Ana SayfaArşivSayı 35-36Marksist Çağrı ve Ezilenler

Marksist Çağrı ve Ezilenler

Ali Avcı

Birinci Enternasyonal’de işçi sınıfının devrimci rolüne ısrarla dikkat çeken Marx ile işçilerin ezilenler arasındaki en az devrimci grup olduğunu öne sürüp aslen diğer ezilenlerin devrimci potansiyelini vurgulayan Bakunin arasında yaşanan tartışma, günümüz konjonktüründe “Dünyanın bütün işçileri ve ezilenler birleşin!” diyerek işçi sınıfının politik olarak ayrıcalıklı bir konumu olduğu yaklaşımını net bir şekilde reddeden bir Marksistin yüzleşmesi gereken bir tartışmadır. Bu Marksistin, “Ezilenler birleşin!” demesine rağmen neden Bakunin’e karşı Marx’ta ısrar ettiğini, veya bir başka deyişle neden tek başına “Ezilenler birleşin!” demeyip yanı sıra hala “işçiler birleşin!” de dediğini ortaya koyması gerekir.

İşçilerin ezilenler içinde politik düzeyde ayrıcalıklı bir yeri olduğunda ısrar eden bir Marksistin ise, en az o kadar, işçici Kautsky ile ‘anarşist’ Lenin arasında gerçekleşen tartışmalarla yüzleşmesi gerekmektedir.

Yukarıdaki ‘Marksist’ ifadesi, ‘devrimci olmadan Marksist olunamaz ama Marksist olmayan devrimcilikler de mevcuttur’ yaklaşımından hareketle, Marksistin zorunlu olarak devrimci olduğu veri alınarak kullanılmıştır ve ancak bu şekilde anlamlıdır. Dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz yüzleşmenin devlet güçlerine karşı devrimci bir mücadeleyi işçileri, köylüleri, ezilenleri, kitleleri, halkı veya bir başka şeyi öne çıkararak verenler, yani devrimci olanlar için elzem olduğu ortadadır. Devleti karşılarına almayanlar ise işçi sınıfını veya ezilenleri vb. öne çıkararak bir tür reformist işçicilik veya sivil toplumculuk vb. üretmektedir. Onlarla ilişki daha ilk ayrımda, devrimcilik-reformculuk ayrımında kesilmektedir.

Söz konusu olan ezilenler, işçiler, halk, kitleler olunca, yani pratik-politika ile yakından bağlantılı bir konu ele alınıyorsa, devrimci olup olmamanın ötesinde, söyleyiş ile eyleyiş arasındaki çizgiyi başka düzlemlerde de çeken farka dikkat etmek zorunlu bir hal almaktadır. İlk ve her aşamada asla unutulmaması gereken şey pratik-politik bir hareketin ezilenlerle ne tür bir ilişki kurduğu konusunda belirleyici olanın söyleyişi değil eyleyişi olduğudur.[1] Pratik-politik hareketlerin söyleyişleriyle eyleyişleri arasında ciddi uyuşmazlıklar olabilir ve bu, Marksist hareketler söz konusu olunca hiç de az rastlanan bir durum değildir.

Marksizm içinde ‘işçilerin politik bir ayrıcalığının bulunduğu’ anlayışı hakimiyetini geçmişten bugüne –çeşitli biçimler almakla birlikte– sürdürmektedir. Dolayısıyla pratik varlığı itibarıyla böyle davranmadığı halde birçok Marksist hareketin, söyleyişinde işçilere ayrıcalıklı bir yer atfettiği görülür.

Bundan hareketle şöyle bir saptama yapmak mümkündür: Birçok Marksist hareket devrimciliğine aykırı bir tür ‘Marksist’ teorik yaklaşımla beraber yaşamakta, politik besinini günbegün yaşanan pratiğine, pratiğinin hayat bulduğu konjonktüre aykırı bir şekilde işçici teorilerden alabilmektedir.

Dolayısıyla ısrarla tekrarlanmalıdır: Devrimciliğe aykırı bir ‘Marksist’ teori! Ve ardından açıkyüreklilikle saptanmalıdır: ‘Politik ayrıcalıklara sahip işçiler’ savunusu bir tür reformizmle neredeyse zorunlu olarak buluşmaktadır!

Bu nedenledir ki, devrimci ama aynı zamanda işçici olan Marksist hareketler sık sık devlete karşı devrimci kalkışmanın tarafında devrimcilikleri gereği yer alırlarken işçiciliklerini rafa kaldırmak durumunda kalmaktadırlar, yani devrimcilikleri gereği işçicilikleriyle sürekli bir gerilim içinde yaşamaya mahkumdurlar. İşçi sınıfına politikada ayrıcalıklı bir konum vermenin, Marksist hareketlerin –en azından teoride– neredeyse ortak bir yaklaşımı olduğunu düşününce bu gerilimin ne kadar geniş bir çevre tarafından yaşandığı rahatça görülebilir. Ancak yaptığımız bu saptama, bir tür ayrımları silme sonucunu doğurmamalıdır, çünkü gerilimin yaşanma biçimi, yoğunluğu eyleyişte kendini gösteren farklarla yakından bağlantılı olarak değişmektedir. Mesela Türkiye’deki sol açısından düşünülünce, işçici Sosyalizm İçin Kızıl Bayrak’ın halkçı Özgür Gelecek Yolunda İşçi-Köylü’ye oranla bu gerilimi çok daha ağır yaşadığı görülebilir. Kızıl Bayrak’ın işçi ısrarını, aslında benzer bir sınıfçılıktan genel hatlarıyla malül olmakla birlikte İşçi-Köylü‘nün ‘halk’ vurgusunda bulamayız. Dolayısıyla işçi sınıfının yer almadığı pratik-politik gelişmeler İşçi-Köylü için Kızıl Bayrak kadar sorun teşkil etmez.

Özetle; yaşayan bir varlık olarak Marksizm, kurucu Marksistlerden bu yana, bünyesinde barındırdığı güçlü işçi sınıfı vurgusu nedeniyle, devletin karşısında konumlanan diğer devrimcilerin, ezilenlerin hangi kesiminin tarihin dönüştürücü gücü olduğu yönündeki ısrarlı eleştirilerine maruz kaldı. Aynı zamanda, kendi içinde de, ‘işçi sınıfı’ temelli, ezilenlerle ne tür bir ilişki kurulması gerektiği hakkında bitmek bilmeyen bir tartışmayı yürüttü, yürütüyor.

***

Yoksa Marksizm teoriden gelen bir dezavantajı mı yaşıyor? Bilim, felsefe ve politika sacayağından oluşan bütünsel bir oluşum olarak Marksizm, sınıf analizleri, sınıf çatışmaları, bunlara bağlı olarak yaşanan toplumsal değişimler üzerine kurucu Marksistler başta olmak üzere ardı sıra devam eden bilimsel çalışmalarla çoğalan geniş bir literatür sahibi olmanın politik arenada yarattığı bir tür ‘ihtiyatlılık’ı aşma sorunuyla mı uğraşıyor?

Ütopyacılığa karşı amansız bir mücadeleye girişen, bilimin savunucusu olan kurucu Marksistlerin hiddeti, Annekov’un aktarımıyla Marx’ın 1840’larda yapılan bir toplantıda Wilhelm Weitling’in ütopyacılığına karşı sergilediği hiddet; “Makul argümanlar göstermeden işçileri heyecanlandırmak onları kandırmaktan başka bir şey değildir. Fantastik umutlar uyandırmak ancak felakete götürür, kurtuluşa değil”[2] deyişi bizi ‘ihtiyatsızlar’ı uyarmaya sevk ederken, aynı zamanda devrimciliği nasıl sürdüreceğimiz sorusuyla baş başa bırakmıyor mu? Sırtımızdaki küfe (yani teori) pratiği öyle umarsızca dile getirmemizin önüne mi geçiyor? Teori bizi biçare mi bırakıyor?

Gerçekten de Bakunin’in, teoriyi ‘fantastik umutlar’ı felce uğratarak devrimci pratiği kötürüm bırakan bir ‘metafizik’ olarak tanımlarken[3] pratikten aldığı güç karşısında konjonktürde öne sürülen teorik bir argüman ne kadar da biçare kalacaktır![4]

Aslında Marx sadece ‘ihtiyatlılık’ önermemiştir. ‘Fantastik umutlar’ besleyen Paris komünarlarını destekleyen Marx, bir başka Marx’tır ya da konjonktürde konuşan Marx’tır. Paris Komünü’ne Enternasyonal adına seslenen Marx, bırakalım ihtiyatlılık çağrısı yapmayı, aksine ‘fantastik umutlar’ uyandırmaktadır, devrimci pratiğe kendini boylu boyunca teslim etmiştir. Paris Komünü’nü coşkulu savunusu ona ‘kızıl terörist doktor’ ünvanını kazandırmıştır.[5]

Paris Komünü ile birlikte Marx kendisini Enternasyonal’de bir süredir sergilediğinden farklı, yeni bir politik konum alma durumunda hissetmiştir. Paris Komünü ve onun yanında yer alma tutumu alan Marx ile Engels’in pratiği, Lenin’e öngelen, Marksizmin politika ayağının oluşması sürecindeki önemli bir dev adım olarak nitelendirilebilir.

Eğer Marksizm ‘akılla ve akıllı devrim olamayacağını’ öğretmişse, ki öğretmiştir, o zaman pratikte ‘fantastik umutları’ uyandırmış, Althusser’in dikkat çektiği üzere üç büyük tektanrılı dininkine benzer bir etki yaratmış, adeta yeni bir din haline gelerek milyonları peşinden sürüklemiştir!

***

Ezilmeyen tek bir Marksist bile yoktur, çünkü Marksistler, Marksist oldukları için, yani işçi, köylü, kadın vb. olmalarının ötesinde, öncelikle ezen devletin baskısına maruz kaldıkları için ezilmektedirler. Yani Marksistler politik olarak ezilmektedirler. Ezen devletin baskısına maruz kalmaktadırlar çünkü Marksistlerin ezilenlerin ‘yanında’ olma şekli ezenlerin baskısını zorunlu hale getirmektedir. Marksistlerin verdikleri mücadelenin ezenlere karşı belirli bir şiddet pratiğini içermek durumunda olması onları zorunlu olarak ezilen yapmaktadır. Dolayısıyla Marksistler, ezilenlerin ‘yanında’ olmaktan da öte, sürekli barikatlar inşa eden, çatışmacı bir tarzda onların ‘safında’dır. Marksistler, safları oluşturan, sıklaştıran veya kendilerinin ‘iradesi’ dışında oluşmuş saflara da tereddütsüz katılanlardır. Sonuçta ezilenlerin yanında olmanın devletin şiddetini üzerine çekmeyen hümanist biçimleri, siperlere girmeyip uzaktan destek veren örnekleri de mümkündür. Marksizm bunlardan –elbette diğer devrimcilik biçimleriyle birlikte– şiddet pratiğinin yarattığı farkla, ezilenlerle (dolayısıyla ezenlerle) kurduğu ilişkinin bu yönüyle ayrılmaktadır.

Ezilenler olarak Marksistler, ezilenlerin safındadır ve ezilenlere seslenir. Bu, geçmişte de böyleydi ve bugün de böyle olmak durumundadır. Dolayısıyla ezilenlerin safında olmak ilkesel bir tutumdur. Burada asıl tartışma konusu olması gereken Marksizmin ezilenlere sesleniş biçimi, ezilenlere bir bütün olarak mı, belirli kesimlerine mi seslendiği vb.’dir.

Althusser’in dikkatimizi çektiği gibi, bir ideoloji, ‘hey sen!’ diye bağırdığında dönüp kendisine bakanlara sesleniyor, hitap ediyordur. Bundan hareketle bir benzetme yapmak mümkünse eğer; burada asıl tartışılması gereken Marksistlerin tarih boyunca ezilenlere nasıl seslendiği, ‘hey sen!’ diye haykırdığında sesin geldiği yöne kimlerin dönüp baktığıdır.

Acaba ezilenlerin belirli bir kesimine mesela kapitalist sistem boyunca ilkesel bir öncelik mi vermek gerekiyor? Ya da öncelik verilecek kesim her zaman değişse bile, sonuçta, belirli bir konjonktürde belirli bir kesime öncelik vermek şart mı? Yoksa ezilenlerin herhangi bir kesimine öncelik vermekten kaçınmak, hepsine seslenmek her konjonktürde uygulanması gereken bir ilke mi? Peki böylesine geniş çaplı bir sesleniş mümkün mü? Veya bir bütün olarak ezilenlere acaba sadece “ezilenler!” denilerek mi seslenilebilir, yoksa mesela Marksizmin ezilenlere ‘hey proleterler!’ diye seslendiği bir dönemde ezilenlerin ‘proleter olsun olmasın’ dönüp baktıkları söylenebilir mi? Ya da bakma potansiyellerinin mevcut olduğu savunulabilir mi?

Marksizm ezilenlerin safında olma temelinde ne kadar ilkesel bir tutum içindeyse, ezilenlerin hangi kesiminin yanında olacağı konusunda o kadar konjonktürel, olumsal bir tutum içindedir.

Çünkü bu, belirli bir ezilen kesimine ilkesel bir tarzda her zaman, konjonktürel duruma bakılmaksızın seslenirken diğer ezilenlere seslenmeme ya da temsilcileri aracılığıyla dolaylı seslenme, veya ayrıcalık verilen ezilen kesimine tabi bir unsur olmaları kaydıyla seslenme olacaktır.

Çünkü bu, diğer ezilen kesimlerinin dinamizmini görememe, potansiyel mücadele pratiklerini gözden kaçırma, konjonktürel değişimlerin ezilenlerin diğer kesimlerinde yarattığı sonuçları değerlendirmemeyi getirecektir.

Marksizm ilkesel bir tavır takınarak ezilenlerin sadece belirli bir kesimine (işçiler, köylüler vb.) seslenmemek durumundadır. Çünkü bu, ilkesel bir tarzda seslenilen ezilen kesiminin dinamik olmaması, belirli bir konjonktürde atıl kalması durumunda seslenenin de atıl kalması, geri çekilmesi veya bir taraftan onlara seslenirken diğer taraftan seslenmediklerine ‘göz kırpması’ anlamına gelecektir.

Marksizmin ezilenlerin hiçbirine özel bir ayrıcalık atfetmemesi onu hepsine birden seslenme yükümlülüğüyle karşı karşıya bırakmaz. Kaldı ki böyle bir şey politik değil etik bir anlam ifade eder, bir tür ilkeselliği politikaya sokardı. ‘Hiç eyleyenle eylemeyen bir olur mu!’ Ezilenler olarak Marksistler, ezilenlerin ezilme hallerinin devlete karşı bir mücadele ve öyle ezilme (politik ezilme) haline dönüşmesinin savaşımını verirler. Dolayısıyla, ezilenlerin tümüne seslenmenin gerektiği gibi ‘ideal’ düşüncelere pratik mücadeleyi, konjonktürü kurban etmemeleri gerekir.

Marksizm belirli konjonktürlerde belirli ezilenlere seslenmeyi öne çıkarabilir ve çıkarmalıdır. Çünkü bu, ezilme halini yaşayanlar arasında öne çıkanları politik bir edinime tabi tutmanın imkanlarını yaratacaktır, dolayısıyla bir bütün olarak ezilenlere seslenme potansiyelini de artıracak, diğer ezilenleri de politik edinimin potansiyel konuları haline getirebilecektir.

Samir Amin, Marksizmi tanımlarken değişimci yanını öne çıkararak aslında bu bağlamda doğru bir noktaya vurgu yapıyor: “Yaşayan Marksizm her dönüm noktasında kabuk değiştirdi, kendini dönüştürdü ve zenginleştirdi.”[6] Amin, Marksizmin nasıl konjonktürel tutumlar alarak ezilenlerin safında konum aldığını göstermektedir. Ve içinde yaşadığımız Marksizmin krizi koşullarında benzer bir kabuk değiştirme, dönüşme daha da elzem hale gelmiştir.

 Ancak aynı zamanda Amin, “Marksizm ve toplumsal işçi hareketi aşamalı bir gelişme gösterdi”[7] diyerek aşamalı bir gelişme anlayışını, ilerlemeciliği öne çıkarmaktadır. Böyle bir ilerlemecilik ezilenlere seslenme temelinde kesinlikle düşünülmemelidir. Yani, Marx-Engels’ten bugüne adım adım ulaşılan nihai bir politik şiar olarak ‘ezilenler birleşin!’den (önce işçiler, sonra işçiler ve temsilcileri aracılığıyla köylüler ile ezilen halklar, daha sonra işçiler ve doğrudan köylüler ve en sonunda bütün ezilenler) bahsedilemez.

Özetle; ilerlemeci bir süreç sonucunda varılan nihai ideal sonuç olarak değil, geçmişte de bugün de geçerli ‘tarih üstü’ bir politik gerçek olarak ezilenler’e seslenmeden bahsediyor, aynı zamanda ‘ezilenler birleşin!’ şiarının günümüz konjonktürüne uygun konjonktürel bir şiar olduğunu savunuyoruz.

Dolayısıyla Teori ve Politika’nın ‘dünyanın bütün işçileri ve ezilenler birleşin!’ şiarıyla ezilenlere genel bir seslenmeyi öne çıkarmasında konjonktürel bir anlam aranmalıdır, yoksa bir tür ilkesellik değil. Bu şiarla ‘tarih üstü’ bir politik gerçek olarak ezilenlerin safında olma bir tür ilerlemeci anlayışla, artık değişmeyecek ideal sonuç şeklinde kavranarak öne çıkarılmamaktadır.

‘Ezilenler birleşin!’ şiarını günümüzde öne çıkarma önerisi birkaç temel gerekçeyle açıklanabilir. Bunların ilk ikisi dünya-konjonktüreldir: a) ezilenler arasında dünyasal boyutta politik bir dinamizm taşıyan özel bir kesimin (bir zamanlar köylüler, ezilen halklar, gençler, siyahlar vb. örneklerde olduğu gibi) henüz bulunmaması; b) yanı sıra, birçok ezilen hareketinin kendisini ‘ezilenlerin öncüsü’ şeklinde ifadelendirmesi, ezilen hareketlerinin ezilenlere (kendilerine) seslenirken özel bir ezilen kesiminin adını anarak değil, ‘ezilenler!’ diye haykırması.

Üçüncü gerekçe ise Marksizme özel teorik ve politik anlamlar içermektedir: İşçici bir ideolojinin tesirinde kalan Marksizmin, içinde bulunduğu kriz koşullarından çıkması yönünde atacağı adımlar arasında en önemlilerinden biri işçicilikten kurtulmaktır. Şiar, bu açıdan da önemli bir işlev görmekte, işçiciliğe hakettiği darbeleri indirmektedir.

Aslında Marksizmde önemli bir yer tutan ve bahsettiğimiz işçiciliğin desteğini aldığı temel unsurlardan biri olan ‘Dünyanın bütün işçileri birleşin!’[8] şiarı da öncelikle yukarıdaki iki dünya-konjonktürel gerekçe temelinde ele alınmalıdır. Yani ilk çıktığı dönemde ve sonrasında ezilenler içindeki dinamik bir unsura, eyleyen ya da böyle bir potansiyel taşıyan bir unsura politik seslenme olup olmadığına bakılmalıdır. Yani, ‘proleter!’ diye bağırıldığında ezilenlerin sesin geldiği yere dönüp dönmediklerine bakılmalıdır. Dolayısıyla bu şiarın Marx-Engels, Lenin, Mao dönemlerindeki veya günümüzdeki anlamı ayrı ayrı tartışılmalıdır. Bu tartışma bir anlamda Marksist tarih yazımının yeniden gerçekleştirilmesi gibi büyük bir yükün altına girmek olacaktır. Ve böyle bir tarih yazımı şiddet pratiklerini de temel bir turnusol kağıdı olarak ele almak durumundadır.

Ezilenlere seslenme biçimi üzerine yapılacak bir tartışma, Marksizm dahilindeki doktriner tutumlarla, toplumsal hareketlere duyarlı, konjonktürel davranmayı bilen Marksist tutumlar arasında bir ayrım yapacaktır. Turnusol kağıdı işlevi görecek olan şiddet pratiği de söz konusu ayrımı devrimcilik ile reformculuk temelinde keserek tamamlayacaktır. Ya da tersi, yani şiddet pratiği üzerinden yapılan devrimcilik-reformculuk ayrımını, devrimciler arasındaki doktrinerler ile olmayanları ayıran ezilenlere seslenme üzerine tartışmalar tamamlayacaktır.

***

Tekrarlayalım: Birinci Enternasyonal’de işçi sınıfının devrimci rolüne ısrarla dikkat çeken Marx ile işçilerin ezilenler arasındaki en az devrimci grup olduğunu öne sürüp aslen diğer ezilenlerin devrimci potansiyelini vurgulayan Bakunin arasında yaşanan tartışma, “dünyanın bütün işçileri ve ezilenler birleşin!” diyerek işçi sınıfının politik olarak ayrıcalıklı bir konumu olduğu yaklaşımını net bir şekilde reddeden bir Marksistin yüzleşmesi gereken bir tartışmadır. Bu Marksistin, “ezilenler birleşin!” demesine rağmen neden Bakunin’e karşı Marx’ta ısrar ettiğini, veya bir başka deyişle neden tek başına “ezilenler birleşin!” demeyip yanı sıra hala “işçiler birleşin!” de dediğini ortaya koyması gerekir.

Söz konusu yüzleşmeyi bu yazıda hakkıyla gerçekleştirmek mümkün görünmüyor. Marx ile Bakunin arasındaki tartışmalara, ezilenler ve şiddet temelinde sadece bazı temel noktaları itibarıyla değinmekle yetineceğiz. Kuşkusuz bu değini sınırlı ve yetersizdir ama belki bir başlangıç olarak ele alınabilir.

Ezenler ve ezilenler; bu ayrım, şiddet pratiği içinde olan ve olmayan ezilenler ile olan ve olmayan ezenleri ayırmaz. Aynı durum işçiler ve kapitalistler, köylüler ve toprak sahipleri, halk ve devlet ikiliği ve böyle bir ikilik içermeyen ‘kitleler’ için de geçerlidir.

Althusser, tarihin öznesi nedir sorusunun yanlış olduğunu, aslında soruyu değiştirmek gerektiğini ama bu soruya illa bir cevap vermek gerekiyorsa ‘kitlelerdir’ demenin yerinde olacağını belirtmektedir. Çünkü kitleler bilinçsiz yığınlardır ve bilerek eyleme anlamında bir öznelik mertebesine tanım gereği erişemezler, dolayısıyla tarihin öznesiz ve ereksiz bir süreç olduğunu ifade etmede önemli bir araçtırlar. Kısaca, felsefi düzeyde konuşarak özne kategorisini reddeden Althusser, aslında Lenin ile birlikte, devrimlerin yapılmadığını olduğunu söylemektedir. Yani özne kategorisi reddiyle birlikte tarih bilimine, nesnelliğe işaret etmektedir. Ve Althusser, işçiler, köylüler, halk (sonuçta belirli sınıfların toplamıdır), hatta karşıtı olan ezeni de beraberinde içerdiği için ezilenler’in bir tür özne olabileceklerini çok iyi bilmektedir.

Ancak söz konusu olan politik düzey, konjonktür ise Lenin ve Althusser’in tarih bilimine işaret ederek veya tarih bilimsel bağlamlarda dediğinin tersine –ve Lenin ve Althusser’in bildiği üzere– devrimler olmayacak aksine yapılacaktır. Yani ‘tarih’ yapılacaktır.

‘Tarih’in yapılacak olması yine bir şey değiştirmemekte, işçiler, köylüler, halk, ezilenler bilimsel düzeyde ellerinden alınan öznelik rolünün politik düzeyde de kendilerine verilmediğini görmektedir. Bu iki anlamda böyledir: a) teorik, tarih bilimsel kavramların gerçek hayatta yerleri olamayacağı için; b) canlı kanlı varlıklar olarak gerçek hayatta varolan ezilenlerin bir bütün olarak veya bir kısmının devrim yapma ‘özne’liği bulunmadığı için.

‘a’ şıkkı, Teori ve Politika’da ısrarla tekrarlanan bilim ile politika arasındaki ilişkisizliğin yeniden ifadelendirilmesi, bu temelde teorinin gerçeğe müdahalesinin reddidir. Bir örnekle açıklamak gerekirse, tarih bilimsel bir kavram olan ‘işçi sınıfı’nın konjonktürde eylemesi ve değiştirmesi söz konusu olamaz, çünkü gerçek dünyada işçi sınıfı diye bir şey yoktur. Gerçek dünyada mesela kanlı canlı Tuzla deri işçileri vardır. Dolayısıyla bilimsel işçi sınıfı analizlerinden hareketle gerçek dünyada ‘işçi sınıfı’na ayrıcalıklar tanımak teorinin gerçeğe müdahalesinin ta kendisidir. Üstelik sadece işçi sınıfı değil, köylülük, halk, son zamanlarda da Hardt ile Negri’nin çokluk’u gibi çeşitli tanımlamalarda da teoriden gelen güce yaslanma eğilimi mevcuttur. Teoriden alınan destekle ezilenlerin belirli bir kesiminin konjonktürde ilkesel olarak öne çıkarılmasının olanakları yaratılmaya çalışılmaktadır.

‘b’ şıkkı ise şunu ortaya koymaktadır: İlla teoriden devşirilmeleri gerekmez, gerçek dünyadaki gerçek varlıklar olarak (eğer varlarsa) işçiler, köylüler, halk veya kitleler de devrimi yapan olamaz! Canlı kanlı varlıklar olarak gerçek hayatta varolan ezilenlerin bir bütün olarak veya bir kısmının devrim yapma ‘özne’liği bulunmamaktadır.

Kısaca; Althusser’in tarih bilimsel bağlamda anlamlı bir şekilde öne sürdüğü kitleler, konjonktür söz konusu olduğunda, yani devrim (‘tarih’) yapmadan bahsettiğimizde uygun bir örnek olmayacaktır. Hatta belki de en uygunsuz örnek haline dönüşmektedir, çünkü kitle ‘özne olamama hali’nin en net biçimidir. Yanı sıra işçiler, köylüler, halk veya ezilenlerin de ‘yeterince özne olamama halleri’ devrimi (‘tarih’i) yapma ‘şansını’ ellerinden almaktadır.

En genel hatlarıyla şöyle bir saptama yapılabilir: ‘Tarihi yapan’ işçiler, köylüler veya ezilenlerse politik temsil, toplumsal devrim öne çıkacak, öncü politika, politik devrim geriye düşecektir.[9]

Spartaküs Birliği’nin 1918 Aralık’ında yayınladığı bir deklarasyon politik temsilin tipik bir örneğidir ve politik temsil ile öncü politika arasındaki farkı açıkça görmemizi sağlamaktadır: “Spartaküs Birliği, Almanya’nın proleter kitlelerinin büyük çoğunluğunun sorgulanmaz iradesinin açık bildirisi olmadan iktidarı asla zaptetmeyecektir. İktidar sadece Spartaküs Birliği’nin ilkeleri, amaçları ve taktikleri işçi kitleleri tarafından bilinçli şekilde onaylandığı vakit ele geçirilecektir.”[10] Yani, Birlik, işçi sınıfının bir uzantısı, temsilcisidir, dolayısıyla bedeninden ayrı davranamaz. İktidarı ele geçirebilecek güçte bile olsa işçi kitleleri bilinçli şekilde onaylamamışsa bunu yapmayacaktır! Asla öncü bir politika gütmeyecektir! Çünkü söz konusu olan öncü politikayı kategorik olarak dışlayan bir özneciliktir!

Politik özne ne sınıf ne halk ne de kitlelerdir, özne mücadele veren hareketler, partilerdir.

Althusser’in olayı tartıştığı tarih bilimsel mertebenin dışında, politik düzeyde konuşmak gerekirse, tarihi kimin yaptığı sorusuna şöyle bir cevap vermek gerekir: Tarihi yapan devrimciler ve karşı devrimcilerdir! Bu, öncü politikaya imkan tanıyan ve aynı zamanda şiddetin kategorik olarak içerildiği bir saptama olacaktır. Bu, devrimcilerle devlet, devrimcilerle karşı-devrimciler arasında kurulan bir ikiliktir.

***

Hem teoriyi gerçeğe havale etmenin hem de gerçek dünyadaki gerçek varlıklar olarak ezilenlerin belirli bir kesiminin ‘tarih’i yaptığı savunusunun tipik bir çağdaş örneği Hardt ile Negri’dir. Marx ile Bakunin arasındaki tartışmaya değinmeden önce burada kısaca Hardt ile Negri’nin ‘çokluk’tan hareketle nasıl bir sınıfçılık ve ‘temsil’e dayanan reformizm ürettiklerini göstermeye çalışacağız. Bu, Bakunin ile Marx arasındaki tartışmayla birçok yönden bağlantılıdır. Hardt ile Negri, şiddet karşıtı konumları için Marx’ın proletarya tanımından destek almış ve çokluk tanımını böyle oluşturmuştur. Ve o Marx, vakti zamanında, ısrarlı bir şiddet savunusu yapan Bakunin ile tartışmaktadır.

‘a’ şıkkından (teorik, tarih bilimsel kavramların gerçek hayatta yeri yoktur) hareketle Hardt ile Negri:

“Çokluk bir sınıf kavramıdır”[11] diyen Hardt ile Negri, kapitalist toplumun işçi ve burjuva şeklinde iki sınıfa doğru kutuplaştığı tezini yeni bir biçimle yeniden dile getirmektedir. Bu temelde Marx’ın iddiasının aslında emeğin mücadelelerinin bir bütün olarak proletaryada birleştirilmesi olduğunu belirten[12] Hardt ile Negri, benzer bir birleştirme önerisini çokluk için yapmaktadır. Marksizm adına davranan ve kutuplaşma teorisinden hareketle konjonktürde işçi sınıfının gününün gelmesini bekleyen ve zamanla yok olacak diğer sınıfların veya kesimlerin mücadelelerini geçici, hatta gerici gören tarih biliminden devşirme işçiciliği (ki çoğunlukla reformizm üretir) endüstri işçisini öne çıkardığı için günümüzde reddeden Hardt ile Negri, aradıklarını hem teoriden devşirilmiş olan hem de onlara göre ‘maddi’ olanı reddederek bilimi rafa kaldıran ‘proletarya’da bulmuşlardır.

Onların çokluk’u sınıfsaldır ama elbette sınıf siyasal bir kavramdır. Böylece teoriden konjonktüre indirilen sınıf, hareket serbestisi kazanmakta, ekonomik özgürlüğünü (!) ilan etmektedir! Zaten ekonomik sınıf kolektif direniş eylemleriyle oluşmaktadır[13], yani ekonomik değildir. Böylece Hardt ile Negri, siyasal sınıf tanımıyla, üstyapısal bir düzey olarak politik düzeyle konjonktüre ilişkin politik’i birleştirmekte, teori ile gerçeği birbiri içinde eritmektedir.

Proletarya’nın ‘maddi’den koparılışının onlar açısından anlamı büyüktür. Maddi bir nedene, artı-değer sömürüsüne dayanan sınıf tanımını saf dışı bırakarak direnişle ifade edilebilecek, eylediği zaman varolan sınıf tanımlaması geliştirmişler, dolayısıyla kendilerinin maddi-olmayan emek’e bağlı çokluk’u için yolu temizlemişlerdir. “Çokluk, proletarya kavramına, sermayenin idaresi altında emek veren ve üreten herkes şeklindeki geniş tanımını kazandırır.”[14] Dolayısıyla bu geniş tanımla, yani teoride katedilen mesafeyle doğru orantılı olarak diğer sınıflarla işçi sınıfı arasındaki öncelik-sonralık ilişkisi de yok olmuş, en azından geçmişte böyle bir şey olmuşsa bile artık geçersizleşmiş olur. “Başka bir deyişle çokluk kavramı emek biçimleri arasında bir öncelik sırası olmadığı iddiasına dayanır”[15] 

Artık ezilenlerin çok daha geniş bir kesimi içerilmektedir. Bu içerilme, maddi-emeğe dayanan Marksist teorinin doğal sonucu olarak sanayi işçisine verilen ayrıcalığın, maddi-olmayan emek aracılığıyla tüm çalışanlara, yoksullara verilmesi şeklinde gerçekleşir. Yani, Hardt ile Negri, teoride dile getirilenin doğrudan politik karşılığı olacağı anlayışıyla sorunlara çözüm bulmaya çalışmaktadır. Hardt ile Negri’ye göre, üretken emek ile üretken olmayan emek arasındaki ayrım ve daha birçok başka ayrım kaybolduğu için kadınlar, işsizler ve yoksullar[16] da politikada merkezi konumlar işgal edebilirler.[17] Oysa, böyle bir ayrımın ortadan kalkıp kalkmamasından bağımsız olarak ezilenlerin herhangi bir kesimi politikada merkezi bir konum işgal edebilir. Bu ayrım üzerine tüm akıl yürütmeler Hardt ile Negri’nin hüsnü kuruntusudur!

Hardt ile Negri’nin çokluk’u teoriden devşirilmiş ayrıcalıklarla öne çıkarılmaktadır ve bu bağlamda bakıldığında “gerçek dünyada çokluk diye bir şey yok, boş yere aramayın!” denilebilir.

b şıkkından (kanlı canlı varlıklar olarak gerçek hayatta varolan ezilenlerin bir bütün olarak veya bir kısmının devrim yapma ‘özne’liği bulunmamaktadır) hareketle Hardt ile Negri:

Hardt ile Negri’nin anlatımıyla çokluk, kitlelerle işçi sınıfının arasında bir yerlerde durmaktadır; yani ne kitleler kadar bilinçsizdir ne de ezilen kitlelerin işçi sınıfı gibi dar bir kesimini öne çıkarmaktadır.

Bu durumda, yukarıda b şıkkını açıklarken vurguladığımız üzere, ‘tarih’i konjonktürde yapan ne kitleler ne de işçi sınıfı ise, haliyle ‘tarih’i yapan çokluk da olamayacaktır. Çokluk’ta ısrar zorunlu olarak bir tür politik temsil teorisine gidecektir. Çokluk’un bilincine bağlı bir pratik önerilecek ve bu pratik içinde elbette öncü politikanın yeri olmayacaktır. Nitekim Hardt ile Negri’nin politik yaklaşımı da açıkça böyledir. Çokluk’un yapıcı yönüne ısrarlı vurguları ve yıkıcılığını pek de sevimli bulmamaları, hatta çokluk-dışı saymaları bunun göstergesidir. Onlar kitlelerin şiddetine karşı temkinliler, kaldı ki devrimcilerin şiddetine anlam versinler!

Hardt ile Negri, ABD’nin neredeyse sıfır asker kaybıyla (‘bedensiz asker’), uzaktan kumanda edilebilen işgaller yürütme amacını taşıyan ‘askeri alanda devrim’ (RMA) ideolojisine karşılık olarak sarsıcı feda eylemlerinin (‘bombalı intihar saldırıları’ demeyi tercih ediyorlar) ortaya çıktığını söylüyorlar. Sıfır asker kaybından bahsedilirken, yani beden savaş alanından kayboluyor denilirken bedenin tüm dehşetiyle ‘bombalı intihar saldırıları’ aracılığıyla geri döndüğünü belirtiyorlar. Risk alan bedenden vazgeçen RMA’ya karşılık olarak feda eylemcisinin de risk alan bedenden vazgeçtiğini, birinin bedenin ölümsüzlüğünü, diğerinin de ölümünü garanti ettiğini vurguluyorlar. Ve çokluk’un ‘akıllı’, ‘ihtiyatlı’ haline hiç de yakışmayan feda eylemiyle aralarına elbette sınır koyuyorlar: “Amacımız bazılarının yaptığı gibi, bombalı intihar saldırısı gibi korkunç bir eylemi bir topyekün kontrol sistemine karşı tek silah olarak sunup övmek ya da meşrulaştırmak değildir kesinlikle.”[18] 

Feda eylemlerini ABD ve Avrupa’da öven kimse olmasaydı belki işimiz zor olurdu. Ancak, eğer feda eylemlerinin anlamını, devrimci karakterini Avrupa ve ABD’de gören ‘bazıları’ varsa (ki böylelerinin olduğunu kendi ağızlarıyla söylüyorlar), o ‘bazıları’ pratikleriyle Hardt ile Negri’yi mahkum etmeyi mümkün hale getirmektedirler. Feda eylemlerini övenlerden kendilerini itinayla ayıran Hardt ile Negri aslında politik mahkumiyetlerini tescil etmektedirler.

Bu mahkumiyete eğilmek için öncelikle ezilenler arası ayrımlaşmaya kısaca değinmemiz gerekmektedir.

Ezilenler arasında belirli bir ayrım bulunduğu her zaman dikkate alınmalıdır. İmparatorluğun vatandaşı olan asi ezilenler (merkez ülkelerde yaşayan, o ülkelerin vatandaşları) ile imparatorluğun vatandaşı sayılmayan barbar ezilenler (çevre ülkelerde veya imparatorluğun içinde göçmenler olarak yaşayanlar) arasındaki mevcut ayrım, bazı temel konularda iki ezilen kitlesinin farklı politik tutum almasını meşru kılabilir. Asilerin ‘meşru şiddet eşiği’ barbarlara oranla daha düşük bir yerlerde bulunabilir, dolayısıyla barbar ezilenlerin şiddet pratiklerini yadırgayabilir, hatta reddedebilirler. Ancak öyle görünüyor ki, asilerin ‘şiddet eşiği’ Hardt ile Negri’nin saptadığı yerin çok üzerinde feda eylemlerini meşru gören bir yerlerde. Dolayısıyla onlar imparatorluğun asilerinin sağında kalmaktadırlar!

Asilerin politik eylemlerinin şiddet eşiği daha düşük olmasına rağmen politik anlamı ve devrimci karakteri eş olabilir. Mesela RMA ideolojisinin karşısında barbarların feda eylemlerinin bir duruş olarak anlamı büyüktür, bunun yanı sıra bir dönem Filistin’de ‘değerli’ bedenlerini Arafat’a canlı kalkan yapan asilerin eylemleri de büyük bir anlama sahiptir. Üstelik söz konusu eylem asilerle barbarların mücadelesinin ortaklaşması yönünde ciddi emareler taşımaktadır.[19] Canlı kalkan eylemleri, barbarların ‘değersiz’ bedenlerine pervasız karşı-devrimci müdahalelere ‘değerli’ bedenleriyle asilerin sundukları aktif bir destektir.

Evet, Hardt ile Negri imparatorluğun asilerinin sağında kalmıştır. Onlara göre feda eylemcisi (‘intihar bombacısı’ demeyi tercih ediyorlar) “egemen iktidarın sadece pasif, negatif sınırını kavrar.”[20] Oysa önemli olan pozitif sınırları kavramaktır ve kuşkusuz bunu çokluk yapacaktır; ‘ihtiyatlı’, ‘şiddeti sevmeyen’, ‘efendi’, ‘yapıcı’ çokluk! Yıkma zamanında yapıcılıktan dem vuran çokluk!

Onlar, asilerin şiddet eşiğini barbarlara dayatmakla yetinseler bile yanlış bir politik tavır almış olacakken, asilerin şiddet eşiğinin de altında bir yerleri ilkesel sınır olarak belirlemektedirler. Şöyle sormaktadırlar: Hiç küreselleşme karşıtlarının birkaç McDonalds camı kırmasıyla ‘3 bin insanın katledilmesi’ bir olur mu? Dolayısıyla El Kaide de aynen küreselleşme karşıtları gibi bir ağ olmasına rağmen en başta uyguladığı şiddetle küreselleşme karşıtlarından ayrılmaktadır, Hardt ile Negri böyle buyurmaktadır! Onlara göre, kuşkusuz çokluğun kuracağı ağlar El Kaide gibi katı hiyerarşiye ve merkezi bir komuta figürüne dayanmamakla, ayrıca gizli kapaklı da olmamakla kendi farklarını göstermektedir.[21] Dolayısıyla, söz konusu çokluk, öyle görünüyor ki, mesela katı bir hiyerarşiye dayanan Iraklı direnişçi bir gruptan, Filistinli bir hareketten de ayrıdır!

Ayrıca çokluk soyludur, geleceğe ilişkin daha özgür, daha demokrat bir dünya gibi hedefleri vardır, oysa El Kaide eski bölgesel ve toplumsal bedenlere, gericiliğe hayat vermek istemektedir! Onlara göre ABD askerine karşı direnirken şehit olan bir Felluceli, eğer kafası ‘İslamcı’, ‘otoriter’ ise McDonalds’a taş atıp ardından gelecekte kurulacak toplum üzerine bir panele katılan kafası ‘ilerici’nin mertebesine erişemeyecektir!

Hardt ile Negri’nin önerdiği çokluk’un özneliğidir. Bu öznelik için şiddet ancak savunma amaçlı kullanılması gereken bir şeydir.[22] Onların coşkuyla önerdiği ‘Kaçın, ama kaçarken bir de silah kapın’ sözleri belki Avrupalı bir genci heyecanlandırıp tüylerini diken diken edebilir… Siz bu sözü bir de Felluce’deki, Filistin’deki, ölüm orucundaki, Necef’teki şu ‘otoriter düşüncelerin esiri olmuş’ gençlere önerin bakalım!

***

Marksizmin belirli konjonktürlerde belirli ezilenlere seslenmeyi öne çıkarması, kurucu Marksistlerde karşılığını ne kadar bulmaktadır? Ezilme halini yaşayanlar arasında öne çıkanlar, dolayısıyla politik bir edinime tabi tutulması gerekenler kurucu Marksistlerin yaşadığı dönemde işçiler miydi? Marksistler, ezilenlerin ezilme hallerinin devlete karşı bir mücadele ve öyle ezilme haline dönüşmesinin savaşımını veriyorlarsa, bu durumda işçilerin Marx-Engels zamanında bu tür bir dönüştürmenin gerçekleşme potansiyelini taşıyan kesim olması gerekir; peki öyle miydi? Yoksa, işçilerin ısrarlı öne çıkarılışı, Marksizmin bilim ayağından devşirilen bir ilkesel sonuç muydu? Ya da, işçilerin ısrarlı öne çıkarılışı, başka ezilen kesimlerin devlete karşı mücadelesi ve şiddet pratiklerini yadsımayı, onlara karşı durmak olmasa bile en azından onlara karşı duyarsızlığı mı doğuruyordu? Dönemin anarşistlerinin Marx-Engels’in devrimci proletaryayı toplumsal dönüşümün öznesi olarak görmesine şiddetli karşı duruşu ne anlam ifade ediyordu?

Burada, Bakunin ile Marx arasındaki tartışmaya, yukarıdaki soruları kapsaması umut edilen üç soru üzerinden cevaplar vermeye çalışacağız.

1 – Marx-Engels’in ‘işçiler birleşin!’ şiarı Tarih bilimsel saptamalardan politikaya devşirilmiş bir unsur mudur, yoksa işçiler politik bir edinimin konusu mudur?

2- Marx-Engels’in işçilere seslenişi, dönemin Avrupa’sı temel alındığında ezilenlerin en dinamik ve kapsayıcı kesimine seslenme anlamına mı gelmektedir? Yoksa işçiler dinamik kesimlerden biri midir?

3- Ezilen kesimler arasında ezenlere karşı şiddet pratiği anlamında işçiler nerede durmaktadır?

Birinci sorudan hareketle:

Marx-Engels döneminde yaşanan işçi ayaklanmaları, grevler vb. söz konusu dönemde işçilerin dinamik bir ezilen kesim olduğunun en somut göstergeleridir. Bu bağlamda Marx ile Engels’in ‘Dünyanın bütün işçileri birleşin!” şiarında konjonktüre ilişkin bir ezilenlerin belirli kesimine seslenme pratiği olduğu teslim edilmelidir. Bu şiarda kendisini bulan basitçe tarih bilimsel saptamalardan hareketle teorinin pratiğe havale edilmesi değildir. Elbette tarih bilimsel saptamaların pratik-politikaya sorunlu şekillerde aktarılışına, özellikle işçi sınıfı bağlamında, Marx ve Engels’te rastlanmaktadır, fakat bu, onların işçileri politik edinimin konusu yapışlarını görmemenin gerekçesi olamaz.

Marx ile Engels, öyle Hardt ile Negri’nin iddia ettiği şekilde, teorik saptamalarının doğrudan yansıması olarak sanayi işçisini politik edinimin konusu yapan, sanayi işçisine bağlılık üzerine kurulu bir tür doktrinerliğin savunusunu gerçekleştiren tipik işçiciler değillerdi. Yani, sanayi işçisine tarih bilimsel vurguların politikadaki karşılığını aramıyorlardı. Dönemlerinin gerçekten de dinamik olan işçi dinamiğe dönük olarak gayet politik bir tutum içindeydiler. Paul Thomas’ın Marx ve Anarşistler isimli kitabında dikkat çektiği üzere Marx’ı enternasyonale çeken örgütün sanayi işçileri tabanı değil başka bir şeydi: “Enternasyonal’in sahip olduğu ‘sendikal destek, büyük ölçüde, inşaat sendikalarından ve terzilik, giyim, ayakkabı yapımı, ince marangoz işçiliği gibi geri iş kollarından gelecekti. Madencilik, makina ve ağır sanayi kollarında Enternasyonal’in gücü azdı ya da hiç yoktu.’”[23] 1847-8 yıllarında Alman proletaryasının saflarını sıklaştıracak bir kapitalist sanayileşmeyi değil de proleter kalkışmayı savunan Marx, Komünist Manifesto’da Alman proletaryasının nicel yetersizliklerini kuramsal ve örgütsel doğrularıyla telafi etmesinden bahsediyordu.[24] Yani Marx, politik mücadelenin, devlete karşı mücadelenin olduğu yerde teoriden devşirilmiş bir sınıfı değil, somut şekilde varolan, ezilen sınıf olarak işçi sınıfını (işçileri) dikkate alıyordu.

Bu nedenledir ki Marx-Engels, aslen işçileri politik bir edinimin konusu etmeleri değil, işçiler dışındaki ezilenlerle ilişkileri bağlamında eleştirinin muhatabı oldular.

İkinci sorudan hareketle;

Açıkça görülmektedir ki Marx-Engels döneminde işçiler gerçekten de ezilenlerin dinamik kesimleri arasındadır. Ancak dinamik olan tek kesim değillerdir. Dolayısıyla, ezilenlerin bu kesimine seslenişin diğer ezilenleri de kapsayıcı (en azından dışlamayan) bir nitelik taşıyıp taşımadığı tartışmaya açıktır.

Marx-Engels’in işçilere seslenişinin hiç de hafife alınmayacak ciddi itirazlarla karşılaştığını teslim etmemiz gerekmektedir. Bu itirazlar aslen Marksizmin işçilerle değil, işçiler dışındaki diğer ezilenlerle ilişkisi sorunu, diğer ezilenlerin görmezden gelinmesi vb. üzerine oturmaktadır. Unutulmamalıdır ki eleştiriler, ezilenler arasında öne çıkan kesimin işçiler olmadığı yönünde iddialar taşımaktadır.

En genel anlamda konuşmak gerekirse; Marx’ın İngiltere’yi veri alarak diğer ülkelerde de zamanla aynı gelişmelerin yaşanacağı söylemesi Collins ve Abramsky’nin belirttiği gibi “Marx’a pahalıya patlayacak tehlikeli bir aşırı basitleştirme”[25] idi. Politik açıdan sorunlu olduğu açıkça görülebilen bu saptamanın diğer ezilenlerle ilişki konusunda sorun yarattığını belirtmeliyiz. Yani işçiler söz konusu olunca gayet politik bir algılayışla hareket eden Marx-Engels’in ezilen diğer kesimler söz konusu olduğunda teoriden devşirilmiş sorunlu yaklaşımları öne çıkardığı görülmektedir.

Nitekim, en basit şekliyle, biraz da karikatürize ederek ifade edersek, Enternasyonal’de İngiliz işçilerinden destek alan Marx’ın karşısında, diğer ezilenler ve köylülerin mücadelelerinin baskın olduğu İtalya, İspanya, İsviçre ve Fransa’dan[26] destek alan Bakunin[27] vardır.

Burada, Barrington Moore ile Gerald Brenan’ın Marx-Engels döneminde ezilenler ve etkililikleri hakkında söylediklerinden hareketle bir mantık yürütebiliriz.

Barrington Moore şöyle bir saptama yapmaktadır: “Radikalizmin (modernleşen ülkelerde) başlıca temeli köylüler ve şehirlerdeki daha küçük ölçekli zanaatkarlar oldu… İnsan özgürlüğünün kaynakları, Marx’ın onları gördüğü yerde, yani iktidarı ele geçirmek üzere olan sınıfların yönelimlerinde değil, belki de daha çok, ardından ilerleme dalgasının sökün edeceği bir sınıfın ölüm feryadında yatıyor.”[28] Eğer böyleyse, yani diğer ezilen kesimlerine seslenme anlamlıysa Marx-Engels’in işçilere seslenişi politik açıdan sorunlu hale gelecektir.

Gerald Brenan şöyle bir saptama yapmaktadır: “Marx’ın programının o dönemde Rusya, İtalya ve İspanya’da gelişmesi olanaksızdı; aynı durum İngiltere, Almanya ve Fransa göz önüne alındığında Bakunin’in programı için de söz konusuydu.”[29] Ve eğer böyleyse, yani Avrupa’nın belirli ülkelerinde işçilere, belirli başka ülkelerinde diğer ezilen kesimlerine seslenme anlamlıysa Marx-Engels’in işçilere seslenişi işçilerin önde olmadığı ülkeler bağlamında sorunlu hale gelecektir. Marx-Engels bir anlamda, ilkesel işçici tutum alarak diğer ezilen kesimlere seslenmeyi dinamik olmalarına rağmen reddetmiş olacaktır.[30]

Brenan’ın söyledikleri, dinamik unsurları saptama açısından daha nesnel görünmektedir. Yani işçiler söz konusu dönemde ihmal edilemezdi ve öne çıkarılan ezilen kesimler arasında olması gerekmekteydi. Ama aynı zamanda Moore’un söyledikleri de dinamik ezilen kesimler arasında şiddet pratiği sergileme temelinde işçilere oranla diğer ezilenlerin öne çıktığına işaret ederek bir başka açıdan önemli bir noktaya işaret etmektedir. 

Üçüncü sorudan hareketle;

Öyle görünüyor ki, Marx-Engels döneminde şiddet pratiği uygulama açısından işçilere oranla diğer ezilen kesimler daha cüretkarlar! Nitekim Bakunin’in Marx’a karşı tutumunda buna özel bir dikkat çektiği görülmektedir. “Bakunin proletaryayı tüm ezilen grupların en az ‘hırsız’ ve en az devrimci olanı olarak görüyordu…”[31] Bu nedenle yüzünü proletaryadan çeviriyor ve köylülere, kır eşkiyalarına ve haydutlara dönüyordu.[32] Bakunin, “…ayak sesleri duyulan devrimin Marx’ın terazisindeki ‘gelişmişler’in değil, ezilmiş, bastırılmış, potansiyel olarak şiddet dolu örnek insanların eseri olacağını düşünüyor”du.[33] Şiddet pratiği temelinde burada saklı olan eleştiri işçileri kapitalist sistemdeki işçi sınıfının konumuna ilişkin bilimsel tespitlerden hareketle ‘ilerici’, ‘gelişmiş’ gören ve bu nedenle diğer ezilenlerden ayrıcalıklı bir konuma yerleştiren bütün Marksistlere dönük günümüzde de geçerli olan haklı bir eleştiridir.

Marx ve Engels, kendileri için ‘karanlıkta yitip gitmek’ anlamına gelen kapitalizme karşı direnen köylüleri, zanaatçileri gelecekte tarih sahnesinden silinecekleri, ‘ilerici’, ‘gelişmiş’ vb. olmadıkları, işçiler gibi geleceğin toplumunun kurucusu olma rolleri bulunmadığı için dikkate almadıysa, bu, teorinin konjonktürde gezmesi dışında başka ne anlama gelebilir? Elbette eleştiriyi hak eder!

Ve eğer Marx’ın örgütsel önerileri gerçekten de sabır, yani işçilerin gününü beklemeyi gerektiriyorsa, bir siyasi ve sinai emek gücü inşa etmeyi zorunlu kılıyorsa, içinde bulunulan anda ezilen ezilenlerin, bıçağın artık kemiğe dayandığı kişilerin Bakuninciliğin dolayımsız seslenişine cevap vermelerinden daha doğal ne vardır? Nitekim böyle olmadı mı? Bakunincilik İspanya, Güney İtalya ve Fransa (Paris dışındaki kırsal bölgeler) ile İsviçre’nin belirli kesimlerinde yayıldı, bu ülkelerde tam da yukarıda bahsedilen kesimlerin endişesi, direnişi vardı.

Ve şunu bilmek gerekir ki, eğer işçiler gerçekten de dönemin en az devrimci potansiyel barındıran, en az şiddet pratiği sergileyebilecek olan ezilen kesimlerinden biriyse Marksizmin politik ayağının tanımlanmasında Lenin’in rolünün ne kadar önemli olduğu iyice ortaya çıkacaktır.

Eğer Marx-Engels’in yaşadığı dönemde “Marksizm genel itibariyle, anarşizme geçmiş pek çok kimse için tek umut olanağını temsil eden dolayımsız ya da ayrımsız tipte şiddete ilke olarak karşı çıkmak anlamına geliyor”du[34] ise, günümüzden bakılarak Marksizmin tarihi yazılırken önce Lenin’i sonra Marx ve Engels’i görmemiz gerektiğini söylemek durumunda kalacağız. Yani şiddetin Marksizme dahil olması anlamında Lenin’i ısrarla anmak gerekmektedir.[35]

Tüm bu lanetli soruların ve Marksizm açısından devrimcilik, ezilenlere seslenme temelinde hiç de iç açıcı olmayan noktaların belirtilmesinin ardından Marksizmin, kurucu Marksistler döneminden Lenin’e uzanmasını mümkün kılan (dolayısıyla Lenin’le birlikte Marksizmin yeniden kurulmasını doğuran) noktanın Paris Komünü olduğunu belirtmek gerekmektedir.

Açık yüreklilikle saptamalıyız: Paris Komünü Marx ve Engels’e öğretti, bir anlamda Marx ve Engels, Paris Komünü pratiğinin ışığında ilk enternasyonalin reformistliğinin tescil edildiğini gördü. “Enternasyonal’in çöküşünü hızlandıran sebeplerden biri, her şeyden önce, Paris Komünü’ydü; ve Marx’ın aşırı formüler ‘işçi sınıfı örgütlenmesi’ görüşünün sakat yanını dramatik biçimde sergileyen de Paris Komünü’ydü.(…) Komün Marx’ı, kendisinin de farkında olduğu gibi, güç bir durumda bıraktı; Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde kabul edileceği üzere, ‘Paris komünü’nün düşüşünden sonra, Enternasyonal’in, ilk tarihsel biçimi bakımından hiçbir pratik önemi kalmadı.”[36] 

Birinci Enternasyonal, Paris Komünü’nün hemen öncesinde sanayileşmiş ülkelerde önemli derecede bir umarsızlıkla karşı karşıyaydı, “Enternasyonal nerede yayılıyorsa bu, Bakunincilik şemsiyesi altında oluyordu.”[37] Böyle bir durumda çıkagelen Paris Komünü’nün ilanından hemen sonra, Marx, 18 Nisan 1871 tarihli Enternasyonal oturumunda Birlik adına bir çağrı yazmayı önerdi. Marx’ın kaleme aldığı “Uluslararası Emekçiler Derneği Genel Konseyinin 1871’de Fransa’da İç Savaş Üzerine Çağrısı” Marksizm için de bir dönüm noktası oldu. Marx-Engels içlerinde bulundukları güç durumdan büyük bir atılımla çıkmayı başardılar.

En başta söylediklerimizi bir kez daha tekrarlamalıyız: ‘Fantastik umutlar’ besleyen Paris komünarlarını destekleyen Marx, bir başka Marx’tır ya da konjonktürde konuşan Marx’tır. Paris Komünü’ne Enternasyonal adına seslenen Marx, ‘fantastik umutlar’ uyandırmaktadır, devrimci pratiğe kendini boylu boyunca teslim etmiştir. Paris Komünü’nü coşkulu savunusu ona ‘kızıl terörist doktor’ ünvanını kazandırmıştır.

Paris Komünü ile birlikte Marx, kendisini, Enternasyonal’de bir süredir sergilediğinden farklı, yeni bir politik konum alma durumunda hissetmiştir. Paris Komünü ve onun yanında yer alma tutumu alan Marx-Engels’in pratiği, Lenin’e öngelen, Marksizmin politika ayağının oluşması sürecindeki önemli bir dev adım olarak nitelendirilmelidir.

 

 


[1] Pratik-politik bir hareketin devrimci olup olmadığını da eyleyişinin belirlemesi anlamında bu böyledir. Ancak burada çekilen çizgi devrimci veya reformist olmanın ötesinde, ezilenlerle ilişki anlamında bir ayrıma işaret etme amacı taşımaktadır. Kuşkusuz böyle bir ayrım, mesela işçici reformist hareketlerle işçici devrimci hareketleri aynı tarafta bırakacaktır, ancak devrimcilik ile reformculuk arasında yapılacak ayrımın her adımda tekrarlanması işçicilik anlamında aynı tarafta olanları apayrı yerlere koymayı mümkün kılacaktır.

[2] Paul Thomas, Marx ve Anarşistler, Çev.: Devrim Evci, Ütopya Yayınevi, 1. Baskı, Ankara 2000, s.319.

[3] A.g.e.

[4] Fantastik umutlar günümüz konjonktürünün de ayrılmaz bir parçası değil midir? ABD askerlerine karşı ‘umutsuz’ bir cephe savaşına girişen Felluceli direnişçilere ne tür bir ‘ihtiyatlılık’ önermek mümkündür? Ya da Felluce’deki politik hareket mensuplarının topyekün bir ABD saldırısında ne tür bir ihtiyatlılık sergilemeleri gerekirdi, mesela politika gereği geri çekilmeleri, kenti terk etmeleri mümkün müydü?

[5] Üstelik uzun yıllar boyunca Bakunin’e karşı yanında yer alan işçi temsilcilerinin birçoğunu ondan uzaklaştırmıştır. Bir anlamda eylem Marx ile Bakunin’i buluşturmuştur. Devletin ele geçirilmesi değil parçalanması gerektiği vurgusunu Marx-Engels Paris Komünü sonrasında ilk kez dile getirmiştir. Lenin’e giden yol böylece açılmıştır.

[6] Samir Amin, Maoizmin Geleceği, Çev.: Işık Soner, Kaynak Yay., İstanbul 1993, s.148. Ayrıca Samir Amin’in Leninizm eleştirisine ilişkin ezilenler bağlamında bir analiz için bkz.: Metin Kayaoğlu, “Post-Marksizm ile Dar-Marksizmin Ötesinde”, Teori ve Politika 24/25, Güz 2001-Kış 2002, s.24-29.

[7] Samir Amin, a.g.e., s.148.

[8] ‘Bütün ülkelerin işçileri birleşin’ yerine ülkeleri anmadan söylenen yukarıdaki versiyonun kullanılmasının günümüz konjonktürüne daha uygun olduğu düşünülmektedir.

[9] Hardt ile Negri’nin çokluk kavrayışı ve politika anlayışından da bu durum çok rahat görülebilir. Hardt ile Negri bir tür temsil teorisi (ama temsili de çokluk içinde eriten) geliştirerek net bir şekilde öncü politika anlayışının karşısında yer almaktadır. Bunun tipik sonuçlarından biri de –ileride göreceğiz– feda eylemlerine karşı tavır almak olmaktadır. Kitlelere ıslah olmuş, şiddeti dışlayan bir politika önermektedirler.

[10] Miliband’dan akt.: Erhan Demircioğlu, “Bir Kopuş: ‘Temsil’den ‘Öncü’ye”, Teori ve Politika 26, Bahar 2002, s.88.

[11] Michael Hardt ve Antonio Negri, Çokluk/ İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, Çev.: Barış Yıldırım, Ayrıntı Yay., 1. Baskı, İstanbul 2004, s.117.

[12] A.g.e., s.119.

[13] A.g.e., s.118.

[14] A.g.e., s.121.

[15] A.g.e., s.120.

[16] Hardt ile Negri’nin öne çıkardığı ‘yoksul’ teriminin ezilenlere seslenme anlamında bir tür ekonomi temellilik taşıdığı açıkça görülmektedir. Hardt ile Negri’nin, yoksullar için önerilerini sıralarken akıllarına “garantili gelir” ve ‘sendikal örgütlenme”nin gelmesi (A.g.e., s.152) bunu açıkça göstermektedir. Zaten birçok açıdan böyle bir mantık yürütmeyle hareket etmektedirler. Hardt ile Negri’nin politik olduğunu iddia ettikleri saptamaları tipik bir ekonomiden destek alma anlayışına dayalıdır. Endüstriyel işçinin politik öne çıkışını da ekonomik anlatırlar, kendilerinin ‘çokluk’unun öne çıkışını da… Komünistleri endüstri işçisiyle özdeş gördükleri için, bundan hareketle mesela endüstri işçisi olmayan kesimlere karşı olumsuz tavır içinde olduklarını iddia ederler. Komünistlerin genellikle yoksul işçiler ve işsiz yoksullardan uzak durduğuna dikkat çekerler ve bu kesimlerin güvenilmez, kaypak vb. görüldüğünü hatırlatırlar. ‘Lümpen Proletarya’ teriminin zaman zaman tüm yoksulları ifade etmek için kullanıldığını söyleyen Hardt ile Negri (A.g.e., s.146) onların ekonomik açıdan ‘endüstriyel yedek ordu’ şeklinde anlaşıldığını belirtirler. Ardından da artık emek gücünün hiçbir kesiminin toplumsal üretimin dışında olmadığı iddiasından hareketle ‘yedeklik’ olgusunun da geçersizleştiğini savunurlar. Reformist ‘komünist’lerin söz konusu eleştirileri hak ettiği açıktır, ancak işin ilginç yanı benzer bir reformcu pratik öne süren Hardt ile Negri’nin bunu dile getirmesidir.

[17] A.g.e., s.151.

[18] A.g.e., s.64.

[19] Ancak aynı ortaklaşma emarelerini ne Irak’ın işgal edilmesi öncesi ve esnasındaki canlı kalkan eylemlerinde, ne de işgal sonrasındaki savaş karşıtlarının pratiklerinde –ki küreselleşme karşıtları olarak bilinmektedirler– görebildik. Felluce direnişi imparatorluğun asi vatandaşlarından neredeyse hiç destek almadı.

[20] A.g.e., s.73.

[21] A.g.e., s.236.

[22] A.g.e., s.356-7.

[23] P. Thomas, a.g.e., s.288.

[24] A.g.e., s.291.

[25] A.g.e., s.297.

[26] Hatta Fransa’da da Paris’ten değil de daha kırsal bölgelerden destek alıyordu.

[27] Bakunin bir devrimciydi. “Şubat 1848’de Paris’teki, (…) Haziran 1848’de Prag’daki, Mayıs 1849’da Dresden’deki ayaklanmalar”a katıldı (a.g.e., s.315.). Rusya’da hapis yattı, Sibirya’ya sürgüne gönderildi, kaçtı ve tekrar ayaklanmalara katıldı.

[28] A.g.e., s.392.

[29] A.g.e., s.356.

[30] Marksistler olarak, politik mücadelede hem dönemin dinamik ezilen kesimlerinden biri olarak işçilerin hem de diğer dinamik ezilenlerin kapsanması gerektiğini, herhangi birinin ilkesel nitelikli önceliğinin bulunamayacağını bilmek durumundayız. Ezilenlerin hiçbir kesimini, bizim örgütleyemeyeceğimiz, Marksizm çatısı altında bulunamayacak bir kesim olarak algılayamayız. Muhtemel direniş gerekçeleri için de bu böyledir. Yani Marksistler milliyetçi, İslamcı veya bir başka anlayışa dayanan hareketler örgütleyebilir. Marksizmin ideolojik çatısı altında hepsine yer vardır.

[31] A.g.e., s.325.

[32] A.g.e., s.326.

[33] A.g.e., s.379.

[34] A.g.e., s.355.

[35] Bakunin’in şiddete özel bir anlam atfettiği açıktır: “…insanın çektiği acılar, adaletsizlik ve baskılar, tüm bu acıklı hikaye, Bakunin’in çoğu devrimcinin aksine, hiç azaltmayı ya da itiraz etmeyi denemediği kör yıkıcılıkla kurtarılabilirdi ancak. Dahası Bakunin, devrimci şiddeti gerekçelendirmek yönünde de hiçbir gerçek zorunluluk görmedi; o, devamlı surette, bir kurtuluş olarak, burjuva toplumundan ve bu toplumu ayakta tutan tüm adaletsizlik, sahtelik ve ikiyüzlülüklerden gerçek anlamıyla kurtulmak için en acımasız, en ayrım gözetmez şiddeti yüceltiyordu.” (A.g.e., s.323)

[36] A.g.e., s.371.

[37] A.g.e., s.356.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar