Ana SayfaArşivSayı 62Başlangıç Verisi

Başlangıç Verisi

M. Serdar Kayaoğlu

Türkiye tarihindeki ilk isyan

Türkiye’nin emsali sayılabilecek ülkelerdeki isyanlardan küçük, ama Türkiye için büyük kabul edilmesi gereken bir eylemler bütünü.

Her eylemde bir hayır vardır. AKP karşıtı muhalifleri bir araya getiren bu isyan ya da eylemler bütününden de bir hayır çıkar. İsyan bir hareket değildi. Bir harekete dönüşüp dönüşmeyeceğini ilerleyen aylarda göreceğiz. Ama şimdilik şunu söyleyebiliriz: İsyan Türkiye solunun önüne bir başlangıç verisi koymuştur.

Başlangıç verisi olarak isyan, 1 Mayıs 1996’dan ve 2000 ölüm orucu süreçlerinden sonraki dönemde olup biteni, basit, gerçek bir dille ve deneysel olarak tarif etmektedir.

1-30 Haziran 2013 tarihleri arasındaki 30 günlük dönemde, milyonlardan oluşan halk kitlelerinin eylemler bütünü Türkiye’nin içinden geçip, kalıcı etkiler yaratarak gitti.[1] Türkiye tarihinde polisi en çok zorlayan eylem günleriydi.[2]

İşitecek kulakları, gören gözleri olan ve geleneksel sol politikaya az ya da çok bulaşmış olan herkes, 1-30 Haziran 2013 tarihlerinde Türkiye’de daha önce rastlamadığı ve bilmediği kitle gösterilerine şahit oldu. Eylem AKP’nin kendisi dışındaki bütün muhalefeti içerdi, taşıdı, aldı götürdü.

Devlet, devrimciler ve adı solla anılan gruplar, milyonların katıldığı ve destek verdiği bu eylem karşısında hazırlıksız yakalandı. Hazırlıksızlık hâli, eylemler bütününün genel durumunu da özetliyor aslında.

Durumun bir başka özetini “içsavaş çıkacak diye korktum!”[3] diyen AKP MYK üyesi ve eski Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can[4] yapıyordu. Osman Can’ın ifadelerinden, isyanın hükümeti/iktidarı cidden ürküten, onları en azından birkaç hafta boyunca paranoyak tepkilere ittiğini de anlıyoruz.

30 gün boyunca milyonların gözü, kulağı Taksim’de, Kızılay’da, İzmir’de, İstanbul Dolmabahçe’de, Ankara Kennedy Caddesi’ndeydi.[5] Haziran sonlarına doğru gözler Ankara’da Dikmen ve İstanbul’da Taksim çevresine odaklandı. Gözler hâlâ da Taksim’de. Taksim, Kızılay, Dolmabahçe ve Kennedy Caddesi, Haziran Direnişi olarak anılmaya başlanan olayların direniş merkezleri işlevini yerine getirdi.[6]

Kitle gösterileri, şehir merkezlerinde yerleşik çeşitli ekonomik kategorilerden kitlelerin isyanıydı. Türkiye kimsenin tahmin etmediği bir isyana tanıklık etti. İsyanı büyüten ve başlatan, devletin alıştığı müdahale biçimlerinin tahrikiydi. Devletin Taksim Gezi Parkı’ndaki aktivistlerin direnişini kırmak için başlattığı bastırma ve sindirmedeki sertliği yeni bir durum değildi tabiî. Ancak devletin sertliğini devam ettireceğini ilân etmesi, sindirmek yerine, kitlelerin milyonlar halinde meydanları, sokakları caddeleri doldurmasına yol açtı.

İsyan en çok devleti şaşırttı. Devlet hiç beklemediği, kestiremediği bir anda tarif etmekte zorlandığı bir isyanla karşılaştı.

Devletin ne yaptığını bilmez fütursuz saldırıları, meydanları dolduran kitleleri, bayrak açmaya ve direnişçilere dönüşmeye zorladı. Kitleler, polisin karşısında direnişçiler olarak konumlandı. Barikatlar kuruldu. 1 Haziran’ı 2 Haziran’a bağlayan gece İstanbul’da Taksim ve civarı, Ankara’da da Kızılay ve civarında çok sert çatışmalar meydana geldi. Sokaklar, caddeler alt üst oldu. Caddelere sıra sıra ateşten barikatlar kuruldu. Barikatları kuranlar ve çatışanlar arasında AKP’ye şu ya da bu nedenle muhalif olan herkes vardı: Devrimciler, yalnız/örgütsüz devrimciler, CHP’liler, İP-TGB’liler, Atatürkçü Düşünce Derneği üyeleri, MHP’liler, siyasal kimliklerinden arınık taraftar grupları.

İlk günden şehit verildi. İsyanın şehitleri ve kolu bacağı kırılanlar bir tarafa, hayatını bir daha eski günlerindeki gibi sürdüremeyecek gazileri oldu. İstanbul ve Ankara’daki hastaneler daha ilk günün ilk saatlerinden başlayarak onlarca ağır yaralıyla doldu taştı. Binlerce insan çeşitli yerlerinden yaralandı. Sayısız insan gözaltına alındı. Onlarca insan tutuklandı. Alanlarda ve sokaklarda gazdan ve gaz bombası çekirdeklerinden zarar görenlere ilk müdahaleyi yapmak için örgütlenmiş “Sıhhiyeciler”e rastlandı, Sıhhiyeciler yetmedi yaralıların sığındığı mekânlar birdenbire “Revirler”e dönüştü. Revirlerde doktorlar hizmet verdi. Sıhhiyeciler ve doktorlar direnişçilerin elindeki bayrak vs. gibi sembollere bakmadan herkese sağlık hizmeti sundu.

Şehit verilmişti. Meydanları dolduran kitleler, daha direnişin başladığı ilk günden, 24 saat bile dolmadan ortak bir tarihi de edinmiş oldu.

Meydanları ve sokakları dolduran kitleler bile ilk günlerde kendi eylemlerinin seyircileri konumundaydılar. İlk birkaç günden sonra eylemler mahallelere, şehir merkezinden uzakta hali vakti yerinde çalışanların yaşadığı semtlere yerleşti. Mahalleler ilk günden oluşmuş olan ortak tarihe sahip çıktı.

Bütün muhalifleri taşıyan kendiliğinden sürecin özellikle ilk altı günü çok belirleyiciydi. İsyancı kitlelerin heterojen kaidesi 30 Mayıs’tan sonra oluşmaya başladı ve 1 Haziran’da isyan olarak ete kemiğe büründü.

1 Haziran günü bütün muhalifler, İstanbul’da Taksim ve civarında, Ankara’da Kızılay Meydanı’nda bir araya geldi, fiilî bir cephe peyda oldu. Ankara’da oldukça uzak semtlerden bir nehri oluşturan kollar gibi her adımda büyüyerek Kızılay’a ulaşmaya çalışan kortejler, 1 Haziran sabaha karşı özellikle Millî Kütüphane, Kara Kuvvetleri tarafında polisle çatışmaya başladılar. Ankara’da sabaha karşı başlayan çatışmalar gün boyu devam etti. Akşam saatlerinde daha hava kararmadan Kızılay Meydanı’nda toplanan kitlenin sayısı yüz bini aşmıştı. Kızılay Meydanı’nda toplanan kitle, 1995 Haziran’ında yine Kızılay’da düzenlenen KESK eylemindendekilerden fazlaydı, 24 Temmuz 1994’te Kızılay’da düzenlenen Emek Platformu mitingine yakın bir kitle toplanmıştı. Kızılay’da toplananlar meydanın gördüğü en heterojen kitleydi.

Ankara’da çatışmalar, 4 km çaplı bir alanda sokak sokak, cadde cadde devam etti. Sokaklar caddeler kaybedildi ve tekrar ele geçirildi. Ele geçirilebilen her şeyle barikatlar kuruldu.

İlk üç-dört günde ideolojik baskı aygıtları arasındaki tv’ler (başta Ulusal Kanal, Halk TV hariç olmak üzere) ya kendilerine sansür uyguladı ya da devlet tarafından sansüre tâbi tutuldu. Belki de basının otosansürü ve de bahsedilen hükümet/devlet baskısı ilk kez devletin aleyhine işledi. Tersten bir işlevi yerine getirdi.

Sokağa akan en saf isyankârlık ve en saf halk hâli, basının görmediği, duymadığı, bilmediği günler boyunca, hiçbir şeyden etkilenmedi. Sadece zaten kendilerinden olan AKP muhalifi aydınların sesini duydular. Bu ilk ânda kimseden, “durun, evlerinize çekilin, şiddet yakışmaz” mealli ses duymadılar. Zemberek bir kere boşaldı. Böylece görsel-yazılı basın şöhretinden pek bilgili formel akıl/akıllı mühendisler, isyancıları daha ilk günden etkilemekten mahrum bıraktı kendini. Sansür ters tepti. Halka ulaşma, ikna etme konusunda deneyimli ve bilgili olan entelijensiya, devletin baskısına şiddetle cevap veren halkı, evlerine çekilmek, şiddetten vazgeçirmek için yapması muhtemel konuşmaları yapamadı, televizyoncuların şiddetin kötülüğü konusunda soracağı uygun sorulara uygun cevaplar veremedi. Entelijensiya, bizzat devlet ve burjuvazi tarafından iktidar/hükümet lehine, şiddet aleyhine kamuoyu yaratmaktan men edildi. Böylece de ortaya en büyük komplo çıktı: AKP hazırladığı sansür komplosuyla kendi kurduğu tuzağa yakalanmış oldu.

Formel aklın nüfuz edemediği “İsyan” kendi kendine aktı. Her gün büyüdü. Taksim bir yandan Çarşıya, Kızılay’a, Okmeydanı’na, Gazi’ye, Kennedy Caddesi’ne bir yandan da sokaklarda, balkonlarda tencere-tavaya, düdüğe dönüştü.

Formel aklın kitleler nezdinde yarattığı akıl yoksa,[7] devrimci bir ideolojik politik varlığın fiilî varoluşunun etkisi de yoksa, kitlelerin kendi aklının isyan olarak varlık bulabildiğini gördük böylece.

Ne Oldu?

I.

Hükümet daha doğrusu başbakan, İstanbul’da “Taksim Gezi Parkı”nın yerine bir bina yapılmasına karar verdi. Taksim Gezi Parkı’nın yerine 1940 yılında İstanbul’un İstiklal Madalyalı Belediye Başkanı Lütfi Kırdar tarafından yıktırılan “Topçu Kışlası”nın tıpkısı ve belki de yanına ek olarak bir AVM yapılacaktı. Topçu Kışlası inşası bir zamanlar İstanbul Belediye Başkanlığı da yapmış olan TC Başbakanı’nın tercihiydi. Ama yapılacak bina, özellikle İşçi Partisi ve CHP’li çevreler tarafından bir zamanların[8] gericilik merkezi olarak hatırlanıyor ve kabul ediliyordu. Dolayısıyla başbakanın tercihi yani Topçu Kışlası’nın yeniden inşası, aynı zamanda bir çifte sembolü içeriyor ve inşa ediyordu: Gericilik ve Mustafa Kemal karşıtlığı. Çifte sembolün anlamı elbette ki, laiklik karşıtı gerici ideolojinin modern Türkiye’ye taşınmasıydı.

İstanbul Belediyesi, inşaat için uygun koşullar hazırlamak amacıyla çalışmalara başladı. Duyarlı İstanbullular ve aktivistler, Taksim’deki “Gezi Parkı”nın yerine hükümetin tercih ettiği bir binanın yapılması için Belediye’nin başlattığı “hukuksuz” ağaç sökme faaliyetinin durdurulmasına karşı eylem başlattılar. Aktivistler Gezi Parkı’nda nöbet tutmaya başladı.

28 Mayıs 2013 günü BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, hem yasaların kendine tanıdığı vekillik hakkını hem de vatandaşlık hakkını kullanarak Gezi Parkı’nda ağaçları yerlerinden sökmeye başlayan kepçeleri, toz duman içinde engelledi. S. S. Önder, yıkım ekibinden yetki belgesi istedi, ama görevlilerde böyle bir belge yoktu. Daha doğrusu böyle bir belge hiç düzenlenmemişti. Aynı gün devam eden polis şiddetini ve yıkım ekiplerine kanunsuz emir verenleri eleştiren, “Ağaçları kestirmeyeceğiz. Fakir fukaranın gölgesinin kesilmesine izin vermeyeceğiz,[9] diyen S. S. Önder kararlılığını gösterdi, geri adım atmadı.

Aktivistler ağaçları korumak amacıyla nöbet tuttukları Park’a yerleşmeye başladılar. S. S. Önder’in kararlılığı ve bu kararlılığın ardından Park’a sökün eden CHP’lilerin de desteğiyle aktivistler, fakir fukaranın gölgesinde serinleyebilecekleri ağaçları korumak için çadırlarıyla geldiler.

Eylem alanına kamp çadırları kuruldu. Fakat devlet, 30 Mayıs 2013 günü, eylem daha haftasını doldurmadan, gün ışırken, polis vasıtasıyla girdiği eylem alanını bombaladı, direnen aktivistleri dövdü ve çadırları yaktı. Hükümetin çadır konusunda daha evvelden, TEKEL İşçileri direnişinden deneyimi vardı.[10] Ankara’da TEKEL İşçilerinin kurduğu çadırlar neredeyse bir kasabaya ve direniş merkezine dönüşmüştü.[11] Çadırlara, hem de İstanbul’un göbeğindeki müstakbel bir çadırkente izin verirse, başına neler gelebileceğini, deneyimi nedeniyle gayet iyi biliyordu. Devlet çadırları sadece sökseydi ve alandaki aktivistleri zor kullanmadan alandan uzaklaştırsaydı, belki tepkiler aniden büyümez, belki de hiçbir şey olmazdı. Ama yakın belleğini yoklayan devlet, tarihsel aklını ifade ederek çadırları yaktı.

Çadırlar, daha Emek Sineması yıkımına direnen sinema oyuncuları, tiyatrocular, dizi oyuncuları, yazarlar ve duyarlı İstanbulluların, İstiklâl Caddesi ve civarında Nisan-Mayıs 2013 aylarında direndikleri günler boyunca tazyikli suyun, bedenlerine vurulan copların yarattığı morluklar iyileşmeden, üstlerine-yüzlerine sıkılan biber gazının gözlerindeki ve ciğerlerindeki tahribatı devam ederken yakılmıştı. Emek Sineması yıkımına karşı çıkanlar ve tabiî karşı çıktığı için de devletin şiddetiyle cezalandırılanlar arasında yazarlar, aydınlar dışında ülkede ve hatta dizi ihraç edilen çevre ülkelerde de hayranlıkla beğeniyle seyredilen dizilerin oyuncuları, senaryo yazarları da vardı. Aydınlar ve sanatçılar sadece gaz, cop ve suya maruz kalmamışlardı, elleri kelepçelenerek gözaltına alınmışlar, avukatlarıyla görüştürülmemişler, aralarından bazıları da savcıya kadar çıkartılmışlardı. Sanatçı ve aydınlar, layık görüldükleri, maruz kaldıkları şiddetin nedenini anlamaya çalışırken bir yandan da Emek Sineması’nın öneminden bahisle dertlerini anlatmaya gayret ediyorlardı. Şiddetin nedeni, İçişleri Bakanı Muammer Güler tarafından “Sanatçıların aralarına illegal örgütler karıştı”[12] diye geleneksel ifadelerle izah edildi. Şiddete uğrayanlar magazin gazetecilerinin teması dışında devletin ya da devlet aygıtlarının herhangi birinin tacizine ya da şiddetine maruz kalmamışlardı!

Sanatçı ve aydınlar, bu genel tutum konusunda doyurucu bir açıklama, bir özür beklerken, çadırların yakılmasından üç gün önce, 27 Mayıs 2013 günü, Beyoğlu Belediyesi’ne dilekçe vermeye giden sanatçı ve aydınlar bir kez daha polisin kullandığı aşırı şiddete maruz kaldılar. Herkes şaşırdı. Ne oluyordu. Bardağın taşmasına ramak kalmıştı. Ama, devlet pratiklerini gayet iyi bilen ve haberdar olan herkes, ne yapacağını bilemez halde kalmıştı.

Şaşkınlık bitmeden, şiddet tariflerinin basit karşılıklarından biri gerçekleşmiş Taksim Gezi Parkı’ndaki çadırlar yakılmıştı. Bizzat devlet, yakmak gibi bir eyleme girişmişti. Çadır yakan devlet, bu eylemi üstüne alınmadı. İşte devletin bu eylemi son kerteydi artık. Yakmaya cevap vermek gerekiyordu.

Devlet çadırları yakarak kendisinin yani tüm hukukun dışına çıktı. Devlet kendisini izleyen şehirli kitle üstünde tam bir ortaçağ saldırganlığı algısı yarattı.

Şâyet devlet, çadır yakmadan sadece S. S. Önder’in omzuna kafasına da gelebilirdi[13] gaz bombası atmakla, beraberindekileri dövmekle ve Park’ta bulunan aktivistleri dışarı çıkarmakla yetinseydi, muhtemelen alıştığımız devlet teröründen başka bir şey hatırlamıyor olabilirdik bugün. S. S. Önder ise başına gelenleri kendine has diliyle anlatıp dururdu.

Ama devlet, Emek Sineması hıncının üstüne Taksim Gezi Parkını ve çadır yakmayı da koyunca iş çığrından çıktı. İsyan doğdu.

Daha birkaç gün önce aydınlara ve sanatçılara yaptıklarının, tıpkı Anadolulu terörist sola on yıllardır yaptıklarına benzer bir tarzda unutulacağını zannetti büyük olasılıkla. Sert kayaya, yani her kesimden gelen entelijensiyanın “haysiyetine[14] çarpmıştı. S. S. Önder’in tutumu ya da ateşleyiciliği, aydın hıncında biriken enerjiyi boşalttı.

Zaten Emek Sineması’nın hıncıyla dolu olan entelijensiyayla beraber sanatçı ve aydınlar, “sosyal medya”yı birbirlerinden habersizce ve aynı anda kullanmaya başladılar. Herkes ortak bir tepkiyi dile getirdi. Türk insanının gözü, kulağı, aklı olan ve estetiğini ifade eden “Herkes” gönderdiği mesajlarla polis şiddetinden bahsetti.

Hürriyet, Posta, Radikal, Aydınlık, Cumhuriyet vs. gazeteleri yazarları dışında Zaman ve Yeni Şafak yazarlarının bir kısmı da uygulanan şiddet karşısındaki dehşetlerini gizlemedi.

Böylece “1960 İhtilali” ile 2013 arasındaki 53 yıllık dönemde görülmeyen duyulmayan oldu ve Türk entelijensiyasını içeren bu kadar geniş bir kalabalık ilk defa hükümetin ya da iktidarın/devletin bir tutumunun karşısına geçmiş, geçmekle de kalmamış, gazetelerde ayan beyan “Başbakanı” eleştirmişlerdi.

Halk akın akın Taksim’e çıktı. Devrimciler Taksim’e çıktı. Muhalifler Taksim’de bir araya geldi, fiilî bir cephe peyda oldu. 1 Haziran gününe gelindiğinde Taksim’de kimine göre yüzbinler, kimine göre milyonlar toplandı. Toplananlar Taksim Meydanı’nın gördüğü en heterojen kitleydi.

31 Mayıs, İstanbul dışındaki şehirlerde sonraki günlere göre çok sakin geçti. Ama İstanbul’da isyan çoktan başlamıştı.

Polis Taksim’de tazyikli su, gaz bombası ve plastik mermi kullanmıştı. İnternet aracılığıyla yayılan “haberlerde”, çok sayıda yaralının hastaneleri doldurduğu, çok sayıda gazeteci, aydın, sanatçının yaralandığı bildiriliyordu.

1 Haziran tarihli gazetelerden bazılarının manşetleri şöyleydi:

Cumhuriyet Gazetesi: “Halk başkaldırdı”.

Aydınlık Gazetesi: “Gücün bize yetmez” (Başbakan’a seslenerek).

Taraf Gazetesi: “Taksim’de devlet zıvanadan çıktı”.

Radikal Gazetesi: “Ne bu şiddet bu celal”.

Hürriyet Gazetesi: “24 Saat gaz”.

Milliyet Gazetesi: “Taksim dün bir gaz ve toz bulutuydu: Ne bu şiddet bu celal”.

Posta Gazetesi: “Gezi Parkı” (yaralılarını taşıyan gençlerin fotoğrafı üstüne), altta “maskeli Kanuni ve eşi” (Muhteşem Yüzyıl adlı dizinin başrol oyuncusuna gönderme yaparak) başlığıyla.

Zaten şöyle ya da böyle hükümet/iktidar karşıtı olan entelijensiyanın tutumu, isyancı halkın içinde bulunduğu, parçası olduğu direnişi meşrulaştıran bir işlev gördü. Boşalan zemberek kontrolden çıktı. AKP muhalifi entelijensiya isyandan yana tavır koydu.

Muhtemeldir ki internet türevli araçların en fazla kullanıldığı birkaç saat oldu. Tabiî bu saatlerde de eylem başladı.

II.

İsyancı kitleler kimlerden oluşuyordu: Eylemlere eşzamanlı “internet” çağrısı, entelijensiya, sanatçılar, herkesin evinde yaşamakta olan dizi oyuncuları, İstanbullular, Cumhuriyetçi elit laikler (ulusalcı dalganın içinde olan CHP’liler, eskiden kalma AP’liler ve ANAP’lılar), İşçi Partisi, MHP tabanından geldi.

Harekete geçme zamanıydı, artık durulamazdı. Meşruiyet zamanıydı. Devletin dokunamayacağı, dokunsa da pişman olacağı ve pişman edileceği o ândaki meşru/haklı duyguyu paylaştı herkes. Ortada ne PKK, ne ülkenin bölünmesi, ne Ergenekon, ne 1 Mayıs, ne terörizmle bağlantılı bir mesele, ne hapishaneler, ne ÇHD operasyonu, ne hapishane operasyonu, ne taşeronlaştırma, ne HES’ler, ne ücretler vardı. Emek Sineması yıkılmasın diyen insanlar dövülüyordu, ağaçlar kesiliyordu. Topçu Kışlası yapılacaktı. Fiilen işliyor olan siyasetten, siyasetçiklerden uzakta, bağımsız, “o”na, “bu”na açıktan taraf olmayan bir durumun saptamış olduğu bir ândaki muhalifler… Kısaca AKP’ye seslenen uzun talepler listesinin sahiplerini bir araya getiren bir ân.

En son hareket ve davet/çağrı sesi “Türkiye solu” taraflarından geldi.

III.

29 Ekim ve 10 Kasım 2012, 19 Mayıs 2013 Anıtkabir yürüyüşlerinde, 1 Mayıs 2013 Ankara Tandoğan Mitingi’nde laikleri ve sağı bir araya getirerek, vatanın bölünmezliği sloganları attıran İşçi Partisi/TGB’liler, Ethem Sarısülük’ün Kızılay’daki anmasında ve Batıkent Cemevi’nde düzenlenen törende “Ethem Yoldaş Ölümsüzdür”, “Ethem Yoldaşın Hesabı Sorulacaktır” sloganlarını haykırdılar. [tabiî “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganını da attılar.] Kızılay’da anmaya saldıran polisle çatışırken yine aynı sloganları haykırdılar.

İsyan boyunca, aralarında MHP tabanından gençlerin de olduğu Ulusalcı Cephe, aynı cephede, aynı alanda bulundukları devrimci, komünist, sosyalizan arkadaşlarının duygularını incitici sloganlar atmadılar. Hatta bu tür sloganlardan özellikle kaçındıkları anlaşılıyordu. Ankara’da bütün isyan boyunca, devrimcileri ve Kürt ulusal hareketini hedef alan tek slogan atılmadı. Bu olgu, sebebi ne olursa olsun, bir tutuma karşılık geliyor.

Ankara Batıkent’te MHP, İşçi Partisi/TGB, laikler ve halk, MHP’nin üçhilalli bayrağının arkasında, beraberce “Faşizme Geçit Yok”, “Faşizme Karşı Omuz Omuza” sloganlarını haykırarak yürüdüler.

Devrimciler, ulusalcı cepheyi hedef alan slogan atmadı.

Ama İP/TGB’nin önderlik etmeye çalıştığı ulusalcı cephe, bastıkları yerden asla çekilmediklerini, “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganını her fırsatta atarak gösterdiler. Alanlarda beraber bulundukları kitleye tepkilerini “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganıyla gösterdiler.

İşçi Partisi/TGB, CHP, laikler ve MHP’den oluşan Ulusalcı Cephe, alanlara genellikle kalpaklı Atatürk’lü Türk bayraklarıyla çıktı.

İsyanın ilk haftasından sonra TOMA’lar ve akrepler de “normal” Türk bayrakları asmaya başladılar. İsyanın en anlamlı görüntülerinden biri, kalpaklı Atatürk’lü Türk bayrakları ve polisin kullandığı “normal” Türk bayraklarının çarpışmasıydı.

Devrimciler alanlarda, barikatlarda kendi geleneklerini temsil eden bayraklarla yer aldılar. Çoğunluğu, kırmızı zemin üzerine grup isimlerinin yazılı olduğu bayraklardı.

IV.

Freud’un kitle psikolojisine göre, isyanın lider düşüncesi, kitlelerin çokkültürlülüğünü, yaşam tarzlarını ve özgürlüklerini gasp eden Tayyip Erdoğan ve AKP’dir. Freud’un tarif ettiği tipik kitle psikolojisiyle karşılaşıyoruz bu isyanda. Negatif liderlik (Freud) ya da tersten liderlik.

İsyanın önde gelen slogan-taleplerinden biri, hatta en önemlisi “Tayyip istifa” idi.

Cumhuriyet tarihinin Türkiye’de kendine özgü bir dil, günlük yaşam ideolojileri, elitler ve elitlere imtiyazlar yarattığı açık. Tayyip Erdoğan ve AKP’nin bu geleneği ihlal ettiği de açık.[15] Kullanılan dilde devrimciler için bir problem bulunmuyor. AKP, devrimcilerle karşılaşmasında devletin geleneksel alışkanlıklarını aynen koruyor. Tayyip ve sonra da AKP’li yöneticilerin dili tepkiyle karşılanmaktadır. İktidarın kadife eldiveni olarak geleneksel devlet dilini kullanan Gül’e karşı aynı nefret yoktur. Halkın Demirel, Ecevit, Erbakan, Özal, Mesut Yılmaz, hatta Türkeş ve Çiller’den âşina olduğu dili kullanan A. Gül’e aynı ölçüde tepki olmuyor. Ama Erdoğan’ın ya da AKP’nin Gezi eylemlerini izah tarzı alışık olduğumuz geleneksel liderlerinkinden farklı değildi: Marjinaller, dış odaklar vs., Tek istisna, Millî Görüşçü bir tarzdaki, “bu olayların arkasında bizden rahatsız olan faizciler var” ifadesiydi.

AKP’nin laiklik, ordu, yaşam tarzları konusunda kullandığı ısrarcı, militan dilin laik muhalif kitlelerde yarattığı nefret, tersten birleştirici ve nihayet harekete geçirici bir işlevi yerine getirmiştir.

V.

Baskılara karşı özgürlük talebi harekete geçirici ortak duyguydu. Özgürlük talebini yaratan en azından mevcut haldeki çokkültürlülüğün hükümet tarafından gasp edilme iddiasıdır.

Benzer tepkiler, gerilerde, çok eskiden DP iktidarı zamanlarında da, uzun bir süre boyunca yankılanmış ve nihayet “1960 İhtilali”nde karşılığını bulmuştu.

İsyan, AKP’den mustarip olan bütün muhaliflerin kendiliğinden beliren “demokratik oydaşmasının” fiilî haliydi bir bakıma. Demokratik oydaşmanın “hasmı”, çokkültürlülüğü adım adım yok ettiği kabul edilen Tayyip Erdoğan, AKP ve Cemaattir.[16] Daha doğrusu hasım, Türkiye’nin geleneksel olduğu varsayılan çokkültürlülüğüne saldıran AKP’dir.

Fakat Türkiye’de siyasal akımları ciddî biçimde belirleyen popüler ideolojilerin çokkültürlülük kabullerinde ciddî farklar söz konusu ve aralarında bir uçurum vardır.

Çokkültürlülüğü savunan kesimlerden birisi, burjuvazinin anayasal taleplerine eklemlenmiş olan akademi ve sosyal demokrasi ile sağ liberallik arasında salınan “sol”dur. Bunlar çokkültürlülüğü Batı Marksizmi ve türevlerinin tanımladığı çerçeveyi aşmadan tanımlarlar. Sınıf karşıtlıklarını indirgeyerek devre dışı bırakan bu çokkültürlülük tanımında, günlük yaşam ve aynı yerde bulunma açısından bir problem yoktur. Çünkü içerdiği kavramlar, Marksist ekonomik-demokratik mücadele kavramı çerçevesinde bir varlık analizini de beraberinde sunar. Demokrasiden, millî azınlıklardan ve etnisiteden, her türden totaliterliğe karşı durmaktan, cinsiyet ayrımcılığından, cinsel kimliklerden/tercihlerden, feminizmden, kültürden, insanî yaşam tarzlarından, inanç özgürlüğünden, insan haklarından, insanın masumluğuna dayalı evrensel hukuktan, uygarlıktan, ekolojiden bahsederler.

Bahsettikleri tam da evrensel insan hakları kavramına dayalı hegemonyanın pratikte karşı konulması oldukça zor olan nahif ideolojisidir.

Diğeri ise, geleneksel devleti ve geleneksel devletin argümanlarını savunan laikler ya da ulusalcılar diye bildiğimiz cepheleşmedir. Laikler ya da ulusalcılar cephesinin pratik ideolojisi MHP geleneği gibi sadece ırk fikriyle malûl niteliksiz faşizmlerden farklı olarak, klasik Avrupa faşizmlerinin Türkiye’deki geleneksel devletin pozitivist temsiline uygun karşılık üreten bir rolü yerine getirmektedir.[17] Ama iktidardan düşen, iktidardan dışlanan, imtiyazları ellerinden alınan laikler (ezilmiş, sinmiş ordudan yüz bulamayınca), kuruculuğunu içinde yer almış oldukları geleneksel devletin yaptığını iddia ettikleri çokkültürcü hoşgörü ve hukuk sloganına sarılmıştır. Kendilerini iktidardan dışlayan AKP’yi (ve her kimlerse Cemaati) “milliyetimize/devletimize ve vatansever insanımıza” ihanet etmekle suçlayan laikler, Cumhuriyet Mitingleri, ordu mensuplarının tutuklanması, Silivri davaları ve 29 Ekim 2012, 10 Kasım 2012 gibi yığın hareketine dönüşmüş olan pek çok mitingin her biriyle, İşçi Partisi (zaman zaman CHP’yi de arkasına takabilen) dinamizmine biraz daha eklemlendiler. Bölücülük karşıtı olarak vatanın bölünmezliğini savunan, aynı zamanda anti-kapitalist/ anti-emperyalist İşçi Partisi’nde[18] temsil olunan ulusalcı cephe, AKP karşıtı kitlelerin taleplerini, onlara karşılık verme becerisi göstererek tek potada eritebilen tek güçtür. Dışlanmışlardan yankılanan en güçlü talep de laiklikte karşılık bulan çokkültürcü hoşgörü, yaşama tarzlarına müdahale edilmemesi ve hukuktur.

Ulusalcı cephe, mücadelesinin AKP faşizminin tehlikeli stabilizasyonuna karşı yürütüldüğünü bildirmektedir. AKP’nin faşist olduğu doğru, ulusalcı cephenin AKP faşizmine karşı mücadele ettiği de doğru. Ama kendi demokratik eğilimlerinin meşruluğuna, Atatürk’ten itibaren Demirel’li, Ecevit’li vb geçmişi referans gösteren ve referansları da (İşçi Parti’nin kendini tanımlayabileceği bir referansı yok; o, kitlelere Cumhuriyet tarihini ve Kemalizmi yeniden tercüme ediyor) kitleler nezdinde hegemonik kabul gören ulusalcı cephenin açmaya çalıştığı ideolojik yelpaze pratiği yeni sağla örtüşmektedir. Ulusalcı cephe etkilediği kitleleri bulundukları konumdan ricata –AKP’li faşizm tehlikesinin bertaraf edilmesi için bütün sağın bir araya geleceği büyük cepheye– davet etmektedir. AKP bir iktidar görünümü sergilediği sürece genişleyeceği kaçınılmazmış gibi görünen ulusalcı cephenin öne sürdüğü mevcut taleplerin önemli bir bölümü, nihai olarak evrensel faşizm tarifiyle örtüşmektedir.

Bu türden bir cephenin, gelenekleriyle tarif edilen ve geleceği de gelenekleri üzerinden tarif etmeye alışkın herhangi bir devrimcilik sürecinin önüne geçeceği, devrimcilerin ulaşabileceği kitleleri sömüreceği, Türkiyeli devrimcilere hayat alanı bırakmayacağı bugünden bellidir.

Birinin çokkültürlülük kabulü arasında Cumhuriyetin kuruluşundan beri inşa edilmeye devam eden tarihsel kökenli imtiyazların talep edilmesi de vardır.

Öbürünün çok çokkültürlülük kabulü, hukuk ve Batı Marksizminin türevlerinin tanımladığı demokratik devleti talep etmektedir. Fakat mevcut durum açısından konuşursak bu paradigmanın, ekonomik-demokratik[19] mücadele kavramını pratik olarak bile kuramamış olan solla aynı alanlarda hareket etmesi zor görünmektedir. Çünkü solun bu meselelerde argümanı yoktur. Sol, Türkiyeli liberaller ve liberal solun güçlü argümanlarına ve pratiklerine tâbidir.

Anayasal süreçlere eklemlenenler salınımlı solun ulusalcılarla arasındaki en büyük aralıklardan birisinin milliyetçilik olduğu anlaşılıyor. Ama liberallerin, ulusalcı cephenin peşine takılmış olan kitleler içindeki hatırı sayılır bir kesimle, Atatürk meselesi ve Kürt meselesinde (bu kesim diğer azınlıklar konusunda pozitiftir) ayrı düşseler de cinsiyet ayrımcılığı, cinsel tercihler, feminizm, kültür, insanî yaşam tarzları, inanç özgürlüğü, insan hakları, evrensel hukuk, ekoloji gibi konulardaki tutumları benzerdir.

Fakat solla komşuluk ilişkisi en azından yakın “dönemde” hiç bitmeyecek bu iki kesimin menzil ve hedefinde sola (ve antagonizme) yer yoktur.

İbrahim Kaypakkaya, TİP’in ortaya çıkışını değerlendirirken şunları söylüyordu: “1940’ların faşist Hitlerci CHP’si, 1950’lerin ortasından itibaren “demokrasi” havariliğine kalkmış, “hak”, “adalet, “hürriyet” diye bağırmaya başlamıştır. Öte yandan Amerikancı DP iktidarının ezdiği ve sefâlete sürüklediği kitleler, her türlü demokratik hakları zorla gasp edilen demokrat aydınlar ve orta burjuvazi arasında hoşnutsuzluk artmıştır… Orta burjuvaziye gelince: Bunların istedikleri, sınıf nitelikleri icâbı “yazma hürriyeti”, “konuşma hürriyeti” gibi, çok sınırlı bir takım demokratik taleplerin ötesine geçmiyordu. Bütün sınırlılığına ve miyopluğuna rağmen, elbette bu talepler de ilericiydi… Yukarıdaki şartlar… komprador büyük burjuvazinin muhalefetteki kliği CHP ile orta burjuvazinin geniş kesimleri arasında, “kısmî burjuva demokratik haklar” talebi etrafında bir ittifak dogmasına yol açtı… TİP hareketi, işte böyle bir ortamda, orta burjuvazinin hızını kesmediği bir ortamda doğdu. Sonradan kendisine “sosyalizm” maskesi takacak olan bu akımın, Anayasa’nın sınırlarını biraz zorlayan reformist talepleri bile, kitlelerde, gençlik ve aydın sınıflarında büyük ilgi ve destek gördü.”[20]

DP’ye karşı CHP ve CHP’li kitlelerin talepleri ile bugünkü CHP’li kitlelerin ve ayrıca ulusalcı kitlenin talepleri arasında kategorik bir fark yoktur. Adnan Adıvar’ın daha 1930’lu yılların sonundan itibaren seslendirmeye başladığı batılı tarzdaki hümanizmi, zamanımız entelijensiyasının diline-üslubuna doğru genişlettiğimizde de meselenin çatışmasız bir tarzda çözülmesine dair ideolojik perspektifin olgunlaştığı görülüyor: Yöneten ile yönetilen arasındaki mesafenin daraltılması, ekonomi dışı zoru bertaraf eden anayasal işleyiş, bireysel özgürlükler ve insan haklarına yapılan güçlü vurgu…

Burjuvazinin sesi Ertuğrul Özkök aynı zamanda entelijensiyanın içinden şöyle sesleniyor: “…AKP’ye oy vermedim, ama uyguladıkları politikaların yüzde 70’ini hayranlıkla izliyorum. Ekonomik politikalarını çok başarılı buluyorum… Ülkemin gidişatından memnunum”.[21] “Medya Açısından: yüzde 90’ı ekonomiden memnun. İş Dünyası Açısından: Asayiş yüzde 100 berkemal”.[22] Her iki makalesinde de “Baskı yaparak, çok kültürlülüğü yok etmeye çalışarak AKP’ye oy verme özgürlüğümü elimden almayın” (a.g.y.) diye Başbakana dolayısıyla da AKP’ye samimiyetle seslenen Özkök’ün memnun olmadığı tek şey baskılar.[23]

İsyan bu iki kesimin tepkilerinin ve dinamizmlerinin ürünüdür. İsyanı harekete geçiren entelijensiyadır (entelijensiya içinde ve onların terimleriyle konuşanların isyandaki etkisi çok zayıftı), ama alanları, meydanları dolduran, barikatlarda, çatışmalarda yer alan, mahallelerde yürüyenler, çatışmaları sürdürenler, çoğunlukla ulusalcı cephedeki kitlelerdir. İstanbul’da Taksim ve çevresindeki bazı çatışmalar hariç olmak üzere, solun isyandaki varlığı ve etkisi sınırlıdır.

İsyan, Taksim dışında, Cumhuriyet Mitingleri’nden itibaren dinamize olan 2012 Ankara Mitingleri’nde çatışabileceğini gören ulusalcı cephedeki kitlelerin üstüne binerek/ya da onlarla birlikte ayakta kaldı.

Bu “İsyan ne ve neyi talep ediyor?” sorusunun belirsizmiş gibi görünen cevabını bu iki kesimin tarihsel olarak yerleşik talepleri veriyor. Ama bu kesimlerin talepleri, aynı zamanda solun dışlanmasını, mevcut varlığının etkisizleştirilmesini içermektedir.

Nereye?

I.

AKP’nin üç dönemlik hükümeti kaçınılmaz olarak yıpranmasına neden olmuştur. Ama isyanın etkilerinin AKP’yi seçmeni nezdinde yıpratacağı ya da 2014 yılındaki seçim süreçlerinde daha fazladan oy kaybettireceği şüphelidir.

Çünkü AKP seçmen tabanının büyük çoğunluğuyla, isyancı yığınları oluşturan kitleler arasında bir günlük yaşam temasının nerdeyse hiç kurulmamış olduğunu ifade edebiliriz. Bu kitlenin, AKP’li kitlelere ilgisi de zayıf görünüyor. Bu kitlelerle sadece geleneksel CHP tabanı içindeki kent yoksullarının ilişki kurabildiği anlaşılıyor.

İsyan, zaten daima bir biçimde ilişki halinde olan cemaatten insanların/kitlelerin birbiriyle temasıydı. Baştan beri AKP karşıtı olan muhaliflerin ya da cemaatlerin AKP’ye ve seçmenlerine ilişkin değerlendirmeleri “hane içi”nde kalan kapalı yankılanmanın ötesine geçememiştir. Şehir merkezlerinde, hali vakti yerinde çeşitli ekonomik kategorilerden oluşan kapalı cemaatlerin birbirlerini dinlemeleri, izlemeleri, etkilemeleri ve yine birbirlerini ajite etmelerinin ötesine de geçememiştir.

AKP ittifakı, muhafazakârlığa ve tarikatlara dayanıyorsa, bu eylemlerin AKP tabanında hayat bulan (aslında karşılıklı ideolojik hayat bulmanın hikâyesi) tarikatları dinamize etmek yerine boğacağı söylenebilir mi? Tarikatlar ideolojisi,[24] iktidarın ellerinden kayıp gitmesini seyreder mi? Karşılıklı hayat buldukları kendi iktidarlarına ideolojik olarak sahip çıkmak istemezler mi?

Egemen ideolojinin unsurları arasında yer alan çokkültürlülük, insan hakları, ekoloji, anayasa gibi indirgenmiş süreçler sözünü ettiğimiz genellikle çok yoksul halkı çok fazla etkilemiyor. Bunların sonuçlarının günlük yaşamlarına kısa dönemlerde yansıması da düşünülemez.

Genellikle çok yoksullar arasında yer alan AKP tabanının günlük hayatına kısa vadede yansıyacak olan egemenlik ilişkilerinin dolaysızca ifade bulabilen sayısız karşılığıdır.

II.

İsyan, epeydir asker kayıplarının, karakol baskınlarının duyulmadığı, çözüm ya da ateşkes süreciyle rastlaştı. İsyanda, AKP iktidarına karşı en fazla kullanılan araçlardan birisi “Kalpaklı Atatürk’lü Türk Bayrağı”ydı (alıştığımız normal Türk Bayrağı da çok kullanıldı tabiî).[25]

Türkiyeli solun bir kısmı, meydanlarda yan yana yürüdüğü, barikatlarda yan yana durduğu ulusalcı cephenin “bu” bayrağıyla sarsıldı.[26] Ne kaçırıyoruz telaşına kapıldı. Kitlelerin günlük yaşamındaki “Sünni dinî gericiliği” ve eğitimsizliği reddeden, dolayısıyla varlık olarak halktan fiilen uzak durmayı seçmiş olan sol, bayrak konusundaki tereddüdünü kısa zamanda aştı. Bazı siyasal gruplar, Türk Bayrağı’nın da müttefik olabileceğini (siyasî gruplardan bazılarının, örneğin Halkevleri kitle tabanının yerel eylemlerde yıllardır Türk Bayrağı taşıdıkları da bilinir, görülür) zımnen ilân etti. Ama “Sünni dinî gericilik” konusunda adım atacağına bir işaret görünmüyor. Hele bir kere de Sünni dinî gericilikle birlikte yürünsün, meydanlarda onların bayrağı daha çok dalgalansın, ne olacak bakalım.

Peki, Türkiye Solu bayrağı reddetti mi? Hayır reddetmedi! 1972 Devrimciliğiyle beraber o zamanın terimleriyle Kemalizmi reddetti. O zamanın terimleriyle silâhlı mücadeleye, halka ve ekonomik demokratik-mücadeleye işaret etti. Peki, kitle içinde parti çalışmasında Marksizmin amentülerinden olan (post-Marksizmin çoklu antagonizmalar indirgemesiyle ele geçirdiği) ekonomik-demokratik mücadele, kitle içinde ve örgütlerinde geleneksel ve popüler ideolojilere karşılık gelen siyasetin tartışılmasını, tastamam sadece deneysel nedenlerle bile olsa yasaklıyor mu? Evet yasaklıyor! Bayrak bu ideolojilerden birinin simgesidir.

Ama Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin değerlerine ve geleneklerine saldıran AKP’nin temellük edemediği ya da AKP, zaten reddettiği için bir araç haline gelmiş olan ‘Kalpaklı Atatürk’lü Türk Bayrağı’, AKP faşizminin karşısına çıkartılan yeni sağcı dayanışmanın faşizan taleplerini sembolize etmektedir.

Bayrağı,[27] isyan sonrasında gerçekte zaten işliyor olan muhtemel yenideki bir terim olarak kavramak, yani ulusalcı cephenin ucundan kıyısından bile olsa peşine takılmak, Batılı Marksizmin terimlerinin ve gündemlerinin izinden gittikçe zayıflayan sola, tedavisi zor yeni hastalıkları taşıyacaktır.

En önemlisi: 2014 seçimlerinde ya da 2018 seçimlerinde vatana ihanet halindeki AKP iktidarı kaybeder, yerine de ulusalcı cepheden ve bildik-tanıdık vatana hiç ihanet etmemiş olan geleneksel sağdan birileri yerleşirse ne olacak?

Türkiye Solu, “Türk Bayrağı kavramını” ve “jandarma biz sosyalistiz, dostuz yalnız biz sana” dilini eşzamanlı olarak aşmıştır. Devrimciliğin 1972 devrimciliğinden beri aştığı bayrak, ekonomik-demokratik mücadelenin muhataplarından birisi değildir.

III.

İsyan geçip gitti. Sıcağı sıcağına arkasından bakıyoruz. Ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Zaten anlamaya çalışma biçimi de, solun meselenin içinde olmadığını kanıtlıyor.

Türkiye solu çok uzun zamandır, (bütün enerjisiyle hazırlandığı 1 Mayıslar hariç) şehrin en işlek, en merkezî meydanlarında duruyor. Eylem alanları, Ankara’da Yüksel Caddesi, Sakarya Meydanı, YKM önü. İstanbul’da Tünel, Galatasaray, Taksim ve kaçınılmaz olarak adliye önü.

Ankara ve İstanbul’daki birkaç semt dışında gidecek başka yerleri yok.

Kent yoksullarıyla ilişkileri oldukça zayıf. Bürokratik ve devlet dairesi gibi işleyen sendikalar tasfiyeci bir işlev görüyor. Ülke meselelerine PKK’ye öykünecek kadar çok dâhil olarak günlük işlerini unuttu, hantallaştı.

Türkiye solunun yeni isyanların en başından içinde olabilmesi için ekonomik-demokratik mücadeleyi yeniden keşfetmesi ve anlaması gerekiyor.

 



[1] Direniş 30 Mayıs’ta İstanbul-Taksim’de çadırların yakılmasıyla başladı. 31 Mayıs’ı 1 Haziran’a bağlayan gece başta Ankara olmak üzere bütün büyük şehirlere yayıldı.

[2] Asker, Ankara Kızılay’daki Başbakanlık merkez binası çevresini güvenlik altına alma ve İstanbul’da bazı çatışmalardaki kısıtlı rolü dışında görev verilmedi.

[3] Cüneyt Özdemir, 5N1K, CNN Türk Televizyonu, 04.06.2013.

[4] AKP’nin ve demokrasinin bu harika, parlak çocuğu, çok korktuğunu itiraf ediyor. Korkuyor ama böylece devletin uyguladığı şiddeti de, cambazca bir hamleyle bir içsavaş algısı yaratarak normalleştirmeye çalışıyor.

[5] Devrimciler, kendilerinden başkalarının da çatışabileceğini, hem de çatışmayı ısrarla sürdürebileceklerini gördü, tanıklık etti.

[6] İstanbul’da aynı günlerde Gazi Mahallesi ve Okmeydanı gibi semtlerde sürdürülen direniş bu yazının konusu dışında tutulmuştur.

[7] Tv’lerin Taksim meselesini tartışmaya açtıkları ilk günlerde, 3.6.2013 günü A. Hakan, Tarafsız Bölgesi’ne entelijensiyanın iki asil üyesini, Murat Belge ve Ahmet İnsel’i konuk etti. Her ikisi de Taksim Meydanı’ndaki solcu grupların çatışmacı ve huzursuz edici varlığından şikâyet etti.

[8] 31 Mart ayaklanması, (31 Mart 1325/13 Nisan 1909) Topçu Kışlası’ndan başlamış ve yayılmıştı. Elbette bu ayaklanmanın Mustafa Kemal tarafından bastırıldığı iddia edilmektedir.

[9] Hürriyet Gazetesi, 28 Mayıs 2013.

[10] Eski bir devrimci, çadırlara müdahale edildikten birkaç saat sonra, “devlet TEKEL Çadırlarını hatırladı ve izin vermedi” diyordu.

[11] Ankara’daki TEKEL Direnişi sırasında devrimcilerin işçilere ilgisi ve ciddî yaklaşımları görülmüştü. Farklı olsa bile, İstanbul’daki devrimciler ne yapardı Allah bilir.

[13] “Gaz bombası S. S. Önder’in kafasına denk gelseydi ve Önder de diğerleriyle aynı akıbeti paylaşsaydı ne olurdu?” sorusunun çeşitli cevapları olabilir. Ama en kestirme cevaba göre, devletin Haziran boyunca yaşadığı kâbustan kat be kat fazlası olurdu.

[14] Haysiyet terimi, Ahmet İnsel ve Ertuğrul Özkök’e aittir. Ahmet İnsel “haysiyet kırılması” diyordu. Bu terimi, her ikisi de muhtemelen birbirinden habersiz olarak eylemin dayanaklarının tarif edilmesinde eşzamanlı olarak kullandılar. İzleyen günlerde pek çok tv yorumcusu ve köşe yazarı da eylemi tarif ederken bu terimi benimseyerek kullandılar. Doğru, bir haysiyet meselesi var, ama bu haysiyeti kırılanlar laiklerdir.

[15] AKP, 1980 darbesinin beslediği, konumlandırdığı Türkiye’ye özgü Müslümanlığın ürettiği tarikatların yaygın etkisinin üstüne oturdu. AKP, âdeta eski feodal Avrupa’nın feodal kralları gibi “Türkiyeli İslâmcılar”ın bir tarikatlar konsensüsünde kendisine atfedilen krallık görevini icra ediyor. AKP konuşurken onlarla konuşuyor. Önce kitle tabanına, sonra diğer kitlelere sesleniyor.

[16]Şeyh uçmaz müridi uçurur misali, Cemaati ağzından düşürmeyen bazı liberaller, Cemaati nasıl tarif edecekleri konusunda fikir sahibi değiller. Ama Cemaatten bu kadar çok bahsedince, herkes böyle bir varlığa inanır oldu. Sıkışınca hemen Cemaat diyorlar, ama içinde yaşadığımız kapitalizmde ve demokraside, Cemaatin tarihsel olarak nasıl bir ideolojiyle işlediğini söylemiyorlar.

[17] Elbette AKP de geleneksel devletin temsilcisidir.

[18] PDA’dan, Aydınlık’tan beri İşçi Partisi için edilmiş her söz erken edilmiş bir söz olabilir, boşa düşebilir. Ama İşçi Partisi, hem bir Ermeni katliamı yapılmamıştır savunusuyla, hem uzun yıllar boyunca devrimcilerin katledilmesini, hem Kürt köylerinin yakılmasını, boşaltılmasını, Kürt halkının katledilmesini planlayan/uygulayan Amerikancı generalleri ve orduyu savunusu nedeniyle tarihinde ilk defa oldukça dar bir alana hapsetmiştir kendini. Bu kez İşçi Partisi’ni Mao’nun ittifaklarından örnekler göstermesi bile kurtaramaz.

[19] Çevre, tarım, kadın hakları ve feminizm, hukuk, insan hakları, sendikal talepler gibi…

[20] İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Altınçağ Yayımcılık, İstanbul 1999, s. 133-35.

[21] Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesi, 6 Haziran 2013.

[22] Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesi, 8 Haziran 2013,.

[23] E. Özkök’ün memnuniyetini ve şikâyetlerini Anayasa oylamasındaki havetçi tutum sahiplerinin de örtük bir farkla paylaştığı gayet açıktır. Bu fark demokrasidir. Havetçiler AKP’nin demokrasi isteğini desteklemişlerdi. Özkök demokrasiyi değil, ekonomiyi övüyor.

[24] Merkezden çevreye doğru gittikçe, mahallelerde artan dinî sohbet afişleri, halkı bilmem ne efendinin sohbetine katılmaya çağırıyor. Aynı durum solun eskilerde kalan dinamikliğini çağrıştırıyor.

[25] Önemli araçlardan biri de “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganıydı.

[26] 6 Temmuz 2013 (Cumartesi) günü, Ankara Batıkent’te, Ethem Sarısülük Parkı’nın açılış mitingini duyurmak için dolaşan bir ÖDP midibüsü, arabayı nerdeyse iki katı büyüklükte “normal” bir Türk Bayrağı’yla donatmıştı.

[27]Alanlarda her türden “Türk Solu”na işaret eden birçok bayrak ve flama vardı. Turuncu, kırmızı, mavi zemin üzerine sembol vs. vs. Alanlarda seyrek görülen, az da olsa dalgalandırılan kızıl bayrak bir semboldü âdeta. Alanlarda Türk Solunun işgâl edebildiği yeri işaret ediyordu. Sadece kızıl bayrak izsiz ve süssüz. Üstünde hiçbir iz, işaret, sembol yok. Sadece kızıl.

İmzasız “boş” kızıl bayraklar, âdeta sınıfsal talebi ve devleti gösterircesine “durdu”, sallandı alanlarda. Az göründüler, ama göründüler. Birkaç “boş” imzasız kızıl bayrak, eylemler süresince alanlardaki devrimcilerin kısıtlı etkisini gösterir gibiydi.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar