten sonra başlar.

Ayaklanma!

31 Mayıs günü beliren olay, başlı başına ve tam karşılığıyla, kendiliğinden patlayan bir “ayaklanma”ydı.

31 Mayıs sabah saatlerine kadar, İstanbul Taksim Gezi Parkında, devletin bir işlemine karşı direniş vardı. Direniş, sabah saatlerinden itibaren bitti. Sarsıntılı geçen birkaç saatten sonra, ülke bir şok dalgasına tutulmuşçasına, öğleye doğru, çok sayıda şehirde milyonlarca bireyden oluşan toplulukların bir araya gelmesiyle, açık ve net bir Ayaklanma başladı. Artık direnişe geçen devletti.

Bu saatten sonra, haftalar boyunca devlet, büyük gücüyle fakat can havliyle direnmeye çalışmakta, mevzilerini yitirmemek için telaşla uğraşmaktaydı.

31 Mayıs’tan itibaren Türkiye adıyla anılan sosyo-politik birimde, daha önce benzerine rastlanmamış ölçek ve boyutta bir Ayaklanma vardı artık. Türkiye tarihinin en büyük sayıları devlete karşı sokağa ve meydanlara çıktı, ayağa kalktı, başkaldırdı. Ayaklanma, örgütlü bir olay olmaktan çok uzaktı. Tersine bir işlem oldu ve Ayaklanma örgütleri örgütledi. Tamamen kendiliğinden ortaya çıkan ve herhangi bir öznesi bulunmayan bir hareket oldu.

Milyonların politik varoluşu

Toplumun milyonlarca bireyi, daha önce yapmadığı bir şeyi yaptı, düşünmediği bir şeyleri düşündü, görmeyi hayal edemeyeceği etkiler gördü. Olay, bugün bitmiş kabul edilse bile, artık onu tarihin bir verisi kabul etmeyecek, hesaba katmayacak, başta devlet, hiçbir özne olamaz. Bunu, Ayaklanmanın kendiyle birlikte olup biten temel bir sonucu olarak ifade edebiliriz. Başlangıcıyla birlikte bu sonucu da gerçekleştirdi Ayaklanma: Artık Türkiye’de, harekete geçmiş ve dolayısıyla her ân harekete geçebilecek milyonlar ölçeğine ulaşan yığınlar var!

Türkiye’de, kuruluşundan beri, kendiliğinden hareket eden büyük sayıların, devletin, aktif varoluşlarını dikkate almak durumunda hissettiği bir moment birkaçtan fazla olmadı. Gezi Ayaklanması, bunların kuşkusuz başında geliyor.

Devlet yerinden oynatıldı

Başka temel sonuç, Ayaklanmanın, devlet tarafının insicamını bozması olmuştur. Devlet iktidarının geniş yığınlar –ve dış ve iç bağlantı ve taraflar– karşısındaki duruşu bozuldu.

Geniş yığınların hareketinin devlete etkisi, Ayaklanmaya kadar uzun yıllardır, elle atılan bir taşın TOMA’ya etkisi gibiydi. Ağır ve yekpare bir granit gibiydi devlet iktidarı… Ama bu kütle Ayaklanmayla yerinden oynatıldı, kütlenin çok incelmiş görülen çatlakları belirginleşmeye başladı. Molotof kokteyli atılmış, ön camına boya püskürtülmüş bir TOMA gibi…

AKP adındaki kuruluş tarafından 10 yılı aşkın bir süredir giderek yükselen ve yerleşen bir güçle egemen olunmuş devlet iktidarı, artık bu niteliğinden geriye düşme sürecine girmiştir. Gerisi, Ayaklanmanın sürece nasıl tahvil olacağına bağlıdır.

Devrimci bir muhalefet hareketi için en uygunsuz iktidar tablosu uzun süren istikrar olsa gerektir. Türkiye’nin daha önceki uzun istikrarlı iktidar yıllarını Demokrat Parti’nin 1950’li onyıldaki örneği oluşturmaktaydı. Tayyip Erdoğan’ın, DP örneğini geride bırakarak, kurucu bir misyon elde etmek bakımından tek parti veya Atatürk dönemiyle kıyaslanma aşamasına sıçratma hevesi bakımından “2023” iyi bir simgeydi: En az 20 yıllık kesintisiz bir iktidar dönemi!

Gezi Ayaklanmasının, Tayyip Erdoğan’ın önümüzdeki onyılı kapsayan vizyonunu tuzla buz ettiği kesindir. 20 yıllık ve ezilen devrimciliği bakımından bir kâbustan başka bir anlamı olmayacak bir istikrar devleti ihtimali tarihin çöp sepetindedir artık.

Ayaklanma bu zaferini kutladı. (Daha ilk günün akşamında, Ayaklanmacı gençlik meydanlarda kutluyordu bu zaferi: “Şerefine Tayyip!”)

Bu sonuç, Türkiye’de ezilenlere dayalı muhalefet hareketinin geleceği açısından belirleyici ve can alıcı önemdedir. Egemen blokun çatlaması, devletin istikrarını yitirerek dış ve iç ilişkiler ağının sarsılması ve alternatif arayışlarının örtük ya da açık ifade edilme sürecine girilmesi…

Ayaklanmanın hedefi, Tayyip Erdoğan olarak somutlanmış devlet iktidarıdır. Bu bağlamda, ABD ve Fethullah Gülen Hareketi dahil birçok özne, Türkiye’de ezilen devrimciliği sürecinin peşindekiler açısından “nesnel müttefik”tir. Bu açıdan, hedefin Tayyip Erdoğan olarak daraltılması, buna karşılık bütün rejimin veya sistemin hedefe oturtulmaması, Ayaklanmanın sorunu veya eksikliği değil bilakis gelişmeye, genişlemeye açık ucudur. Hedefin daraltılması ile Tayyip Erdoğan’ın düşmesiyle yetinilmemesi arasında Ayaklanmanın dinamiğinin yarattığı güçlü bir bağ vardır.

*

Türkiye tarihinde politikanın temel bir eksikliği kitlesiz olagelmesiydi. Öncü, kitlesini bulamıyor ve bu eksikliği çeşitli ikame yollarına gidiyordu.

Devlet, 40. yılını süren bu muhalefet hareketi tarzını son on yıl boyunca artık kontrol altına almış görünüyordu.

Gezi Ayaklanması ile, rakkas öbür yana savruldu. Ve artık öncüsüz bir kendiliğinden kitle hareketi içindeyiz. Öncüsüzlüğü ve örgütsüzlüğü bir örgütlenme ve öncülenme tarzı olarak benimsemiş bir hareket bu.

Türkiye, 1960’ların sonlarından bu yana bir devrimcilik dönemindeydi. Son on yılın, bu dönemin bitişi olduğu çok alametten anlaşılıyordu. Devletin kendini güçlü bir şekilde tahkim etmesi ve Kürdistan Devrimiyle, terazinin hangi kefesinin ağır basacağı belli olmayan bir “rasyonel süreç”e girmesi, devletlinin uzun vadeli yapısal hesaplar yapmasına olanak veriyordu. Bu, Türkiye’de devrimci bir pozisyondan kurulacak mücadele öngörüsü bakımından kıstırılmış bir gün ve gelecek tablosuydu.

Bir ülkede, güçlü bir çoğunluğa sahip tek bir partinin üçten fazla seçim dönemi hükümet olmasının, ya da politik ifadeyle, devlete egemen bir kanadın istikrar ortamının kuşaklar boyu sürmesinin rejimin gücü bakımından yapısal sonuçlar vereceği besbelliydi. Tayyip Erdoğan adında somutlanan bu devlet kanadının, 2023 hedefi bu açıdan gerçekçi bir istikbal görüşü olacaktı.

Bu ihtimal, her türlü muhalefet hareketinin kendine faaliyet alanı bulmasının önkoşulu oluyordu. Tayyip Erdoğan iktidarı sarsılmalıydı.

On yılı aşkın bir süredir yükselen eğri, bir süredir hissedilen bir gerilimle, ama yaşadığı ilk önemli toslama olarak Reyhanlı patlaması ile, yön değiştirmeye başlamıştı. Daha önce meydana gelmiş ve önemli olumsuz etkiler icra etmesi beklenebilecek Roboski (Uludere) katliamı (28 Aralık 2011), Kürdistan Hareketine olumlu bir etki sağlamakla birlikte, paradoksal olarak, devletin konsolidasyonunu güçlendiren bir rol oynamıştı. Devlet, alışıldık davranış tarzının “basit” bir yansıması olan bu “kaza” ile şaşkın yakalanmış, ancak bir-iki günde sorunla baş etmeyi becermişti.

Reyhanlı’da meydana gelen patlama (11 Mayıs 2013), bir burjuva muhalefet hareketinin varlığında çok önemli acil sonuçlar icra edebilecekken, devlet beş-on günde patlamanın kısa vadeli etkilerini kontrol edebilmeyi başarmıştı, ancak bu olay, devletin, içinde olduğu konjonktürlerdeki iradesinin zayıfladığının, olaylar üzerindeki kontrolünün kayba uğramaya başladığının işareti olmuştu. Tayyip Erdoğan’da simgelenen devletin egemen gücünün iniş eğilimine girdiği anlaşılıyordu.

Bu gelişmeler tedrici nitelikteydi henüz. Ancak…

Devlet katındaki kısa ya da orta vadeli bütün hesapları altüst edecek, tanımı gereği öngörülmeyen bir gelişme oldu.

Bozkırın bazı yerlerinin kuruduğu görülüyordu, çok sayıda küçük kıvılcım da çakıp duruyordu ve kıvılcım bir türlü kuru yerleri tutuşturmuyordu.

31 Mayıs Cuma günü çakan kıvılcım, bir anda, bozkırın kuru bölgelerini cayır cayır yakmaya başladı. Bir günde milyonlarca kişi, en büyük kentler başta olmak üzere, ülkenin önemli bir kısmında devlete karşı sokağa çıktı. Ülkenin sosyo-politik havası bir ânda değişti. Ayaklanma başlamıştı!

Ayaklanma için biriken olaylar

Ayaklanma, her şeye karşın, bir nicelik birikmesinin üstüne oturdu. Bu, Nisan ve Mayıs aylarından beri gün gün süren irili ufaklı bir dizi gelişmede birikimsel öncülünü bulan ve bu anlamda, olup bittikten sonra görülebilen bir bağlantıyı, sürekliliği işaret ediyordu.

Nisan ayının başlarında İstanbul Beyoğlu’ndaki Emek Sinemasının kapanmasına karşı sanatçı ve aydın toplulukların gösteri yapması, topluluğun algısı göz önüne alınınca özellikle gaddarca bir saldırıyla ezilmişti.

Mayıs ayının ilk günü, Taksim Meydanının 1 Mayıs kutlamalarına yasak edilmesiyle ortaya çıkan çatışmalar yaşandı. Türkiye devrimci ve ilerici hareketi, 1 Mayıs’la ilgili devlet kararını tanımamış ve bu mücadele gününü bir çatışma günü olarak yaşamıştı. (Yokuşlarla karşılaşıldığında, –1 Mayıs’ı Kadıköy’de kutlamak gibi– akıllıca başka yollar aramak yerine, devleti bu şekilde inatla zorlamanın uygun yol olduğu bir kez daha görülmüş olmalıydı böylece…) Genç Dilan’ın polisin gaddar saldırısıyla yaralanması toplumun önemli bir kısmını günlerce çalkalamıştı. Devletin “aşırı” ve “gereksiz” görülen önlemleri dikkat çekiyor ve o gün neredeyse bütün İstanbul’un ana yollarının felç olmasını göze alan bir devlet tavrı söz konusu oluyordu. Hakikaten, sayıları birkaç bini geçmeyen solcular için bu kadar önlem aşırı görülüyordu.

Mayıs ayının günleri, devletin tutumuna rıza göstermenin getireceği vahim sonuçları sezen veya politika anlayışı zaten öyle olan solcu grupların İstiklal Caddesi üzerinden Taksim Meydanına girmeyi zorlayan eylemlerine sahne oluyordu.

Simgesini 1 Mayıslarda bulan polisle çatışmalı bir kent günü mefhumunun, herhalde, medya aracılığıyla genç kuşağın günlük kültürüne işlediği kabul edilebilir. Polisle çatışma, gaz bombalarına maruz kalma, gençlerin gözünde “olabilir”lik kazanmış olmalıdır. Bu ülkenin direşken devrimcileri, toplumun geniş kesimlerine davranış modeli aşılamış oldular.

Ancak devletin bu konudaki tutumunun yapısal hesaplara dayandığı anlaşıldı. Devlet, özellikle İstanbul’un kent ile toplum ilişkisini radikal bir tarzda dönüştürmek istiyordu. Taksim, politik muhalefetin mitingler için kullanabileceği bir meydan olmayacak, Gezi Parkı alışveriş merkezi olacak, İstiklal Caddesi ve bağlı sokaklar, bambaşka bir sınıfsal profilin yaşadığı bir yer haline dönüştürülecekti.

Devlet, böylece, Türkiye’de 1960’lardan beri süregelen muhalefet tarzının fiziki ve toplumsal koşullarını ortadan kaldırmış olacaktı. Devletin toplumsal ve politik muhalefete karşı zaferi böylece aslında “tam” olacaktı. “2023 hedefi” bu operasyonel hayalin gerçekleşebilir ürünüydü!

Uzunca süredir, İstanbul gibi bir dünya metropolünün dünyaya açılan penceresi, bir anlamda Türkiye’nin merkezi konumunda olan İstiklal Caddesi, solcular arasında bile Hyde Park türü bir yer haline gelmiş olmakla eleştiri konusu oluyordu. Solcu topluluklar, ne hissederlerse etsinler, giderek protestocu bir muhalefet tarzıyla rejime entegre olma ihtimalini görerek yapıyorlardı kaçınamadıkları bu eylemleri. Ancak, devlet, solculara, kendi dolaysız çabalarıyla alamadığını, neredeyse altın tepside sunacaktı!

Gelişmelerde hiçbir aklın kusuru aranmamalı. Ortada hiçbir aptallık yok; aklın zaten aşılmış olduğu görünür oldu sadece. Tarih işte böyle işliyor; “aslan” gibi devlet, “kedi” gibi solcuya boğduruluyordu!

Gezi Parkında yapılacak düzenlemeye karşı direnişe geçenler başta hakikaten, “üç-beş ağaç için üç-beş çevreci” esprisine karşılık gelecek bir topluluktu. Genel olarak “Batılı” tarzda liberal denebilecek bir yapıya sahip olan topluluğa karşı devletin karşılığı pek “alaturka” oldu!

Basit bir talebi devlet, görünür düzeyde, gereksiz ve aşırı bir şiddetle bastırmaya yöneldi. Bu tarz, benzeri ülkelerde hep olurdu. Ta yüzyıl önce Lenin, basit bir talep için işçilere ateş açan Çarlık Rusyası polisini de aynı şekilde analiz ediyordu. Yani devlet, görünürde, basit bir düzenlemeyle hallolabilecek bir soruna ağır politik karşılık veriyordu. Bu, çoğu göze aşırı ve akılsız bir işlem olarak görünüyordu. Sıradan günlük taleplerin bile “aşırı” politik bir dolayımdan geçmesi bizzat devlet eliyle “sağlanıyordu”.

Devlet, bu konuda taviz verirse bunun arkasının geleceğini, “masum çevreciler”in ardından “marjinal gruplar”ın ardı arkası kesilmez talepler dizisiyle karşılaşacağını, biriktirdiği deneyimle “biliyor”du. Bu anlamda, davranışı bir devlet aklına dayanıyordu. (Fakat, dar anlamda anlaşılmış bir akıldan söz edilecekse, devletin davranışının, sonuçtan da rahatlıkla görülebileceği gibi, akılsızca olduğu söylenebilir. Öte yandan, bir örnek olarak, Tayyip Erdoğan’ın Kuzey Afrika gezisi sırasında Abdullah Gül ve Bülent Arınç inisiyatifinde yürüyen “akıllı” işlemin meseleyi çözmeye yeteceği de çok su götürür bir ihtimaldi. Dolayısıyla ortadaki, akılsızlık ya da akılla hallolabilecek bir sorun değildi.)

Devlet, kontrol edemeyeceği yeni tarz bir sürece gireceğine, bu zamana kadar tecrübeyle sabit bir pratik başarının eseri olan tarzıyla hareket ederek meseleyi büyümeden ezerek yok etmeyi, çözmeyi öngördü. Ancak baltayı taşa vurduğunu kısa sürede anladı.

Bundan sonrası, Türkiye’nin tamamen farklı ve alışılmadık bir konjonktüre girmesi oluyordu. 31 Mayıs Cuma gününe denk geliyor bu ân. Liberal bir talep, üstelik liberallerce üstlenilen bir mesele, önü alınmaz bir patlamaya meydan verdi.

Gezi Parkındaki gelişmelerin, bu tür zamanlar için erken denebilecek bir değerlendirmesi, 29 Mayıs’ta, şu şekilde yapılıyordu: “Gezi Parkındaki gelişmelerin yükseleceği anlaşılıyor. İktidarın Taksim’de 1 Mayıs’a izin vermemesi ile Gezi Parkındaki düzenleme özdeştir. Yani bugün bir anlamda 1 Mayıs yaşanıyor. Bunda sosyolojik olarak birtakım şehirlilerin duyarlılığı rol oynuyor. Ama politik olarak 1 Mayıs’la çakışma söz konusu. Bu nedenle sosyolojik ile politik’in hayırlı bir örtüşmesi olarak değerlendirilebilir.”

1 Mayıs ile Gezi Parkı düzenlemesi arasındaki halkayı yakaladığı için isabetli denebilecek bu değerlendirme, iki gün sonraki patlamayla kategorik olarak aşıldı. Değerlendirme, olsa olsa lineer bir yaklaşıma dayanıyordu, ancak patlama bir sıçramaydı.

Karmaşık, çoklu ve çapraz bileşim

Ayaklanma, sadece devlete karşı büyük sayılara ulaşması ile biricik değildi. O güne kadar aykırı ve karşıt olan, öyle kabul edilen unsurları birleştirdiği için de biricikti.

Şu sözleri ne kadar ansak yeridir: “Muhalefetin senelerce uğraşsa da başaramayacağı bir şeyi biz 5 günde başardık ve normal koşullarda bir araya gelmesi düşünülemeyecek olan birbirinden çok farklı kesim, grup, fraksiyonları toz duman içerisinde birbirleriyle buluşturduk.” Bu sözler, hükümetin bir üyesinin, Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın 1 Haziran’da yaptığı vuzuhlu değerlendirmeye ait…

Avcı devam ediyor: “Bu gösterilere katılan gençler bu toz duman dağıldıktan sonra, yanlarında yürüyenlerin kimler olduğunu gördüklerinde çok şaşıracaklar. Çünkü, (…) birbiriyle imtizaç etmesi, birlikte davranması, birbirleriyle aynı yoldan yürümesi düşünülemeyecek olan farklı kesimleri bir araya getirdiğimiz bir süreç. Yani bu gaz bulutları dağıldığı zaman koltuğunun altında Orhan Pamuk kitabı taşıyan Açık Radyo dinleyicileri, yanlarında koltuğunun altında ulusal gazeteleri taşıyan beyaz bereli çocukları görürlerse hiç şaşırmasınlar.”

Bir başkası, şöyle değerlendiriyor: “Dikkat edin, bizlere (Akil İnsanlar) üzerinde Atatürk olan Türk bayraklarıyla tepki gösterenler, aynı bayraklarla BDP’lilerle el eleydi. Bunun akılla izahı olabilir mi? Bizi taşlayanlar, Öcalan posterlerine tepki gösterenler, bir baktık ki su sıkan polise karşı birlikte. Ulusalcı bayrak taşıyan kızın elinden tutmuş BDP flamalı bir genç, MHP’li de onlara destek veriyor. Böyle bir tabloyu keşke biz bölgede görebilseydik.”[1]

*

Zengin heterojen bileşimi, Ayaklanmanın tamamen avantajı, gücü ve olanağı oldu. “Ne sağcıyım ne solcu, çapulcuyum çapulcu” yazılı bir dövizle Gezi Parkında görülen büyük burjuva Cem Boyner’den Beşiktaş’ta izin günü eylemci olarak yer alan polis ve onu tanıyan tinerci gence kadar, toplumsal bileşimi Ayaklanmanın kapsayıcı zenginliğiydi. Ayaklanmanın, hedefini isabetle bulduktan sonra, bileşiminde sorun olarak görülebilecek hususlar tamamen gücü olarak belirdi.

Ayaklanma bu bileşimiyle toplumun dikine kesitinin bir yanının herhalde tamamına, şu ya da bu şekilde, ulaşmış oldu. Ama bu manzarasıyla öbür yandan ancak zayıf bir katılım sağlayabildi. Toplumun söz konusu kesitindeki zenginlik, öteki kesitteki yoksullukla “dengelendi”. Öteki “yüzde 50”, devlete biatı dinsellik olarak yaşayan kayıtsızlığıyla konjonktürdeki yerini almış oldu. Bu geniş kesim, Ayaklanmayla derinden ama az şiddetle sarsılmasına karşın kayıtsızlığını sürdürdü. Tayyip Erdoğan’ın onca hırsla yaptığı bayrak ve sokak çağrılarına aynı kesif kayıtsızlıkla yanıt verdi. Ayaklanmaya, Sünni-Türk olarak temayüz ederek varoluşunu devlete biatta bulan toplum kesimleri ilgisiz kaldı. (Geniş ve politik Kürt yığınların ilgisizliği tamamen başka bir başlıkta değerlendirilmeyi gerektiriyor.)

İdeolojik bakımdan Sünni-Türk yığınlar olmaksızın karakterize olmasına karşın, Ayaklanma, bir politik hegemonya iddiası göstergesi olarak, ilk günlerden başlayarak ve Ramazan ayı boyunca, Hareket olarak başlıca dinamiklerinden birini Sünni kesimlere dönük duruşuyla sağlamaktadır.

*

Ayaklanmayla, bu zamana kadar birbirine karşıtlıkla kimliklenen iki başlıca ideo-politik akım, “ulusalcı laiklik” ile “liberalizm”, toplumsal karşılıklarıyla birlikte yan yana geldi. Bu tabloya, sosyalizm, İslamilik ve öteki birçok ideolojik yönelim dahil oldu. Aleviler de, ideo-politik akımlara uzanan kesimleriyle birlikte, “ideo-sosyal” denebilecek bir nitelikle yerlerini aldılar Ayaklanmada.

Ayaklanma, çapraz nitelikler ve yönelimler içinde olduğu kabul edilen çok sayıda öbeği eylemde birleştirdi. Bu birliğin fotoğrafları Ayaklanmanın en başarılı anlatımları olacaktır.

Ayaklanmada, –basitçe devletli olanlar dışında– en azından taşıyıcılarının bir kısmıyla yer almayan, Ayaklanmaya paçasını kaptırmayan az çok belirgin varoluş sahibi hiçbir ideolojik akım herhalde kalmadı. Ayaklanmada şu veya bu şekilde yer alan ideolojik-politik yönelimler, muhalefetin mümkün bir tablosunu da çıkarmış oldu.

Genel olarak “ülkücü hareket”, Ayaklanmayla boydan boya yarıldı. Bu hareket, Ayaklanmadan önemli ölçüde etkilendi. Ülkücülerin, MHP yönetiminin kontrol operasyonuna gitmesini zorunlu kılan katılımı, bu kesimin görece yüksek sınıfsal kesimlere mensup olanları kadar plebyen öbeklerinin de Ayaklanmada yer almasıyla, vurgulanmalıdır. Ülkücülerin, ideolojik sembollerinin görünürlüğünden daha çok katılım sağladığı izlendi. Ülkücü katılımın, Kemalizm dolayımıyla mı özgün nitelikleriyle mi olduğu önemli bir sorudur.

Liberallerin Ayaklanma kozmosunda yer almayan kesimleri herhalde artık bu sıfatla anılmayacak bir hale geldi. Liberalizm, özellikle bir dinamik liberter eğilimin başatlığında Ayaklanmanın önemli bir ideolojik bileşeniydi.

İslamilik, Anti-Kapitalist Müslümanlar’ın ve Devrimci Müslümanlar’ın cüssesini kat kat aşan etkisiyle varlık bulsa da, toplumsal karşılığı Ayaklanmaya herhalde en az oranda yansıyan akımdı. İslami kesimler, bu etkiyi, adeta, Ayaklanmadaki İslam unsurunun eksikliğini telafi etmek istercesine güçlü bir şekilde icra ediyorlar.

*

Ayaklanma topluluğunun çoğunluğunu, laik/ulusalcı ve liberal denebilecek kesimler oluşturuyordu. (Öteki şehirlerde daha belirgin olmakla birlikte, Taksim’e 1 Haziran’da polisin çekilmesiyle akan kitlenin laik ve ulusalcı ağırlığı belirgindi.)

Bu iki kesimin toplumsal profilini ağırlıklı olarak, metropol merkezlerdeki “kentli” modernleşmeci yığınlar oluşturdu. Bu kesimlerin, sosyo-ekonomik bakımdan dahil olmasalar da, bir “orta sınıf kültürü”yle donanmış olduğu söylenebilir. Ayaklanmacı gençliğin de kökeni asıl olarak bu iki kesime dayanıyordu.

*

Ayaklanmanın farklı ideolojik yönelimlerini somut varlığıyla genç kuşak birleştiriyordu. Genç kuşak, ideolojiler arasında, eylem halindeki bağlantı kayışı rolü oynadı. Gençler, bir anlamda, söz konusu bütün ideo-politik yönelimleri kendi varoluş tarzlarının renginden geçiriyor ve böylelikle birbirleriyle ilişkilenebilir hale getiriyorlardı.

Ayaklanmacı gençlik, Ayaklanmayla beliren katkısıyla, hareket etmeyi zorlaştıran tarihsel yüklerini sırtlamış ideo-politik akımlara, yüklerin gerek görülenlerini geçmişte bırakma imkanı verdi. Bu büyük fırsat değerlendirilmelidir.

*

Ayaklanmanın, zayıf da olsa plebyen bileşenlerinden birini ülkücülerin oluşturduğu söylenebilir. Geniş ulusalcı cenahın da plebyen boyutlar bakımından zengin sayılabilecek Ayaklanma bileşenleri arasında olduğu vurgulanmalıdır.

Ayaklanmanın, yoksul halk kitlelerine dayanan asıl karşılığını Aleviler oluşturdu. Şehirlerin merkezi bölgeleri dışındaki eylemler genel olarak Alevilerin yoğun yaşadığı yerlerde ortaya çıktı ve sürdü. Trajik olarak Aleviler, politik çelişkilerin toplumsal yükünü Gezi Ayaklanmasında da omuzladılar. Ayaklanmanın şehitlerinin hepsi ve tahminlere göre ağır yaralılarının çoğu Alevi toplumuna mensuptu.

Bileşimdeki “eksik” halka

Kürdistan Özgürlük Hareketinin Ayaklanmayla ilişkilenişi, başlıca ilgi konularından biri oldu.

Ayaklanma konjonktüründe, Kürt Hareketinin bir Kürdistan Hareketi olduğu bir kez daha görüldü ve Kürdistan’ın ayrı yersel gerçeği kendini bir kez daha gösterdi.

Ayaklanma ile, 30 yıldır ilk kez Kürdistan Hareketinden bağımsız, ve / ama onu karşısına almayarak gelişen bir kitle hareketi ortaya çıkmış oldu. Kürdistan Hareketinden bağımsızlık, Türkiye ve Kürdistan devrimleri bakımlarından kategorik önemde bir husustur.

Yıllar boyu, ya kendi büyük varlığı yanında yer almış ya da karşısındaki hareketlere alışmış olarak, Ayaklanmaya –öteki her özne gibi– hazırlıksız yakalanan Kürt Hareketinin refleksi olumsuz oldu. Büyük bir özne için bu türden kontrolsüz hareketlerin tercih edilmemesi beklenti dahilindedir.

Ancak Kürdistan Hareketinin Ayaklanmayla ilişkilenişindeki temel faktör bir kez daha ontolojik ayrımda saklıydı. Ayrı bir bölgenin, ayrı bir mücadele biriminin hareketi olarak Kürdistan Özgürlük Hareketi, elbette kendi gerçeğinden algılayacaktı olayları. Bunda herhangi bir sorun görmemek gerekiyor. Öte yandan, geniş Kürt yığınlar, Ayaklanmanın karşılaştığı şiddet dozunu, bileşenlerinin ve taleplerinin naifliğini kendi dünyasının, kendi yerinin gerçeğiyle karşılaştırdı ve “haklı olarak” küçümsedi. Bunlar da sorun muydu, bunlar da şiddet miydi? Bunda da herhangi bir sorun görmemek gerekiyor.

Kürt Hareketi, Ayaklanmayı, bir başka ve “taktik” boyutuyla, kendi pişmiş aşına katılacak bir soğuk su olarak gördü ve nitekim, haftalarla ölçülebilen bir takvime bağlanmış “çözüm süreci” açısından, bu, yerinde bir algıydı. Ayaklanmanın hedefi AKP iktidarıydı ve Kürt Hareketi, devlet olarak AKP’yle 30 yıl sonra en ileri seviyede görülen bir “çözüm süreci” yürütüyordu. Hareketin liberal denebilecek birtakım sözcüleri, “Ergenekoncular”ın veya “ulusalcılar”ın bir komplosu olarak Ayaklanmayı, kendi konumlarından, moda ifadeyle, “ötekileştirdi”ler. Kürdistan Özgürlük Hareketinin geniş gövdesinin liberal bileşenlerinin somut olarak AKP’ye meyleden politik tiynetinin katılmasıyla Kürt Hareketinin Ayaklanmaya ilişkin tutumunun resmi ortaya çıkabilir.

Kürdistan Özgürlük Hareketi, devrimci bileşenleri vasıtasıyla, tutum ifadesi anlamında Ayaklanmaya eklemlendi, ancak bu, ontoloji ayrımını aşmaya yetmedi ve Kürt yığınlar, Ayaklanma konjonktürünü devletle çatışma olarak yaşamadılar. Ayaklanmayı Kürdistan’a taşıma veya Ayaklanmayla Kürdistan’da dayanışma yöneliminin karşılık bulmadığını söyleyebiliriz. Bunda da bir sorun yok. Kürt Hareketi, kendi selametine karar verme hakkını sonuna kadar kullanır ve bizlere bu hakka saygı düşer.

Ancak, Dersim’in, Kürdistan için ve Kürdistan Özgürlük Hareketi için özgül bir yeri olduğu Ayaklanma konjonktüründe bir kez daha tescillendi. Dersim, Ayaklanmayı Kürdistan’da patlatan tek yer oldu.

Kürt Hareketi, bir süredir, genel olarak tüm bölgede ezilenlerin hegemonik hareketi olma yönelimini ilan edegeliyordu. Ayaklanma konjonktürü, bu hareketin hegemonya iddiası bakımından negatif bir örnek oldu. Hareket, ezilenlerin Kürdistan’daki kısmının hareketi olduğunu gördü ve gösterdi.

Her bir “mücadele yeri”ne ayrı bir kalıpla yaklaşmayı, bu kalıpların zaman zaman aykırı ve çatışan görünümler –veya hakiki karşılıklar– almasını gözetmeyi öğrenmeliyiz. Ezilenlerin mücadele ortaklığı, tek bir kalıbı her bir yere dayatmayı da, her bir yerin sorunsuz bir şekilde uyumlu olması gerektiği anlayışını da reddetmek durumundadır. Her bir yerin mücadelesi özgüldür ve her bir yer, aynı zamanda, dünyanın merkezini bulunduğu yer olarak görme hakkına sahiptir. Ama bu, paradoksal olarak, hegemonya kurma olanaklarının önünde bir engel işlevi görebilecektir. Sorun, özgüllüğü reddeden bir genellik düzeyine kaçmakla, veya özgüllüklerden birini mutlaklaştıran bir özgüllük düzeyine sığınmakla halledilebilecek nitelikte olamaz. Her bir yerin mücadelesi, kendi mücadelecileri eliyle verilme hakkına sahiptir ve yerler arasındaki ilişkiler engin bir ezilenler anlayışının ortamında günlük mücadele ve ayarlama konusudur.

Bu bağlamda, sorun olarak ifade edilmeyi gerektiren önemli bir hususu, Halkların Demokratik Kongresi oluşturmaktadır. Kürdistan ve Türkiye yersel gerçeğini üst bir düzlemde birleştirme iddiasıyla kurulan HDK, Ayaklanma konjonktüründe, bu birlik misyonunu yerine getiremediğini, iki ayrı yersel gerçeği birleştiremediğini ve kendini esasen Kürdistan yerselliğine bağlamış bir yan-ürün olarak konumlandırmış olduğunu gösterdi.

Liberter nakarat

Hangi bileşenden gelirse gelsin, Ayaklanma şarkısının nakaratı her zaman liberter oldu. Bir anlamda, kendiliğinden Ayaklanmaya kendiliğinden bir özgül ideoloji aranacaksa bu herhalde liberterizm olacaktır.

Ayaklanmada baştan beri liberal bir boyut oldu. Liberal boyut, sanki Gezi Parkındaki ilk direnişçilerin genetik katkısıydı. Kalıtım, varlığı boyunca Ayaklanmanın karakter veren öğesi oldu. Katılımcılarından taleplerine, hareket tarzından ifade şekil ve araçlarına kadar liberal bir özellik her zaman dikkat çekti.

Bu bakımdan, Ayaklanmada ulusalcıların rolü üzerine, liberal etkilenimli birtakım çevrelerin yaşadığı tedirginlik, esas olarak vehimdir. Çünkü, Ayaklanmada ulusalcı kitleler üzerinde bile olumlu anlamda liberter veya olumsuz anlamda liberal bir genel etki görülüyordu. Bir bakıma, Ayaklanmadaki her yenilik örneği, liberterliğin damgasını vurduğu bir özellik taşıyordu.

*

Ayaklanmanın, olumsuz liberal boyutu, üzerinde durulmayı zorunlu kılıyor. Gösterilerden birinde bir göstericinin, “Maaşınızı biz veriyoruz, bize karşı olamazsınız” sözüne polis yetkilisinin cevabı, liberal duyuyu tüketici ve liberal görüşün sınırını gösterir nitelikte oluyordu. Polis, cebinden çıkardığı 50 lirayı uzatarak, “Al, benim maaşımdaki payın bu kadar” diye karşılık veriyordu. (7 Haziran, Adana) Üstelik bu göstericilerin, sanılacağı gibi liberal değil, Türk bayrakları taşıyan “ulusalcı”lar olduğu görülüyordu. İnternet ortamında yayılan bir mesaj da liberal alıklığın şaheseriydi. Muhtemelen çalıştığı bankanın otoparkına park ettiği arabasından çıkarak yürürken polisin gaddar uygulamalarıyla karşılaşan bir protestocu, ödediği vergiyle iş yapan bu görevlilerden, parasıyla edindiği hizmet hakkının iadesini istiyordu. Liberalizmin karikatürize bu türden örneklerine karşılık gelen bir yön Ayaklanmada hep vardı.

Kendi başına, liberal ahmaklığın örnekleri olabilecek bu olaylar, konjonktür içinde Ayaklanmanın ayrılmaz öğelerinden oldu. Ayaklanmanın bir öğesi olarak anlaşıldıktan sonra sorun edilmeyecek ve “liberal” bir hoşgörüyle yan yana olunabilecek bu örneklerin sorunu, Ayaklanmanın kendileri üzerinden anlaşılma eğilimine yol açmasıdır. Yani, sorun, örneklerin kendilerinde kalmamakta, anlaşılma tarzlarıyla, yani ideolojileştirme girişimiyle, büyümektedir.

Her ne olursa olsun, Ayaklanma, bu liberal boyutu da, momentindeyken dışına itmeye kimsenin hakkı olmayan özsel bir öğe olarak taşıyordu. Ancak liberalizm Ayaklanmada sırf bu yönüyle yer almadı.

*

Gezi Ayaklanmasını yaratan toplumsal ve politik manzarayı olanaklı kılan bir negatif bir de pozitif iki öğeden bahsedilebilir. Negatif öğe, devlet karşıtlığıydı. Pozitif öğe ise bir tür liberterizmdi. Bütün bileşenlerin ortak yönü, yan yana durmalarına olanak tanıyan bu iki öğeydi. Bir ulusalcı, liberter öğenin etkisinde olmasaydı, liberter, liberal veya sosyalist kesimlerle yan yana olamazdı. Bu, Ayaklanmanın öteki başlıca bileşenleri bakımından da geçerlidir.

Liberalizmle ilişkili bir liberterizm Ayaklanmanın nakaratı, leitmotivi oldu. Nasıl ülkeyi Gezi Ayaklanması heyulası sardıysa, Ayaklanmacıları da bir liberter tarz sarıp sarmaladı.

Ayaklanmacıların, “ulusalcı”, “laik”, “liberal”, “İslami” veya “sosyalist” olsun, bütün ideolojik yönelimlerinin, politik dışavurumlarının, hatta söylemde mizahı başat kılan dinamiğin, ortak bir teması –liberalizm terimiyle ifade edilmesi uygun gözükmeyen bir olgu olarak– liberterizmdir. Dar anlamda liberal veya liberter Ayaklanmacıların da özgül bir liberterizmle harmanlandığı gözleniyordu. Liberter yön, farklı bayrakların altında toplanmış olanların birbirleriyle –Yunus Emre’nin sözleriyle– “bilişmesi”nin de dili ve jesti olmaktadır. Bu, kısa erimde çok önemli ve hayırlı bir işleve sahiptir ve işlevi sürdüğü sürece hiçbir reaksiyoner tutumun konusu olmamalıdır.

Liberter nakarat, örneğin, buna yabancı ve mesafeli bir kültüre sahip Parti-Cephelilerin bile dışlayamadığı bir unsur oldu. Sol hareketin öteki mensuplarının büyük çoğunluğu ise, uzun zamandır alışkanlık kazandıkları bu tarzı yadırgamadılar.

Liberterizmin ilginç bir gerilime sebep olduğu ulusalcı-laik kesimlerdeki gelişmeleri izlemek derslerle doludur. Doğu Perinçek’in köşe yazıları, Ayaklanmanın durulmasıyla belirginliği güçlenerek, herhangi bir ayrım yapmaya gerek görmeden, liberalizm olarak liberterizmin risk ve tehlikelerine ısrarla dikkat çekerken, Aydınlık Gazetesinin çoğunlukla aynı sayısında başka sayfalarda Ayaklanmacı TGB’li gençlerin liberter nakaratlı sözleri okunuyordu. Aydınlık’ın Çapulcular Eki (3 Temmuz) bu konuda özel bir örnektir.

Liberterizm, aynı zamanda Ayaklanmanın asi ve kendiliğinden karakterine en uygun bir ideo-politik yönelim oldu. Bunda hiçbir sakınca görülmemeli ve bu ideo-politik yönelimle, kendiliğindenlik boyutlarında, ilişkilenmenin yolları bulunmalıdır. Liberter özellik, devrimci tutum sahibi Ayaklanmacıların, hangi ideo-kültürel eğilimde olursa olsun geniş kitlelerin ve başta genç kuşağın içinde dolaşması için açık bir kanal işlevi görmektedir.

*

Ayaklanma, liberal ve ulusalcı eğilimlerin, başta devlete karşı konum bakımından, farklılaşmasını sağladı. Liberterler veya burada geniş anlamda liberaller, Gezi Ayaklanmasına kadar, “AKP-olarak-devlet”ten uzak değildi. Bu yönelim, örneğin anayasa referandumunda (12 Eylül 2010) “evetçi” olmalıydı. Dolayısıyla, liberterizme ilişkin algı Ayaklanmaya tarihlenmelidir. Öte yandan, ulusalcılık da, örneğin “Cumhuriyet mitingleri”ni yapan haliyle, ne devletten uzaklaşmıştı, ne de liberter bir alt-akıntıyla temas kurabilecek durumdaydı.

Bu bileşkeyi toplumsal olarak mümkün kılan en önemli etmen, Gezi Ayaklanması gençliğinin, daha bir-iki yıl önceki politik tutum alışlara bile uzak oluşudur. Ayaklanma gençliğinin tipik örneği, Gezi’yle, hayatındaki ilk politik tavrı almış oldu. Bu, ayrım ve karakterlerini Gezi-öncesi oluşturmak durumunda kalmış olanların başta yadırgadığı, ama çoğunluğunun Gezi günlerinde üstesinden geldiği bir gelişme oldu. Gezi-öncesinin ayrım ve kategorilerine takılıp kalmış olanlar elbette bu dinamiğe dahil olamaz ve onu anlayamazdı. Cumhuriyet mitingleri de, “Genç Siviller” de artık geçmiş tarihsel olgulardır[2] ve Ayaklanma gençliğinin tanınmasında herhangi bir önemli role sahip değillerdir. Ayaklanma, AKP’nin eleştirel yedeğinde bir liberalliğin hükmünü bitirmiş ve liberallik artık AKP’den ayrışmıştır. Ayaklanmanın liberter boyutu, liberalizmin tarihsel yerini değiştirici bir nitelik arz ediyor. Kendini Ayaklanmayla yeniden kurmayan bir liberalizme muhafazakar devlete payanda olmaktan başka bir rol kalmayacaktır.

Sıcak günlerde dikkatli ve militan olan “ulusal sol”un Ayaklanmayla değişiminin bir simgesi, 7 Temmuz’da Kadıköy’de yapılan “Gazdanadam Festivali”dir. Adı liberter bir espriye dayanan festivalin özgürlükçü havası belirgindi.

Asiler Ayaklanması

Türkiye’yi uygar ve barbardan oluşan ikili bir ayrıma tâbi tutarsak, Ayaklanma “uygar Türkiye”de, “uygar Türkiye”ye ait olarak ve “uygar Türkiye”yi talep ederek ortaya çıkmıştır. Bu özellik, Ayaklanmanın hem gündeki imkanını, hem de tarihteki sıkıntısını yansıtmaktadır.

1996 1 Mayısının simgesi “çiçeği ezen barbar kız” oldu ise, Gezi Ayaklanmasının önde gelen bir simgesi, “barbarca gaz sıkılan kırmızılı kadın” oldu. Her iki olayda da ölümler oldu. Fakat, olayların simgesi arasında önemli farklar ortaya çıktı. Birinde barbarca bir davranış vardı, berikinde asice hareketler çokluğu. Birinde kölelerin hınç dolu tepkisi söz konusuydu, berikinde özgür yurttaşların engin gönüllü ayaklanması…

Paradoksal olarak, 96 1 Mayısındaki hakiki barbar, “barbar” veya “Vandal” nitelemesini reddederken, Gezi Ayaklanmasının asisi, “çapulcu” yaftasını esprili bir tarzla bağrına bastı.

Ayaklanma gençliği, dünyaya gözlerini Türkiye’nin 2000’li yıllardaki ekonomik ve sosyal ortamında açmıştı. Bu ortamın gelişme çizgisinin aşama olarak gerisinde değil, bilakis ucunda olmanın sorunlarını yaşayan, dolayısıyla kendini kenarda değil merkezde gören bir algıyla hareket ediyordu. Bir anlamda, AKP’li devlet, asisini kendi elleriyle yaratmıştı. Gezi Ayaklanmasına damgasını, toplumun görece geri sosyo-ekonomik koşullardaki kesimleri değil, kapitalistleşmenin en ilerisindeki üretim ilişkilerinin ürünü toplum kesimleri vurdu.

Ayaklanma, barbar özellikler gösteren devrimcilerin ve uygarlığın –asi olmayan– muhalifleri konumundaki klasik reformcu akımların da asice davranmasına veya davranmaya çalışmasına yol açtı. Asilik, Ayaklanmanın bütün bileşenlerinin ortak davranış kodu halindeydi. Ne devrimciler barbarca davranıyor, ne de reformcular klasik nizami hareket tarzını izliyordu. Ayaklanmacılar, kanun dışı işler yaptığı halde kendilerini gizlemeye hiç gerek duymuyor, aksine her şeyi göstere göstere, bir gösteri icra ediyormuşçasına yapıyordu. Güçlü meşruiyet duygusu hegemonik bir sonuca da meydan verici nitelik gösteriyordu.

Ayaklanma, dört şehit, onlarcası ağır olmak üzere binlerce yaralı, binlerce gözaltı ve yüzü aşkın tutuklamayla karşılanmasına karşın, varoluş tarzını bir anlamda, “barbara karşı asi” olarak ortaya koymakta ısrarlı oldu. Merkezdeki niteliği, karşıdaki barbar-devletin şiddetinin dozunu artırmasının önüne geçti.

Devlet, 40 yıldır uğraştığı barbar tepkileri bitirmek üzereydi, bu kez asi patlaması yaşandı. Devletin başı beladan eksik olmasın! Bela, barbar ya da asi olarak gelsin, başımızın üstünde yeri var.

*

Ayaklanmanın asi tarzı, yaygınlık ve etkisine Kürdistan’ı bile kattı. 28 Haziran’da Lice’de öldürülen Medeni Yıldırım’ın anası, İstanbul’dan gelen bir eylemciyle birlikte, oğlunun vurulduğu karakolun önünde “duran kadın” eylemi yaptı.

Diyarbakır’da eylemciler, TOMA’ların önüne yatarak hareket etmesini engelledi. “BDP’nin, çözüm sürecine ilişkin ‘Hükümet adım at’ sloganıyla başlattığı eylemler çerçevesinde Diyarbakır’daki yürüyüşe izin verilmedi. Grubu dağıtmak için polisin gaz ve tazyikli su kullandığı müdahale sırasında eylemciler TOMA’ların önüne yatarak hareket etmesini engelledi.”[3]

Bu, Ayaklanmanın çarpıcı ve yeni bir girdisi oldu. Türkiye’nin çorak ikliminde ilişki, barbarlığın, hep zayıf olan asileri şöyle ya da böyle etkilemesi şeklinde cereyan ederdi. Ayaklanma konjonktüründe, asilik barbarları etkiliyor.

Aslında, asiliğin ortaya çıkmasının koşullarının en zayıf olduğu Kürdistan’da bunun belirtileri geçen yıllarda izleniyordu. “İnsan kalkanları” eylemi, gerilla cenazelerini kırdan kitlesel yürüyüşlerle alma eylemi gibi biçimler asi tarzın işaretleriydi. Geçmiş yıllarda asi tarz, barbarlık tarafından içeriliyordu. Nitekim, “insan kalkanları” eylemi yapan gençlerin önemli bir kısmı gerillaya katılacaktı. Fakat, artık Kürdistan’da mücadelenin yapısal boyutlarından birinin asilik olduğunu söyleyebiliriz. Kürdistan’ın bile asi bir politik tarza alan açmış olması, Türkiye’nin politik iklimi hakkında temel birtakım değerlendirmeler yapmayı gerekli kılacak bir faktördür.

*

Ayaklanma, asiliğini engelleyecek ısrarlı dinamiklerle baştan beri karşılaşmış olsa da bu niteliğini sürdürmeyi inatla öne alıyor. Devlet, kısa sürede bastıramazsa, Ayaklanmayı barbarize etmeyi tek çare görmektedir. Öncelikle, baskı aygıtları esasen ve hep bir karşı-barbarlık olarak işlemektedir. Bunların doğal varoluş tarzları barbarca dışavurum bulmaktadır. “Palalı” veya “sopalı” çakalların sokağa salınmasının da önemli bir girdi olarak dahil olmasıyla, şiddet dozunun artması eşliğinde yükselecek nitelik barbarlıktır ve asilik, yüksek şiddet ortamında yaşayamayacak bir varoluş şeklidir. Direnç düzeyi barbara göre düşük olan asi, görece uzunca tutulmuş bir şiddete dayanamayacaktır. Bu halde, asiler tamamen bertaraf edilmiş olacaktır. Ayrıca, devlet, Ayaklanma içinde asi gibi davranan barbarları veya barbarlığa kuvvetle özenen asileri şiddet yoluyla bastırmayı öngörmektedir. Gözaltı operasyonlarının hedefinin bu kesimler olduğu görülmektedir. Diğer yandan, devlet asilerle barbarları veya barbarlığı önerenleri ayrıştırmaya çalışmakta, ve asiliğini sürdürmek isteyenlere yol açmayı giderek zayıflayan bir şekilde denemektedir. Böylece asiler, aralarındaki “provokatörler”den ve “marjinaller”den ayrıştırılacak ve devlet, her iki kesimi, farklı ve etkili hal çareleriyle etkisizleştirecektir. Bunların ayrıştırılmamış birlikte hareketi, devleti şu koşullarda göze alamayacağı bir bedel ödemeye itmektedir. Elini kolunu bağlayan birtakım değişkenler, devletin durumu barbarize etme yönelimini zorlaştırıyor. Devlet, Ayaklanmaya karşı şiddeti sınırsız bir ölçüde kullanamıyor.

Devletin barbarlığı ilerletmesi, kısa vadede asilerin paniğe kapılmasına yol açacak olsa da, orta vadede devrimci barbarlığın ortama egemen olmasının koşullarını zorlayacaktır. Bu bakımlardan, Ayaklanma, çeşitli ihtimallere göre konum alabilecek geniş bir potansiyele sahip görünmektedir.

*

Bize kalsaydı, Ayaklanmayı bu toplumsal kesimlerin çıkarmasını istemezdik. Ama nesnel tarihsel akış, soracağı yerlere nesnel olarak sormuş oluyor zaten…

Günümüz Türkiyesinde, devrimci –veya karşı-devrimci– tepkileri, öteki “yüzde 50”nin vereceği açık olsa gerektir. Gezi Ayaklanmasının da gösterdiği gibi, “uygar yüzde 50”nin tepkisi asice ortaya çıkmakta ve bu yoldan bir devrimcileşme çok zor görünmektedir.

Gezi’nin “71”i veya devrimci istikbali

Ayaklanma, “yeni bir 68” olarak tarihlenebilir mi? “68”, devrimci tamamlanmasını “71”de bulan bir tarihsel olaydı. Ek olarak, 68 ile 71’in başlattığı tarihsel makas, Ayaklanmanın patladığı zaman ya kapanmıştı, ya da kapanmakla karşı karşıyaydı. Acaba Ayaklanmayla yeni bir devrimcilik veya devrim süreci makası açılacak mı? Bu soruyu cevaplamak için çok erken olabilir, ama Ayaklanmanın “tarih-yapısal” karşılığını buraya oturtmak da zorunludur.

Ayaklanmanın dünya konjonktüründe birçok ülke kuşağını saran kitlesel alt üst oluşlar içinde anlaşılması gerektiğinin ampirik görü kapsamında olduğu vurgulanmalıdır. Buna karşılık, Türkiye’de Gezi Ayaklanmasıyla kıyaslanabilecek bazı olayların varlığı kabul edilmelidir.

Gezi Ayaklanmasının Cumhuriyet döneminde bir benzerinin 1968 gençlik hareketi olduğunu ifade etmenin, politikleştirmek bakımından elverişli olduğu değerlendirilebilir. İçinden geçtiğimiz Ayaklanmasının, bir ayaklanma niteliğinde olmayan 68 gençlik hareketinden çok ileride olduğunun kesinliğinde kuşkuya yer yoktur. Ama bir olay, etki ve beklenti anlamında bazı paralellikler kurmanın işlevli olacağı öngörülebilir.

Tarihen görüyoruz; 71’i olmayan bir 68, önemli ama devrimci sonuçlar bakımından yetersiz bir olgudur. 68’lerin 71’ine meydan vermesi gözetilmelidir. Gezi’nin tarihe, 71’i olan bir süreç olarak dahil olması ve başlangıcındaki güç ve sarsıcılığını kendi 71’ine devretmesi herhalde “ideal bir senaryo” olurdu. Gezi, 68’den çok kapsamlı olduğuna göre, Gezi’nin 71’i de aynı oranda olmalıydı!

Ayaklanmanın, 71’siz bir menzili olabilir. Bu, Paris 68’inin sonrasındaki Fransa, Yeşil Hareketin Alman devletine yükseldiği Almanya’dır. 71’i ortaya çıkmayacak bir Gezi Ayaklanmasının önündeki öteki tarihsel örnek-olay, 27 Mayıs 1960’daki askeri darbedir.

Türkiye’de 68’in, adı geçen ülkelerdekine benzer bir sonucu olmamıştır, ancak tarihsel olarak, Türkiye’nin “bu masum ve yaratıcı gençlerin enerji ve birikiminden yararlanabilecekken bir fırsatı kaçırdığı” türünden spekülatif akıl yürütmelerin sınırlı bir karşılığı olmakla birlikte, biz, sınırı şu ya da bu genişlikte olacak bu seçeneğin ardında yer almayan bir pratiği izleyeceğiz. Türkiye’nin geçmiş 40 yılını ayrışmış bir 68 değil, 68’den gelen 71 omuzlamıştır ve Gezi Ayaklanmasının “yeni bir 68” olması, tarihsel olarak ancak “71’i”ni içerdiğinde tamamlanabilir bir tablo olacaktır. Tablonun tamamlanmasının karşılığı devrimdir.

Ayaklanmanın ânsal biricikliği ile sürece dahil olması arasında bir bağ kurulmamalıdır. Ayaklanmanın sürece dahil olmasının mecazi karşılığı 71’dir. Ayaklanmanın metafizik bir akıl yürütmeyle, ânsal haliyle sürece dahil edilmeye çalışılmasıyla, ânda gayet devrimci işlevler görmüş bazı özellikler süreçte düzenin güçlenmesinde rol oynayabilecektir. Örneğin, mizah, Ayaklanmanın ânında belirleyici pozitif bir rol üstlenirken, süreç açısından ezilenlerin varolan durumlarıyla barışma, ona katlanmasına yol açacak bir işlev görebilecektir. Liberter boyut da bu ikili özelliği taşıyor. Yapısal bir liberterliğin, Ayaklanmanın devrimci bir yola evrilmesine engel teşkil edeceği ve Ayaklanmanın kendi 71’ini yaratmasına mani olacağı öngörülebilir.

Hegemonya ve Hareket

Ayaklanma, varlığını şimdi Gezi Hareketi olarak sürdürüyor. Bu, Ayaklanmanın kendini sürece dahil etmede avantajlı bir pozisyon kurduğu anlamına geliyor.

Ayaklanma, şimdiden, Temmuz ayının ortalarını aşmışken, büyük bir ideolojik zaferle sürdürmektedir varlığını. Bütün toplum sarsılmış, politikleşmiş; devletin duruşu bozulmuş, devletlinin rakipsiz ideolojik hakimiyet manzarası dağılmış; ezilenler safında yepyeni ve taze bir başlangıç uç vermiştir.

Ayaklanma, bütün toplumu üstlenmeye, hegemonik bir tarz tutturarak yönelmektedir. Yönelimin başlıca konusu, gövdesinde eksik Müslüman ve Kürt unsurudur. Gezi günlerindeki dinsel etkinliklere ek olarak, Ramazan ayında gelişen “yeryüzü iftarları”, Ayaklanmanın, İslami bileşenlerinin inisiyatifiyle kendi dışına, üçüncü kesimlerin en büyüğüne dönük bir “politika yapma” pratiğidir.

Lice’de karakol inşaatına karşı yürüyüş sırasında öldürülen Medeni Yıldırım’ın Ayaklanma şehitleri arasında sayılması da aynı kategoride değerlendirilmelidir. Herhangi bir zamanda, Batıda bir inisiyatifin girişemeyeceği bu kapsama yönelimi, Medeni Yıldırım’ın annesinin Ayaklanmadan gelen bir kadınla birlikte “duran kadın” eylemi yapması ve Ethem Sarısülük’ün ailesinden kişilerin Medeni Yıldırım’ın ailesine gidişiyle örneklendirilebilir. Böylelikle, Medeni Yıldırım’ın şehit edilmesi ve bağlı olaylar, Batı’daki bir asi ayaklanmasının kapsamına girerek, Kürdistan devrimci süreciyle birlik adımı atılmış olmaktadır.

Ayaklanma, bir öznesi olmamasına rağmen baştan itibaren sürekli olarak politika yaptı. Böylece, kendiliğinden ve herhangi bir politik önderliği olmayan bir hareketin politika yapış tarzına da tanık olundu. Bu, kendi dışındakileri dikkate alan, hedefi tecrit etmeyi, çeşitli kesimleri safına çekmeyi, bunu yapamadıklarını en azından tarafsızlaştırmayı, ve son olarak karşı tarafta irade dağılması yaratmayı öngören bir tarzdı. Ayaklanma, kısa iki ayın uzun her gününde art ardına yeni meşruiyet yolları buldu, yeni meşruiyet kanalları yarattı. Ayaklanmanın bu bakımdan başarılı bir pratik sergilediği söylenebilir.

3. Ayaklanmanın hızlandırılmış dersi

Ayaklanma, konjonktüründe idealimizdir. Fakat, Ayaklanmayı tarihin ideali haline getirmeyi bir ân bile düşünmek, bizatihi Ayaklanmanın tapınma konusuna çevrilmesidir. Ayaklanmaya tapınmıyoruz.

Ayaklanma bize ne gösterdi? Politika anlayışımızı gözden mi geçireceğiz? Örgütlenme anlayışımızı piyasada dolaşan yatay ağ anlayışlarına mı teslim edeceğiz? Öncü politika anlayışımıza veda mı edeceğiz?

Ayaklanma, ânda mükemmeldir ve gerçeğin tamamıdır. Ancak tarihsel süreçte, bir başlangıçtır sadece. Kendiliğindenliğinden kendiliğindencilik çıkarma, Ayaklanmanın tarih içinde kaybolup gitmesine çıkarılan allı-pullu bir davetiyedir.

Ayaklanmayla, Lenin’in dediği gibi, ruhlarımız tedavi oldu. Türkiye gibi, kendiliğinden yığın hareketi örneklerinin zayıf olduğu bir ülkede kitleselliğin politik gücü ortaya çıktı.

Ayaklanmanın ânsal gerçeğini tarihin gerçeği sanmanın basit sonucu, Leninist örgütlenme tarzının geçmişte kaldığının açığa çıktığıdır.

Leninizmin zamanı hiçbir zaman geçmez. Başarılı ezilen hareketleri, Lenin’den önce de Leninist tarzda örgütleniyordu, Ayaklanmadan sonra da böyle örgütlenecek. Daha iyi bir ezilenlik arayışında değilse, iktidarı yıkmak ve kendisi iktidar olmak istiyorsa, ezilenin Leninist tarzda örgütlenmesi zorunludur.

Gezi Parkındaki komünal deneyimin, paranın geçersizliğinin, kolluk gücüne ihtiyaç duymamanın, dayanışma ve yardımlaşmanın, özgür bireylerin hemen ve şimdi yaşayabileceği komünizmin küçük bir örneği olduğu görüşünün, genç kuşaklara eşitlik ve özgürlüğün gerçeksiz bir düş olmadığını göstermek bakımından önemli bir işlevi oldu. Ancak, buradan, örgütsüzlüğe övgünün, ardından devletsizliğe övgü ideolojisinin çıkıvermesinin karşısında durmak zorunludur.

Örgütsüz olması Ayaklanmanın ânsal biricikliğidir. Bunu, Gezi’nin konjonktüründen taşırmak, örgütsüz, ideolojisiz, politikasız olmayı idealleştirmek, ancak bizim olmayan örgütlerin, ideolojilerin, politikaların yedeğinde olmayı garantilemek demektir.

Aynı şekilde, Gezi Parkındaki komünal deneyimden, devletsizliğin olanakları ideolojisi çıkarmak da, var olan devletlerin birinden birinin yedeğinde olmayı garantilemekten başka bir şey değildir.

Örgütlenmeyen bir Ayaklanma geriye güzel hatıralar bırakır, ama başarı ve kudret öyküleri bırakmaz.

Tarihteki tek güzel ayaklanma bizimki değil, ve çok ve çok sayıda güzel ayaklanma, ayaklanmacıların pek erken girdikleri güzel düşlü uykular içinde, düşmanların saldırısı altında kâbusa dönüşerek kaybolup gitti.

Şimdiki sorunumuz, asiliğin devrimcileştirilmesidir. Kendi başına kalırsa asiliğin devrimcileşmesinin çok zor olduğu kabul edilmelidir. Devletin nesnel “yardımları” olmazsa, tek yol, barbar taraflardan yani Ayaklanmaya katılmayan toplum kesimlerinden aşılanmak görünüyor.

Ayaklanmanın birey tipini “liberter-asi-genç” olarak resmedebiliriz. Liberter-asi-genç, ulusalcı ve laik bir ideo-politik bilişsellik içinde olabilir, liberal veya liberter bir ideo-politik bilişsellik içinde olabilir, İslami bir ideo-politik bilişsellik içinde olabilir ve nihayet, devrimci veya sosyalist bir ideo-politik bilişsellik içinde olabilir… Her durumda, bu genç tipinin Ayaklanma-sonrası olgunlaşma yönünü izlemek, yönelimlerinin ne yönde belirginleşeceğini görmek gerekiyor.

Ayaklanma günlerinde, devletin saldırısı ânlarında Ayaklanmacıların organik bütünlüğü, durgunluk zamanlarında Ayaklanmacılar arasındaki ayrımlar dikkat çekiyordu. Ayaklanmanın bir Hareket görünümüne büründüğü ve durulduğu bugünler ve görünür yakın gelecekte, Ayaklanmacılar arasındaki ideolojik ayrımların tekrar, ama artık Ayaklanmadan-sonra olmak üzere, ele alınması, pekiştirilmesi gündeme gelecektir.

Bu süreçte, sekterliğin kaybedeceği, liberter bir tarzın kazanacağı öngörülebilir. İdeolojik mücadeleyi, liberter bir şekilde, ve çoğu zaman liberterizme karşı vermenin yolları bulunmalıdır.

Ayaklanmayla, ilişkileneceğimiz asıl ideolojik kozmosu liberalizm oluşturacaktır. Hem liberter tarzı edinmek anlamında, hem de liberterizme ve liberalizme kapılmamak, onlarla teorik ve politik mücadeleyi önemsemek anlamında. Çünkü yaygın Marksizm anlayışlarında liberalizm sanıldığından çok etkilidir ve Ayaklanmadan sonra bu etki aşama kaydedecektir.

Ayaklanma, devlet güçlerinin saldırdığı ânlarda militan liberter, durduğu ânlarda liberal liberterdi. Bu, liberalizmle negatif – pozitif ilişkinin modeli haline getirilebilir.

Ayaklanma, Türkiye’nin devrim bakımından anlaşılacak tarihine taze bir başlangıç yapmıştır. Hoş gelişler ola!

“Geçmiş zamanda anlattıktan, şimdiki zamanın heyecanını yaşadıktan sonra, işte, ey gelecek, senin atına atladım.”[4]

 



[1] Abdurrahman Kurt (Akil İnsanlar Doğu Anadolu Bölgesi Grubundan), Cansu Çamlıbel’in söyleşisi: “Yüz Yüze: Pazartesi / ‘Gezi’ Sürece Aşı”, Hürriyet, 1 Temmuz 2013, s. 16) Akil İnsanlar Doğu Anadolu Bölgesi Grubundan AKP’li Abdurrahman Kurt, bu değerlendirmeyi şu sözle, pek “akil” bir şekilde bitiriyor: “Bir hesap var burada.”

[2] Bu oluşumun 4 Haziran’da arzuhalci bir dille yazdığı “Başbakana mektup”, artık tarihte kaldığının ibretlik bir örneğiydi: http://gencsiviller.net/2013/06/04/basbakana-mektup/

[3] Hürriyet, 1 Temmuz 2013.

[4] Italo Calvino, Varolmayan Şövalye, Çev.: Gül Işık, İstanbul 1997, Can Yay., s. 131’den, bozunmayla…

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar