Ana SayfaArşivSayı 58Ekim Devrimi: Sosyalist Devrim miydi, Demokratik Devrim miydi?

Ekim Devrimi: Sosyalist Devrim miydi, Demokratik Devrim miydi?

KöZ Gazetesinin,

“Ekim Devrimi 2010” başlığıyla Ekim 2010’da İstanbul’da düzenlediği etkinlik dizisindeki bir panelin

konuşmaları.

 

 

 

Ekim Devrimi

Sosyalist Devrim miydi, Demokratik Devrim miydi?

 

Orhan Dilber & Metin Kayaoğlu

Sunucu: Merhaba. Bu sene, Ekim Devrimi’nin 93. yılında, Ekim Devrimi Tartışmaları 2010 başlıklı bir etkinlik düzenliyoruz. Geçtiğimiz sene de Ekim Devrimi Tartışmaları 2009 başlığı altında bir panel düzenlemiştik. Bu sene etkinliğimiz iki panelden oluşuyor. Ben açılış konuşmamda neler yaptığımızı anlatacağım fakat etkinliğe başlamadan önce bir saygı duruşunda bulunmak istiyoruz.

[Saygı duruşu ve Enternasyonal]

Sunucu: Anıları mücadelemize ışık tutuyor. Komünizm mücadelesi, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum yaratma mücadelesi… Ve biz bu mücadeleyi verirken bunun ilk durağının proletarya diktatörlüğü ile taçlandırılan bir proleter devrimi olduğunu biliyoruz. Ekim Devrimi bundan 93 yıl önce işçilerin mücadeleleri sonucunda iktidarı aldıkları, kurdukları Sovyetlerin iktidar organı olduğu bir proleter devletin, proletarya diktatörlüğünün ilk defa kurulduğu ve çalıştığı devrim. O açıdan bu ilk ve tek, hiçbir zaman aşılamayan devrim bizim için bugün politik bir pusula. Biz geçen sene, Ekim Devrimi’nin 92. yılında, bu mantıkla, yani “Ekim Devrimi tarihsel bir olgu değildir, Ekim Devrimi bizim bugünkü mücadelelerimize ışık tutar” şiarıyla Ekim Devrimi 2009 Tartışmaları başlığı altında bir etkinlik düzenledik. Bu etkinlikteki panelimizin başlığı ‘Ekim Devrimi ve İki Cumhuriyet: Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ idi. Bu panele Metin Kayaoğlu, Oğuzhan Kayserilioğlu ile Orhan Dilber katılmıştı. Bu sene yine aynı mantıkla, aynı şiarla Ekim Devrimi 2010 etkinliklerini düzenliyoruz. Bu etkinlikler kapsamında dün ‘Ekim Devrimi Işığında Anayasa Tartışmaları ve Referandum’ başlığı altında bir panel düzenlendi. Bu panelin katılımcıları Ertuğrul Kürkçü, Alper Taş ve Çetin Eren idi.

Bugün, yine geçen sene olduğu gibi Metin Kayaoğlu aramızda. Bugünkü panelin başlığı ise ‘Ekim Devrimi: Sosyalist Devrim miydi, Demokratik Devrim miydi?’. Amacımız, bu tartışmaların ışığıyla Türkiye’deki devrim stratejisini tartışmak. Demokratik hak ve özgürlükler mücadele süreci bu tartışma ışığında nereye oturur, bunu tartışmak… Ben çok fazla uzatmadan, sözü ilk başta Orhan Dilber’e bırakacağım. Ondan önce programın gidişatı hakkında bir bilgi vermek istiyorum. Konuşmalar yirmişer dakikadan oluşacak. Daha sonra yirmi dakika ara vereceğiz ve ondan sonra soru-cevap kısmı olacak. Soru-cevap kısmından sonra da konuşmacılarımız tekrar söz alacaklar. Şimdi sözü Orhan Dilber’e bırakıyorum.

KöZ‘ün İlk Tur Konuşması

[Şovenizmi Kemalizme indirgeyenler

sosyal-şovenizm tuzağına basarlar]

Orhan Dilber: Merhabalar. Dün bir tartışma olmuştu. Her ne kadar panelin başlığı farklı ise de bilhassa Ertuğrul Kürkçü bugünkü gündeme dair konuşmalar yaptı… Türkiye’de referandum, yaklaşan seçimler bağlamına çok fazla girilemedi, anladığım kadarıyla.

O bakımdan bence evvela bu tartışmanın esasen bir teorik tartışma olarak yürütüldüğünün altını çizmek lazım. ‘Ekim Devrimi demokratik devrim miydi sosyalist devrim miydi’ tartışması şu anda Ekim Devrimi’nin kalıntıları mevcutken tamamen teorik bir tartışma çerçevesinde yürütülüyor. Ben mümkün olduğu kadar bu tartışmanın pratik değeri ve politik anlamı üzerinde duracağım.

Bu nedenle, bu konu ne zaman tartışılıyor, ne zaman konuşuluyor, buna dikkat çekmekte fayda var. Bir defa neredeyse yüz yıl olacak; Ekim Devrimi’nin üzerinden 93 yıl geçmiş. Asıl, bu tartışmanın başladığı tarihten bu yana 100 yıldan fazla geçmiş. İkincisi, tartışmanın hangi saiklerle yapıldığı konusunda da oldukça farklı bir iklimdeyiz. İlk kez, ‘yaklaşan devrimde sosyal demokratların görevleri ne olmalı?’ diye başlamıştı bu tartışma ve 1905 Devrimi’nin arifesinde yapılmıştı. Biz şu anda, ‘yaklaşan bir devrimde iktidarı almak için ne yapmalı, nasıl yapmalı’yı tartışmıyoruz. Bu önemli bir konu. Sadece bu teorik tartışmanın arka planını akılda tutmak bakımından bile önemli…

İkincisi, bu tartışma bir kez daha alevlendi ve yerli yerine asıl o zaman oturdu. O da 1917’de, Çarlık yıkıldıktan sonraki ikili iktidar denen dönemde gerçekleşti. Bugün bizde gene böyle bir durum yok. Böyle bir basınç altında tartışmıyoruz. Bununla birlikte mümkün olduğu kadar bu tartışmanın pratik değeri ve politik anlamı üzerinde durmak için benzerlikler ve farklılıkları birbirinden ayırt ederek bir çerçeve çizmeye çalışacağım.

Rusya’da bu tartışma başladığı zaman herkesin hemfikir olduğu bir şey vardı; “Çarlık otokrasisinden kurtulmak lazım” fikri üzerinde tartışılıyordu ve bu konu “Çarlık otokrasisine karşı ne yapmak lazım ve nasıl yapmak lazım?” bağlamında tartışılıyordu. Bu tartışma da Rusya ile sınırlı değildi, çünkü Çarlık otokrasisinden kurtulmak isteyenler sadece Rusya’daki emekçiler, ezilenler, devrimciler değildi. Avrupa’daki işçi hareketi, Avrupa’daki sosyalistler de oldum olası Rusya’daki bu gerici otokrasinin genel olarak emekçi ve ezilenler için bir tehdit olduğunu ve bundan kurtulmak gerektiğini söylemekteydiler. Rusya dışında Çarlık otokrasisinden kurtulmak gerektiğini düşünenler sadece otokrasinin baskısı altında bulunan, bundan mustarip olan emekçiler de değildi –ki asıl bizi ilgilendiren konu burada gelecek. Avrupa’daki muhtelif, belli başlı devletler ve hükümetler de Çarlık otokrasisinden kurtulmak istiyorlardı. Bir kısım hükümet ise Çarlık otokrasisi ile ittifak halinde diğer rakiplerinden kurtulma arayışı içindeydi. Bugün güncel sorunlara yönelik, güncel durumda bu tartışmanın politik bir anlam taşıyıp taşımadığını ve nasıl anlam taşıdığını anlamak için evvela bu tarihsel çerçeveyi akılda tutmakta fayda var. Çünkü tartışmanın esası otokrasiden kurtulup kurtulmamak konusu değildi. “Nasıl kurtulunacak ve bu otokrasinin yıkılmasının ardından kim iktidara gelecek ve bunun ardından nasıl bir yol açılacak?” tartışmasıydı ve asıl ayrılıklar da burada başlamaktaydı.

Bu bakımdan esasen ilk kez Demokratik Devrimde Sosyal Demokratların İki Taktiği başlığı altında Lenin’in ve Bolşeviklerin çerçevesini çizdiği bu tartışmada önemli iki noktanın altını çizmek lazım. Dün de biraz tartışıldı. Parti meselesi, ‘Sovyet mi önemli, parti mi önemli’ tartışmaları… Bu, sadece söz konusu kitabın yazarının Lenin olmasından ileri gelmiyor. Çünkü bu kitap esasen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi içerisinde örgütsel sorunların kavranışı bakımından iki ayrı çizginin birbirinden ayırt edilmesi ve bu ayırt edilişin ardından bir tarafın oportünist bir pozisyonda oluşunun tespit edilmesine dayanıyordu. “Örgütlenme ve partiye ilişkin bakış açılarının, eğer oportünistse bu oportünist bakış açısının iktidarın ele geçirilmesi noktasında, Rusya’daki devrimin görevleri konusunda da kendini göstermesi beklenmelidir” diye bir varsayım üzerine kuruluydu. İki Taktik kitabı tam da bunun üzerine oturur. Yani, ortada henüz devrim yokken, Çarlık devrilecek mi devrilemeyecek mi, bundan kimsenin haberi yokken başlayan bir tartışmadır. Örgütsel sorunların kavranışına yönelik oportünist bakış açısının, siyasal sorunların kavranışında da oportünist bir çizgiye dönüşmesinin öngörülüşü veya varsayılması ile ilgili bir mevzudur. Ve İki Taktik kitabı bunun üzerine kuruludur. “Meselelere böyle bakanlar, siyasal iktidarın alınmasına da böyle bakacaklar. Biz de kendimizi buradan ayırmalıyız” der. Konuşmamda bu konuyu da açacağım.

Otokrasinin yıkılması, birçok farklı kesimin olduğu gibi Rusya’daki devrimcilerin de esas ve öncelikli hedefi olmakla birlikte, altı çizilmesi ve akılda tutulması gereken asıl hususu, yani İki Taktik’in mantığını da, daha sonra Nisan Tezleri ve ardından Temmuz’dan Ekim’e kadar giden dönemde benimsenen taktik tutumların anlaşılmasında elzem olan hususu anlatacağım. Daha sonra Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin 1903’teki ikinci kongresi, yani Menşeviklerle Bolşeviklerin birbirinden ayrılmasına sebep olan kongre olmadan evvel, yola çıkılırken Lenin’in 1901 tarihli “Nereden Başlamalı?” makalesinde şöyle deniliyor: “Otokrasinin ne zaman, hangi hareketle, nasıl yıkılacağını peşinen bilemeyiz, bunu öngöremeyiz ama bunun olacağını daima varsaymalıyız. Önemli olan, otokrasinin yıkılması halinde siyasi iktidarın tümüyle sömürücü sınıfların elinden alınıp, baskı aygıtlarının parçalanmasıyla iktidarın işçilerin ve köylülerin eline geçmesini sağlayacak, bu sürecin önünü açacak bir partiye tam da bu nedenle ihtiyaç olmasıdır.”

Bu bakımdan o devrim stratejisi, İki Taktik’te çizilen ayrımların ve Şubat ile Ekim arasında izlenen tutumun temel eksenini oluşturur. Ve böyle anlatılır. Rus Devrimi de tastamam böyle olmuştur. Otokrasinin yıkılması Bolşeviklerin planları sonucunda olmamıştır. Hatta hiç beklemedikleri bir anda olmuştur, herhangi bir hazırlıkları yoktur. Şubat Devrimi dediğimiz 8 Mart 1917’de Bolşevik Partisinin belli başlı örgütleri dağılmış, siyasi olarak etkinlikleri nispeten sınırlanmış durumdadır, ne yapacaklarını ve ne edeceklerini bilemez haldedirler. Buna rağmen 8 Mart’ta bir ayaklanma tetiklenmiştir ve bunun arkasından kısa bir süre içerisinde de Çarlık istifasını vermiştir. Bu tartışmanın önemini az sonra göreceğiz. Neden Rusya’ya dair bir mesele olmadığını neden evrensel bir mesele olduğunu anlamamız için, bunun arkasından Avrupa’nın belli başlı otokrasilerinin tamamının benzer bir şekilde yıkılması gibi pek çok örnek verilebilir.

Demek ki sorun, devrim derken, bir devrime ilişkin bir strateji belirlerken esas amaçlanan şeyin nasıl sağlanacağını değil, bir başka amacın nasıl somutlanacağını tayin etmek ve çerçevesini çizmektir. İki Taktik’in asıl evrenselliği de buradadır. Yani, “otokrasi, halihazırdaki hükümet, halihazırdaki iktidar ya da devlet yönetimi şu ya da bu biçimde alaşağı olduğu takdirde bunun yerine nasıl bir yol izlenmelidir ki kesintisiz bir biçimde devlet aygıtının tamamen ortadan kalkmasına ve sınıfsız topluma giden yol açılsın?” İki Taktik’in temeli budur.

Bugün, günümüzde devletin, sınıfların, kurumların ortadan kaldırılması için mücadeleye öncülük etme iddiasında olan komünistlerin temel görevi de aynı yerdedir: Siyasal iktidara ilişkin sorunun kavrayışındadır. Yani bu iktidarı yıkmak, başta da söylediğim gibi, emperyalist rakiplerin de hedefiydi, anayasacı demokratların, Kadet partisinin de hedefiydi. Dolayısıyla otokrasiye karşı ne yapılması gerektiği konusunda durmak yerine ‘otokrasinin yerine ne getirmeli’ye ilişkin hazırlık yapılmıştır. İki Taktik, Bolşeviklerin siyasi evrimi bu temel ve esas üzerine kuruludur. Lenin de bu partinin içerisinde bulunduğu için tarihte belirleyici bir rol oynamıştır.

Şimdi, bu genel saptamadan sonra gene, “Bugün, Rus Devrimi’nin hangi evrelerinden somut taktik dersler çıkartabiliriz, acaba çıkartabilir miyiz?” meselesine geri dönmek istiyorum. Dikkatle üzerinde durulması gereken konu şudur: Bir defa, dün de Çetin [Eren] arkadaşın konuşmasında altını çizdiği gibi, biz, “1907-1912 gericilik döneminde Bolşevikler otokrasiye karşı bir demokrasi mücadelesini nasıl yürüttüler, nasıl yaptılar” konusuna bakmalıyız. Şimdi, altını bir daha çizmek gerekir: o zaman otokrasi neydi, ne yapıyordu?

O zamanlar, arkadaşlar, 1905 Devrimi’nin yenilgiyle sonuçlanmasının ardından, Rusya’da “Tamam, bunları yendik, şimdi köküne kadar kazıyıp her şeyi birden silip otokrasiyi büsbütün sağlamlaştıralım” diye bir yol güdülmemiştir. Adeta bugün Türkiye’de rastladığımıza benzer şeyler vardır, güya demokratik açılımların yapılması söz konusudur. Duma olacak, seçimler olacak, örgütlenme alanındaki imkanların önü açılacak vs… İşçilerin bir daha ayaklanmaya yönelmemelerini sağlamak üzere birtakım düzenlemeler yapılacak. Karşı-devrimci bir iktidar yaptığı için de bu düzenlemelerin yapıldığı döneme ‘gericilik dönemi’ diyoruz. Ama şu unutulmamalıdır: Bu, elinde kırbaçla kitlelerin üzerine giden bir hükümet değil, güya birtakım açılımlar yapan bir hükümettir ve bu açılımların istismar edilmesine, bu açılımlar vasıtasıyla başka bir çığır açılmasına karşı muazzam bir baskı ve şiddet uygulanır. İşte, burası, 1907-1912 döneminde Bolşeviklerin taktiklerinden ders çıkartabileceğimiz ve asıl bakmamız gereken önemli bir husustur.

Bir başka nokta, bizim ders çıkartabileceğimiz bir başka süreç var. Her ne kadar, bugün Türkiye’de siyasal iktidarın ele geçirilmesi mevzusu gündemimizde olamasa da tam da bu sorunun merkezi bir rol oynaması, Şubat-Ekim arası dönemde “Kimle ne şekilde ve nasıl ittifak yapılır? Bu ittifaklara nasıl bakmak gerekir” konusunda Bolşevik deneyimden önemli dersler çıkartma fırsatları verir. Niçin böyle söylüyorum? Çünkü tam da 1910’lardaki gericilik dönemine benzer bir durum Şubat-Ekim arasında da gündeme gelmiştir. Yani, güya sosyalist köylülerin desteklediği Sosyalist Devrimci Parti’nin lideri Kerenski’nin başa geldiği bir durum var. Kerenski, “ben şimdi devrimin bütün bu kazanımlarını silip atacağım, şimdi size haddinizi göstereceğim” diye gelmedi. Tam tersine, “bu ayaklanma halini nasıl durgunlaştırırım ve yatıştırırım?” arayışıyla, birtakım açılımlar yapma iddiasıyla geldi. İşte, kurucu meclis toplanacak, yeni bir anayasa olacak, otokrasinin yerine demokratik bir rejim kurulacak, köylülerin sorunları halledilecek, vesaire… Geçici hükümete tam da böyle bakan başka akımlar onları destekliyordu. İşte, bahsettiğimiz sorun, burada böyle bir gerici dönem açılmaktayken, “büsbütün geriye giden bir Kornilov var ve bu Kornilov’a karşı ne yapmak lazım ve kimlerle nasıl birlikte mücadele etmek lazım?” sorusu ile gündeme geldi. Buralardan öğrenilecek çok şey var.

Şimdi, tekrar, esas soruya döndüğümüz zaman, “Rusya’da olan şey bir demokratik devrim miydi, sosyalist devrim miydi?” meselesini bu bağlamda, bugün Türkiye’de emekçilerin ve ezilenlerin çıkarları için mücadele etme iddiasında olanların ders çıkartabileceği bir deneyim olarak ele almak için önce bu çerçevenin çizilmesinde fayda var. Ondan sonra dönem dönem bütün bu tarihsel sürecin içerisine gelerek öğrenebileceğimiz şeyleri öğrenebiliriz.

Altını çizmek lazım: Rus Devrimi’nin ardından, yani otokrasinin yıkılması ve Rusya’da iktidarın 7 Kasım 1917’de Sovyetlerin eline geçmesiyle bitmedi devrim dalgası. Romanya’ya sıçradı, Macaristan’a, Bulgaristan’a, Avusturya’ya sıçradı. Bulgaristan’da çok büyük bir karmaşa oldu. Buralara “önemli olan partidir, eksik olan partidir” vurgusu ile baktığınızda, mesela Bulgaristan deneyimi çok öğreticidir. Çünkü Bulgaristan’da tıpkı Bolşeviklerinki gibi bir parti vardı. Yani, daha Birinci Dünya Savaşı’nın başından beri savaşa karşı tutum alan, 2. Enternasyonal’in sosyal şoven tutumuna karşı Bolşeviklerle aynı doğrultuda pozisyon alan Bulgar komünistlerinin oluşturduğu bir komünist partisi vardı. Onun karşısında da, aynı Kerenski’ninki gibi, köylü hareketine dayanan, buradan gelmiş, sözüm ona demokratik sosyalizm yapma iddiasında olan bir hükümet vardı. Buna karşı, aynı Kornilov gibi, bu hükümete karşı büsbütün gerici bir darbe gerçekleştirmek isteyen Valkov gibi bir gerici vardı. Kornilov’un bir benzeri… Bunu şunun için söylemek istiyorum: Rus Devrimi’nin Rusya’ya ilişkin bir deneyim olmadığını, daha kendi yaşandığı zamanda evrensel birçok yanı olduğunu söylemek için… Bugünle de ilgisini buradan hareketle kurmak istiyorum.

Yalnız, bizim Türkiye ile Rus Devrimi deneyimi ilişkisini bu genel evrensellik çerçevesinde aldığımızda eksik bir şey yapmış oluruz. Dün Ertuğrul [Kürkçü] konuşmasında dedi: “Biz Ekim Devrimi’ni hiç incelemedik, bunun önemi üzerinde durmadık. Birden bire Çin, Küba filan üzerinden öğrendik meseleleri.” Türkiye’de Ekim Devrimi incelenmiyor dedikten sonra, neden incelenmediğinin cevabını kendi ağzıyla vermiş oldu, çünkü Türkiye’de devrimci hareketin iniş çıkışına katılan kadroların baktıkları başka bir yerdi. Oysa Türkiye, Ekim Devrimi’nin herkesten fazla yakınında olan bir yerdir. Rusya, bir manada, o zamanki Sovyet Cumhuriyetleri’nin pek çoğundan önce Anadolu topraklarıyla içli dışlıydı.

Rusya’da kaybeden karşı-devrimci ordular Türkiye’de kazandılar. Böyle bakmak gerekir. Bu bakımdan da Ekim Devrimi dersleri bizi herkesten, başka yerlerden çok daha fazla ilgilendirir. Daha doğrusu, bizim herkesten önce öğreneceğimiz şeyler vardır, çünkü bizim deneyimimizi ifade ediyor. Ekim Devrimi’nden bizimle de alakalı bir deneyim olarak yakından ve daha doğrudan dersler çıkartma şansına sahibiz. O bakımdan da genel ve soyut bir tarih incelemesinden çıkartarak Türkiye’de komünist hareketin kendine ait bir sorunu olarak bunun üzerinde durmalıyız.

İki Taktik hakkında –Ertuğrul da söyledi bunu, başkaları da söylüyor– şu söylenir: “Aslında Nisan’da Bolşevikler başka bir çizgiye yönelmişlerdi, Lenin geldi, bunu değiştirdi.” Bu doğrudur. Ama neyi değiştirdiği konusundaki rivayetler doğru değildir. Yani, “İki Taktik’te söylenenler yanlıştı, Nisan’da bunlar düzeltildi” diyenler, pek çok tarihçi ve daha çok Troçkistler ile onlardan beslenen akımlar bunu öyle yorumlamaya alışkındır ve bu adeta bir standart haline gelmiş gibidir. Bu, tam da, o süreci izleyen tartışmaları izlemeden yapılan bir genelleme ve yuvarlatma gayretidir.

Sözüm ona Lenin, Nisan Konferansı’nda, “Eğer benim dediklerim kabul edilmezse çeker giderim, başka parti kurarım” derken, bir taraf İki Taktik’teki şemayı savunmaya devam ediyor, Lenin de artık “bu şema eskidi, yenisini kuralım” diyor. Bunun, az ve yarım yamalak bilgiyle büyük laflar söyleme hastalığına kapılmadan incelenmesi gerekir. Çünkü, söylendiğinin aksine, Lenin İki Taktik’teki formülasyonlarını Nisan Konferansı’nda doldurmaya başlamadı. 1905 Devrimi’nden itibaren, yani Çarlığa karşı bir ayaklanma olup Sovyetler ortaya çıktığı andan itibaren, “İki Taktik’te, bu ayaklanma olmadan önce yaptığımız formülasyonda soyut olan şeylerin içini şimdi doldurabiliriz, ne ile doldururuz?” sorusu gündeme geldi. “Bize gereken devrimci bir hükümet, İşçilerin Köylülerin Devrimci Demokratik İktidarı’dır, işte bu, ortaya çıkan Sovyetlerle gerçekleşir.”

Peki bunu Nisan’da mı söyledi? 1905 Ayaklanması başladığı ve Sovyet kurulduğu anda Lenin, “Bu kitapta soyut ve genel olan şey buydu, şimdi bunu somutluyoruz” demişti. Bundan sonra Sovyetler yıkıldı, gericilik dönemi geldi. Ve 1917 Şubat’ında Çarlık bu sefer sahiden yıkıldı. O zaman Lenin geliyor, diyor ki, “Şimdi gene Sovyetler vardır ve şimdi bunu yapacağız!”. Ve burada Bolşevikler içinde bir tartışma başlıyor. 1917 Nisan’ındaki tartışma, İki Taktik’teki, daha sonra 1905 Devrimi’nde içi doldurulmuş olan formülasyonları, hâlâ soyut kalıplar olarak ezberleyip tekrarlamak isteyenler ile bu formülasyonları, o somutluğu içerisinde canlandıran, yerli yerine oturtmak isteyenler arasındaki bir tartışmadır. Lenin’in, “eğer bu konuda anlaşamazsak ben çeker giderim, ayrı bir parti kurarım” derken kastettiği de bu sorundur, diğer sorunlar değildir. Çünkü Nisan Konferansı’nda önerdiği şeylerin hemen hemen hiçbiri, biri hariç, kabul edilmemiştir, buna rağmen de çekip gitmemiştir Lenin. Bir tek budur. Bu da İki Taktik ile “Nisan Tezleri” arasındaki bağı sunar bize.

İki Taktik’te söylenen şuydu: “Eğer Çarlık şu ya da bu şekilde yıkılır ve yerine bir hükümet kurulursa, ve bu hükümet, işçilerin köylülerin arkasında durduğu bir geçici devrimci hükümet olursa, biz bunun içinde olmalıyız, bu hükümette olmak zorundayız. Veyahut da, böyle bir hükümet olmazsa, biz de o zaman onun karşısında oluruz”.

İki Taktik’ten kastedilen nedir? Menşevikler peşinen, daha herhangi bir somut deneyim olmadan, “Rusya’da burjuva devriminin görevleri vardır ve bu, burjuvazinin çözmesiyle genişler, proletarya ve sosyal demokratların yapması gereken de burjuvaziye bu tarihsel görevleri tamamlamak için destek olmaktır” derler. Nasıl bir destek? “Eleştirel bir destek”. Niye? “Çünkü onlar iktidara geldikten sonra biz burjuvaziyi devirip sosyalist bir devrimin önünü açacağız”. Özetle, Menşevik taktik buydu. Bolşevikler de şunu dedi: “Evet, bu olabilir ama bunun olmasına engel olmak da mümkündür. Eğer burjuva devrimini burjuvalar olmadan yaparsak, yani işçiler ve köylülerin ittifakıyla otokrasi yıkılırsa, o zaman biz muhakkak bu Çarlığın yerine kurulacak geçici hükümetin içinde oluruz ve bu takdirde de bu devrim kesintisiz olarak sınıfsız toplumun açılışına kadar gider.” Nisan’da olan bundan başka bir şey değildir. Tartışma ondan ibarettir. Çünkü o zaman Bolşeviklerin bir kısmı, Menşevikler gibi, “Otokrasinin yıkılmasıyla kurulan geçici hükümete katılmak doğru değildir, ama bunu dışarıdan desteklemek, ilerletmek lazımdır” diyordu. Lenin buna itiraz ediyordu. Nisan Tezleri’nin esası bundan ibarettir. “Geçici hükümet yaşasın” demek, bunu desteklemek mi lazım, buna karşı mücadele etmek mi lazım? Geçici hükümete karşı mücadele ederken “yaşasın işçi hükümeti” diye mi mücadele etmek lazım, yoksa başka türlü mü mücadele etmek lazım? Tartışmalar bunun üzerindedir ve bütün o dönemle ilgili yazılan, çizilen meseleler de bundan ibarettir.

Şimdi, bunlar bugün bizi niye ilgilendiriyor? İşin doğrusu, biz bu Demokratik Devrim mi, Sosyalist Devrim mi kitabını yayınladığımız zaman kitabın son sayfalarında şu söyleniyordu: “Türkiye’de yüzyılın felaketi diye adlandırılan muazzam bir deprem olmuş. Bu deprem, Erzincan’daki gibi, taşrada, ücra bir yerde olmamış, sanayinin merkezi olan, 15-16 Haziran olaylarının başladığı odak olan bir yerde olmuş. Proletaryanın göbeğinde, merkezinde olmuş ve bu depremde herhangi bir şey olmamış. Yani, bu bir siyasal olay olmamış, hükümete devrimci ayaklanmaya dönüşmemiş.” Ama pekâlâ dönüşebilirdi.

Şimdi, bugün deprem meprem yoktur ortada. Ama deprem yerine şunu tartışıyoruz. Bir referandum yaşadık. Bu referandumda birileri dedi ki, “biz vesayet rejimini değiştireceğiz”. Vesayet rejimi derken de, “Cumhuriyet’in kurulmasından beri, bilhassa 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kurumlaşmış asker ve sivil bürokrasinin hükmettiği bir parlamenter rejimin yerine bu vesayetin kaldırıldığı başka bir rejim oluşturacağız” deniyor. Bunun adına da demokratik açılım diyorlar. Bir taraftan “işçilerin de buradan kazanımları olacak”, diğer taraftan “Kürtlerin de buradan kazanımları olacak” deniyor. Bu konu hepimizi buradan ilgilendirir, biz iktidarı nasıl alacağız, nasıl almayacağız, diye değil. Tam da belirli bir süreçte meseleye nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda bize ders verir. Hangi dersi verir? Kornilov’a karşı Kerenski ile ittifak yapmayan, “önce Kornilov sonra Kerenski” diyen Bolşeviklerin yaptıklarından ders almamız lazım.

İkincisi, Türkiye’de ‘demokratik açılım’ diye bir gündemle emekçileri satın almaya çalışan bir hükümet olduğunu, yani tıpkı 1907-1912’de Rusya’da olduğu gibi bir dönemin olduğunu akılda tutarak hareket etmek lazım. Bu hükümetin bugün pazarlık konusu ettiği şeyler, Kürtlere yönelik olarak söylediği şeyler, zaten kendilerinin yapmak zorunda olduğu Avrupa Birliği kriterleri ile alakalıdır. Bunu da başka taleplerin önünü kesecek bir model olarak sunuyor. Bunlar, bu bakımdan Ekim Devrimi’nin bütün aşamalarında, parça parça, değişik bakımlardan görebileceğimiz şeyler. Aramızda, “Yok kardeşim Ekim Devrimi aslında sosyalist devrimdi, demokratik bir devrim Şubat’ta olmuştu” diyenler olmadığını varsayıyorum, onun için detaylarıyla üzerinde durmuyorum, ama tek kelimeyle özetleyeyim: Şubat’ta devrim olmamıştır Lenin’in görüşüne göre. Devrim olmamıştır!

Onun için ikili iktidar vardır. Onun için devrimi asıl 7 Kasım’da yapmak lazımdı. Ve devrim olması için de Sovyetlere, kitlelere, şuna buna danışmadan, burjuva devlet aygıtını ortadan kaldıracak, teslim alacak ve iktidarın emekçilerin eline geçmesini sağlayacak bir partiye ihtiyaç vardı. Bu fikri baştan beri, 1902’den beri söylüyordu Lenin. 1917 Şubat’ından sonra aynı şeyi söylemeye devam etti. Yani, otokrasinin yıkılmış olması bir demokratik devrim değildi. Niye, mesela, Macaristan’da demokratik devrim oldu demiyoruz, niye Almanya’da demokratik devrim oldu demiyoruz? Oralarda da savaşın sonucunda iktidardaki otokrasi yıkıldı. Bu devrim değildir. Devrim, Şubat ile Ekim arasında hazırlanmış ve 7 Kasım günü olmuştur. Ve söz konusu olan tek bir devrimdir. İki Taktik’in yazıldığı günden beri, “Rusya’da önce bir demokratik devrim lazım” diyenlerin 1917’de bir tane devrim olduğunu söylemeden “demokratik devrim işçi, köylü, asker Sovyetlerinin iktidarı almasıyla sonuçlanmıştır” demeleri lazım. Kimileri de buna diyor ki, böyle olursa sosyalist devrim olur. Niye; ta 1905’ten beri “Rusya’daki gündemde olan devrim işçilerin köylülerin devrimci demokratik iktidarıyla taçlanacak bir devrimdir” diyen Bolşevik partisi niye birden bire, hangi nedenler veya hangi saiklerle Nisan’da görüşlerini değiştiriyor? Bunun değiştiğine dair kim bir şey söylüyor?

Lenin, daha sonra da söyleyeceğiz, “sosyalizm hakkında en ufak bir adım atmadık” diyecektir devrimden bir yıl sonra. Mesele, o zamanki kavramlar ile bugün kullanılan kavramların karıştırılması ile alakalıdır. Rusya’da, 1905’te öngörülen demokratik devrim 7 Kasım 1917’de olmuştur. Öngörülen devrim neyse gerçekleşen de odur ve her yerde devrim böyle olacaktır. Paris Komünü’nde de böyle olmuştur. Sorarsanız; ilk proleter diktatörlüğüne hayat veren ilk sosyalist devrimdir bu! Hayır, öyle değildir. Paris’i savunmak için kurulmuştur, patlak vermiştir. Paris’i savunmak için satın alınan topların Almanlarla uzlaşmak isteyen hükümete peşkeş edilmesine karşı bir isyandır ve bu nedenle işin içine burjuvalardan masonlara kadar bir sürü unsur karışmıştır. İktidar alındığı zaman bizim için ilk proletarya diktatörlüğü örneğidir; bu, gerçeği değiştirmez. Ama yetersiz kalması, sosyalist devrimin akla bile gelmemiş olmamasıdır. Bu, proletarya diktatörlüğü olduğu gerçekliğini değiştirmez.

Tartışmanın konusuna bağlayarak bitireceğim. “Ekim Devrimi demokratik devrim miydi sosyalist devrim miydi” konusu, bu devrime önderlik eden partinin programında ne yazıyorsa oydu. Bugün önümüze iki şık halinde bu soruyu koyarsanız, hiçbirini işaretlemememiz gerekir. Bu tartışmanın bağlamından kopmamız lazım; bu tartışmanın dersleriyle donanarak, kopmamız lazım. Ekim Devrimi, ilk başarılı proleter devrimdir. O gün bugündür dünyanın her yerinde, hangi koşullarda olursa olsun gerçekleşmesi gereken ve mümkün olan yegâne devrimdir; bundan başka bir devrim olasılığı yoktur. Bunun dışında gelişen bütün devrimci gelişmeler esasen bu devrimin önünü kesecek birtakım engellere dönüşmeye mahkûmdurlar. Teşekkür ederim.

Sunucu: Biz de Orhan Dilber’e teşekkür ediyoruz. Şimdi, sözü Metin Kayaoğlu’na veriyoruz.

Teori ve Politika‘nın İlk Tur Konuşması

[Demokratik-sosyalist

ikiliği ötesinde ‘politik devrim’]

Metin Kayaoğlu: Merhaba arkadaşlar. Tartışmaya girmeden önce, genel olarak dünyada ve Türkiye’de Marksistlerin, sosyalistlerin kendilerini kötü hissettikleri bir zamanda sarıldıkları bir yazar var, ondan bahsedeceğim.

Ellen Meiksins Wood adında Kanadalı bir akademisyen. Bu yazar bir kitap yazdı, Sınıftan Kaçış adıyla. Galiba ‘92 yılıydı, Marksizmin son 20 yılda içine düştüğü kabul edilen kötü duruma tepki gösteren, Türkiye’de ve dünyada kendini Marksist ve sosyalist olarak niteleyenlerin yaygın bir şekilde sarıldığı bu yazarın kitabı Türkçe’de yayınlandı. Bugüne kadar farklı yayınevlerinde galiba üçüncü baskısı çıktı.

Marksizmi savunmak adına, Türkiye’de kendini Marksist kabul eden çevreler genel olarak, neo-liberalizme, yeni birtakım sapkın ideolojilere karşı, post-Marksizme karşı, post-modernizme karşı, post-yapısalcılığa karşı büyük bir şevkle sarıldı Wood’a ve tezlerine. Buna biz doğrusu çok şaşırdık. Çünkü bu yazar görünüşte post-yapısalcılığa, post-modernizme, post-Marksizme ve bilimum Marksizmi eleştiren sapkın neo-liberal Marksistlere karşı Marksizmi savunuyor görünüyordu fakat kitabına şu cümlelerle başlıyordu: “20. yüzyılda Rusya’da ve Çin’de gerçekleşen büyük devrim hareketlerinin tarihsel koşullar nedeniyle iktidar mücadelesini ön plana çıkarmak, hatta bir bakıma başlıca mücadele etkenleri olarak halkı ya da kitleleri işçi sınıfının önüne koymak zorunda kaldıkları söylenebilir. Sözü edilen olgularda [yani Rusya ve Çin devrimlerinde] böylesi gelişmeleri belirleyen etmen iktidarı ele geçirmenin, sırt çevrilemeyecek bir fırsattan yararlanmanın, üstelik de bunu büyük ve gelişmiş bir işçi sınıfı olmadan yapmanın ivedi bir gereklilik halini almasıdır.” Kitabın başka yerinde bu fikrini şöyle tekrar ediyor Wood: “Marksizmin perspektifleri gitgide daha çok iktidar mücadelelerinin güdümüne girmiştir. Başlangıçta Marksizm [Ekim Devrimi’nden önceki Marksizm kastediliyor] siyasal iktidarın elde edilmesini, sınıfların ortadan kaldırılması mücadelesinin bir yönü ya da bir aracı olarak kavradığı halde sınıf mücadelesi gitgide siyasal iktidara ulaşmanın bir aracı gibi görülmeye başlamıştır.”

Ellen Meiksins Wood, Leninizm diye bellediğimiz şeyi, Maoculuk diye bellediğimiz siyasal-düşünsel-ideolojik akımı reddediyor açıkça. Fakat başka şeyleri de reddediyor. Ekim Devrimi’nin dayandığı bütün tarihi, Marksizmin, tarihsel koşulların zorunluluğuyla girdiği ve bir an önce kurtulunması gereken ve kitabı yazdığı dönemlerde “nihayet kurtulduğumuz” bir dönemini mahkûm ediyor. Bütün bir 20. yüzyıl sosyalizm deneyimlerini ortaya çıkaran devrim hareketlerini, üstelik Ekim Devrimi ile Çin Devrimi’ni de ayırmadan ortak bir kategorilendirmeye tabi tutarak, iktidarı almayı, işçi sınıfının gelişkin olmadığı geri ülkelerde mücadele yürütüyor oldukları halde reddetmediklerinden dolayı suçluyor. Ve bunu Türkiye’de kendini Marksist kabul edenlerin herhalde yüzde 90’ı –abartmıyorum!– büyük bir iştiyakla ve şevkle savunuyor. Bu kitabı, Sınıftan Kaçış’ı şiar haline getiriyorlar.

Biz bunu isyanla karşıladık. Bir Marksist Ekim ve Çin Devrimlerini, Marksistlerin siyasal iktidarı reddetmemelerini nasıl eleştirebilir, nasıl mahkûm edebilir? Türkiye’de Marksist hareketlerin, kendini Marksist kabul eden hareketlerin Marksizm konusunda ne kadar kıskanç olduklarını hepimiz biliriz, fakat böyle bir cümleyle, değerlendirmeyle başlayan kitabı bağırlarına basabiliyorlar.

Ayrımı, sanıyorum, burada koyarak başlatmak lazım. Bizce, bu devrimler, Ekim Devrimi ile başlayan devrimler silsilesi bizim büyük bir mirasa sahip olduğumuzun açık bir kanıtıdır. 20. yüzyılın büyük depremlerini yarattık. Yenildiler, evet yenilecekler, eleştirilecekler. Evet, eksiklerini göreceğiz, ama bir yüzyıla biz Marksistler, iktidar almayı reddetmeyen, iktidara oynayan, komünist partilerin iktidar alma, iktidar etme ve bir yapı kurma mücadelelerini öne alan Marksistler damgalarını vurdular. Dileriz, başlarında olduğumuz yüzyıla da bu mirasımızın eksiklerini gidererek ve eleştirerek –fakat şu temel ayrımı da hiç unutmadan– başarısız da olursa olsun bu tür devrimlerle damga vururuz. O yüzden, Ekim Devrimi ve Çin Devrimi’ni ele alırken bu ayrımın çok incelikli olmadığını, meleklerin cinsiyetini tartışmaya ilişkin bir ayrım olmadığını çok kalın çizgilerle vurgulamak lazım. Yani bu tür Marksizm anlayışını bir tarafa koymamız zorunlu, bizce. İktidar sorunu hâlâ bizim temel sorunumuz. Her devrimin temel sorunu iktidardır, ve bizim, yani komünistlerin, yani Marksist devrimcilerin örgütlerinin iktidara egemen olması hâlâ temel sorundur. Ekim Devrimi, Çin Devrimi ve diğer devrimler temel sorunu o tarihlerde, o momentlerde çözmüş olmak bakımından bizim kıvançla savunacağımız miraslarımız olarak tarihte yerlerini aldılar. Fakat onları birer tarihsel olay olmaktan çıkarmak, şu anda elbette Türkiye’de bulunan devrimcilerin, dünyadaki zayıf halkalarda mücadele yürüten devrimcilerin omuzlarındadır. Bu da bir sorumluluk duygusu vermeli.

Devrimin sosyalist ya da demokratik niteliğine ilişkin tartışma, bizce, 19. yüzyılda sosyalist literatürün kapitalizmi ve burjuvaziyi değerlendirmesine bağlı bir yanlış ayrım. Kategorik olarak yanlış bir ayrım. Bir zihniyet yanlışlığı var burada…

Bunu biz genel olarak şöyle ayırıyoruz: Bir ‘tarihsel devrimcilik’ vardır. Tarihsel devrimcilik zihniyet olarak şudur: tarih, kölecilikten feodalizme geçer, bu geçişte köleler değil, feodal toplumun yeni hâkim sınıfları devrimcidirler ve o dönemde devrimciliğin işi o yeni hâkim sınıfı desteklemektir. Feodalizmden kapitalizme geçişte burjuvazidir geçişin önderi, bu geçişin tamamlanacağı noktaya kadar da ezilen devrimcilerinin görevi burjuvazinin tarihsel misyonuna destek vermektir. Geçen ay olan referandumda [12 Eylül 2010] sol harekette ortaya çıkan ayrışmaya kadar bunun varlığı izlenebilir ve tercümesi yapılabilir.

‘Tarihsel devrimcilik’e göre, tarihin birtakım ilerleme safhaları vardır. Bu ilerleme safhalarının birtakım misyonerleri ve görevleri vardır. Feodalizmden kapitalizmin demokratik aşamasına kadar gelen süreçte bu görevi burjuvazi ifa eder, ezilen devrimcilerin işi burjuvaziye bu mücadelesinde destek vermektir. Bu konuda, işte Wood türü sözüm ona Marksistlerin karşısına çıkan şey, onların zorunlu olarak seslerini kısmalarını sağlayan şey, 1905 Devrimi’yle başlayan, kendini daha çok Avrupa çapında da gösteren Bolşevizmin devrimci tutumu oldu. Ekim Devrimi bütün bu anlayışları, yani tarihsel devrimcilik anlayışını, “şimdi tarihsel devrimcilik zamanıdır, ona destek verilmelidir” diye ifade edilecek olan bu anlayışın ardında yer alanların sesini kısmıştı, fakat bu bütün bir yüzyıl yenilgimizle sonuçlandı ve onlar seslerini tekrar cırtlak bir biçimde çıkarmaya başladılar.

1905’e dair Orhan Dilber’in yaklaşımına katılıyorum. 1917 Nisan’ında falan değil, 1905’te Bolşeviklerle Menşevikleri ayıran temel husus şuydu: “Bir kendiliğinden patlama oldu, genel olarak bir devrim gerçekleşti. Burada o zaman Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin görevi ne olmalıydı?” Menşevikler, “görevimiz, teorinin de bize verdiği gibi devrimci ve ilerici burjuvaziyi desteklemektir” dedi. Bolşevikler ise, “hayır, biz kendi öncülüğümüzde ezilen ve emekçi sınıfları toparlayan bir devrimi yürütmekle yükümlüyüz” dediler. Fakat Bolşevikler bunu gene bahsettiğim tarihsel devrimcilik ayrımını taşıyan kavram ve kategoriler içinde yaptılar. Yani eylemleriyle ve politik duruşlarıyla tartıştıkları kavram ve kategori arasında bir çelişki vardı. Eski kavram ve kategoriler üzerine yeni pratik koydular. Yani tarihsel devrimcilik diye tabir ettiğim anlayışın kavram ve kategorilerini Bolşevikler peşin olarak reddetmedi, fakat pratik reddedişleri üzerinden ayrımı tartışmaya ve yavaş yavaş kemirmeye başladılar. Şunu söyledi Bolşevikler: “Devrim yapabilecek pratik koşullara sahipsek, bunu yapmakla mükellefiz. Bizim dışımızda tarihsel görevli ve misyoner tanımıyoruz, burjuvazi ya da başka biri.”

Bu, Şubat Devrimi sonrası Bolşevikler’in tartışmasında da gündeme geldi. Aslında şöyle denebilir: Nisan Tezleri zamanında Lenin’in Bolşevikler içindeki tartışması, Bolşevizmin 1905’te yaptığı iç devrimin zihniyet olarak öncesinde kalmış ya da o iç devrimin tamamlanmamışlığını, bu anlamda eski sorunsalla, eski terimlerle tartışmayı hâlâ sürdüren, tamamlanmamışlığı bir anlamda objektif varlıklarıyla istismar eden Bolşeviklere karşı Lenin’in verdiği mücadeleydi. Yani, “pratik koşulların olduğu her durumda biz iktidar için adayız ve iktidar talebimizi gündeme koyacağız” idi Lenin’in tezi. “Bunun için biz kendimizi her anlamda görevli kabul ediyoruz” idi. Bu bakımdan aslında eski dönemin ayrımlarını, tarihsel devrimcilik diye ifade ettiğim anlayışın –demokratik devrim, burjuvazinin devrimi ve proletaryanın devrimi yani sosyalist devrim– ayrımlarını aşan bir sürece Bolşevikler 1905 devriminden itibaren girmişlerdi. Ancak tamamlanmış, bilince yedirilmiş, bütünüyle varlıklarına sirayet eden bir süreç haline gelmedi. Bu eksiklik hep sürdü aslında. Türkiye’de halen bu eksiklik üzerinden yapılıyor bu tartışmalar bizce.

Bu ayrımları Lenin’in nasıl ele aldığına ilişkin bir-iki örnek aktarmak istiyorum. Buna, bir eski yazar, Lucio Colletti, “Lenin’in kararsızlığı” diyor. “Ama onu, çağdaşları karşısında, Bolşevikler ve diğer önderler karşısında en bilinçli öncü yapan bir kararsızlık”. Yani, öyle bir kararsızlık ki ne tarihe, kavram ve kategorilere teslimiyet, ne de konjonktüre, içinde bulunan an ve tarihin güya bilimsel kalıplarının gerçekleşmiş örnekleri olarak alan bir teslimiyet. Lenin hiçbir zaman teslim olmuyor, uyanıklığını her an koruyan bir kararsızlık ve bıçak sırtında durma örneği sergiliyor.

Bunun bir basit örneği olarak, demokratik devrim – sosyalist devrim tartışması çerçevesinde Lenin –Colletti’nin yol göstericiliğiyle aktarıyorum– Kasım 1918’de şunu diyor: “Kırlarda sosyalist devrime 1918 yazında başladık.” Sonra, 1921 Ağustos’ta şunu diyor: “Devrimin 1917 Kasım’ından 1918 Ocak’ına kadar burjuva demokratik devrim niteliğinde olduğunu söylememiz lazım.” Daha sonra farklı bir dönemleştirme yapıyor: “Sosyalist aşamaya ancak yoksul köylü komitelerinin kulaklara, zengin köylülere karşı verdiği mücadele ile ulaşılmıştır.” Sonra, 1921 Ekim’inde, Ağustos’tan iki ay sonra, bu kez, devrimin burjuva demokratik aşamasının ancak 1921’de, yani o yazıyı yazdığı sırada tamamlandığını söylüyor.

Şimdi görüyor musunuz, Lenin’in olayların içinde, konjonktürün içinde, konjonktürün yüreğinde ve merkezinde bir devrimci politikacı olarak, gerçeği nasıl yaşadığını ve nasıl ifade ettiğini? Yani Lenin, tarihsel devrimcilerin şematik mantığının dışında, gerçekle birlikte yaşayan, gerçeğe hiç teslim olmayan, fakat gerçeği sürekli dönüştürmek ve yeni hareket tarzları yaratmak için, yeni dinamikler yaratmak için bilinçli fakat bıçak sırtında, sürekli ayakta, sürekli uyanık bir devrimci önder rolü oynuyor.

Dolayısıyla, bizim kanaatimize göre, demokratik devrim – sosyalist devrim ayrımı, bahsettiğimiz tarihsel solculuk, tarihsel devrimcilik, yani ilerlemecilik diye başka dille ifade edilen döneme aittir. Lenin’in yaptığı artık yeni bir devrimciliktir, ‘politik devrimcilik’tir. Kendini güya tarihin derin görevleri ve misyonları karşısında onun basit ama yüreği ferah taşıyıcısı olarak ifade etmekten uzak duran, politik konjonktürü çok iyi yakalayan, kollayan ve örgütünün fiziksel gücüyle, kitleleri sevk ve idare edişiyle politik konjonktürde kendine yer arayan bir devrimci. ‘Politik devrimci’ diye ifade ediyoruz biz bunu.

Bu bakımdan arkadaşlar; evet, ne Ekim Devrimi sosyalist devrimdir, ne de 1949’da Çin’de olan demokratik devrimdir. Bunlar, bizce, farklı bir ifadeyle, komünistlerin önderliğinde gerçekleşen ezilen devrimleridir. Ama komünistlerin önderliğinde, komünist partisinin önderliğinde, komünist örgütün önderliğinde gerçekleşen ezilen devrimleridir. Tarihi konjonktür olarak yakaladığı yerden, yakaladığı halkayı bırakmayan ve başarılı olan örneklerdir. Bu bakımdan, Wood’un okuduğum bu iki pasajı müthiş bir ilerlemecilik, müthiş bir Menşevizmdir aslında. Fakat bugün aramızda dolaşmaktadır bu anlayış; bu anlayışı teneffüs etmekteyiz. Söz konusu devrimler, Wood’u reddeden birer başarı örneğidir, bundan sonraki başarı da bunu reddedenler üzerinden gelecektir, Woodcu mantık üzerinden değil. Fakat Woodcu mantığın hâlâ aramızda dolaşmasının bir nesnel nedeni var, bunu da reddetmemeliyiz bizce.

Arkadaşlar, biliyorsunuz, Maocu bir ayrım var; baş çelişki – temel çelişki… Mao kabaca der ki, bir temel çelişki vardır kapitalist toplumlarda; bu, burjuvazi ile proletarya ya da emek ile sermaye arasındadır. Bir de baş ya da birincil çelişki vardır. Bu da, içinde mücadele edilen toplumun politik çelişkilerinin yoğunlaşmış halidir. Yani varlığını temel çelişkiden alır, fakat temel çelişkinin dolaysız yansıması değildir. Politik düzlemde, politik aygıtla, politik öznelerle politik aygıtların düzleminde işleyen başka bir şey vardır, der Mao. Bunu Mao baş çelişki tabiriyle ifade eder ve “baş çelişkinin bu tarafında biz yer alıyoruz’ der, ‘karşı tarafında da baş düşmanımız yer alıyor”, der. Biz bu ayrımı Ekim Devrimi açısından da anlayabiliriz. Burjuvazi ve proletarya, kapitalizmin iki temel sınıfı, hiçbir zaman –Mao’nun faaliyet yürüttüğü çerçeve açısından söylüyorum, Mao’yu eleştiriye de geleceğim sonra– çıplak politik temsilcileriyle iki politik ordu olarak karşı karşıya gelmez. Bunlar dolayımlı bir mücadele ve politik düzlemde geçen karmaşık bir mücadele yürütürler. Mao, “bunun da nedeni bizim kapitalizmin henüz gelişmediği, işçi sınıfının çok zayıf olduğu ülkelerde mücadele yürütüyor oluşumuzdur” der.

Burada, Woodcu yaklaşımın reddini ortaya koyan bir hal tarzından içinde bulunulan toplumsal formasyonu hâlâ Woodcu yaklaşımla, hâlâ eski tarz ilerlemeci, tarihsel devrimci şablonla anlamaya dönük, derinde yatan bir sorunla karşı karşıya geliyoruz. Mao şunu diyor –bu, aslında Ekim Devrimi için de geçerli bizce: “Biz geri ülkelerde devrimci mücadele yürütüyoruz, işçi sınıfı zayıf, o yüzden ya işçi sınıfı dışında birtakım sınıf ve kesimleri esas alacağız, birlikte yürüteceğiz ya da politik aygıtı işçi sınıfının varsayılan rolü yerine ikame edeceğiz.” Bizim Lenin ve Mao gibi büyük Marksistlerimizin yaklaşımlarında bunun hem olumlu bir yanı var hem de aslında mazeretçi bir yanı var. Çünkü bu büyük Marksistler eski ilerlemeci, tarihsel devrimci Marksizm anlayışından zihniyet olarak da son noktasına kadar kopmamışlardı. Yeni durumlarını hâlâ eski zihniyetin kavramları, sorunsalı üzerinden anlamaya çalışıyorlardı.

Bu mesele, yani Wood’un bahsettiği işçi sınıfının zayıflığından dolayı politik vurgunun aşırılığı ya da işçi sınıfının zayıflığından dolayı halkın, kitlelerin ya da köylülerin öne çıkması meselesi geri ülkelere özgü değil, bütün ülkelerde geçerli olan bir durumdur. Dünyanın gelişmiş emperyalist metropollerinde de tarafların, burjuvazi ve proletaryaya ayrılmış ve kendi temsilcilerinin de dolaysızca, dolaylama olmaksızın toplumda yer almış iki ordu olarak karşı karşıya gelmesi olayı söz konusu değildir. Yani, bir anlamda baş çelişkinin ya da politik düzlemin ya gereksiz ya da basit bir görünüm olması aslında emperyalist metropoller için de geçerli değildir. Eğer emperyalist metropollerin herhangi birinde devrim olsa, bu devrimin kitlesel tabanı da ampirik olarak saptanacak şekilde, Çin ve Rusya’dakinden dramatik farklı olarak, işçiler olsa, biz yine de şunu söyleriz: “Bu devrim gene de tarihsel devrimci şablonun kanıtlanması değildir.” İşçiler orada, üretim tarzında, üretim sürecinde kendi konumlarının toplumun çelişkilerinin şeffaf olarak, dolaysızca karşılarına çıktığı bilinciyle hareket etmezler. İlla somut birtakım çelişkiler olur, somut birtakım dinamikler olur, somut birtakım politik dertler olur, mücadele bunlarla yürütülür.

Fransa’da 1890’ların ikinci yarısında “Dreyfus olayı” diye bir politik mesele var. Lenin bir yazısında, “Bu tür nedenlerden devrim olabilir”, diyor. İfade edildiği anlamıyla, sınıfsal bir sorun değil bu. İşçi sınıfıyla burjuvazi arasında bir çatışma konusu değil. Yahudi asıllı bir subaya yönelik ihanet komplosu var. İhanet komplosu üzerinden Fransa’da kıyamet kopuyor; tam, anlatmaya çalıştığım politik devrimcilik düzleminde geçen bir şey bu. Ya da Mao’nun baş çelişki ifadesine karşılık gelen bir şey. Ya da Lenin’in somut konjonktürü yakalamaya dönük ifade ettiği hususa ilişkin bir şey. Batı’da da hiçbir zaman toplumun ve kapitalizmin çelişkilerinin işçi sınıfı ya da temsilcilerinin gözünün önüne şeffaf olarak, kara kitabın yazdığı gibi, bilimin yazdığı gibi çıkmayacağını söylüyoruz. Her zaman birtakım olaylar olur, birtakım özgüllükler olur, birtakım meseleler olur. Bu meseleler, sınıf terimiyle, işçi sınıfı terimiyle ifade edilebilir, fakat gene de düzlemi farklıdır. Bu da esasen devlet aygıtıyla mücadele bakımından gündeme gelir. Burjuvazinin kendisiyle değil, devlet aygıtıyla… Marksizmin toplumsal devrimden farklı olarak politik devrim vurgusunun teorik karşılığı budur. Bu devrimcilik şunu ifade eder kabaca ve şematik olarak: Devlete, devlet aygıtına karşı çıkılmadan faşizme, kapitalizme karşı çıkılamaz. “Kapitalizme karşı çıkılmadan faşizme ya da gericiliğe, devlete karşı çıkılamaz” ibaresinin tersini söyler bizce. Mücadelesini politik düzlemden yürütür, sonucu oradan almaya kalkar. Ekim Devrimi’nin, Çin Devrimi’nin ve de 20. yüzyılda gerçekleşen diğer devrimlerin temel sorunu Batı’dakinden temel olarak farklı değildir. Devrimler Batı’da, yani ileri kapitalist ülke denilen ülkelerde de gerçekleşseydi aynı temel kategoriler üzerinden gerçekleşecekti. Politik devrimcilik ve politik çelişkiler üzerinden gerçekleşecekti. Bizim Marksist atalarımızın, Lenin’in, Mao’nun ve diğerlerinin ayrımlarını bu bakımdan eleştirel olarak edinmemiz gerekiyor. Öbürlerini tabii kesin olarak reddederek.

Şimdi biraz Türkiye ile ilgili laf edeceğim. Türkiye’de Marksist düşünceler 1920’nin başından itibaren var. Fakat TKP’nin Mustafa Suphi döneminin sembolik varlığı dışında Türkiye’de Marksizm politik bir varlık olarak 1972’de devreye girmiş ve var olmuştur. Fakat ondan bir yıl önce de –biz, sembolik olarak bu tarihle ifade ediyoruz– 1971’de devrimcilik ortaya çıkmıştır. Burada şematik birtakım ayrımlar yapmaya çalışacağım. Devrimcilik ortaya çıkmadan önce, devrimciler çıkmadan önce Türkiye’de solda bir tartışma yürümüştür. Milli demokratik devrimciler ile sosyalist devrimciler tartışması… Bazı solcular Türkiye’de artık burjuva demokratik devrimin gerçekleştiğini ve sosyalist devrimin gündemde olduğunu söylemişler, başka bazı solcular da burjuva demokratik devrimin gerçekleşmediğini ve milli demokratik devrimin gündemde olduğunu söylemişlerdir. Ayrımlar, aynen yaptığım gibi, eski sorunsal üzerinden yapılmıştır. Tarihsel devrimcilik mantığı üzerinden, ilerlemecilik mantığı üzerinden yapılmıştır… Bizce yanlış bir zemin üzerinde ilerlemiştir bu tartışma. Fakat 71 ile birlikte Türkiye’de üç devrimci örgüt ortaya çıkmıştır. Bu üç devrimci örgüt, arkadaşlar, semptomatik bir şekilde, hep şaşmaz bir şekilde MDD’cilerden koparak ortaya çıkmıştır. Ve bu üç devrimci örgütün devrimin karakteri konusundaki anlayışı demokratik devrimi savunmak üzerinedir. “Türkiye’de demokratik devrim gerekli” demişlerdir. Sosyalist devrimcileri de çok eleştirmişlerdir. Çıkışlarının önemli gerekçelerinden biri de sosyalist devrimcilerin anlayışlarını eleştirmek üzerinedir. Gene Lenin ve daha çok Mao’da daha belirgin olarak bahsettiğim hem olumlu hem de eksik mantığı sürdürmüşlerdir bizce. Bu demokratik devrim – sosyalist devrim ayrımına ilişkin tarihsel devrimci ilerlemeci şablonu kullanmışlar, bunu aşamamışlardır, fakat demokratik devrim diyerek bir tutumu simgelemişlerdir. Şunu demişlerdir arkadaşlar: “Sosyalist devrim diyenler; Türkiye’de burjuva demokrasisi var, burjuva demokrasisi koşullarında şiddet yoluyla mücadele etmek gerekmiyor, bizim işçi sınıfını uzun bir süre boyunca aydınlatma faaliyeti yürütmemiz gerekir iddiasındadır.” MDD’ciler, Mahir Çayan’ın ayrımıyla, uzun bir evrim döneminden sonra bir devrim konjonktürü gelir, sonra da toplu olarak ve kolaylıkla, çok fazla başımızı ağrıtmadan sosyalizme geçeriz, demişlerdir. Devrimci örgütler de bu modele karşı çıkmışlardır, “hayır, Türkiye’de burjuva demokrasisi yok, Türkiye’de şiddet ortamı var, devletin zor aygıtı çok belirgindir” demişlerdir. “O yüzden muhakkak devletin şiddetin tekelini kırmaya yönelik mücadele etmek gerekir” demişlerdir. Öte yandan, bu tartışma sırasında argümanlarını sosyalist devrimcilerin argümanlarını ret üzerine kurmuşlardır. Örneğin “işçi sınıfı güçlüdür”e karşı “hayır, güçlü değildir”, “kapitalizm güçlüdür”e karşı “hayır, güçlü değildir” demişlerdir. Temel ayrımlarını “faşist diktatörlük”, “oligarşik diktatörlük” ya da “feodal kalıntıların varlığı”, “emperyalizmin gizli işgali”, “emperyalizme bağımlılık” gibi argümanlar üzerinden kurmuşlardır.

Ve bu üç devrimci örgüt, tıpkı Wood’un eleştirdiği Ekim devrimcilerinde ve Çin devrimcilerinde olduğu gibi, işçi sınıfı dışında halk kitleleri, ezilen kitleler aramayı öğrenmişlerdir. Köylüler demişlerdir, Kürtler demişlerdir. Kabaca bizce, bu üç devrimci örgüt bir politik devrimcilik anlayışına sahip olmuşlardır. Yani, “burjuvazinin yapacağı iş Türkiye’de kalmamıştır, bütün işleri biz yapacağız, bütün sorunları biz çözeceğiz” demişlerdir. Toplumun ezilen kesimlerinin derdini hemdert etmişlerdir bir anlamda. Fakat aralarında birtakım farklar olmuştur.

Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ile Türkiye Halk Kurtuluş Partisi / Cephesi bu meselede bu eski ilerlemeci mantığı terk etmeme konusunda daha güçlü bir vurguya sahip olmuş ve bunu pratik hareket tarzlarına da yansıtmışlardır. Demişlerdir ki, “Biz, Kemalistlerin sol kesimleriyle ittifak kurabiliriz ve mücadeleyi onlarla birlikte yürütebiliriz”. Bunun, ayrıntılı bir tartışmayı gerektirmekle birlikte, aslında burjuvazinin misyonuna gereğinden fazla pratik prim vermek olarak tecelli ettiğini ve aradan geçen yaklaşık 40 yıl içinde bu iki örgütün ardıllarının yaşadığı sorunların bir bakıma buna bağlanabileceğini düşünüyoruz. Yani, devrimcilikten düşme konusunda bu iki örgütün ardıllarının göstermiş olduğu yaygın örneklerin bu bakımdan anlaşılabileceğini düşünüyoruz. Mahir Çayan demiştir ki, “sol Kemalistler var, bunlarla ittifak etmeyi hiç göz ardı etmemeliyiz”. “Aman, Kürt meselesi konusunda da bunları ürkütmeyelim, dikkat edelim” denmiştir, Parti-Cephe’nin sözcüleri tarafından. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu sözcüleri bu konuda daha kendiliğinden bir konumda yer almışlardır. İbrahim Kaypakkaya’nın önderliğindeki Türkiye Komünist Partisi (Marksist-Leninist) ise şunu demiştir, çok kategorik olarak: “Biz kendi gücümüzü teşkil etmeden –bunu birtakım alt ayrımlarla ifade etmiştir– kurtarılmış bölgeler yaratmadan, halk ordusu kurmadan ve partimizi güçlü şekilde inşa etmeden hiçbir kesimle ittifak kuramayız.” Sonra da ittifak kurmayı düşündükleri kesimleri anmıştır TKP(ML). İlginç, Parti-Cephe ve THKO Kemalistlerin sol kanadını, ordudaki Kemalistleri, Doğan Avcıoğlu’nu vb.yi sayarken İbrahim Kaypakkaya da “orta burjuvazinin” demiştir, “ilerici kanatlarıyla biz ittifak kurabiliriz”. Fakat orta burjuvaziden İbrahim Kaypakkaya’nın kastettiği hangi öznelerdir, ilginç olan da odur: Türkiye İşçi Partisi’dir, TKP’dir, Mihri Belli’lerdir. Çok ciddi bir operasyonel ayrım vardır burada. Yani, İbrahim Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu anlayış ve pratik hal tarzı aslında Lenin ve Mao’da başlayan dinamiğin Türkiye özgülünde başarılı bir gerçekleştirilme örneğidir bizce. Yani: “Devrimi biz yaparız, devrim sorumluluğu bize aittir, başka hiçbir kesimin böyle bir sorumluluğunu tanımıyoruz, bizim işimiz kendimizi güçlendirmektir, kendimizi inşa etmektir.” “İnşa etmeden önce de ittifak arayışları bizi onların arkasına takar” demiştir Kaypakkaya. Bu bizce çok önemli bir ayrım, çok ciddi bir ayrım.

Fakat ciddi ayrım üzerinden şunu söylemek lazım; üzerinden geçen 40 yılda, bu çok önemli ve ciddi ayrım, ne yazık ki kendini, Türkiye’de ezilenler bir yana sol ve devrimci kamuoyunun önüne yeterli, güçlü ve kudretli bir şekilde koyamamıştır. Bu da bu işin savunusunu yapan insanların yükümlülüğündedir.

Biz sonuçta şunu diyoruz arkadaşlar: Devrim için soyut, tarihsel misyon arayışları hikayedir, burjuvazinin şu ya da bu kesimlerinin, cumhuriyetçi ya da liberal kesiminin, referandum örneğinde olduğu gibi, ardına takılmakla sonuçlanır. Devrim bizim işimizdir, somut olarak. Bir komünistler örgütünün, ezilenleri kucaklayan ve harekete geçirebilen komünistler örgütünün işidir devrim. Ve devrimin demokratikliği, sosyalistliği geri bir sorunsalın tartışmasıdır. Devrim devrimdir! Sağolun.

Sorular

Konuşmacı 1: Ekim Devrimi’ni konuştuğumuz için özellikle vurgulamak istiyorum. Metin Kayaoğlu tarihsel devrimcilik ve politik devrimcilik ayrımı yaptı. Tabii, bu, bütün sol için belki üzerinde ortaklaşılmış bir ayrım değil. Tarihsel ilerlemeci bakış açısından kopanların başında gelen Bolşevikleri tarihsel ilerlemecilerden ayıran en önemli vurgulardan bir tanesi 1905 Devrimi’nde ortaya çıkıp daha sonra 1917’de de tekrar ortaya çıkan kitle öz örgütlenmeleri, Sovyetler ya da –ne bileyim– İran Devrimi’nde şûralar, İtalya’da konseylerdir. Bunlar hiçbir partinin çağrısını yapmadığı, devrimci kalkışma dönemlerinde ortaya çıkan öz örgütlenmelerdir. Tarihsel ilerlemeciliğin kavramlarından birisi iktidarı almaktır. Burada, tabii, tartışmayı Metin Kayaoğlu ile yapıyorum.

Ben politik devrimcilik yerine proleter devrimcilik demeyi daha uygun bulurum. Proleter devrimcilikte “bütün iktidar Sovyetlere” diye bir kavram var. Tabii, bu uygun anda, Sovyetler adına iktidar isteğinden bağımsız bir kitleciliği vurgulamaya çalışmıyorum. Bolşeviklerin yaptığı gibi, Askeri Devrimci Komiteninki gibi bir durumu kastediyorum. Bugün özellikle ulusalcı solun bir parçasına dönüşen TKP’nin başlangıçta sosyalist iktidar vurgusu vardı. Yani, iktidara yapılan vurgu proleter devrimcilerden önce de vardı. Önceki dönemlerde de iktidarı almak devrimciliğin vurgusuydu ama proleter devrimciliğin buna getirdiği yenilik, kalkışma organlarından daha sonra öz yönetim organlarına dönüşen Sovyetleri burjuva diktatörlülüğünü parçalama ve sönümlenecek bir devleti kurmanın organları olarak görmekten kaynaklanıyor diye düşünüyorum. O bakımdan da, iktidarı alma, tarihsel devrimcilik, politik devrimcilik, proleter devrimcilik ile ilgili Metin Kayaoğlu’ndan konuyu biraz açmasını istiyorum.

Konuşmacı 2: ‘Parti mi Sovyetler mi önemli’ sorusu vardı. Orhan Dilber, “Lenin’in ve Bolşeviklerin her iki cephede mücadelesinde, bu, ayrım noktasıydı” dedi. Günümüzde bu neye denk düşüyor, onu açmasını isteyeceğim. Bir de, devrimcilerle oportünistlerin tutumu ve devrimden sonra kurulacak iktidarla ilgili bir sorum var. Bununla ilgili olarak, diğer devrimlerle Ekim Devrimi’nin ayrılan özellikleri neydi?

Metin Kayaoğlu’ndan da, Marksizmi savunmakla, Marksist çevrelerle neyi kastediyor, onu açmasını rica edeceğim. Marksizmi savunmak diye bizim bildiğimiz şekliyle, örgütlü olmayı anlıyoruz. Örgütlü olmadan Marksizm savunulabilir mi? Ya da Marksist çevreler denen şey nedir?

Leninist parti anlayışında Sovyetlerin, işçi-köylü şuralarının mı, yoksa partinin mi iktidara gelmesi söz konusudur?

Son olarak, 71 kopuşunda üç örgütün birbirinin devamı olduğunu düşünüyorum. Acaba THKO’nun silahlarını Türk ordusuna çevirmesi, THKP/C’nin revizyonistler ve yasalcılardan kopuşla bir partiye dönüşmesi, İbrahim Kaypakkaya… Kısa yaşamlarında yüzlerini dönecekleri bir enternasyonal olmadığı halde, bu şekilde hareket etmeleri, onları birbirlerinin devamı olarak görmeyi gerektirmez mi? Yani onları birbirinden ayrı yere koymak onlara haksızlık yapmak olmuyor mu?

Konuşmacı 3: Benim iki sorum olacak. Bunlardan birisi daha çok Ekim Devrimi ile ilgili. Bunu her iki konuşmacıya da soruyorum. Demokratik devrim, sosyalist devrim, proleter devrim, iktidarı almak sorunları karşısında Troçki nereye oturuyor? Yani tarihsel kavrayış, ilerlemecilik vb… Ama konuşmacılardan ricam bunu şu şekilde yanıtlamamaları: “Troçki zaten şöyleydi, böyleydi, genelde böyle düşünür” gibi değil de, 1905 devrimindeki siyasal tutumu, 1907-12 arasındaki siyasal tutumu ve 1917 Ekim Devrimi’ndeki tutumuyla, sonrasında bunlara yönelik yaklaşımıyla nereye oturuyor? Bunu somutlayalım diye düşünüyorum. Bunu, Troçki’yi, genel bir işçicilik eleştirisi ile harcamamak kaygısıyla sordum. Hataları neredeyse oradan göstermek için sordum.

İkincisi, aslında önceki soru ile paralel bir soru: İbrahim Kaypakkaya’nın TİKKO’su, THKO, THKP/C, bunlar hakikaten farklı mıydı? Ama bunu iki bağlamda, iki ayrı başlıkta sormak istiyorum. Birincisi, yine bu örgütlerin yaptıkları eylemlerin muhtevası birbirinden farklı mıydı, bütün bu farklılıklara rağmen? İkinci olarak da, bu kopuşun en son noktası ve doruk noktası olarak gösterilen ve hakikaten de öyle olan İbrahim Kaypakkaya’nın savunduğu devrim anlayışı Ekim Devrimi’ndeki devrim anlayışı mıydı? Bunu savunuyordu diyebilir miyiz? Bu anlamda da diğerlerini aşarak, “Evet, Ekim Devrimi’ndeki gibi bir devrimi savunan bir anlayışa gelmiştir” diyebilir miyiz?

Konuşmacı 4: Metin Kayaoğlu tarihsel devrimcilik diye bir kavram kullandı ve o dönem kimin iktidara gelmesi gerekiyorsa onu desteklemek gerekir diye konuştu. Ve “eğer feodalizm varsa burjuvazi desteklenmeli” diye ifade etti. Benim merak ettiğim şu: burjuvaziyi bu görevini ne zaman gerçekleştirmiş sayacağız? İkincisi, Türkiye için nasıl düşünebiliriz; yani burjuvazi kendi devrimini gerçekleştirmiş midir, gerçekleştirmemiş midir?

Konuşmacı 5: Ben Orhan Dilber’e ve Metin Kayaoğlu’na birer soru soracağım. Orhan Dilber, 1907-1912 arasında yapılanlarla bire bir örtüşmese de Şubat Devrimi’nden sonraki dönemle, Türkiye’de içinden geçtiğimiz konjonktürde birtakım açılımlar saçılımlar olduğunu ve bir demokrasi mücadelesi olduğunu ifade etti. Biz bunu hangi bağlamda nasıl ele almalıyız, sosyalist devrim – demokratik devrim çerçevesinde? Bunu nasıl istismar edeceğiz? Kendisi bu konuya değindi, ama biraz daha açabilir mi?

Metin Kayaoğlu’na da şunu sormak istiyorum. Wood’un Sınıftan Kaçış kitabından bahsetti ve eleştirdi. Oradan Mao’ya geçti. “Temel çelişki var, burjuvazi ve proletarya arasında… Bir de bunun tezahürü olan siyasal olaylarla ifade edilen baş çelişki var” dedi. “Bu, hiçbir yerde şeffaf bir şekilde, en gelişmiş ülkelerde dahi, gözükmez” dedi. Burada neye varmak istedi? Nesnel derken, bunu, Türkiye’de veya başka bir ülkede bir devrim gerçekleşirken o ülkenin gelişmişlik düzeyine göre mi değerlendirdi? Nesnel durumu anlamak gerekir derken, neyi anlayabiliriz? Bu, demokratik devrim – sosyalist devrim bağlamında bir yere mi oturuyor, yoksa genel anlamda eleştirdiği için mi böyle söyledi? Bunu biraz açarsa iyi olur.

Konuşmacı 6: Ben soru sormak değil de, “Ekim Devrimi, sosyalist devrim mi demokratik devrim mi?” noktasında kendi düşüncelerimi söylemek istiyorum. Fakat üç dakika gibi bir sınır ister istemez sorun yaratıyor. Bu anlamda sabrınızı son saniyenize kadar zorlayacağım.

Demokratik devrim mi sosyalist devrim mi sorusu bence de, Metin Kayaoğlu gibi, geçmişten gelen bir alışkanlığın yansıması. Aslında bu, Ekim Devrimi dersleri üzerinden Ekim Devrimi’nden kaynaklı sorulmaması gereken bir soru. Ekim Devrimi böyle bir yaklaşımı sahiplenmeyi çürüten bir gerçeklik… Dünkü tartışmalarda da söylendiği gibi… Ekim Devrimi’nin sebebi, dünkü tartışmalarda Kürkçü ve Çetin arkadaş Ekim devriminin sebebinin Lenin olduğunu söylediler. Çetin arkadaş eklemeler yaptı ancak yine de Ekim Devrimi’nin sebebi Lenin gibi görülmekte ve algılanmakta. İki Taktik’le sorun oluşturan kısmı da burası. Ekim Devrimi’nin sebebi, Lenin gibi görülmekle birlikte sadece Lenin’de maddeleşen Sovyet kavrayışıydı. Sönen devlet, proleter devlet, proletarya diktatörlüğü kavrayışıydı. Bu kavrayış Ekim Devrimi’ni mümkünleştirdi. Bugün gerçekten de Ekim Devrimi öncesinde İki Taktik’te savunulan düşünceler komünizm davası adına dünyanın her yerinde savunulmakta. Devrimci partilerin programları İki Taktik’e can veren aşamacı perspektiften kaynaklanarak bugün hâlâ demokratik devrim – sosyalist devrim ayrımı üstünden, aşamacı bir perspektif üzerinden komünizm davasının devrim ve devlet sorununa cevap vermeye çalışmakta. Oysa Ekim Devrimi üstünden böyle bir tartışmaya girmek eksik değil, yanlış bizce. Bunu örneklemek istiyorum.

İki Taktik’te Lenin, komün için devrimci komün diyen Menşeviklerin kongresine cevap olarak Fransa’da İç Savaş’ta açımlanan komün için tıntın diyor, içi boş diyor. “Bu, tarihte görevini tamamlamış bir kavram” diyor. “Demokratik devrim ve sosyalist devrimin görevlerini bile kavrayamamış ve bu yüzden yenilmiş bir model” diyor. Bizim için öyle olmaması gereken bir model, diyor Lenin İki Taktik’te. Aynı Lenin, Nisan Konferansı’ndaki bölünmeye yol açan perspektifin sahibi Lenin, Ekim Devrimi’ni mümkünleştiren perspektifi üstünden, Devlet ve Devrim’de ya da sizin dünkü filminizde dendiği gibi “Ekim Devrimi’ni mümkünleştiren ve ilk buhar makinesi olarak adlandırılmasını gerektiren proletarya diktatörlüğü ve sönen devlet kavramı Sovyet kavramının ete kemiğe bürünmüş hali olmasından kaynaklanır” diyor. Siz de öyle dediniz dünkü filminizde.

Bu iki farklılık, bu iki kavrayış bugün hâlâ gerçekliğini koruyor. Bunun sebebi, 1928 Komünist Enternasyonal programıdır. 1928 programı tüm dünya için aşamacı perspektifi, sosyalist devrimci – demokratik devrimci perspektifi dünya komünist hareketi adına çektiği için ve dünya komünist hareketi de komünizmin amaç ve ilkelerini bu programdan öğrendiği için, devrim adına, komünizm adına mücadele edenler hâlâ aşamacı anlayışla “demokratik devrim sosyalist devrim” diyorlar. Teşekkür ederim.

Konuşmacı 7: Ben önce Metin Kayaoğlu’na bir soru soracağım. Sonra da, bunun üzerinden iki konuşmacıya genelleştireceğim bu soruyu.

Metin Kayaoğlu konuşmasında şu kavramlara değindi: tarihsel devrimcilik ve politik devrimcilik. Ben buradan anladığımı şu şekilde ifade edeceğim ve bu şekilde mi kullanmak gerekir bu kavramları, onu soracağım. Bir kere, komünist siyasetten bahsedeceksek, bu kavramı kullanacaksak, “komünist siyaset ancak politik devrimcilik sınırları içerisinde mümkündür” diye bir tespiti doğru görüyor mu, birinci olarak. İkincisi, eğer ki komünist devrimcilik müdahale etmek, dışındaki nesnel koşulları değiştirebilmek, yani ‘ben varım ve bu koşulları değiştireceğim’ demek ise böyle bir şeyin olabilmesi içinse, bunu yapabilecek bir öznenin, bir örgütün, bir partinin olması şarttır. Politik devrimcilik ancak böyle bir örgütle, böyle bir partiyle yapılır sonucuna varabilir miyiz? Eğer öyleyse, böyle bir partinin yer almadığı bir durumda, politik devrimcilik adına hareket edenlerin yapmaları gereken nedir? Çünkü o olmadığı koşulda, eninde sonunda ayrı bir siyaset tarzı izlenmezse, sizin tarihsel devrimcilik diye ifade ettiğiniz (ve bir anlamda da Menşevizm diye ifade edilen) yaklaşım kendini diğer çekim güçlerine, emperyalist odaklara, burjuvazinin farklı kanatlarına yedeklenmek gibi pek çok şekilde kendisini ifade eder diye düşünüyorum. O yüzden, burada aynı şekilde anlaşıyor muyuz diye sormak istiyorum.

Bu soru şu yüzden önemli: Orhan Dilber, “sosyalist devrim – demokratik devrim tartışmalarında bu ikisi aslında bir anlamıyla çok şey ifade etmez, ayrı bir şekilde ifade etmek gerekir, proleter devrim demek gerekir” dedi. Politik devrim diye de ifade ettiğimiz zaman bu ayrımda öznelerin, örgütsel kavrayışların da rolü var mıdır? Yani, aslında bu tartışmayı yapanların, demokratik devrim – sosyalist devrim tartışmasını yapanların bu konuda örgütsel anlayışlarının da bu tartışmaya yansıdığını söylemek mümkün müdür? Aralarında bir ilişki var mıdır? Varsa nasıldır?

Konuşmacı 8: Tarihin ilk dönemlerinden beri, ilkel de olsa komüncü yaşam biçimleri, komüncü yaşam mücadeleleri hep olmuştur, olagelmiştir. Örneğin, Şeyh Bedrettin’in yaşama geçirmeye çalıştığı o komüncü yaşam, Hıristiyanlığın ilk geliştiği dönemdeki köylüler arasındaki o ortakçıl yaşam –bunlar hep komüncü yaşamı inşa etmeye çalışan mücadelelerdir. Şimdi biz 21. yüzyılın insanları olarak onlara dönüp “kusura bakmayın kardeşim, siz avucunuzu yalarsınız, siz 21. yüzyılda yaşasaydınız bizim gibi sosyalist devrim – demokratik devrim tezi üzerinden devrim yapma şansınız olurdu” mu diyeceğiz? Ya da şöyle diyelim: Bütün coğrafyalardaki sosyoekonomik, hatta sosyokültürel düzeylere bakarak ona göre mi bir devrim modeli önermek gerekiyor? Ya da emperyalist yerleşik sistem içinde eşitsiz olarak gelişen, nesnel durumların yarattığı süreçlere bakarak mı belirleyeceğiz? Yani demokratik devrim veya sosyalist devrim olarak mı, yoksa her coğrafyadaki özgün güçlere göre, proleter devrim mi olacak?

Konuşmacı 9: Ben şunu sormak istiyorum konuşmacılara. 71 kopuşunu gerçekleştiren devrimciler neden farklı farklı adreslere yöneldiler? Mesela Çin modeli, Latin Amerika modeli gibi başka başka modellerle örgütsel anlayışlarını şekillendirirken, normalde benzer pratikler içerisinde olmalarına rağmen, hep beraber en azından Kemalizmden kopuş noktasında bir adım atmışken ve devrimci örgütler temelinde bir çığır açıyorken, dönemin parlamenterist akımından kopuyorken, neden bir arada duramadılar? Ortak bir pratikten geldikleri halde… Bunun mevcut uluslararası akımlarla bir alakası yok muydu? Devrimciliği devrimci örgütten bağımsız düşünmüyorsak, devrimi de devrimci parti sorunundan bağımsız düşünmüyorsak, uluslararası örgütlenmelere de baktığımızda, bunun Komintern’in var olmaması ile alakası yok muydu?

Diğer yandan kendi kendine sönümlenecek devlet denilen proletarya diktatörlüğü kendi kendini yok etmemek zorunda. Pekâlâ, bu devrimler niçin yenildi? 1949 devrimi niçin herkese, kendi işçi sınıfına ve köylülüğe yabancı bir şey haline geldi? Bunların bir açıklaması yapılmalı diye düşünüyorum.

Orhan Dilber’e soruyorum: Rus Devrimi ile buradaki devrimin çok alakası vardır, dedi. Bu alakayı biraz daha açarsa sevineceğim.

Konuşmacı 10: Metin Kayaoğlu’na gelen sorulardan birinden, “Ekim Devrimi ile Çin Devrimi arasında fark yok mudur”dan, yola çıkacağım. Yani Ekim Devrimi olmuş, Komintern ve dünya partisi oluşturulmuş. Böyle bir deneyim varken birden Çin’deki, Arnavutluk’taki devrimlere bakan farklı bir devrim anlayışı, farklı bir strateji oluşmaya başlamış. Ben iki konuşmacıya da soracağım bu soruyu. Birden böyle bir şeyin oluşması, Ekim Devrimi’nin hemen arkasından yeni stratejilerin gelişmesinin sebebi nedir? İkinci olarak da Metin Kayaoğlu, burjuva demokrasinin oluşması konusunda, “önce burjuva demokrasisi gerçekleşmeli” gibi konuşmalar yaptı. Komintern’in, “çağımız dünya proleter devrimler çağıdır” demesinden ‘burjuva demokrasisi gerçekleşmiştir ve şimdi de proleter devrimler gerçekleşmelidir’ demesini anlıyorum ben, siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Konuşmacı 11: Benim sorduğum soru önceden biraz açıldı. Devrim, iktidarı almak için yapılır, doğrudur. Buradan bakıldığında Çin Devrimi ile Ekim Devrimi’nin aynı kefeye konulması doğru mudur? Biz Köz olarak “Ekim Devrimi yolumuzu aydınlatıyor” diyoruz, neden “Çin Devrimi yolumuzu aydınlatıyor” demiyoruz? Bunu iki konuşmacıya da soruyorum. Yani sırf iktidar alma perspektifinden bakarak her ikisini de aynı kefeye koymak doğru mudur, bunu sormak istiyorum.

Konuşmacı 12: Ben Orhan Dilber’e soracağım. “Ekim Devrimi sosyalist devrim mi demokratik devrim mi diye seçenek koysalar, ben proleter devrimdir derdim” dedi. Niye “Ekim Devrimi sosyalist devrim ya da demokratik devrim değil de proleter devrimdir” diyor? Bir devrimi demokratik devrim ya da sosyalist devrim yapan şey o devrimin önüne koyduğu görevler midir yoksa başka bir şey mi vardır?

Konuşmacı 13: Ben Metin Kayaoğlu’nun “devrim devrimdir” sözünden yola çıkarak Mahir Çayan’ın bir sözünü okumak istiyorum: “Revizyonistler, Marksizm-Leninizm’in, burjuva diktatörlülüğünün ihtilalle parçalanıp proletarya diktatörlüğüne dönüştürülmesine ilişkin devrim teorisinin emperyalist çağda evrensel geçerliliğini oportünizmle küllemeye çalışmaktadırlar.” Burada sorumu sormak istiyorum. Türkiye Komünist Partisi’nin programına neden aşamalı devrim teorileri yazılmamış da işçi-köylü şûraları yazılmış? 3. Enternasyonal burada bir eksik mi yanlış mı yapmış? Bu soruyu Metin Kayaoğlu’nun açıklamasını istiyorum.

Teori ve Politika‘nın İkinci Tur Konuşması

Sunucu: Şimdi, konuşmacılara yirmişer dakika süre vereceğiz. İlk sözü Metin Kayaoğlu’na veriyorum.

Metin Kayaoğlu: Sağolun arkadaşlar. Çok esaslı bir topluluğun karşısında olduğumu düşünüyorum. Önemsiz hiçbir soruyla karşılaşmadım. Bunlara yeterli yanıtı 20 dakikada verebilir miyim, bilmiyorum. İki saatte verebilir miyim, ondan da emin değilim. Çok ciddi, çok esaslı, ayrıntılandırarak cevaplamam gerekiyor. O yüzden cevaplarım çok yeterli gelmeyebilir; hoşgörün. Bazı cevaplarım bu kürsüde olmaktan kaynaklanan şematik bir istismarcılık olarak gelmesin, onu çaresiz kaldığıma yorun. Peşinen anlaşalım, cevap veremedi, demeyin. Vaktimi dikkatli kullanacağım ve soruları kategorize etmeyeceğim; çünkü o da çok zor, onun üzerinde de çalışmam lazım. Sırayla, notlarımdan cevap vermeye çalışacağım.

Bizim, bu parti örgütü ile proletaryanın öz örgütleri, işçi emekçilerin örgütleri ya da ezilenlerin örgütleri, bir anlamda toplumsal örgütlenmeler arasındaki ayrım konusunda şöyle bir genel kanaatimiz var: 1905’te Rusya’da Sovyetler, Sovyet oluşumu, Rus işçileri, köylüleri ve askerlerinin ortaya koyduğu Sovyetler ortaya çıkmadan önce de devrim mümkündü. Böyle bir şeyi hiç düşünmüyorlardı. Lenin de Sovyetlerin oluşumu karşısında çok şaşırdı. Hatta bu konuda çalışanlar Bolşeviklerin Sovyetlerin ortaya çıkması karşısında şaşa kaldığını ve uzun süre sessizce beklediğini söylerler. Ben katılıyorum, bu değerlendirmeye. Devrimi basitçe, iyi örgütlenmiş, sıkı kadrolara sahip bir parti örgütü yapmaz. Bu konuda Lenin’in çok güzel bir pasajı var, keşke tam olarak ifade edebilsem size. Mealen şöyle, becerebildiğim kadarıyla söyleyeyim: “Bir parti kendini nasıl gerçekleştirebilir? Bir parti örgütü, genel anlayışlar, kadrolar, kitle bağları, sınıfın öncü kesimleri ve sınıfın geniş kesimine egemen olan öncü kesimleri örgütlediği zaman devrimi başarıya ulaştırabilir.”

Biz şunu net bir şekilde söylüyor ve iddia ediyoruz: Bolşevik partisinin “Bütün iktidar Sovyetlere” şiarı, partinin kendisinin Sovyetlere egemen olacağını öngörmeden hiçbir zaman ortaya atılmadı. Her zaman, partinin Sovyetlere hakim olması ön kabulüyle Sovyetler Lenin tarafından bir meşru iktidar aygıtı olarak ön plana çıkarıldı muhataplarına karşı. Lenin veya herhangi bir parti örgütünün, bir komünist parti örgütlenmesi mantığının, gidişatının ne olacağı belli olmayan sınıf örgütlerine kendi iktidarını bağışlaması ve bahşetmesi beklenemez. Bu, Leninist politika anlayışına aykırıdır. Arkadaşlar, biliyorsunuz DSİP’liler var –Marx’ın “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eliyle olacaktır” şiarını istismar etmekle maruf bir ekiptir bunlar–, “parti örgütü olmasın, işçi sınıfı kendi devrimini yapar ne de olsa” anlayışına sahiptirler. Leninizm bunun tamamen karşısındadır. Leninizm’in 1905’te ve 1917 Şubatı’nda salt işçilerin değil, genel olarak ezilenlerin patlamasının kendiliğindenliği karşısında tereddütler yaşadığı tartışmaları vardır ve hiç de yabana atılacak tartışmalar değildir. Biz kısaca şunu söylüyoruz: Temel mesele parti örgütüne ilişkindir ve devrime yönelebilecek ezilen kesimlere parti hakimiyetine ilişkindir. Parti hazırlıklıdır; devrime yıllar boyu her açıdan hazırlanmıştır zihinsel olarak, kadrolar olarak. Eylem pratiklerini gerçekleştirme anlamında bir kültür ve varlık oluşturmuştur.

Proletarya diktatörlüğünün de parti dışında ya da proletaryanın “siyasal düzeydeki yansıması” veya “temsiliyeti” dışında gerçekleşeceği ifadesi naiftir. Nasıl tek tek burjuvalar veya tüm burjuvalar burjuva devletlere doğrudan egemen değillerse… Bir siyasal temsille, siyasal yansımayla, siyasal dolayımla olur egemenlik. İşçi sınıfı iktidarı diye, proletarya diktatörlüğü diye, sosyalizm dönemi diye adlandırdığımız dönemde de işçi sınıfının doğrudan, yani sınıf olarak bizatihi, dolayımsız, iktidarı alması anlayışı naiftir, ve bundan öte yanlıştır bizce. Ve özellikle, deyim yerindeyse, Leninizm öncesidir.

Rosa Luxemburg’un Rus devrimi üzerine bir yazısı var. Kahin gibi öngörülerde bulunuyor Rosa Luxemburg. “Sınıf dinamiğini, Sovyetleri öldürürlerse bunlar çok perişan olurlar” diyor. Ancak biz Rosa Luxemburg’un doğru ve soyut görüşü karşısında Bolşeviklerin hakiki, zorunlu ve yer yer yanlış, eksik yöneliminin tarihen uygun olduğunu düşünüyoruz. Tarafımızı belirtmek anlamında söylüyorum. Tabii ki bu, “sosyalizm deneyimleri ve Ekim Devrimi mükemmeldir, önünde secde edeceğiz” manasına gelmez; ama yol o yoldur demek istiyorum.

Marksizmi savunmak nasıl olur? Örgütlü olarak değil mi? Elbette! Marksist çevreler ne demektir? Biz bu konuda duyarlıyız, bunun bilinmesini isterim. Türkiye’de 1972’den önce, İbrahim Kaypakkaya’dan önce de Marksist düşünceler vardı, fakat politik Marksizm ilk kez İbrahim Kaypakkaya’yla Türkiye’nin gündemine gelmiştir, dedim. Marksizmi genel bir ideolojik akım olarak, bazı Marksist çevreler, kişiler, belki ekipler, grupların somutladığı ama henüz politik-olmayan, politikleşememiş bir akım gibi ele alabiliriz. Şu anda da Türkiye’de buna müsait bir hava var. Özel olarak öne çıkmış, hegemonya mücadelesinde anlamlı mesafeler kat etmiş komünist devrimci örgüt olmadan bu süreçler hep böyle seyreder.

“THKO’nun silahını kendi ordusuna çevirmesi ile ilgili olarak, üç devrimci örgütü birbirinden ayırmak haksızlık değil mi?” babında bir soru geldi. Ona dikkat etmeye çalıştım. Türkiye’de solculuk denen şeyi başka bir şekilde pratize eden üç devrimci örgütün tarihsel hakkını bir an bile gölgeleyici bir ifadede bulunduysam yanlıştır, yanlış yapmışımdır. Böyle bir şey olamaz. Çok önemli bir kopma gerçekleştirdi bu örgütler. Memlekette devrimcilik nasıl olur, ona ilişkin bir şey yaptılar. Bu kopuşu gerçekleştirdiler. Neye karşı? Devrimci olmayan sola karşı devrimci bir solun örneğini verdiler. Ama arkadaşlar, karşımızda bir değil, üç devrimci örgüt var. Bir seçim yapmak durumundayız. Örgütlü olacağız ya, mücadele örgütlü olur, hangisine gideceğiz? Bir seçim yapmak zorundayız. O zaman ayrımlar gündeme geliyor. Burada da neler gündeme gelecek arkadaşlar? Çok basit şeyler var bu konuda.

Bizce İbrahim Kaypakkaya’nın örgütü açık ara öndedir. Biz ona Marksist, ya da daha özel bir ifadeye ‘Marksist devrimci’ diyoruz, diğerlerine ‘Marksist olmayan devrimciler’ diyoruz. THKO’nun pratik devrimciliğinin muhasebesini yapmak haddim değil, ama şunu da biliyoruz arkadaşlar, mahkemede, duruşmalarda Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, “orduya silah çektiler” gibi ifadelerin bulunduğu savcılık iddianamesine ve beyanlarına, “Biz ordumuza silah çekmeyiz” diye itirazda bulunmuşlardır. Bunlar THKO Dava Dosyası’nda aynen geçen anlatımlar. Doğruya doğru, eğriye eğri! Ordu tarafından ele geçirilmişlerdir, ama orduya yönelik karışık düşünceleri vardır. Bunları da bilelim. Pratikte çok önemli devrimcilerdir, ama zihniyet olarak önemli oranda devrimci değiller bizce. O bakımdan, ayrım yapmak zorundayız.

Troçki’nin Rusya devrimi tarihi sürecinde nereye oturduğuyla ilgili soruya gelince: Troçki, Ekim Devrimi’nin, kişiler olarak bahsedersek Lenin’den sonra ikinci şahıs anlamında önderidir. Bu konuda, genel olarak, Troçkizm dışında yer alan sosyalist akımların Troçki sevmezliğini paylaşmadığımızı söylemek lazım. Fakat arkadaş, Troçki’nin işçiciliğini ön plana çıkarmamamızı söyledi. Troçki’nin işçiciliği çok önemli arkadaşlar. Troçki bir anlamda işçi kendiliğindenliği üzerinden yola çıkar. Mesela, bu proleter devrim, sosyalist devrim, demokratik devrim ayrımlarında, devrimci ezilen kesimlerin dinamiklerini değerlendirmek bakımından Troçki çok olumsuz bir noktadadır. Bunu vurgulamak, söylemek lazım ve zorunludur. Örgütlenme mantığı bakımından Troçki’nin pek kıymeti olmadığını da vurgulamak gerekir…

Troçki’nin en özel kıymeti bizce Bolşevik partiye katılmasıdır. Ve oradaki ısrarıdır. Fakat Troçki’nin ne Bolşevik partiye katılmadan önceki tarihini ne de Bolşevik partide çok kötü bir iç mücadeleci olmasının tarihini savunabiliriz. Yapamayız. Troçki ve Troçki’nin yanında mücadele edenlere Stalin’in hakikaten yanlış birtakım operasyonlarını eleştirmekten kaçınmamalıyız. Fakat bunu bir ahlaki, veya etik pozisyondan ya da hakkaniyet pozisyonundan yapamayız, bu zayıf ve eksik kalır. Troçki muktedir olmak zorundaydı. Stalin de, nasıl kendi yolunu çizdiyse, muktedir olmak zorundaydı. Kimseye hesap vermeden “benim yolum doğrudur” dediyse, bunu yapmak, bunun mücadelesini vermek zorundaydı. Bazı hususlarda genel olarak doğruları söyleyen bir aydın pozisyonuna düşmüştür Troçki netice itibarıyla.

Bir de geçerken bir şey söyleyeyim: Çetin arkadaşımızın sürçülisanı olsa gerek, “İbrahim Kaypakkaya’nın TİKKO’su” dedi. TKP(ML)… Bu çok önemli bir ayrım, dikkat edelim. Sadece şöyle bir ampirik husus var: İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşları kongre toplayıncaya kadar TKP(ML)’nin adını kamuoyuna deklare etmeme kararı alıyorlar. Kongre hazırlık sürecine başlıyorlar. Ama o arada TİKKO’yu oluşturuyorlar ve TİKKO adıyla eylemler yapıyorlar. Kamuoyunda yaygın olan bir eğilimi paylaşmak, ve üç devrimci örgüt arasında üçüncüsü sayılırken TİKKO demek TKP(ML)’nin varlığına, İbrahim Kaypakkaya’nın eserine yapılmış büyük bir haksızlıktır. O, Türkiye Komünist Partisi (Marksist-Leninist)’tir; ve titiz, dikkatli ayrımlarla ulaşılmıştır bu ada.

Bunlar farklı mıydı ve bu örgütlerin eylemlerinin muhtevası farklı mıydı? Soyut akıl yürütmekten uzak duralım. Basit bir kıyaslama yaparsak, TKP(ML), arkadaşlar, somut, pratik devrimcilik bakımından THKO’dan da, Parti Cephe’den de geridedir. Fakat toplam varlığı itibarıyla iki örgütten fersah fersah ileride devrimcidir.

Şimdi, İbrahim Kaypakkaya’nın savunduğu devrim anlayışının Ekim Devrimi’nin devrim anlayışı olup olmadığı sorusu… Şöyle değerlendiriyoruz biz, ifade etmeye çalıştığım ayrım bağlamında: Ekim Devrimi ya da Çin Devrimi gibi kategorik bir ayrım yapmıyoruz. Burada elbette, “sosyalist devrim ya da demokratik devrim değil proleter devrim” demek işi zorlaştırır. Biz onun uygun olmadığını düşünüyoruz. “Proleter devrim” ifadesi, elbette Çin Devrimi’ni göremez, görürse de çok dolayımlı görür.

Biz, iki devrimin de politik devrimci nitelikteki devrimler olduğunu ve komünistlerin önderliğinde gerçekleşen devrimler olduğunu kabul ediyoruz. Komünistlerin önderliğinde gerçekleşen devrimler işçi sınıfının zayıf olduğu, olmadığı ve toplumun pirüpak, esaslı sınıfı olduğu bütün ülkelerde proleter devrim, sosyalist devrim veya demokratik devrim olarak değil, komünistlerin önderliğindeki devrim olarak gerçekleşir. O bakımdan İbrahim Kaypakkaya, Ekim Devrimi ve Çin Devrimi’nin anlayışının birlikte Türkiye’deki ilk özgül örneğidir.

Tarihsel devrimcilik – politik devrimcilik olarak ifade etmeye çalıştığım ayrımda bir küçük yanlış anlaşılma olduğunu, üç arkadaşın sorusundan anladım. Biz, tarihsel devrimcilik anlayışını reddediyoruz. İfade etmeye çalıştım, belki zayıf ifade ettim veya yeterli ifade edemedim. Burjuvazi desteklenmeli demiyoruz biz, zinhar! Tam tersi olmalı, diyoruz.

Bir arkadaşın Şeyh Bedreddinler ile ilgili sorusu da muhtemelen aynı hususla ilgiliydi. “Siz avucunuzu yalarsınız” diyenler tarihsel devrimcilerdir. “Köleler mücadele eder ama nafile. N’apalım, kalbimiz onlardan yana ama, ah bu kafa yok mu, bu kafa; onların mücadelesinin başarısız olacağının mukadder olduğunu söylüyor bize” yaklaşımıdır, tarihsel devrimci yaklaşım. Biz diyoruz ki, her zaman onların yanında olmak gerekiyordu. Kölelerin, serflerin, bütün ezilenlerin mücadelesinin yanında olmak gerekiyordu. Zaten, diyoruz biz, aslında kapitalizmde işçi sınıfının mücadelesi de kategorik olarak aynı türden bir mücadeledir. “Onlar yenilmeye mahkûmdu, işçiler de kazanmaya mahkûmdur” anlayışı tarihsel ilerlemeci bir anlayıştır. Tam da tarihsel devrimcilik sınıfına girer ve biz bunu reddediyoruz.

Türkiye’de burjuva devrimi oldu mu? Bu soruya cevap vermeden önce şunu söyleyeyim. Türkiye devrimci hareketi önemli bir çözülme yaşıyor. Çözülmenin zihni karşılıklarından biri, Türkiye Cumhuriyeti’nin 2000’lerin ilk yıllarından itibaren Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesindeki ve “askeri vesayeti” sonlandırıcı yönelimlerinin burjuva demokratik devrimini tamamlamak konusunda esaslı adımlar olduğu, dolayısıyla faşist veya oligarşik diktatörlüğün çözüldüğü ve silahlı mücadeleye, şiddet politikasına gerek ve ihtiyaç kalmadığı yolunda bir görüşün yavaş yavaş yaklaşık 40 yıldır mücadele yürüten devrimci çevrelere esaslı bir şekilde sirayet etmesidir. Bu, endişe vericidir. O bakımdan, bizim meselemiz, burjuva demokratik devriminin tamamlanıp tamamlanmadığı değil. Eğer bir ülkede genel olarak burjuva demokratik denebilecek bir rejim geçerliyse, bu, egemenlerin, ezilenleri devrim yapamayacak hale getirmiş olduklarına ilişkin garanti duygularının kanıtıdır.

Wood’un eleştirisinin nesnel bir karşılığı var, fakat o çok karışık, etraflı bir şey. Lenin, Mao ve Türkiye’deki devrimciler aslında Wood’un eleştirisinden zihniyet olarak tam kopmuş değiller bizce. Pratiklerinde, ve yer yer de teorik olarak kopmuşlardır, fakat bunu bütünlememişlerdir. Biz, o zihniyetten kurtulmak lazım, diyoruz.

“Baş çelişki her yerde vardır” derken şunu demek istiyoruz: mücadele hiçbir yerde çıplak olarak burjuvazi ile proletarya arasında olmaz. Dünyanın en gelişkin memleketlerinde de birtakım özgüllükler ve politik çelişkiler üzerinden yürür, devrim mücadelesi.

Parti yokluğunda, politik devrimcilik adına hareket edenlerin ne yapması gerekir? Onun cevabı bizim şu anda izlediğimiz hareket tarzıdır. Böyle bir cevap verebilirim.

Bahsettiğimiz devrim anlayışı, arkadaşlar, dünyanın geri bölgelerine, üçüncü dünya ülkelerine, proletaryanın gelişmiş olmadığı bölgelere değil, bütün dünyaya uygulanabilecek devrim anlayışıdır. Dünyanın her yerinde politik devrim! ‘Kendilerine dolaysız sınıfsal karşılık aramayan Marksistlerin önderliğindeki devrimler mümkündür’, anlayışından yola çıkarak, bu anlayışın geçerli olduğu görüşündeyiz.

Bu devrimler niçin yenildi? Çok ağır bir soru. Buna bir cevabımız var, ama şimdi bunu yapamayacağım. Teşekkür ederim arkadaşlar.

Sunucu: Şimdi sözü Orhan Dilber’e veriyoruz.

KöZ‘ün İkinci Tur Konuşması

Orhan Dilber: İşin doğrusu, Metin’in de ilk söylediği gibi, gelen soruların her birisi ayrı ayrı üzerinde durulması gereken sorular. Birine başlayınca ötekine haksızlık olacak. Ben son konuşmayı yaptığım için toparlayıcı bir rol oynamak istiyorum. Sanıyorum, gelen soruların tamamını ilk soruyu soran arkadaşın sorduğu üç başlık arasında toplayabiliriz. Yani, ‘oportünizm ile devrimcilik ve devrim arasındaki ilişki’, ‘diğer devrimlerle Ekim Devrimi arasındaki farklar’ ve ‘71 kopuşu ile ilgili sorular’ diye üç kategoride toplayabiliriz. Bir de bu üç kategorinin dışında kalan somut bazı sorular var. Mesela, Troçki burada nerede duruyordu, Kaypakkaya Ekim Devrimi’nin geleneğini mi savunuyordu? Ve buna benzer ayırt edilebilecek sorular. Ben bu üç kategoriye giren soruların hepsini bir başlık altında cevaplamaya çalışacağım. Her birisi aynı sorular olmasa da en azından bu başlıklar altında bir şeyler söylemeye çalışacağım, bir de tek tek bazı özel sorulara değineceğim.

Bütün panel boyunca dikkatimi çeken ve bütün problemlerin, sadece burada paneldeki değil, başka yerdeki problemlerin de arkasında yatan esaslı bir sorun var diye düşünüyorum. Genel yanıtlarımı o konuyu açarak vereceğim. Bir kere, devrim derken neyi kastettiğimizden emin değiliz. Birbirinden muhtelif biçimlerde, muhtelif vesilelerle ayrılanların da bu ayrımı yapmadığı kanaatindeyim.

Bizim açımızdan şöyle bir kavram var, daha geniş ve kapsayıcı olan. Yani, insanlığın kurtuluşu, sınıfların ortadan kalkması görevi ile tarif edilen bir devrimci sorun var. Buna, daha 1. Enternasyonal’den itibaren “insanlığın kurtuluşu proletaryanın eseri olacaktır” diye yanıt verilmiş. Bizim bugün tartıştığımız İki Taktik veya Nisan Tezleri bağlamında konuştuğumuz konunun bununla hiçbir alakası yok. Bazıları bunu yanlış anlıyorlar ya da yanlış yerden tuttukları için “devrim, kitlelerin eseri olacaktır” diyorlar.

Devrim, kitlelerin eseri hiçbir zaman olmadı ve olmayacaktır. Bir kere bunun altını çizmemiz lazım. Nitekim, 7 Kasım’da gerçekleşen bir olayın yıldönümü vesilesiyle konuşuyoruz. Bunun insanlığın kurtuluşu ile hiçbir alakası yok. Bu, doğrudan doğruya insanlığın kurtuluşu için yapılmış bir eylem değil. Kitlelerin eseri de değil. Öyle de olması gerekmiyor. Bu, ne 7 Kasım’daki eylemin insanlığın kurtuluşu yolundaki önemini ve anlamını ortadan kaldırır ne de “insanlığın kurtuluşu proletaryanın kendi eseri olacaktır” saptamasının doğruluğunu tartışma konusu yapar. Burada, ayrı bir konu var. İnsanlığın kurtuluşu eylemini proletaryanın kendi kendine yapabilmesi için önce yapılması gereken bir iş var. 7 Kasım’da olan şey odur. Ya da 18 Mart 1871’de, Paris’te olan da odur. Yani, iktidar sorunu.

Metin’in son konuşmasında vurguladığı gibi, 71 devrimcileri dediklerimiz niye devrimcidir? Şubat ile Ekim arasındaki dönem gibi bir dönemle karşı karşıya kalsak bu örgütler iktidarı ele geçirmek ve devlet aygıtını, burjuvazinin devlet aygıtını parçalamak için ilk öne atılacak akımları ifade ederler. İbrahim Kaypakkaya’nınki başta gelir vb., Bu başkadır. Bu manada devrimcidirler. Blankistler, öteden beri, çıkışlarından itibaren öyleydiler ve sonuncu denemelerinde, netice itibariyle, bunu yaptılar. Bir, buna devrimcilik diyoruz, burada olan şey de devrimci. Bir de olamayanlar var. Ama bahsettiğimiz daha uzun sürece yayılan bir başka şey var. İşte, Sovyetlerin rolü ve önemi, işçilerin kendilerini kurtarma eylemi… Bu ayrı bir konu. Buna da devrim demek yanlış değildir. Ama zamana yayılmış, çok daha karmaşık ve kapsamlı bir olay olarak kitlelerin doğrudan doğruya içinde olması gereken şey budur. Ama bunun gerçekleşebilmesi için önce hiç tereddüt etmeksizin burjuva devlet aygıtına taarruz etmek, onu ele geçirmek ve parçalamak ayrı bir iştir. 7 Kasım’ın yıldönümü bağlamında konuştuğumuz bu konu bu anlamda bir devrimdir. İki Taktik ve Nisan Tezleri çerçevesinde tartışılanlar da bu hadiseye ilişkin sorunlardır.

Ekonomi nasıl idare edilecek, hangi tedbirler alınacak, sonra hangilerinden vazgeçilip nereye gidilecek? Bunlar, geçiş döneminin sorunları diye ayırt edebileceğimiz, yine devrim bağlamında tarif etmemiz icap eden bir şeydir ama demokratik devrim – sosyalist devrim konusuyla ilgili olan da burasıdır. Yani, Rusya’ya demokratik devrim mi lazım ya da Türkiye’de “milli demokratik devrim yapmak lazım” tartışması ayrı bir tartışmadır, “iktidar sorunu kendini gösterdiğinde ne yapmak lazım?” konusu ayrı bir sorundur. Bu ikisini birbirinden ayırt etmezsek soruların birçoğunda da gündemimize giren problemleri anlamamız güçleşir. Birincisi, devrimcilik derken dar anlamda Bolşeviklerinki gibi, ya da Blankistlerinki gibi, yahut 1949’da Çin Komünist Partisi’ninki gibi veyahut Küba’daki gibi bir devrimcilikten bahsedebiliriz.

İktidar sorunu gündeme geldiğinde, tereddüt etmeksizin iktidara el koymak üzere, kimseye sormadan, kimseden icazet almadan harekete geçen bir iradeye ihtiyaç vardır. 71 kopuşunu temsil eden örgütlerin üçü de bu anlamda devrimcidir. Onlar böyle bir sorunla yüz yüze kaldıklarında, iktidar sorunuyla yüz yüze kaldıklarında ne yapacaklarını bilemeyiz. Ama ne yapmayacaklarını biliyoruz. Onun için devrimcidirler. Tereddüt etmeyeceklerdir.

Metin, konuşmasının içinde şöyle dedi: Lenin “ne zaman sosyalist devrime dair işler yaptık, ne zamana kadar demokratik devrim çerçevesinde kaldık?” diyor. Biz olsaydık nerede kalırdık, nereye giderdik, bunu bilemeyiz ama bu ayrı bir konudur. Bunu karıştırdığımız zaman işin içinden çıkamayız.

Bağıra çağıra “biz aslında toprak reformu vs. demokratik bir cumhuriyet ve toprak devrimi gerçekleştireceğiz” diye yola çıkmış bir parti, reformist bir tutum benimseyebilir, yani iktidar karşısında tereddütlü ve bunu başkalarına havale eden bir tutum alabilir. Aynı programı benimseyen bir başka parti de imkanları kısıtlı, umutsuz ve çaresiz bile olsa, bu iktidar sorunu karşısında tereddüt etmez. 1917’de Bolşevik partide, Lenin’in, “Biz bunun için yola çıktık, ‘başaramayız ya da başarırız’ demeye hakkımız yok. Ortada bir iktidar sorunu var ve iktidara talip bir parti vardır” diye konuşması burada yatar. Öyle bir parti yok deniliyor, “var!” diyor. Kendi arkadaşları diyor ki; “ya, nereden çıkarttın, erkendir, imkan yok, şöyledir böyledir…”. Lenin onlara, “Bunu tartışamayız, biz bu iddiayla çıktık, biz bunu tarif eden bir partiyiz. Sorun gündeme geldiğinde bundan kaçamayız, sorumluluk bizim omzumuza düşer ve o sorumluluğunu taşırız” diyor. Sonra, bu nereye gidecek, nasıl gidecek, nasıl bir yön alacak? İşte, bunlar esasen devrimci partilerin farklarını belirtir.

Bir konuşmacı arkadaş, ‘28 programına gönderme yaptı. Çin Komünist Partisi iktidarı aldığı zaman bu programa bağlıydı arkadaşlar. Lamı cimi yok. “Biz şöyle devrim yapacağız” dediler. Ama orada durmadılar. Programların durduğu yerde durmadılar, hemen bunun ötesine geçtiler. İkinci bir devrime adım attılar. Bu bakımdan Çin Devrimi önemlidir. Başka bir devrimci parti olsaydı, ne yapardı, ne kadar giderdi, nerede dururdu, onu bilemeyiz. Ama bu konuda, devrimci bir tutumla, öyle olmayanı ayırt etmenin ölçüsünü dar anlamda böyle tartışmak zorundayız ve eğer söz konusu olan 7 Kasım’la ilgili bir tartışma ise burada durmamız lazım.

Şimdi, genel olarak, devrimcilik, Metin’in “tarihsel devrimcilik”, “politik devrimcilik” diye tarif ettiği şey, doğrusu, bu başka bir konudur. Asıl demokratik devrim – sosyalist devrim ayrımı, ‘ülkelerin sosyoekonomik gelişme düzeylerine göre şimdi siyasi görev kimindir, kimin görevi değildir’ gibi ayrımlar bu bağlamda gelir ve bunları birbirinden ayırt etmeden, yani iktidara ilişkin tutum konusu veya orada ne yapılacak, nasıl yapılacak konusunu ayırt etmeden bakarsak işin içinden çıkamayız.

Bütün bu tartışmalar içerisinde Troçki’nin nerede durduğu konusuna geldiğimizde… Troçki iki bakımdan hatalı bir yerde durur. Bütün Rus Devrimi’nin tarihçesinde iki yerde de yanlış yapmıştır. Birincisi, 1905’te iktidar sorununu tartışmadan “asıl önemli olan Sovyet’tir” diyerek bunun üzerinde durmasıdır. Devrimle ilgili en ufak bir tasavvuru yoktur. Çarlık nasıl yıkılacak, iktidar nasıl alınacak..? Buna ilişkin ne bir hazırlığı ne bir planı var. İktidara yönelik bir tutumu yoktur. Sanki Sovyetler iktidar olmuş ve sosyalist topluma doğru gidişin ilk adımlarını atmaya başlamışız gibi konuşur. Troçki için olduğu gibi, başkaları için de bu böyledir. Asıl önemli olan Sovyet’tir, dediğinizde soyut bir mecrada hareket edersiniz. Yani, böyle bir yürüyüşün önünün açılması için olmazsa olmaz koşulun siyasi iktidarın alınması ve burjuva devletinin parçalanması olduğu konusunu atlarsak tıpkı ütopyacıların kağıt üzerinde yaptıkları gibi gelecek hakkında pembe düşler kurmanın pratik bir tarzını, pratik bir versiyonunu uygularız. Bir an için Paris Komünü gibi, ya da 1905’te, 1917 Şubat’taki Sovyetler dönemindeki gibi, “hah, şimdi biz aldık iktidarı, şimdi birtakım tedbirler almaya başlayacağız” dersiniz. İşte, kaldırımların nasıl düzenleneceğinden bilmem neye kadar her şeyi tartışabilirsiniz orada. Bir tek şey unutmuşsunuzdur, devrim meselesi! Blankistlerin unutmadığı, Bolşeviklerin önemle üzerinde durduğu asıl sorun oradadır. Böyle bir devrimcilik…

Bu manada, 71 kopuşunu oluşturan partilerin, örgütlerin üçü de bu maksatla yola çıkmışlardır, diğerlerinden burada ayrılmışlardır. Savunmada söyledikleri de önemli değildir. Bunu en çok söyleyenler Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu ilk kuranlardır. “Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu biz Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yardımcı olmak için kurduk” dememişlerdir, “onun yapamayacağı şeyi biz yapacağız” diye THKO’yu kurmuşlardır. Sonradan niçin yarı yolda takılıp kaldılar? Bunun bir cevabı da, Metin’in ilk konuşmasında söylediği şu şeyde yatıyor. İşte, Lenin de, Mao da aslında devrim meselesini kavradıkları halde uzunca bir süre mazeretçi bir tutum gösterdiler diyor. Halbuki, o mazeretçi tutum diye tarif edilen şey öyle değildir. Bunlar bir partinin içindeler, parti kadrolarının kavramlarıyla, bunların diliyle konuşmak mecburiyetindeler. Bu manada, mesela, ilk başta Metin’in Wood hakkında söylediklerine baktığımızda, doğrudur. Ama mesela, bizim burada bu salonda Wood ile ilgili soruları olan kimse yok, bundan burada bahsetmek yerine bunların ilgilendirdiği terimlerle konuşmak icap eder. Mao’nun veya Lenin’in son dakikaya kadar bazı eski formülasyonları tekrar etmekte kalmaları, tereddütten ileri gelmez, başka türlü bir kaygıdan ileri gelir. Daha önemlisi mesela –Metin son konuşmasının sonuna doğru gelirken söyledi– bugünkü meseleler, bunlar mesela önemli. Demokratik cumhuriyet meselesi var, kurucu meclis var, anayasa tartışmaları var. Bunların doktrin ile ne ilgisi var? Bunların 7 Kasım’da olan devrim gibi bir devrimle çok ilgisi var.

Bugün bizi ilgilendiren nedir, bize lazım olan nedir? “Demokratik açılımlar”ın o zamanki gerici reformlarla vs. ilişkileri ve bağlantıları nedir, burada Bolşeviklerin deneyimleri nasıl kullanılır?

Bugün, hükümet bir pazarlık yürütmeye çalışıyor Kürtlerle. Yerel yönetimlerde özerklik, anadil meselesi, bir genel af meselesi… Bunlar tartışma konusu yapılıyor, pazarlık konusu yapılıyor. Buna bakarak, “AKP bunları yapmaya eğilimli, AKP’yi destekleyelim, bu bize yetmez ama bunları da reddetmek mümkün değildir, bunlarda anlaşalım” dediğinizde, devrim sorununu kenara koymuş olursunuz. Bu konuda besbelli ki, BDP’yi “Ya, böyle yapmayın, böyle yaparsanız reformist olursunuz” diye de eleştirip tartışmaya gerek yok. Buna rağmen, diyelim ki bu süreçte başka türlü bir gelişme oldu ve iktidar sorunu küt diye önümüze oturdu; o zaman biz biliyoruz ve iddia ediyoruz ki bu iktidara talip olmayacak ve biz de onun yerini tutmayacağız. Ama biz “gelmez öyle bir durum” demiyoruz. “Madem biz hazır değiliz, o halde zaten devrim de olmaz” da demiyoruz. Olur. Bu kitabı çıkarttığımız zaman, “Bu deprem, Rusya’da 1917 Şubat’ında olan gibi bir şeye gebedir” demiştik. Ya da Lenin’in dediği gibi, Drefyus gibi bir sorun bile iktidar sorununu küt diye önümüze koyar. Burada önemli olan nedir? “Biz bu iktidarı almaya talibiz” diyen bir parti lazım. Bu, her an, özellikle bugün Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu süreçte, gündemde olan bir sorundur ve her an “devrimci bir partiye ihtiyaç vardır” lafını tekrar etmemiz lazım.

Bu devrimci parti ne yapacak? Demokratik devrim mi yapacak, sosyalist devrim mi yapacak? Hayır. Bu devrimci parti, bu iktidar sorununa cevap getirmek için lazımdır. Nereden Başlamalı’da tarif edilen parti o partidir. Hangi reformları yapacak, hangi adımlardan başlayacak, nasıl yürüyecek…? Buna dair en ufak bir şey yoktur orada. Blanqui’nin kurduğu örgüt de öyle bir örgüttür. İleriye dair en ufak perspektifi, fikri yoktur. “Biz iktidar sorununda devrimci bir tutum almaya hazırlanan bir örgütüz, buna ihtiyaç vardır” der. Çoğu yerde, Bolşevikler başta olmak üzere ve de hiç Bolşevik olmayan, programları bununla alakalı olmayan birçok devrimci örgüt olmuştur ve daha da olmaya devam edecektir. Ondan sonrası ayrı bir konu.

Devrimciliği iktidarın alınması ve burjuva devlet aygıtının parçalanmasından sonra da sürdürmeyi başarabilecek bir parti lazımdır ki işçi sınıfının kendi kendini kurtarma eylemine önderlik edebilsin. Bu devrimle iktidarın alınmasından sonra iktidarın korunması ve bu yürüyüşün devletin tamamen yok oluşuna kadar sürdürülmesini sağlamak için, aynı tarzda, gene kitlelere bağlı kalmadan, gene kendi inisiyatifi ve iradesiyle yürümeye devam edecek devrimci partiye her zaman ihtiyaç olacaktır. Devrimci partiye ihtiyaç olmayacak tek nokta, zaten iktidar ve devlet sorununun gündemden kalkacağı durumdur. Zaman konusu yüzünden burada bağlamak istiyorum. Oradan bugüne ne gibi bağlantı var, onu artık sizin tahayyülünüze bırakıyorum.

Sunucu: Teşekkür ediyoruz, Ekim Devrimi 2010 Etkinliği’nin ikinci paneli olan bu panel burada bitti. Hem konuşmacılarımıza, Metin Kayaoğlu ve Orhan Dilber’e, hem de burada bulunan herkese teşekkür ediyoruz. Bu etkinlikler önümüzdeki yıllarda da sürecek. Biz, devrime önderlik edecek bir parti yaratma hedefinde olan komünistler olarak, Ekim Devrimi’ni politik pusulamız olarak görmeye devam ettikçe bu tartışmaları sürdüreceğiz. Herkese iyi akşamlar diliyorum.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar