Ana SayfaArşivSayı 62Gezi Eylemleri Işığında Marksizm

Gezi Eylemleri Işığında Marksizm

Gezi Eylemleri Işığında Marksizm

Ezilen Bedeninde Çözünme Uğraşı

 

Ali Pınarbaşı

Bu yazıda Gezi olayları pratiği dolayısıyla Marksizmin içinde yol alması gereken düşünsel, duygusal yatağa dair görüşler önerilecektir. Bu görüşler zemininde Marksizmin politik an içinde aktif olarak ve heyecanla savunulabileceği kanallar olduğu iddia edilecektir.

Marksizmin ezilen duyarlılığı

Marksizm ezilenlerin maddesiyle ve bu maddenin özelliğiyle hemhal olmakla yükümlüdür. Ezilen tarafında olmak Marksizmin ideolojik boyutudur. Daha anlaşılır bir ifadeyle ezilenci olmak Marksizmin dinidir. Marksizmin diğer boyutlarını, felsefe, bilim ve politikasını birleştiren ve onların yönünü tayin eden boyutu ezilen tarafında olmak hissidir.

Önce Müslüman olunur sonra bu Müslümanlık içinden Müslümanlığa dair gerekçeler düşünülür. İnsan yaşadığına dair gerekçe bulmadan önce sadece yaşama eylemi yapar, sonra buna dair gerekçeler, sorunsallar üretir. “Neden Müslümansın?” sorusu bir bireye sorulabilecek ve her bireyde farklı yanıt bulacak bir soru iken, bu sorunun tarih içinde yer alan topluluklara sorulması anlamlı değildir. Müslümanlık ve onun Allah’ı bir kez ortaya çıkınca onun felsefesi, bilimi ve pratiği var olur. Oruç, namaz, fıkıh, kelam vb. bu imanı ileri taşır ve onu yeniden üretir. Topluluğun bilinci, ideolojisini belirlemez; tersine ideolojisi bilincini belirler. Önce sadece olmak vardır.

Benzer bir akıl yürütme ile Marksizme “Neden ezilencisin?” sorusu da anlamlı değildir. Marksizm önsel olarak, her şeyden önce ezilenci olmakla yükümlüdür. Elbette Marksizmin başka oluş biçimleri tarih içinde görülür fakat bunları ayırt etmek ve elemek yine Marksizmin yolda uğraşacağı bir mesele olmalıdır.

Marksizmin var oldukça mücadelesini sürdürmesi için diğer boyutlarına yani felsefe, bilim ve politikaya –daha önemsiz değil!– ihtiyacı vardır. Ancak temel ve önsel olan ezilen tarafında olma duygusudur. Bu, “Hanif Marksizm” kavramıyla Teori ve Politika dergisinde ifade edilmiştir. Bu bir insanın temel güdüsünün yaşamak olmasına rağmen, tarih içinde bilim, teknoloji, sanat vb. gibi etkinliklerde bulunmasına benzer.

Materyalizm: Materyalizmin “köhne” felsefesi

Marksizm felsefede materyalisttir. En kaba anlamıyla bu, gerçeği gözden kaçırmamak, uçuşan fikirler ve akımlar arasında eski, köhne referansa sahip çıkmak anlamına gelir. Bu anlamda Marksizm muhafazakârdır.

Marksizm bir ateizm felsefesi içinde değildir. Ateizm bir tanrıyı öldürüp, yerine başka bir tanrıyı –insanı– koyar. Bu anlamda ateizm, idealizme ait bir felsefi akımdır. Ateizm tanrı sorunsalı içinde yer alır. Materyalizmin tanrısı ne Allah, ne insan, ne de süper tanrı “madde” olabilir. Bu yüzden materyalizm kuru, renksiz ve sevimsizdir. Onun tanrısı ne olduğunu bilmediğimiz “ontolojik gerçek”tir. Bu gerçeğe derin bir muhafazakârlıkla sahip çıkılmalıdır.

Materyalizm cennet vaad eden bir Allah’a, onur vaad eden insana, sonsuz var oluş vaad eden maddeye karşı, hiçbir şey “değeri” olmayan varlığı vaad eder. Materyalizm insani, ahlaki değersizlikle maluldür. Bu halde ahlak tınısı yaratan herhangi bir felsefeyle ilişkisizdir. “Ezilenlerin safında yer almak ‘önsel’ bir niteliğe sahiptir. Ancak, bu tek tek birey ya da küme ‘bilinci’ açısından bu türden bir açıklamanın ‘doyuruculuğu’ zayıftır.”[1] Bu zayıflığı materyalizmin insani değersizlik özelliğiyle açıklamak mümkündür.

Bu değersizlik matertalizmin ontolojik boyutunu belirler. Ancak buna karşın “her şey” vardır. Her tikel şey vardır.

Değer-yüksüz nitelik aynı zamanda ereksiz ve nedensizlik anlamına gelmektedir. Bu anlamda örneğin Descartes’in tanrı tanıtlaması, özcülüğünden öte, değer-yüklü oluşundan dolayı materyalist ilkeye karşıdır. Spinoza “varlık vardır” ön kabulü ile başlar. Bu, Descartes’inki dahil diğer değer-yüklü felsefelere karşı bir tepkidir. Samimi bir materyalist bu felsefelerin insani bir korku duygusuyla yoğrulduğundan şüphelenmelidir[2]. Descartes o zamanın gözden düşmekteki varlığı tanrıya olan güven kaybından yola çıkıp, yeni parlayan yıldız olan insan aklına olan güvene varmıştır. Spinoza için bir güven sorunu yoktur.

Madde, maddenin kipleri ve bu şekilde bir üst katmana çıkarak soyutlanan her şey epistemolojik alanda yer alır. Ontolojik alanda yer alan şeylere ait başka herhangi bir söz söylenemez, herhangi bir nitelik atfedilemez. Onlar için, “maddedir” bile denilemez. Ancak var olduklarında söz edilebilir. Onlar bir kere var olduktan sonra, onların niteliğine dair –aciz olduğumuzu bilerek- söz edebiliriz. Bu, materyalizmin çilesidir. Fakat aynı zamanda gücüdür de. Ontolojik materyalizmin insani değerlere dönük nötr hali epistemolojik alanda müthiş bir güce dönüşme potansiyelini taşır.

Ontolojik materyalizm, gerçeği gözden kaçırmamaya dair bir çaba içindedir. Felsefeyi insani, ahlaki değer-yüksüz kılmak ve buna karşı her ayaklanmaya direnmekle yükümlüdür. O, çilesinin yükünü çeker. Oldukça insani olan anlık patlamaları, yeryüzünde cennet arayışlarını, sürece yaymakla yükümlüdür. Bu şekilde bu anlık patlamaların sonsuzda kaybolup gitmesini de engeller. İstediği çılgınlığı yapmasına izin veren fakat sürekli onu gözeten bir baba gibi davranır. Epistemolojik alanda sınırsız bir özgürlük tanırken, ontolojinin, geri döneceği evindeki yatak olduğunu bilir.

Ontolojik alandanki varlık, epistemololik alanda en alt düzeyde “madde” kavramıyla ifade edilir. Varlık dışında nitelik atfedilemeyen madde. Düzeyler yükseldikçe yapılar belirir. Ontolojik varlık kendini adeta bu şekilde kanıtlar. Yapılar, bilim, kültür, teknik, sanat, düşünce, duygu gibi türlerde ve giderek sonsuz tikellerde çeşit ve renkte belirir. Epistemolojik alan her zaman bir ahlak –insani değer yükü– tınısı taşır.

Ontolojik varlığın gerçekliğine dair algı Marksizmin felsefesinden diğer boyutlarına ilişkin görüşünü de tayin eder. Örneğin bilimin pozitivist anlaşılışına, yani onun insan-tanrının kanıtlanmasına dönük metafiziğine karşı bir sigorta görevi görür. Benzer şekilde politik olarak, ateizm, sınıfçılık vs. gibi herhangi bir özcü, idealist görüş taşıyan politikalara önsel eğilim duymasına karşı da bir sigorta işlevi görür. Bu açıdan bir Marksistin, İslamcı veya laik herhangi bir görüşe daha yakın olmasına dair önsel, soyut bir eğilimin önüne geçer. Marksizm bütün diğer ideolojilere ezen-ezilen ayrımıyla bakar. Onlara karşı önsel olarak pozitif ya da negatif bir yargısı olamaz.

Marksizmin materyalist ezilenciliğine karşı ezilenin idealizmi

Ezilen ezilmeye tepki vermediği sürece yoz, sevimsiz ve kurudur. Dindar halkın sofu dindarlığı, orta sınıfların bireycileşip AVM’lere doluşması, soyut ve kesif bir ırkçılık duygusuyla beliren Kürt karşıtı milliyetçilik, ezilmeyi benimsemiş ezilen halinin örnekleridir. Ezilen ve bunun doğal olduğu algısını taşıyan geniş kitleler, bir zamanlar ayaklandıklarında taşıdıkları bayrakları korumuş ancak duyguyu yitirmişlerdir. Din, millliyetçilik veya komünizm bayrakları durağan yaşamlarının sıradan bir nesnesidir artık. Ezilen, doğası gereği ezilmeye direnmek için özcü ideolojilere –her ideoloji bir öze referans verir– yönelirken, ontolojik materyalizm yine doğası gereği özü reddeder. Bu, Marksizmin mücadelesinde bir dezavantajdır.[3] Ancak Marksizmin dünyadaki varlığına dair bu gerilim, ezilen safında yer almak –başka deyişle Hanif Marksizm– algısı eşliğinde bir potansiyel de taşıyor. Ezilenlerin zamanında bayrak yaptıkları ideolojilerin kritik aşamalarda ezenlerin elinde ezilenlere dönük bir silaha dönüştüğünü bilmek, bu ideolojilerde ezilen damarlarını tanımak ve ayrım yapmak Marksistlerin önünde düşünsel ve pratik bir uğraş nesnesi olarak duruyor. Bunun nasıl hayat bulacağı ancak bu uğraşı içinde görülecektir. Marksistler ontolojik materyalizm algısına ve ezilencilik ideolojisine güvenmek ve tevekkül etmek durumundadır.

Ezilenler safında olan Marksizm, dindar, ateist, milliyetçi, laik, azınlıkçı, ötekici, özgürlükçü vb. herhangi bir ideolojinin toplam olarak karşısında yer alamaz ya da bunlardan birini sahiplenemez. Bunların her birinde, ezilenin acısını ve çığlığını hissettiği yerde, kendisine dair izler bulmak Marksismin karakterinde olmalıdır.

Bu anlamda ontolojik materyalizm nedenselliğe, insani akıl kullanmanın erdemine dair görüşler için de bir sempati duymamalıdır. “Mutezile okulu evrende yasallık – nedensellik arayışındadır… Materyalist nitelikleri belirgin –ya da materyalist– bu akım ve okullar, iktidar sahiplerinin sadece himayesinde kalmakla yetinmemiş, düşüncelerinin politik görünümlerini de ortaya koyarak, onları, ezilenlere ve muhalif hareketlere karşı dolaysız birer ideolojik silah haline getirmekten geri kalmamışlardır.”[4] Bu satırlar Teori ve Politika dergisi anlayışının şu anda savunmayacağı görüşleri yansıtıyor. Ontolojik materyalizmde nedensellik ilkesini savunmak felsenin bilim tarafından sömürüsüne işaret ediyor. Bu anlayış Aydınlanmacı ideolojilere bir eğilim tehlikesini de yaratıyor.

“Beden kendi doğasının yasalarından hareketle, öyle çok şey yapabilir ki zihni hayret içinde kalır.” (Spinoza) Ezilenlerin ideolojik görüntüleri açısından Kürt hareketi müthiş bir örnek sunuyor. Milliyetçilik temelinde vücudunu bulmasına rağmen dünyanın bu eskimiş ve güçten düşmüş ideolojisini, din, özgürlükçülük, ötekicilik, feminizm –hatta ekolojik hareket– gibi akımlarla kendini tazeleyebilmiş ve kurtuluş ideolojilerinde görülen tipik maneviyatı yeniden üretebilme yetisini kazanmıştır.

İdeoloji hiçbir zaman saf şekilde ortaya çıkmaz. Her özgül durumda ideoloji kendini yeniden yaratır. İdeolojinin ezeni mi ezileni mi temsil ettiği o özgüllüğün niteliğiyle belirgin olur. İdeolojilere soyut değerler atfedilemez. Bu anlamda her ideoloji okuması “suçlu” bir okumadır. Egemen ideoloji ne olursa olsun, ezilen ezilmeyi sürdürdükçe, ezen de ezmekte sıkıntı çekmedikçe ideoloji nabzı düşük bir seyirde ilerler; “materyalistleşir. Ezilen ezilmeye isyan ettiğinde ise ideolojisi belirir.[5]

Marksizmi aklın ve Aydınlanmanın ışığında laik bir kurtuluş ideolojisi olarak gören anlayış materyalist olamaz. Materyalizm herhangi bir ezilen (veya ezen) ideolojisi değildir. O, niteliğinin ne olduğunu bilmediği “varlığa” sahip çıkarken, epistemolojk düzlemde, anlam, bilgi ve duygu düzleminde ezilenleri görmek, tarihi böyle anlamak, felsefeyi böyle düşünmek, politikayı böyle hissetmek durumundadır.

Marksizm –olmayan- ideolojisini ezilenlere dayatmamalıdır. Ezilen acısını ve isyanını özgürce yaşadıkça, ortaya çıkan ideoloji farklı formlar aldıkça bu akışın yanında durmalı, ona göre eğilip bükülmelidir. Bir Marksiste, “gerçek” dinine iman yetmelidir.

Gezi’nin “yeni” ezilenleri

Gezi hareketi Türkiye tarihinde yeni bir ezilen hareketinin belirtisi olarak yerini aldı. Türkiye’de artık belirmeye başlayan yeni niteliklere sahip bir ezilen hareketi vardır denilebilir. Türkiye politik Marksistleri, bu yeni ezilen hareketini dikkate almak zorundadır. Bu hareket içinde liberal, özgürlükçü vb. gibi renkler taşısa da genel öbeği tarihsel olarak Kürt hareketi alerjisine dayanan laik bir milliyetçilikle karakterize oluyor. Cumhuriyet (ve Osmanlı’nın batıcı) döneminde devlet ideolojisi çevresinde katı şekilde bulunan bu kesim için yeni ufuklar göründü. Kemalizm hâlâ hakim renk olsa da devletle organik ve manevi bağ koptuğundan yıllardır içine hapsolduğu çeper kırıldı ve değişik renkler de belirdi ve etkileşime açık hale geldi. Daha çok evlerinde ve dar çevrelerinde eylemleri destekleyen bu geniş kitle ezildiğini hissettikçe ve ezilmeye direndikçe Marksistlerin ilgi göstermesi gereken bir toplamdır. Kürt hareketi, dindar halk kesimleri yanında Türkiye’de üçüncü ezilen odağı olarak bir vücut belirdi –Alevilik, azınlıklar vb. ülkesel alanda olmadığından bu hareketlerle aynı kategoride anılamaz.

AKP, 10 yılı aşkın iktidarı sonunda bu kesimlerin kendilerini içinde güvende hissettikleri, nabızları yükselmeden yöneldikleri ideolojik dayanak noktalarının altını oydu; bu kesimleri “tanrısız” bıraktı. Bu kesimler bakışlarını yöneltecek ve izleyecek ideolojileri el yordamıyla arıyorlar. Parklardaki komün dayanışması örnekleri, ana akım medyaya karşı “Kürt Hareketi konusunda bize yıllardır yalan söylediler” şeklinde ortaya çıkan kuşku, bu arayışın örnekleri. Gezi hareketi geneline hakim barışçı, şiddetten kaçınan eğilim yanında, geleneksel ezilen şiddetini gösterenleri de dışlamadı. Adeta yeni ideolojisini yaratmak için hiçbir imkanı gözden kaçırmayacak bir refleksle hareket etti.

Ezilenler arasındaki fark kategorik değil, tekniktir. Marksistler ezilmeyi fakirlik, şiddet görme, sömürülme ile özdeşleştirecek kadar saf olamazlar. Ezilme hali toplam bir toplumsal ruh halidir. İktidara ve özgürlüğe sahip olmama duygusunun eşlik ettiği bir toplumsal durumdur. Her toplumsal formasyon içinde değişik şekilde tezahür edebilir. Ezilmeyi ekonomik düzeye indirgemek, ezilenliği fakirlik veya sömürü ile eşitlemek, ideolojiyi tarih biliminin sömürüsüne sunmak anlamına gelir. Ezilmeyi olumsal bir olgu olarak anlamak ise ideolojiyi, dünyayı anlamak için üretilen post-modern bir teori düzlemine iter. Ezilme hali ekonomik düzeyin de altında biyolojik hatta fiziki düzeyde yaşanır.[6] Bu yüzden ezilen safında olmak önseldir. “Yeni” ezilene orta sınıf, küçük burjuva yakıştırmaları yapmak yukarıda anılan ekonomizm ya da post-modernizm ufkunun görüşündedir. Bu anlamda Gezi’nin emarelerini gösterdiği ezilenleri ile Türkiye’nin “eski” ezilenleri arasında bir seçim yapmak yersizdir.

Nihayet “akıllı” ezilenler mi?

Teori ve Politika Dergisi’nin uygar ezilenlere göre barbar ezilenlere eğilim gösterdiği biliniyor? Politikada yerini yeni alan uygar ezilenler bu eğilimi gözden geçirmek için bir neden sunuyor. Dergi’de ne uygar ne de barbar ezilenlerin akıllarının tarihte ve politikada bir önem taşımadığı defalarca işlendi. Çeşitli sosyalist ekollerin akıllı, uygar halk kesimlerinin, tarihi ileriye taşımaya daha yatkın olduğu ileri sürülüyor. Bu akıllı kesimlere sosyalizmin akılcılığı anlatılırsa, ikna olacakları düşünülüyor. Teori ve Politika’nın bu düşünce tarzına karşı çıkmasına itiraz edilemez. Ancak ifade edilmeli; ne barbarlarda ne de uygarlarda vardır böyle bir akıl. Her ikisi de eşit derecede “akılsızdır”.

İyi eğitim görmüş olmak, yabancı dil bilmek, Avrupa’yı tanımak ve daha fazla günlük kelime dağarcığına sahip olmak tarihi değiştirme yetkinliğine sahip bir özne olmaya yetmez. Bu özellikler bir akıl değil bir kültürü ifade eder.[7] Tarihte bir özne ve o öznenin aklı olmadığı için, tarih ileriye –bir hedefe ya da ereğe– doğru ilerlemez. İlerleme yoksa bir kültürün tarihsel olarak diğerinden üstün olduğu savunulamaz. Bir kültürün politik olarak devrime diğerinden daha yatkın olmasından da önsel olarak söz edilemez. Bir Marksist için bir ezilen kesimin hangi kültüre sahip olduğu değil, ezilmeye isyan etmesi ve devlete karşı koyması önemlidir. Batılı kültürün tarihi değiştirmeye daha yetkin olduğu anlayışı Aydınlanmacı, ilerlemeci –onlar tarihin daha ileri aşamalarındalar ya!– görüşün bir el çabukluğunun ürünüdür. Bu görüşe göre ne kadar akıl sahibiysen o kadar öznesindir! Halbuki ne tarih bir öznenin anlamını bulması anlamında ilerler, ne de bir özne ve akıl vardır.

Aklın barbarlarda olmadığı belliydi. Ancak uygarlarda da olmadığı ifade edilmeli.

Saldırı silahı olmadığında dağılmaya karşı bir mizah

Gezi Hareketine eşlik eden mizah oldukça yeni bir tarz. Öyle ki eylemin yaşlı kuşakları tarafından bile anlaşılmaz görülebiliyor. Bu mizahın tarihinde Ekşisözlük ve onu da aşan bir İncisözlük var. 80’lerin Gırgır Dergisi mizahı ve 90’ların Leman Dergisinde görünen mizahla 2000’li yıllarda çeşitlenen mizah dergileri düşünsel bağını artık koparmıştı. İnternetin kullanımıyla bu yeni mizah daha geniş alanlara yayıldı, çarpıcılaştı ve keskinleşti. Eski mizah eski ve yük taşıyan bir solculuğu temsil ederken, yeni mizah bu yükü taşımıyor; olabildiğince özgür.

Dünyada var olan düzenin mantığını kabul etmemeye, onu her fırsatta bozmaya dönük bir mizah bu. İstenen tam da bu sanki: Anlaşılmaz olmak, herhangi eski bir söylem ile anlaşmamak. Devletin “mantıklı” argümanlarını ve mantığını reddeden, ona karşı savaşmış ve yenilmiş eski isyankârların yöntemlerini de geçersiz bulan bir mizah bu. Bu tarz, eylemin kapsayıcılığı, gevşek ve geniş örgütlenmesi ile de uyumlu.

Mizahın bir yüzü, elinde politik silahları olmayanlar için bir sığınak ve korunma işlevi görmesi. Devlet ana öbeği barışçı ve şiddet karşıtı olan kitleye şiddet yoluyla saldırdı. Trajedinin vücudu parçalayacağını umdu. Trajediyi yumuşatan, dengeleyen ve bu şekilde vücudu parçalanmaktan koruyan bir işlev gördü mizah. Trajediye aynı güçte bir trajediyle cevap verme imkanı bulunmadığı koşullarda bu savunma silahının gücü göz ardı edilemeyecek önemdedir.

Yeni örgütlenme biçimleri

Gezi hareketi, geleneksel örgütlenme biçimlerinin doğasından farklı yeni örgütlenme biçimlerini de yarattı. Bu biçim, birbirinden farklı ideolojik algılara sahip geniş kesimleri içine almayı başardı. Lidersiz, net hedefleri olmayan akışkan toplam, yatay bir ağ biçiminde hızla ve eyleme dönük örgütlendi. Bunun devletin yıllardır bildiği, kolayca baskıladığı veya kontrol ettiği devrimciler ve onların çevresiyle sınırlı, uzlaşmaz isyankâr tarzdan farkı ve bunun karşısında devletin bu konuda ezberinin bozulduğu açıkça görüldü. Gezi hareketinin ilk iki haftasında devlet yalpaladı. Şiddetle müdahalenin yaratacağı tepki ile geri adım atmanın sonucu olabilecek bir güç kaybı tehlikesi arasında bocaladı. Sonrasında ise daha kontrollü şiddet, alan hakimiyetini önceden sağlama, taleplere “siz istediğiniz için değil, biz istediğimiz için” tarzıyla, doğrudan diyalog kurmaksızın cevaplar ile yöntemler buldu. Lidersiz ve örgütsüz olmanın ilk anda doğurduğu avantajların yerini, iktidarın gücünden kaynaklı zaman içinde yeni hamleler deneyebilme avantajı aldı.

Gezi’nin dünyasal etkisi

Bu hareketin büyüklüğü ve önemi Badiou’nun şu sözlerinden anlaşılıyor: “Biz Fransa’nın, emperyalist Batının diğer ülkelerinin, entellektüel ve militanları olarak sizden bizimkine benzer bir durumun ortaya çıkmasından sakınmanızı rica ediyoruz. Size, sevgili Türk arkadaşlarımıza diyoruz ki; bize yapacağınız en büyük iyilik bu ayaklanmanızın sizi bizim olduğumuzdan daha farklı bir yere götürdüğünü kanıtlamanızdır… [M]odern Türkiye’de arkadaşlarımız arasında bizim gibi olmak gibi bir yanlış hevesten uzak duracak etmenlerin olduğunu biliyoruz”[8] Badiou Türkiye’de ortaya çıkan bu hareketin diriliğini kavradığını gösteriyor.

Gezi, dünyasal bir eylem dalgasının başlangıç momentine de denk geldi. Çeper ve merkez ülkeler arasında yer alan Türkiye’deki eylemlerin diğerleriyle organik ilişkisi olmasa da dünya tabanındaki kıta hareketlerinin yarattığı deprem dalgalarına benzer bir seyir izlediği gözlenebilir. Bu durum çeper ülkelerde yer alan isyan hareketlerinden daha önemlidir. Arap baharı olarak ifade edilen süreç de bu dalgaların içinde yer alıyor. Gezi hareketi yaşanırken önce Brezilya’da, Yunanistan’da ardından Mısır’da patlayan hareketlenmenin Türkiye’deki olaylarla ilişkisiz olduğu düşünülmemelidir. Ortadaki durum derin bir komplodan çok, ezilen bilinç altında kaynayan isyanın bir müjdesidir.

 



[1] Metin Kayaoğlu, “Ezilenler ve Marksizm”, Teori ve Politika, Sayı: 2, Bahar 1996, s. 39

[2] Deleuze felsefede mantığından şüphe duyulmayacak tanıtlamaların formal içeriğinden bağımsız bütünlüğüne dair bir eleştiri sunuyor: ‘“… tümüyle hakikatlerden oluşan embesil düşünceler, embesil söylemler vardır; fakat bu hakikatler adidir, onlar adi, sıkıcı, donuk bir ruh halinin hakikatleridir”. Sonuç olarak, bu tür bir düşünceyi yanlışlıktan koruyan metoda değil, ‘düşünceyi elinde tutan güçler’in şiddetine ihtiyaç duyar.” Ronald Bouge, Deleuze & Guattari, Birey Yay., İstanbul 2002, s. 32

[3] “Marksizmin, ezilenlerle ilişkileri ve devrimciliği bakımından materyalizme ilişkin tarihsel ve teorik bir gerilim barındırdığı saptanabilir. Kayaoğlu, a.g.e., s. 43.

[4] A.g.e., s. 50

[5] Kayaoğlu, a.g.e., s. 59 “… iktidar konumu materyalizme daha yatkın bir zemin niteliğindedir.” Eklenmeli: ezilenin ezilme süreci de yine aynı materyalizmi taşır. Ancak buradaki materyalizm Marksizmin materyalizminin sadece bir yönünü ifade eder. Marksist materyalizm, ezilenlerin ayaklandığındaki idealizmini de içine alacak genişlikle anlaşılmalıdır. Materyalizm sakin suları da, deli dalgaları da aynı gözlerle görecek bilgelikte olmalıdır.

[6] Ezilenler safında yer almak ideolojik olarak önsel iken, bu konuda felsefe ve bilimde çalışmalara ihtiyaç vardır. Bu Marksizmin yeniden üretilmesi için bekleyen bir görevdir.

[7] Aslında akıl denen şey teknik olarak da önemsizdir. Aklın fark yaratacağını söylemek, insan ırkları arasında örneğin maymunla insan aklı arasındaki farka benzer bir fark olduğunu söylemek demektir. Akıldan daha önemli olan bir bilgeliktir denilebilir. Akıl tarihin ilermesi görüşünün bir terimi iken, bilgelik politik mücadelenin kalıcı kazanımlarını ifade eder.

[8] Alain Badiou, “Türkiye Halkları Ayağa Kalkıyor!” http://yarinhaber.net/news/3977, 8 Temmuz 2013

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar