Ana SayfaSayı 1Marksizmin Teorik Bütünlüğü ve Yeni Bir Kapitalizm Eleştirisi

Marksizmin Teorik Bütünlüğü ve Yeni Bir Kapitalizm Eleştirisi

            İdeolojik sağlamlık, tavizsizlik bugün çok daha gereklidir ama bu sağlamlığı göstermek, büyük pratik deneylerden geçmek ve yepyeni yapıtlar ortaya koymaktan geçer. Sürekli savunma pozisyonunda durarak direnmek mümkün değildir. Üstelik çok geri bir ideolojik konumda durarak: Yani biz Marksistler olarak, Marksizmi çağımızın özgül sorunlarına cevap verecek bir düzeye çıkarmak, ortaya konulmuş yapıtları yeni deneylerin ışığında bırakıldığı yerden devam ettirmek ve yeni ortaya çıkmış birtakım olguları ve soruları çözümlemek yerine, söylenmiş şeyleri “Marksizmi savunmak” adına tekrarlamaktan başka bir şey söyleyemiyorsak, çok geri bir konuma savrulmuşuz demektir. Kuşkusuz ki, kapitalizm varoldukça değişmez birtakım ideolojik prensiplerimiz, ısrarla savunmamız, korumamız gereken ve dayanacağımız bir ideolojik temelimiz olmalı. Fakat biliyoruz ki bu sadece iman gücüyle olmuyor. Yeni deneylerden ve teorik açılımlardan geçiyor bunun yolu. Her büyük tarihsel olay, deneyim (devrim gibi) orijinaldir ve yeni fikirlere yol açmadan edemez. Ya da devraldığı eski fikirlere yepyeni içerikler kazandırmadan edemez.

            Bir kısım arkadaşlara kalırsa “Eksikliği duyulan enternasyonalist devrimci bir partinin ideolojik harcı olması gereken devrimci Marksist teori değildir”. Çünkü, diyorlar devamla, “Devrimci Marksist teori uzun tarihsel deneyimlerden süzülerek bugüne kadar ulaşmıştır; yaşamakta ve gelişmektedir; daha da geliştirilmeye muhtaçtır.” Belki “ideolojik harç” ile teorinin özdeşleştirilmesinden kaynaklanan bir hata. Yoksa Ekim Devriminin yenilgisinden sonra devrimci Marksizm hangi “tarihsel deneyler”den geçti ve “süzülerek” bugüne kadar başarıyla geldi? Marksizmin ideolojik temelleri hiçbir zaman değişmedi, ama teorik olarak birçok aşamadan geçti, değişti. Yenilendi, yani “revize” edildi. Stalinizmin olumsuz denenmesi, devrimci Marksizmin doğrulanması, teorisinin olumlu bir denenmesi değildir. Fakat devrimci Marksizmin ideolojik haklılığı başka bir sorundur ve bu haklılığın kanıtlanması için ne Stalinizm belasına, ne de bu tarihsel deneylere gerek vardı. Önemli olan ideolojik haklılık değil; bir teorinin, programın denenmesi, hayat bulması ve sınavdan geçmesidir. Bolivya ve Srilanka’da yakalanan ve olumsuz bir şekilde biten bir-iki küçük fırsat dışında devrimci Marksistlerin kendi programlarını uygulamak, denemek ve bu temelde fikirlerini gözden geçirmek fırsatları olmadı. Uzun yıllar Stanilizme karşı birtakım “genel doğrular” savunmakla yetinildi, kendi aralarında ise bu “doğrular” bir türlü paylaşılamadı. Birileri de, yıllardır bir işe yaramayan ve savunmaktan bıktığı bu “doğruları” bu kez tümüyle bir kenara bırakmakla kimseyi şaşırtmadı. Böyle birileri hep oldu.

            Birçok akım karşısında ideolojik haklılığımızı kanıtlayabiliriz. Ama teorik üstünlüğümüzü devrimci Marksist olarak kanıtlamamız biraz zor. Potansiyel olarak Marksizmin bütün teorilerden üstün olduğunu tartışmıyoruz. Ama reel olarak durum tam tersinedir. Post-modern, yeni-Kantçı, yapısalcı, varoluşçu, gerçeküstücü, “fenomenalistler” denilen yeni-Hegelci idealist okul, pragmatistler, psikanalistler, feministler ve ekolojistler gibi fikir akımları birçok alanda önemli yapıtlar verdiler, ama devrimci Marksizm için aynı şeyi söylemek biraz zordur. Ve belki de Marksizm, tarihinde ilk kez teorik hegemonyasını yitirmiş durumdadır. İşçi hareketi içinde, aynı sürece paralel olarak politik, örgütsel, ideolojik-pratik etkinliğin, hegemonyanın yitirilmiş olmasını gözlemlemek ilginçtir.

Sorun: Yeni Bir Kapitalizm Eleştirisi

Bence Marksizmin en temel teorik sorunu yeni bir kapitalizm eleştirisi geliştirememesidir. Ekim Devrimiyle başlayan pratik eleştiri, yani kapitalizmin yıkılış süreci, bütün dünyaya yayılıp başarıya ulaşsaydı, “yeni bir kapitalizm eleştirisi”nin maddi temeli ortadan kalkardı ve böyle bir eleştiriye gerek kalmazdı. Ama olmadı ve kapitalizm iki dünya savaşına ve Ekim Devrimi başta olmak üzere birçok devrime dayanabildiyse ve 1950’lerden sonra göreceli olarak kendini bir dünya sistemi olarak daha “sağlam” temeller üzerinde inşa edip “Sovyet İmparatorluğu”nu da yendiyse, köklü bir eleştiriyi hakediyor demektir. 20. yüzyılın “Alman İdeolojisi” (yani Amerikan ideolojisi) ve “Kapital”leri yazılmadan Marksizm gerekli teorik bütünlüğe ulaşamaz.

            “Kapitalizm eleştirisi” sadece “ekonomi” olarak değil, kapitalizmin bir bütün olarak eleştirisidir. Tarih, ekonomi, politika, felsefe, estetik, etik, sosyoloji, psikoloji, sanat, ideoloji gibi bütün alanlarda yeniden incelemek, eleştirip deşifre etmek, sistemin maddi ve ideolojik bütün işleyiş mekanizmalarını yeniden ortaya çıkarmak, zorunlu, acil bir görevdir. Bu, yeni devrimci pratiklerin ortaya çıkarılması açısından da önemlidir. Bu böyleyken, “Bizim, Leninizmi, Marksizmi tartışma konusu yapanlarla işimiz yoktur” demek birçok sorunu tartışma konusu yapmayı önceden dışlamaktır. Bugün neden yüzlerce, “Marksizmler”, “Leninizmler” var? Çünkü anlam kaybına uğradı, iç tutarlılığını yitirdi, bilimsel bütünlüğün yerini keyfi yorumlamalar, kavramalar aldı, yani bilimsel bütünlüğü kalmadı; her yerel deney, her grup ve parti kendi dar deneylerine tekabül eden bir “Marksizm” yarattı. Sovyet, Çin Devrimi başta olmak üzere, sınıf mücadelesi deneylerini, bilimsel deneyleri (yani pozitif ve sosyal bilimlerdeki gelişmeleri) ve kapitalizmin yeni gelişme eğilimlerini inceleyip evrensel boyutlarda teorik sentezler, çıkarsamalar yapmadan teorik bütünlüğün sağlanması mümkün değildir.

            Bu noktada, kendini hangi adla tanımlarsa tanımlasın, Marksist olsun veya olmasın, ortaya ciddi yapıtlar koymuş her fikir akımıyla tartışmaya girmek önem kazanmaktadır. Çünkü Marksist teori, en ciddi ve en gelişkin muhalifleri ile girdiği ideolojik mücadelede kendi kendini kurabilir, geliştirebilir. Bu noktada önemli olan, bir düşüncenin arkasına aldığı politik-örgütsel güç değil, teorik orijinallik ve özgünlüktür. Bu alanda çoğunlukla, bireyler, yani bireysel yapıtlar, örgütlerden daha önemlidirler. Ya da özgün “bireysel” yapıtlar, zamanaşımına uğramış, dar pratik içine sıkışmış bir örgütten daha örgütleyicidirler.

            Su geçirmez, sıkı-fıkı bir programdan önce titiz bir teorik çalışmaya, detay bir muhasebeye ihtiyacımız var. Yolları herkesle bu denli çabuk ve kolay bir şekilde ayırmanın, ciddi birtakım teorik ürünler ortaya çıkmadan, çıkarmadan sahte net hatlar çizmenin, bir tek soruna cevap vermeden her soruna bir biçimde üstünkörü cevaplar vermenin uzun vadeli sorunlarımıza bir çözüm getireceğini sanmıyorum. Söz konusu yazılarda ele alınıp cevaplandırılmayan sorun kalmamış. Ama insan bu yazıları okuyup bitirdikten sonra kafalara takılan hiçbir sorunun çözümlenmediğini görecektir. Çünkü hiçbir teorik sorun, “sorun” olarak konulmamış. İdeolojik yanlışların, sapmaların, yanlış kavrayışların ve eksiklerin eleştirilmesi, düzeltilmesi ve giderilmesinin ötesine adım atılmış değil. Çünkü sınanmış, denenmiş, geçerliliğini koruyan bir teorimizin olduğu varsayımından yola çıkılmış. Yaşayan, zengin, canlı bir teori ile ölü bir dogmaya dönüşmüş teoriyi ayırdetmesini biliyorsak, elimizde öyle canlı, yaşayan, gelişen bir teori olduğunu söylemek biraz zor. Böyle bir teorik otorite, bir çekim merkezi olsaydı, işçi hareketinin öncü unsurları bu kadar dağınık olmaz ve her kafadan bir ses, her küçük sektten bir “Marksizm” çıkmazdı.

            Marksist düşünce sisteminin en önemli özelliği bütünselliğinde yatar. Yani içinde bulunulan çağın bütünsel bir kavranışı, analizi… Bütün boyutlarıyla, ve tabii ki tarihsel öncüllerin kendilerini maddi ve pratik olarak ortaya koydukları ölçüde… Marx genel, soyut bir kapitalizm eleştirisi yapmadı. Oldukça somut, gözlerinin önünde gelişen 19’uncu yüzyıl İngiliz kapitalizmini inceledi ve bütün genel teorik ön varsayımlarını bu yeni toplumsal gelişmenin sunduğu tarihsel maddi öncüllerle, ampirik malzemeyle ve toplumsal pratiklerle sınama, kanıtlama imkânı buldu.

            Bütün bunları yapabilmek için Marx birçok şeye sahipti: Sağlam bir formasyon. (Bir Hegelci olarak “evrensel bilgi”nin bütün bir gelişme süreci ve aşamaları üzerinde derin, kapsamlı ve çok boyutlu bir bilgisi vardı.) İyi bir felsefe, hukuk ve ekonomi politik eğitimi. Kapitalist gelişmenin yeterli bir olgunluğa ulaşması. Yeni bir sınıfın yükselişi. Pozitif ve sosyal bilimlerde yeni gelişmeler. Kısacası yeni bir tarih anlayışının, yeni bir dünya görüşünün, yeni bir düşünme metodunun ortaya çıkması, ya da çıkarılması için bütün koşullar mevcuttu. Marx bunun için en uygun konumdaydı. Klasik Alman felsefesi içinde büyüdü, Fransız sosyalizmiyle, yani yeni sınıfın politik-pratik mücadele deneyleriyle ve İngiliz ekonomi politiği ve İngiliz kapitalizminin gelişme süreciyle yakından tanıştı ve Engels’le beraber ekonomi politik, tarih, felsefe, sosyoloji gibi birçok alanda bir dizi tez ortaya koyması ve bütün toplum bilimlerini yeni bir sınıfın bakış açısından yeniden ele alıp yeni bir dünya görüşü ortaya koyması için en iyi konumdaydı. Nasıl ki İngiliz kapitalizminin yeterli bir gelişmişlik düzeyine ulaşması ve evrensel bir olgu olarak kendini açığa vurması, yeni bir dünya görüşü için gerekli maddi temeli hazırladıysa, Klasik Alman felsefe geleneği, İngiliz ekonomi Politiği ve ütopik Fransız sosyalizmi de gerekli zihinsel ve entellektüel temeli hazırlamış oluyordu.

            Bugünle kıyaslayacak olursak durum nedir? Post-modernist teorisyenlerin iddia ettiği gibi –kimisi enformasyon ve bilgi toplumu diyor, kimisi işin ortadan kalktığı “boş zaman ve eğlence toplumu” diyor, kimi “otomasyon-enformatik toplum” diyor– yeni bir topluma doğru gittiğimiz söylenemez, ama kapitalizmin çok önemli değişimlere uğradığı, yeni bir dizi toplumsal olguyu beraberinde getirdiği de görmezlikten gelinemez.

            Kapitalizmin ilk doğuşuna karşı ütopik sosyalistlerin gösterdiği tepkiyle; post-modernistlerin, ekolojistlerin, 50’ler sonrasında Amerika’da, Avrupa’da ortaya çıkan yeni toplumsal gelişmenin, yani kapitalizmin yeni gelişme normlarının ortaya çıkmasına karşı gösterdikleri tepki arasında birçok benzer nokta, özellik bulunduğu kanısındayım. Ütopik sosyalistler, romantikler, ekonomi politikçiler, merkantilistler, Ricardo, A. Smith, Hill vs., hem yeni toplumsal gelişmenin –yani kapitalizmin– ortaya çıkaracağı yeni sorunları, felaketleri görüyorlar, seziyorlardı, ama hem de bu yeni toplumsal formasyonu bütünlüğü içinde bilimsel bir temelde analiz edebilecek, eleştirebilecek ve onu yıkacak olan yeni toplumsal güçleri gösterebilecek durumda değillerdi. Bugün yapısalcı, varoluşçu, post-modern, ekolojist, feminist akımların durumu da aşağı yukarı aynıdır. Fakat ne yazık ki, bu kez, yeni ve köklü toplumsal değişmeler karşısında geleneksel Marksist akımdan değil, –Hilferding ve Lenin’in emperyalizm gibi kapitalizmin yeni bir aşamasını tahlil etmelerini hatırlatmak yeterlidir– bu yeni akımlardan tepki geldi. Bu akımlar içinde Marksizme en yakın olanları olan Sartre varoluşçuluğu, “Gramsci sivil toplumculuğu”, Alman Sosyoloji Enstitüsü ve Althusser yapısalcılığı (Marksist yapısalcılık ki Lacan, L. Strauss ve F. Saussür’ün yeni teorik ürünlerinin basıncı altında ortaya çıkmıştır) ya Marksizme birtakım yenilikler eklemek ya da ondan uzaklaşmak pahasına yeni yapıtlar ortaya koydular. Bugün bütün bu teorik çabaları –bunlara Foucault, Habermas, Deleuz, Gorz, Derrida vb. eklenebilir– görmezlikten gelerek tartışamayız. Buna birçok akademisyenin çalışmaları eklenebilir.

Teori ve Teorik Miras

Yanılgı şurada yatmaktadır: Marksizmin esasa ilişkin teorik sorunları yoktur. Esas yapılması gereken Lenin’in Trotsky’nin vs. işledikleri politik hataları eleştirmek ve ideolojik sapmaları tesbit etmek ve bunlardan ders çıkararak yolumuza devam etmektir. Dolayısıyla bir takım hataları eleştirmekten başka, ne çağımızın kendine özgü sorunlarına, ne de yeni olgulara ilişkin en ufak bir soru işareti, teorik bir kaygı izi yok. Kapitalist sistem nasıl işliyor, nasıl yönetiyor, işçi sınıfının –ve de kapitalist sınıfın– objektif ve subjektif konumunda ne gibi değişimler yaşanıyor; yoğun teknik ve toplumsal bilginin üretim sürecine uygulanması ne gibi değişikliklere yol açtı; sınıf kültürü ve bilincinde ne gibi değişiklikler meydana geliyor; iletişim ve enformasyon alanındaki gelişmeler, genel olarak toplumsal hayata, özel olarak işçilerin hayatına nasıl yansıyor; buna bağlı olarak burjuva toplumunun ideolojik aygıtları –eğitim sistemi, basın-yayın (medya), dini kurumlar, bilim, sanat ve kültürel kurumlar vs.– nasıl işliyorlar, sistem kendini ideolojik olarak, toplumsal olarak nasıl üretiyor, –Marx’ın genişletilmiş yeniden üretim dediği mekanizma– yani emek-sermaye, üretici güçler, üretim ilişkileri, en karmaşık ve gelişkin biçimiyle üretim ve bölüşüm gibi temel kategoriler günümüzde yani 21. yüzyılın eşiğinde uluslararası bütünsel bir ekonomik sistem içinde kendilerini nasıl somutluyorlar; yeni sanayi sektörlerinde durum nedir, ne gibi toplumsal-ekonomik değişmelere yol açıyorlar?

            Buna benzer bir dizi soru ve sorun ortaya koymak mümkün… Biz Marksistler bu sorunları, akademik bir hevesle, “bilimsel” keşiflerde bulunmak, sadece “bilimsel” çözümler üretmek için kendimize dert edinmeyiz. Bu sorunları sınıf mücadelesinin temel sorunları olarak ortaya koymak ve bu ihtiyaçla ele almak zorundayız. Burjuva profesörleri bu sorunları, burjuva devletinin bir danışmanı olarak, kendi uzmanlık alanlarının teknik-bilim üretimi sorunları olarak ele alır ve bunu sistemin daha iyi yürümesi, tıkanıklıklarının giderilmesi için yapar. Göreli olarak, başarısız oldukları söylenemez.

            İşçi sınıfının aydınları olarak biz Marksistler belki ilk kez bu denli başarısız bir bilanço ortaya koyduk. Eskiden her yeni sorun, olgu, durum Marksistler tarafından ilk olarak ele alınır, tartışılır, her alanda özgün fikirler, yapıtlar ortaya konulurdu. Öncü parti aynı zamanda öncü bir teoridir ve canlı, zengin, bütünlüklü bir teorik donanımdan yoksun bir öncü ve devrimci bir pratik düşünülemez. Devrimci teoriyle devrimci pratiği karşı karşıya koyup, hangisinin önce geldiğini soran budalalara cevap vermek zorunda değiliz. Çünkü sorunun kendisi yanlış konulmuştur. Burada söz konusu olan herhangi bir teori ve herhangi bir pratik değil, devrimci bir teori ve pratiktir; biri, diğeri olmadan varolamaz. Sorunun, “devrimci teorinin eksikliği değil, devrimci-komünist bir öncü çekirdeğin eksikliği” olduğu iddia ediliyor. Bu çekirdek niye eksik diye sormuyor. Pratik bir ihmal mi? İdeolojik “sapmaların” sonucu mu? Öncü bir teorimiz yoktur bugün. Teorik miras teorinin kendisi değildir. Teorik miras ancak teori varsa anlam kazanır ve pratik bir güce dönüşebilir. Elimizde büyük bir metod ve zengin bir miras var. Ama teori yok. Teorik mirasın üzerine tembelce yatıyoruz.

            Kullanılmayan metod, geliştirilmeyen miras eskir, paslanır; tükenişe mahkum olur, anlam kaybına uğrar. Bir teoriyi ancak dogmatik “savunucuları” bu hale getirebilir; sınıf düşmanının karşı-ideolojik kampanyaları değil. Bir teorinin dondurulmasının, yani dogmatizmin maddi temellerini, tarihsel nedenlerini ve koşullarını soğuk bir “bilimsellikle” açıklayabiliriz elbette. Ama önemli olan, bütün olası suçlamaları, riskleri göze alarak çok yönlü bir mücadeleye girmek ve yeni bir şeyler ortaya koyabilmek ve onları, yeni pratik deneylerle, yani sınıf mücadelesinin yeni deneyleriyle sınayabilmektir. Onun için mirasyedicilikte ısrar eden asalaklarla, yani elimizde yeterli bir teorimiz var, sorun onu “savunmak” ve uygulamaktır, diyenlerle; böyle yeterli bir teorimiz yok (potansiyel olarak değil reel olarak), sahip olduğumuz teorik mirasımızın geliştirilmeye, çağdaşlaştırılmaya (yani güncelleştirilmeye, güncelleştirme hep, “pratiğe uygulama” “günün koşullarına uyarlama” gibi hem çarpık, hem de taktik-politik bir şeymiş gibi anlaşılıyor. Halbuki bugün teorinin güncelleştirilmesi, esas olarak sadece günün koşullarına uygulanması değil, söz konusu koşullarında temel değişmelere uğradığını, teorinin bunları açıklaması gerektiği anlamına gelir.) Yani teorik yenilenmeye ihtiyaç vardır, diyenler arasında net bir ayrışmaya gitmek gerekir. Yeni bir teorik açılım ihtiyacı duyanlar da, bu açılımın nasıl ve hangi temellere dayanması gerektiği konusunda bölünebilir ve bölünmelidirler.

            Marksizm dışında ve Marksizme karşı yeni bir teoriye gerek duyanlar, varsın “yeni” teorilerini koysunlar ortaya, ondan sonra bakarız! Marksist olarak sorunumuz “Marksizm”le değil onun geliştirilmemesiyle, sırf ideolojik bir dogmaya indirgenmesiyle, çarpıtılmasıyla ya da tamamen yanlış kavranmasıyla ve uygulanmasıyla ilgilidir.

Tartışma Çerçevesi

Neler yapılabilir? Ekim Devrimi ile başlayan 20. yüzyıl devrimleri ve “sosyalizmin kuruluş” deneylerini yeniden ele alabiliriz… Bu yıllardır yapılıyor. Bilim-teknik eleştirisi mi? Ama nasıl ve niye? Ayrıca bu da az yapılmadı değil. Parti, devlet, demokrasi, devrim? Zaten yıllardır tartıştığımız konular! Neden yeniden? Bütün bunlar yeni, bütünlüklü bir kapitalizm eleştirisi, (yani 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yeni bir sanayi devrimiyle önemli değişimler geçiren burjuva toplumunun ve kapitalist dünya sisteminin bilimsel, çok yönlü, derinleştirilmiş bir analizi ve eleştirisi) yapılmadan hiçbir önem ve yenilik taşımazlar. İkinci Dünya Savaşı sonrasından günümüze kadar olup-bitenleri, bu bakış açısından ele almadan kavramak mümkün değil. Sözde ‘sosyalist’ ülkelerin gelişme evrimi ve yıkılışlarının da kapitalist ülkelerde gerçekleşen otomasyon ve enformasyon devrimiyle, yani yeni bir sanayi devrimiyle belirlendiğini görmemek, materyalist bir tarih perspektifinden yoksun olmak demektir.

            Kapitalizmin yeni gelişme eğilimleri ne kadar nesnel ise o kadar da özneldir. Özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra, “Fordizm” denilen ve kapitalist iş sistemini reorganize etmeyi hedefleyen sistemin belli bir stratejiye dayandığı kesindir. Uluslararası yeni bir işbölümü ve emeğin yeniden örgütlenmesi, hem teknik ve toplumsal bilginin üretime daha yoğun bir şekilde uygulanması zorunluluğundan, hem de işçi sınıfının atomize edilmesi ve sisteme entegre edilmesi gerçeğinden kaynaklanıyordu. En azından gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının azımsanmayacak bir bölümünün ekonomik olarak entegre edildiği bir gerçektir. Bu birçok biçimde gerçekleşmektedir: Ya iyi bir aylık ücret, şirkete belli bir yüzdeyle ortaklık biçiminde, ya da teşvik primi, sorumluluk ve katılım, işçiler arasında rekabeti teşvik, ev ve araba kredisi, sosyal sigorta ve bir dizi sosyal yardım gibi, dolaylı veya dolaysız yöntemlerle gerçekleşmektedir. Kalifiye ve karşılığı göreceli olarak daha iyi ödenen emekle, kalifiye olmayan ve çok daha az ücretlendirilen emek arasında derin bir bölünme ve rekabetin boyutlarını görebilmek için, üçüncü dünyalı ve göçmen işçilerle, emperyalist ülkelerin kalifiye işçileri arasında bir kıyaslama yapmak yeterlidir. Kuşkusuz, emek daha da vasıfsızlaşıyor ama vasıflı emeğin neredeyse tümünün sisteme entegre edildiği ve vasıfsız emekten tümüyle koptuğu da bir gerçektir. Böylece işçi sınıfının değişik sektörleri arasında ve üçüncü dünyalı ve göçmen işçiler ile emperyalist ülke işçileri (hepsi değil kuşkusuz) arasında nesnel bir bölünme, konum farkı ortaya çıkmaktadır. Bu yeni nesnel durum, sınıfın öznel durumunu da derinden etkilemektedir.

            Sorun, işçi sınıfının azalıp azalmaması değil; azalmayıp, tersine çoğaldığını kanıtlamak o kadar zor değil. Ama bunun öyle fazla bir önemi yok. Önemli olan emeğin toplumsal yeniden örgütlenme sürecini doğru kavramak ve sınıfın öznel potansiyelinin nerede yattığını görmek ve ortaya çıkarmaktır. Örneğin, en önemli ve en gelişkin sanayi sektörlerinde azalan ve küçük birimlere bölünen –ya da böldürülen– canlı emek, diğer sektörlerde, örneğin inşaat ve özellikle hizmet sektöründe yoğunlaşmaktadır. Bu durum, yeni bir analizi, yeni bir politika ve çalışma tarzını zorunlu kılmaktadır.

            Marx’ın tarih anlayışının, yönteminin eleştirel bir yeniden kavranışının zorunluluğu ve önemini vurgulamaya gerek yoktur. Bu, hem Marx’ın yapıtlarındaki Batı aydınlanma düşüncesinin bazı olumsuz etkilerini eleştirmek ve ayıklamak açısından, hem de onun çeşitli “Marksizmler” tarafından tümüyle çarpıtılmış olması dolayısıyla, doğru bir kavranışı ve savunusunun gerekliliği açısından önemlidir. Marx’ın yapıtı “takipçileri” tarafından, genellikle ya nesnelci ve pozitivist, ya da öznelci-volantarist bir biçimde kavranmıştır. Ve haksız bir şekilde muarızları tarafından ya biriyle ya da diğeriyle suçlanmıştır. Marksizmi her ikisiyle, yani hem pozitivizm, hem de determinizm, volantarizm ve öznelcilikle –yani fazla ideolojik olmakla– suçlayan “Marx eleştirmenleri” de az değil. Burada bu “tehlikeli” sorunu ele alacak değilim, ama sadece, Marksizmi pozitivizmle barıştırmanın ya da suçlamanın boşuna bir girişim, kanıtlaması olanaksız bir girişim olduğunu vurgulamakla yetineceğim.

            Marx döneminde Avrupa’da hâlâ feodal-monarşik rejimler ve toplumsal yapılar ayaktaydılar ve önemli bir direnç gösteriyorlardı. Bu anlamda Marx’ın, hâlâ gelişme ve serpilme döneminde olan burjuva toplumunun “eski dünya”ya karşı taşıdığı uygarlaştırıcı potansiyeli önemsemesi, örneğin üretici güçlerin, bilimsel ve teknik gelişmelerin önemine fazlaca vurgu yapmasının anlaşılır bir yanı vardır. Marx’ın, kapitalist gelişmenin bu olumlu yanlarını bile oldukça eleştirel bir şekilde ele aldığı bilinir. Kapital‘de ve daha önce Grundrisse‘de, bilimsel üretimin nasıl sanayinin teknik bir kolu haline geldiğini; teknik gelişmenin, mekanik üretimin işçiyi nasıl makinenin basit bir eki haline getirdiğini sık sık vurgular.

            Bugün kapitalist üretimin nasıl “bilimsel” bir biçimde gerçekleştiği, insanların nasıl “bilimsel” bir biçimde yönetildikleri, toplumsal olarak kobaylaştırıldıkları göz önüne alınırsa –bilimsel ve teknik maharetin vardığı boyutu tam bir “bilimsel-teknik enformatik savaş denilebilecek Körfez Savaşında gördük–, üretici güçleriyle, üretim ilişkileriyle, bilimleriyle, tekniğiyle, medyasıyla, kitle kültürüyle kapitalizmin derinleştirilmiş yeni bir Marksist eleştirisi çok daha önem kazanmaktadır. Bu eleştiri bugün, hiçbir biçimde bir bilim savunusu, bir uygarlık savunusu, bir tarihsel ilerleme savunusu, tekniğin, üretici güçlerin daha da geliştirilmesi savunusu olarak yapılamaz. Kapitalizm artık ne ileri bir uygarlık, ne daha ileri bir tarihi evre, ne de daha ileri bir teknik, bilimsel gelişmeyi temsil eden bir üretim tarzı olarak görülüp eleştirilemez; en ufak bir olumlu vasıf yüklenemez. Kapitalist sistemde bilimin, tekniğin göreli hızlı gelişiminin kendi başına hiçbir olumluluk taşımadığını bugün çok daha rahat görebiliyoruz. Dahası kapitalizm bu tip “ilerlemeler” sayesinde kendini ayakta tutmaktadır, ve daha da barbar bir karaktere bürünmektedir. Bu tarihi “ilerleme”yi, kendi sınıf egemenliğini bilim ve teknolojiyle donatarak gerçekleştirmektedir… Dolayısıyla kapitalizmi, örneğin bugün, bilimi, teknolojiyi geliştirmediği için eleştirmek anlamsız olduğu kadar, katıksız bir burjuva düşünüş tarzıdır. Aydınlanma’dan bu yana bilimsel ve teknik “ilerleme” miti, bütün burjuva düşünürlerinin temel tezidir; ve aynı zamanda ortak yanılgılarıdır. Bilimsel ve teknik gelişme sayesinde insanlar rasyonel ve akılcı bir şekilde bütün sorunlarını çözecek ve bütün kötülükler ortadan kalkacaktı. Bu ideolojik söylem -ya da yanılsama- öylesine bir güç kazandı ki, neredeyse bütün bir Marksist hareketi etkisine aldı. Gelecek toplumun bilimin yasalarına ve metoduna uygun bir şekilde inşa edileceğinden, kimse neredeyse kuşku bile duymuyordu. Komünizmin maddi temellerini üretici güçlerin, sanayinin, bilimin, tekniğin gelişme düzeyinde aramak adetti. Lenin bile, gelişmiş Alman devlet tekelci kapitalizminde sosyalizmin hazır maddi temellerini görüyordu. Yeter ki buna proletarya diktatörlüğü tekabül etsindi.

            Bu iyimserlik, kapitalist uygarlığın 20. yüzyılda girdiği eğilimlerini görememekten kaynaklanıyordu. Emperyalizm kitabında bile Lenin, kapitalizmin yeni aşaması olarak emperyalizmi siyasi olarak tümüyle bir gericilik olarak mahkum ederken, üretici güçleri, bilim ve teknolojiyi, toplumsal örgütlenmeyi vs. daha da geliştirdiği için daha ileri bir tarihsel evre olarak olumlayabiliyordu. Batı sosyolojisinin pozitivist, teknisist bakış açısı, Marx dahil en olumlu Marksist düşünürler üzerinde şu veya bu ölçüde etkisini göstermiştir. Bu fikir, tarihin hep ileriye doğru yol aldığı fikriyle tam bir uyum içindedir. Bunun, Aydınlanma Çağı düşünürlerinin, –kapitalizmin altın çağıdır bu– burjuva önyargılarından ve –ideolojik dünyaları itibariyle– dar kafalılıklarından kaynaklanan bir iyimserlikten başka bir şey olmadığını sonraki bir asır yeterince gösterdi. Bugün burjuva ideologlarının bile –bir avuç yeni dünya düzeni ideoloğu dışında– kapitalizme ilişkin buna benzer aptalca iyimserlikleri yoktur. Onlar bile temkinli konuşuyorlar. Bugün herkes, devasa bir bilimsel teknolojik gelişme sağlandığı ve bunun çok önemli toplumsal sonuçlara yol açtığında hemfikir. Ama bunun bütün bir insanlık lehine, olumlu bir tarihsel gelişme, ilerleme olduğunu kim söyleyebilir?

            Bazı akıllı Marksistlerimiz, suçun bilimsel, teknik gelişmede olmayıp, tersine bu ve benzeri üretici güçleri geliştirmeyen kapitalizmin ve sermaye düzeninin kendisinde olduğunu söyleyip işin içinden sıyrıldıklarını sanabilirler. Ama ne yazık ki, kapitalizm; bilimiyle, teknolojisiyle, eğitim sistemiyle, dinsel, kültürel ve sanatsal kurumlarıyla, yani bütün bir toplumsal üretici güçler, üretim tarzı ve toplumsal üretim ilişkileriyle bütünsel bir uygarlıktır. Bir uygarlığın maddi araçları, onun ideolojik-kültürel araçlarından bağımsız değildir. Toplumsal işlevleri itibarıyla ne bilim, ne teknik, ne sermaye, ne de herhangi bir üretici güç nötrdür. Bilim, hem maddi üretim, hem de ideolojik üretim yapan en önemli üretici güçtür. Önemli olan, örneğin fizik, kimya, biyoloji gibi pozitif bilimlerin herkes için geçerli birtakım evrensel yasalarının olup-olmaması değil, fiziğin, kimyanın, biyolojinin birer kurum olarak, toplumsal yeniden üretim içindeki işlevleridir. Bilimsel üretim kapitalist endüstriyel üretimin temelidir. Bilimin kendisi de herhangi bir endüstri metaı gibi üretilir. Hem de baştan sona en titiz bir şekilde programlanan bir üretim sektörüdür. Bugün en dev sermaye yatırımları bilimsel ve teknik üretim sektörüne yatırılmaktadır ve kapitalist devletin en çok kontrol altında tuttuğu sektör de bu sektördür. Bilimsel üretim, kapitalist sistemde barbarlığın üretilmesidir. Bilim de kâr ve rekabet yasaları uyarınca yapılmaktadır ve kapitalist sistemin ihtiyaçları doğrultusunda gelişir. Atom enerjisinin atom bombası yapmak amacıyla keşfedilmesi, fiziğin, kimyanın tam bir silah sektörü olarak –en yıkıcı, en zararlı maddelerin, gazların, alaşımların, yapıcı, iyileştirici maddelerden, alaşımlardan çok daha önce keşfedilmesi tesadüf olabilir mi?– kimyasal ve nükleer silahların, zehirli, yıkıcı, yakıcı gaz ve maddelerin bu denli hızlı keşfi, üretilmesi ve kullanılması (yani tüketilmesi) doğal ve tesadüfi bir şey midir?

            Başka bir uygarlık altında bilim gene bütün bu alanlarda belki daha hızlı bir şekilde gelişebilirdi, ama kimsenin aklına nükleer silahlar, kimyasal silahlar icat etmek, üretmek gelmeyebilirdi vs. Yani bilimin, tekniğin bu biçimiyle gelişimi kaçınılmaz, doğal, zorunlu bir tek gelişme biçimi değil, kapitalist üretime özgü, ve ona uygun bir gelişmedir. Bütün toplumsal süreçler gibi bilimin ve tekniğin gelişme süreci de tarihsel, toplumsal ve sınıfsal karakterde bir süreçtir… Kapitalist gelişme süreciyle benzer özellikler taşımaktadır; kapitalizmin toplumsal, ekonomik hiçbir ilericiliği kalmadığı gibi onun bilimsel ve teknik gelişme sürecinin de hiçbir ilerici yönü yoktur, kalmamıştır. Sorun bilimin kötü kullanımı, ya da kapitalist sınıfa hizmet ediyor olması değil, kapitalist tarzda üretimidir, ve kapitalist genişletilmiş yeniden üretimin –hem maddi, hem ideolojik ve hem de kültürel olarak– en temel üretici gücüdür. Faucault’yu, iktidar-bilgi/bilim ilişkisini en iyi açığa çıkaran, burjuva pozitivizmine –yani bilim ideolojisine– önemli bir darbe indirerek bu noktada, Marksist olmasa da Marksizme önemli bir katkıda bulunmuş bir düşünür olarak görmek gerekir. (Bu konudaki en temel yapıtı Bilginin Arkeolojisi kitabıdır.)

Sonuç:

Post-Modern Yeni-Liberal Solla Hesaplaşma

Son olarak şu noktada kesin bir kanıya vardığımı ifade etmek istiyorum: Post-modern, yeni liberal sola karşı çok ciddi bir mücadele vermek zorundayız. Buna dilci-pragmatik ekol, Alman yeni-Kantçı idealizm, Fransız yapısalcılığı (Saussür, Strauss ve Lacan) ve varoluşçu ekol (Sartre ve fenomenolojistler denilen yeni-Hegelciler), psikanalitik ekol (Freud, Lacan, Jung, From, Reich v.s.) dahildir. Bugün hem Avrupa’da ve hem de Amerika’da en revaçta olan düşünce akımı Derrida ve Deleuz’ün temsil ettiği; Foucault’nun önayak olduğu, “yapı-çözümlemeciler” (dekonstrüksiyonistler) denilen –Nietzche, Heidegger (ve biraz da Marx karıştırılmış)– ekoldür. Bu ekolün iddiası, –diğer post-modern akımlarda olduğu gibi– bütün modern düşünce akımlarını, ve toplumsal kurumları –modern devlet, modern demokrasi, modern sanat, teknik, bilim, medya, kültür, eğitim sistemi, ekonomik yapı (yani post-kapitalizm!) iletişim sistemi vs.– eleştirmek ve bütün modern “mitleri” yıkmak! (Bu modern mitler içinde Marx’ın “sınıf mücadelesi”, Nietzche’nin “güç istemi”, Freud’un “bilinçaltı”sı, Heidegger’in “varlıksal gerçekliği”, Hegel’in “mutlak tin”i vs.)

            Bütün bu düşünce akımlarına karşı ciddi bir ideolojik mücadele, gelişmiş endüstriyel toplumların, ya da Mandel’in neo-kapitalizm dediği günümüz kapitalizminin ciddi, derin ve titiz bir Marksist eleştirisi ve analizi geliştirilmeden yapılamaz. Bu yapılmadan ciddi bir Marksist politika ve pratikten bahsedilemez. Çünkü bunsuz, uzun vadeli bir program ve strateji ortaya koymak mümkün değildir. Bu işin, sınıf mücadelesinin pratik deneyleri içinde örgütlü bir tarzda ancak kotarılabileceğinden hiçbirimizin şüphesi yoktur. Çünkü, her şeyden önce Marksizm bütün bu sorunlara “bilimsel” açıklamalar getirmek ve “bilimsel” çözümler üretmek için değil, bu toplumu, bu uygarlığı bir bütün olarak yıkmak, değiştirmek için vardır. Bunun için Marksist bilgi üretimi çok yönlü pratik mücadeleler içinde ancak gerçekleştirilebilir. İdeolojik mücadele çok yönlü pratik-teorik bir mücadeledir. Bu, ifadesini öncü partide, teori ve pratiğin birliği olan sınıfın öncü örgütünde bulur. Bu örgüt öncü bir teoriden yoksunsa, öncü devrimci bir pratikten de yoksundur demektir. Öncü pratik, devrimci teori, politika, eylem ve örgütlülüğün harmonik birliği ve bileşimidir. Burada teori-pratik ayrımı bütün anlamını yitirir. Sorun devrimci faaliyetin alacağı biçimlerin, koşullara ve ihtiyaca göre önceliklerin doğru tesbit edilmesidir. Bu konularda yukarıda söz ettiğim yaklaşımla önemli çakışma noktalarımız var. Devrimci Marksist hareketin geçmişi ve geleceğine ilişkin değerlendirmelerimizde de belli ortak noktalarımız var kanısındayım. Ancak teorik yaklaşımlarımız epey farklıdır. Aynı ideolojik tutum içinde birtakım farklı teorik yaklaşımlar mümkündür. Onların ideolojik tutumunu beğeniyorum, ama teorik yaklaşım, kapasite ve birikime oranla fazla klasik kalmaktadır. Yeni sorunlara ilişkin hiçbir teorik ilgi ve kaygı yok.

            Kuşkusuz ki yeni denilebilecek sorunlara, sağlam bir metod ve ideolojik zemine dayanmadan, yani sağlam bir sınıf perspektifine sahip olmadan dalıvermek oldukça riskli, ama dogmatik bir konumda ısrar etmek de bir o kadar tehlikeli ve dahası gerici bir tutum olur. Sağ liberalizm, kendiliğindencilik, aydın bürokratizmi kadar sekter-sol dogmatizm de devrimci Marksist hareketi içten içe kemiren derin bir sapmadır. Bu iki sapmayı iç ideolojik mücadeleyle düzeltmenin, alt etmenin imkânı yok artık. Bütün cephelerden, çok yönlü bir açık mücadele yürütmek gerektiği kanısındayım. İsmi ne olursa olsun, bu yeni bir enternasyonal olacaktır; çünkü Dördüncü Enternasyonalin en önemli, en olumlu unsurları dahi başarısız kalmış, kronik sapmalar içine girmişlerdir. Dördüncü Enternasyonalin herhangi bir kanadının ne programı ne de somut bir stratejisi vardır; yeni bir strateji ve program geliştirme iradesi gösterenler ve göstermeyenler, böyle bir perspektife sahip olanlar ve olmayanlar net bir şekilde ayrışmaya gitmek zorunda. Bir kısmı devrimci Marksist zemini tümden terketmek eğiliminde, buna tepki olarak bir kısmı (başka nedenlerde var tabiî) biraz arkaik kaçan bir dogmatizme daha çok sarılmak eğiliminde ve çok şükür belli bir kesim ideolojik zeminden ödün vermeden yeni bir program ve yeni bir enternasyonal inşanın zorunlu ve gerekli olduğu kanısında. Kuşkusuz ki bu en doğru tutumdur. Daha henüz işin başındayız, yeni bir programdan ne anlaşılıyor göreceğiz.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar