Ana SayfaArşivSayı 35-36Ezilenlerin Marksizmi

Ezilenlerin Marksizmi

Metin Kayaoğlu

1. Ezilenler metafiziği

Her türden canlıya yapılan eziyet ve zulme karşı duygudaşlık her şeyin başında ve aşkın bir şeydir.

Marksizm ezilenlerden aşılanmalıdır. Aşılanma bir buçuk yüzyıl boyunca her kritik dönemeçte gerçekleşebildi ve bu daha çok Marksist pratik devrimcilerin kanı teri pahasına oldu. Marksizmin yeni bir aşıya ihtiyacı var. Marksizm, ezilenlerin barbarlığıyla, kanıyla, mücadele tarzıyla ve ideolojiyi edinim formuyla irtibatlanmalıdır.

Yaşayan ezilen hareketleriyle bağlantı kurmak, Marksizme bir aşağıdan partizanlık / militanlık aşısıdır. Marksizm, kendi somut varoluşunu sürekli bir şekilde ezilenlerle ilişki bağlamında yenileyerek gerçek dünyasal varoluşla onun en dinamik alanlarında alaşım noktaları yakalar ve teorik yapılanmasının, olasılıkla yumuşamış ve sabitlenerek bir ideolojiye dönüşmüş kaba etine kılıç dürter.

Ezilenler ilkesi aşkınca önseldir; ezilenler şimdi ve şu anda mücadelenin ön safında olan ezilen bölükleri tarafından temsil olunur.

Ezilenlerden yana olmak her şeyin ontolojik başıdır. Bu önsellik sağlanmadan Marksist olunamaz. Bu bir etik tavır değildir, bir ideolojik tutum değildir, bir bilimsel vargı değildir, bir politik taktik değildir; ezilenlerden yana olmak, Engels’in bir yerde ifade ettiği gibi, belki bir “içgüdü”dür.[1] Ezilenlerden yana olmak, belki Lenin’in ifadesiyle, “yalnızca proleterler tarafından değil, bütün emekçiler tarafından da, Alman deyimini kullanırsak bütün Kleinen Leuten [küçük insanlar] tarafından anlaşılabilir ve paylaşılabilir bir kindir. Ezilen ve sömürülen yığınların bir temsilcisinin ifadelendirdiği bu kin, gerçekte ‘bilgeliğin başlangıcı’, her sosyalist ya da komünist akımın ve onun başarısının temelidir.”[2] Ezilenlerden yana olmak, Marx’ın sözleriyle, onlar gibi olma sonucunu verir: “Çevresindeki halkın yoksulluğunun amansız çığlığını sık sık duymak zorunda kalan herkes, düşüncelerini en zarif ve en yumuşak görüntülerle dile getirebileceği estetik inceliği hemen kaybeder. Hatta bir zaman için, anayurdunda yaşadıkça unutamayacağı bir dille, acının diliyle konuşmayı siyasi görevi olarak kabul edebilir.”[3]

Ezen-ezilen ayrımı, Marksist politikanın varlığında mayalandığı, üzerinde çimlendiği metafizik bir arazidir. Marksist politika, bu varoluşu veri kabul ederek varolma hakkı kazanır. Ampirik olarak yaşanan bu ayrım olmaksızın Marksist politikanın devrimcileşmesi eksik, kısır kalır. Devrimcilik bu ayrımda filizlenir.

Marksizmin politik niteliği devrimci, politik uzamı ezilenlerin içi olmalıdır. Marksistlerin ezilenlerle alaşım devrelerini, ezenlere karşı hareket halindeki ezilen kesimlerinin somut varoluşu kurar. Bu bakımdan ezilenler arasında önsel bir ayrım yapılamaz.

Böylece Marksizm, işçi sınıfının ya da işçilerin temsilcisi bir ideo-politika değildir. Marksizmin ezilenlerle ilişkilenim alanındaki bileşeni politika[4], kendini genel olarak tüm ezilenleri karşılamak üzere, hareket halindeki ezilen bölükleriyle somut bağlantı kurmak üzere yapılandırmak durumundadır.

Ezen-ezilen ayrımının gerçek yeri içinde bulunulan konjonktürdür. Ezme-ezilme ilişkisi verili gerçeğin her yanına yayılmış, her gözesine sirayet etmiştir. Marksistler burada –ezme-ezilme ilişkisini esas alan diğerlerinden, anarşist ve post-modernist bazı akımlardan, farklı olarak– bir öncelik formüle eder. Ezme-ezilme ilişkisinin merkezileştiği ve bu ilişkinin her bir parçasının varlığıyla beslediği kapsayıcı ilişki, özel bir ezme aygıtı olarak varolmuş devletin kendisidir.

Ezme-ezilme ilişkisini devlet aygıtının varoluş tarzına, yani şiddet olarak varoluşa göre ele almak, öznesini devrimcileşmek zorunluluğuyla karşı karşıya bırakır.

Bir verili somut konjonktürde ezilenlerin mevcudiyeti, tüm verili bütünlük olarak belirir. Ezilen; fiziksel gövdesi, ideolojisi, kültürü, dini-imanı, bulaşığı-kiriyle, konjonktürde ayrıştırılması mümkün olmayan bir varoluştur. Ayrıştırma sonsal bir işlemdir ve konjonktürde, tanımı gereği buna ‘zaman’ yoktur.

Konjonktürde ezilenleri, ayaklanan köylüler, bir direniş yürüten işçiler, gerilla mücadelesi sürdüren bir politik örgüt, bir kadın grubu, boykot yapan üniversite öğrencileri, yıkıma karşı direnen gecekondu halkı, kanla bastırılan bir direnişin mensupları oluşturur. Kürt ulusal varlığı tarihsel olarak ezilendir; fakat konjonktürde ezilen Kürtler, eylem halindeki kitleler, Kürt politik partilerinin aktif mensupları, gerillalar, Kürt tutsaklardır. Konjonktürde varlığıyla öne çıkan ezilen bir grup tarihsel olarak önemsiz görülebilir ya da yok sayılabilir; ya da tarihsel olarak önemli bir ezilen bölüğünün konjonktürlerde bir karşılığı bulunmayabilir. Bu, konjonktürün sorunu değildir; bu durumun hesabı tarih kitabında yer alacaktır.

Çoklu, karmaşık ve çapraz varoluşlarıyla bileştirilmesi zor olan ezilenlerin varlığı, konjonktürdeki sıcak bölgeler izlenerek, nabız atışlarına kulak kesilerek, duyulur. Bu anlamda, ezilenler, şu sözlerde saklı yaklaşımın konusu olur: “Irak ve Filistin’de devam eden direnişi destekliyoruz, oralarda emperyalizmin hedefi Müslümanlardır. Bu saldırılar karşısında hepimiz Müslümanız.”[5]

2. Politik Marksizm ve ezilenler

Politik devrimcilik: “Tek sözcükle, ezen ile ezilen…”

Komünist Manifesto (Şubat 1848), tarihi bir ezen-ezilen mücadelesi olarak ifade etmekle başlar:

“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.

“Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen, birbirleriyle sürekli karşı karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş (…) sürdürmüşlerdir.”[6]

Marx-Engels, sınıfların mücadelesiyle ezen ve ezilenlerin mücadelesini eş anlamda kullanıyor. Ancak ezen-ezilen ikiliğinin, sınıf-sınıf’a göre daha genel ve yargısal bir anlam taşıdığı anlaşılıyor. Engels, Manifesto’nun 1893 tarihli Almanca baskısına yazdığı önsözde sömürülme ile ezilmeyi eş anlamda ama yine de ayrı ayrı anarak kullanmayı sürdürüyor: “Bu savaşımın, şimdi, sömürülen ve ezilen sınıfın (proletaryanın), aynı zamanda toplumun tümünü sömürüden, ezilmekten ve sınıf savaşımlarından sonsuza dek kurtarmaksızın, onu sömüren ve ezen sınıftan (burjuvaziden) kendisini artık kurtaramayacağı bir aşamaya ulaştığı düşüncesi…”[7] Sömürü ve ezilmenin proletarya dışındaki toplumsal sınıf ve kesimlere de ilişkin olduğunu belirten Engels, bir başka çalışmasında (Konut Sorunu – 1872-3) bu iki terimi, yaklaşık ya da eş anlamda kullanmayı sürdürüyor. Kapitalizmden önceki toplumsal formasyonlarda, “ezilen sınıflar”dan[8] ve “bütün ezilen sınıflar”ın çektiği ortak sıkıntılardan, “işçi sınıfının egemen sınıflarca sömürüsü(..) ve ezilmesi”nden bahsediyor.[9] Kurucu Marksistlerde ve Marksizmin sonraki literatüründe ezilme ile sömürülme yakın ya da eş anlamlar taşıyacak şekilde yaygın olarak kullanılageldi.

Genel bir tema olarak ezilenler, Manifesto örneğinde de görüldüğü üzere, Marksizmde başından beri yer almaktaydı. Bu tema, Marksizme, kurucularının ilk politik metinlerinden ve ilk devrimci politik etkinliklerinden başlayarak pratik olarak girmişti. Çünkü onların gençliklerini sürdükleri yıllarda, 1840’lardaki devrim yıllarında, Batı Avrupa’nın “ezilenleri”nin ortak adı işçi sınıfıydı.[10] Fakat hemen bu dönemin sonlarında, Marx ve Engels’in ezilenlerine başka üyeler de katıldı. Bunların başlıcası, “ezilen ulusal topluluklar”dı.

Marx ve Engels’te ulusal sorunun sınıfsal sorundan öne alınma anlayışlarının belirdiği ve işçi aristokrasisinden bahsolunduğu momentten itibaren “ezilenler” temasının Marksizme özgül kategorik giriş yaptığı kabul edilebilir. Böylece ezilenler bir genelleme olmaktan çıktı ve özel anlamlar kazanmaya  başladı. Bu, Marksizm açısından bir gelişmedir, ama kendisiyle birlikte sorunları da taşıyacaktır. 

Marx, 29 Kasım 1847’de, 1830’daki Polonya ayaklanmasının 17. yıldönümünde Londra’da yapılan uluslararası toplantıda yaptığı konuşmada, “ezenlerin ve sömürenlerin ezilen ve sömürülenlere karşı kardeşliği”nden bahsediyor, ve ezilenlerin de kardeşleşmesini ima ediyordu. Marx, İngiliz proleterlerinin İngiliz burjuvazisine karşı zaferinin bütün ezilenlerin kendilerini ezenlere karşı kesin zaferi anlamına geleceğini söylüyordu: “Bu nedenle, Polonya Polonya’da değil İngiltere’de kurtarılmalıdır.”[11] Burada Marksizm açısından dikkate değer iki hususu saptamak mümkün. Birincisi, ezilenlerin kardeşliği teması. İkincisi, Marx’ın sonradan terk ettiği ama Marksizmi işçi sınıfına hapsedenlerin, onu bir işçi sınıfı bilimi / ideolojisi / politikası olarak ortaya koyanların sürdüreceği tema, bir ezilen ulusun kurtuluşunun işçilerin metropol ülkedeki zaferine bağlı olduğu anlayışı. Marx bilindiği gibi bu görüşünü sonradan tam tersiyle değiştirecek ve İrlanda kurtulmadan İngiliz proletaryası da kurtulamaz diyecektir.[12] Bu, başka ezilenlerin işçi sınıfına karşı öncelik kazandığı bir momenttir. Kendi tarihsel terminolojisi bağlamında, Marx, sınıfsal sorunu ezilenler temasına yedirmiş olmaktadır. Öte yandan, Marx, Gotha Programının, işçiler dışındaki emekçileri ve ezilenleri “gerici bir kitle” olarak görmesine ve işçi sınıfıyla diğer ezilenlerin politik olarak kesin bir ayrıştırmaya gidilmesine karşı durmakta, ve kapitalizmin gelişmesiyle yok olup gitmeye mahkum çeşitli toplumsal katmanların işçilerin devrimci bağlaşığı olabileceğini, Komünist Manifesto’daki yaklaşımlarını anarak, ileri sürmektedir. İşçi sınıfı dışındaki ezilenlerin mücadelesine gösterdikleri ilgi, aynı zamanda, kurucu Marksistlerin pratik-politikayla ilişkilenmelerine de olanak tanıyacaktır.

Ezilenler temasının Marksizme özgül girişinin gerçekleştiği bir başka husus, Marx-Engels’in, İngiltere’deki Çartist hareketi ikiye bölmelerinde yatar. Buna göre, Çartist hareket, “biri; ‘gerçekten proleter koşullarda yaşamakta olan işçi kitlelerinin içinde bulunduğu devrimci’, diğeri; ‘küçük burjuva üyeleri ve işçi aristokrasisini kapsayan’ reformist olmak üzere iki kanada bölünmüş”tür. Bu ayrımdaki kritik öğe, “proleter koşullar”dır. Aristokrat ya da “proleter koşullar”da yaşayanlarıyla bütünüyle işçi sınıfından söz edilmektedir. İşçiler arasındaki bu ayrım üretim düzeyinde görülmemektedir; işçi sınıfı bir bütün olarak, ayrımsız “sömürülme”ktedir. Ayrım, “yaşam koşulları”nın görüldüğü düzeyde (buna ‘toplumsal formasyon düzeyi’ denilecektir) göze çarpmaktadır; bu düzeyde işçilerin bazı bölükleri “ezilme”mektedir. Böylece, birer terim olarak ezilme ve sömürülme, birlikte anılmayı zorlaştıran ikinci unsuru da bulmuş oldu.

Tarihsel devrimcilik: İşçiler ezilenlere karşı!

Marksizmin tarih bilimi bileşeninde meydana gelen gelişmelerle birlikte, Marx-Engels’in ezilenlere yaklaşımında çeşitli sorunlar görülmeye başlar. Bu, Marksizm dışından gelen –Aydınlanmacılık, Avrupa-merkezcilik, ilerlemecilik, gibi– etkiler bir yana bırakılacak olursa, tarih biliminin vargılarıyla, günün –ve tarihin de– politik ediniminin birbiri karşısına çıkarılması olarak formüle edilebilir. İşçi sınıfının politik misyonu ile bilimsel vargılar özdeşleştirilir, ve bilim ile işçi sınıfının ikisi birden öteki ezilenlere karşı çıkarılır. Bilim ileriyi göstermekte, işçi sınıfı da tarihsel ilerleyişin misyoneri olmaktadır.

Örneğin, Engels, Marx’ın da onayıyla, Manifesto’daki tezlerine aykırı görünecek şekilde, Dühring’in, ‘bütün tarihin insanın insan tarafından köleleştirilmesine indirgenebileceği’ne kesin bir tutumla karşı çıkıyor.[13] Engels, tarihin ancak “emeğin üretkenliğiyle” açıklanabileceğini söylüyor.[14] Bu, günümüz Marksistlerinin Marksizm sağduyularına radikal bir şekilde aykırıysa da, Marksizmin bilim bileşeninin önermesidir.

Engels’in Dühring’e karşı Marksizmin bilimsel önermelerini savunması, Marksizmin devrimci politika anlayışını boşlukta bırakır gözüküyor: “… eğer bay Dühring, hellenisme’e kölelik üzerine kurulu olduğu için burun kıvırırsa, Yunanlıları buhar makineleri ve elektrikli telgrafları olmamakla kınamakta haklı olacağı denli haklı olur.”[15] “… eski dünyanın doruğunu, hellenisme’i olanaklı kılan tek şey, kölelik oldu. Kölelik olmasaydı, Yunan devleti, Yunan sanat ve bilimi olmazdı; kölelik olmasaydı, Roma İmparatorluğu olmazdı. (…) Eski kölelik olmasaydı, modern sosyalizm olmazdı.”[16] Bu yaklaşım, bizzat kendisi bilim ile politikanın ayrılmasına karşı çıktığından, tarihte köle isyanlarını, köylü savaşlarını ezenlerle birlikte bastırmayı savunmalıdır. Çünkü, kölelerin başarısızlığı mukadder olmaktan başka, tarihsel ilerlemeyi de kesintiye uğratan özellikler taşıyordu.[17]

Marksizmin, atfedilmiş devrimci politikasına karşı, onun ayrıcalığı gözüken bilimi savunan Engels, bilim uğruna devrimci politikayı harcıyor. Engels, Marksizmin ayırıcı niteliği olan bilimsel vargıları, politik bir dille ve politik bir ortama anlatıyor.

Kurucu Marksistlerin salt artık “ölmüşlerin sorunları” konusunda değil, kendi zamanlarının ezilenlerine karşı tutumları da bu konuda mazeret kabul etmeyecek bir yönelim barındırıyor. Gerçekten, bugün Spartaküs isyanına taraf olmanın bu isyanın kölelerine herhangi bir yararı bulunmaz. Ama, tam tersi gerçektir ve Spartaküs, bugünün kölelerine destek sunabilir. Kurucu Marksistler açısından gerçek politk sorun burada başlıyor.

Marx-Engels’in, kendi zamanlarının dünyasal ezilen hareketlerine ilgileri hep çelişkili olmuştur. Onlar bir yandan tarihsel ilerlemeye yol açmanın ne kadar önemli ve bu gidişin önünde durmanın ne kadar beyhude olduğunu ortaya koymuş, ve burjuvazinin dünyanın dört bucağında ilkelleri uygarlığa kazandırıcı hamlelerini desteklemiş, fakat öte yandan, ezilenlerin çığlığına kulaklarını tıkayamamışlardır.

Tarihin bilimsel açıklamasıyla politika arasında kurulacak kısa devrede, bir tarihsel solculuk her ikisine de, hem bilime, hem politikaya egemen olmaktadır. Bunun sonucu, köleci bir toplumda köleleri ve barbarları değil, feodalleri tutmak, feodalizme karşı mücadelesinde ezilen köylüleri ve başka sınıf ve katmanları değil devrimci burjuvaziyi tutmak ve bugünkü mücadelenin, tarihsel devrimciliğin son koşucusu burjuvaziyle el ele ama farklı bayraklarla veya burjuvaziden alınan bayrakla –renk değiştirerek de olsa– yürütüldüğü anlayışını vazeden bir tarihsel devrimcilik olmaktadır. Son aşama olan burjuvazinin mücadelesinde, onun “geri”yi temsil eden güçlerle mücadelesi tarihsel yükümlülükler gereği desteklenecektir. Bu anlayışta, ezilen ve sömürülen sınıf ve toplulukların folklorik ya da nostaljik bir ilgiye mazhar olmaktan başka bir önem taşımayacağı anlaşılır mahiyettedir.

Tarihsel solculuk, aşılmış bir dönemin ezilenleriyle herhangi bir ilişkilenmeyi reddeder. Düşene bir tekme de o atar! Sıkı birer tarihselci oldukları için, tarihsel solculara göre, aşılmış ve geride kalmış toplumsal örneklerin ezilenleri, geriliği yansıtan gerici ideolojileri benimserler ve bir tarihsel solcu, ileriyi temsil eden burjuvaziyle birlikte geriyi temsil eden unsurları ezmekte beis görmez.

Lenin ve Mao’nun politik Marksizmi

Politik veçhesiyle Marksizmi, genel olarak ezilenlere geri dönülmez bir şekilde açan eser Lenin’e aittir. Bugün, Leninizmin bu katkısını “doğal” sonuçlarına götürmekten başka bir şey yapılması gerekmiyor. Leninizmin Lenin’de beliren, ve muhakkak geliştirilmesi, kategorilendirilmesi gereken terminolojisi, –çağdaşlarından nitelikçe epeyi zayıf olmakla birlikte– oldukça yüklü “işçici” temalara sahiptir. Ancak, Lenin’in başlattığı kanalın 20. yüzyıl boyunca bir yelpaze gibi genişleyen ve saçaklanarak Marksizm dışına ve Marksizm içindeki öteki eğilimlere kan veren niteliği göz önüne alınacak olursa, izinde olunacak figürler ve politik mücadele özneleri karmaşık ve çoğu kez çapraşık bir tablo oluşturacak bir şekilde görünmeye başlayacaktır.

Lenin’e göre Marksist politik özne, işçiler ve diğer tüm ezilenleri bütün olarak görebilen bir pozisyonda olmalıdır. Lenin’in, uzunca aralarla iki ayrı örnekte somutlandığını göreceğimiz tutumu, işçi sınıfına bağlandıktan sonra sıra geldiğinde ve fırsat varsa, öteki ezilenlere bağlanan, bağlanmaya çalışan bir Marksist politik tasarrufun uygunsuzluğunu göstermeye teksif edilmiştir.

İlk örnek, 1902’de yazılan Ne Yapmalı?’dan, ikincisi ise “Devrimci Yükseliş” başlığıyla 1912’de yazılan bir yazıdan… Lenin, günümüz post-modernlerini kıskandıracak enginlikte bir ezilenler tablosu sunar. “[Y]aşamın ve eylemin en çeşitli alanlarında –meslek, kamu, özel, aile, din, bilim vb. vb. alanlarında–” beliren bir “baskı”dan, “ezilme”den söz eder.[18] Bu baskı örneklerinin tümünün, Rusya’daki devlet yapısına ait olduğunu belirten Lenin, tekrar tekrar örnekler verir: “Zemskiye naçalniki [köylülere karşı güçlü yetkilerle donatılmış kırsal yönetici] ve köylülerin kırbaçlanması, memurların rüşvetçiliği ve polisin kentlerde ‘sıradan halka’ karşı davranışı, açlara karşı savaşım, halkın aydınlanma ve bilgi için olan çabasının baskı altına alınması, vergilerin zorla tahsili ve dinsel mezheplerin ezilmesi, erlere karşı aşağılayıcı davranışlar ve öğrencilerle liberal aydınlara kışla yöntemlerinin uygulanması –bütün bunlar ve zorbalığın buna benzer binlerce belirtisi…”[19] Lenin, ısrarla, politik aygıtın varlığına dikkat çeker: “Rus işçileri, polisin halka zorbaca davranışına karşı, dinsel mezheplere zulmedilmesine, köylülerin kırbaçlanmasına karşı, amansız sansüre, askerlere işkence edilmesine, en masum kültürel girişimlerin bastırılmasına vb. karşı niçin hala bu kadar az devrimci eylemde bulunmaktadır?”[20]

Lenin, ısrarla ve kesin bir bilinçle, işçi sınıfını sınıf olarak üretim tarzı içindeki rolü çerçevesinde görmek isteyenlere karşı duruyor ve bir alana işaret ediyor. “Siyaset her zaman itaatle ekonomiyi izler” diyen[21] güya Marksist ekonominin belirleyiciliği anlayışı savunucularıyla kesin bir ayrım ortaya koyuyor. Bu alanda işçilere yönelik baskılar ile öteki ezilenlere yönelik baskılar arasında bir öncelik ilişkisi kurulmasına kesin bir tutumla karşı çıkıyor. Ancak bundan önce epistemolojik nitelikte bir işlem gerçekleştiriyor.

Lenin, işçi sınıfının üretim tarzı çerçevesindeki konumu ile baskı altındaki konumu arasında bir ilinti kurulmasına karşı çıkıyor; ona göre, işçi sınıfını salt bir sınıf olarak, ekonomik konumunu güçlendirici bir pozisyona sürüklemek yanlış olmaktan öte gerçeksizdir; gerçek olan, işçilerin öteki ezilenlerle ortak olan sorunlarıdır ve bu, karşılığını, burjuvaziye karşı değil, devlete karşı mücadelede bulacaktır. Ekonomik mücadeleyi geliştirerek ona politik bir boyut katılamaz. Bu ikisi arasında, birbirini izlemesini sağlayacak bir bağlantı yoktur.

Lenin, devrimci politikanın işe koşulduğu yer olarak “işçilerle işverenler arasındaki ilişki alanı”nın dışını işaret ediyor. Bu alan, “Bütün sınıf ve katmanların devletle ve hükümetle ilişki alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanı”dır.[22] Lenin, işçilerle ‘salt işçi’ kimlikleriyle bağ kurmanın Marksizm açısından uygun olmadığını, uygun politik ilişkilenme tarzının, işçileri, bütün olarak ezenlerle ezilenlerin karşılaştığı, bütün olarak ezilenlerin devletle karşı karşıya kaldığı alana çekmek olduğunu vurguluyor.

Lenin, gerçi, işçi sınıfıyla özsel bağ konusunda hala eski konumdadır: “Sosyal-demokrasi, yalnızca belirli bir işverenler grubuyla ilişkilerde değil, modern toplumun bütün sınıflarıyla ve örgütlenmiş bir siyasal güç olarak devletle de ilişkilerde işçi sınıfını temsil eder.”[23] Ama bu, Lenin’in yaklaşımının özgün yanı değildir, Lenin burada zamanının genelgeçer Marksist anlayışını yinelemektedir.

Gerçekte bütün politika anlayışına bu yaklaşımın sinmiş olduğu Lenin, Ne Yapmalı?’da savunduğu anlayışı bir gelişme vesilesiyle, on yıl sonra, bir kez daha yazıyor. Lena’daki altın madenlerinde çalışan işçilerin kurşunlanması üzerine yapılan tartışmada Lenin, işçileri Çar’ın polislerinin kurşunlamasının nedeninin, birçoklarının iddia ettiği gibi, “proletaryanın haklarından biri için verilen mücadele”, proletaryanın “örgütlenme özgürlüğü için mücadele” olmadığını, kısaca ‘işçi sınıfı sorunu’ olmadığını savunur. Lena’da ve sonrasında gelişenin, “sendikal bir hareket ve ‘haklar’ uğruna bir mücadele” değil, “her alanda provokasyonlara, köleliğe ve keyfiliğe karşı güvence altında olma özgürlüğünün yokluğu”[24] olduğunu ileri süren Lenin’e göre, Lena’da olan, işçi sınıfının özgül durumuyla ilgili değildi, bu olay, “monarşinin bütününün bir yansımasıydı”, bu olayların belirleyici özelliği, işçilerin bir hakkının çiğnenmesi değil, bütün ezilenler için “hiçbir temel meşruluğun zerre kadar olmamasıydı”. “Rusya’da hayata özgü bu genel haklardan yoksunluk, belli haklar uğruna savaşmanın umutsuzluğu ve imkansızlığı”ydı.[25] Sorun, sınıf olarak işçi sınıfının değil, ezilenlerin bir bölüğü olarak işçilerindi.

Lenin meseleyi büyük bir vukufla, ezen-ezilen ilişkisine bağlamakta, ve şu türden iki ayrı bakışı reddetmektedir: 1. Sorun, işçi sınıfının salt sınıf olarak varlığına özgüdür ve hemen, acil olarak bilimin alanına rücu edilerek anlaşılabilir: Ekonomi politikadan önce gelir. 2. Ezilenler içinde dahi olsa, sorun salt işçilerin sorunudur; ezilenlerin ezenlerle karşı karşıya geldiği / gelmesi gerektiği “agora”ya teşmil edilmemeli, işçilerin işverenler ya da hükümetle kendi aralarında çözmesi arzulanmalıdır.

Bu yaklaşımlara karşı Lenin, meseleyi politikleştirmek ile ezen-ezilen alanına çekmeyi özdeş kabul ediyor. 

Leninizmin ezilenlerle ilişkilenme konumunda duran Marksizminin –söz konusu bağlamda– iki tarihsel politik katkısı kaydedilmiştir. Bunlardan biri, Rusya’da genel olarak ezilenlerle ve özel olarak köylülerle Marksist devrimcilerin hegemonyasında bir ittifak; diğeri, “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin” şiarında anlatımını bulan dünyasal politik kuruluştur. Leninizm, Marksizmi ezilenlere operasyonel bir tarzda açmıştır.

Ezilenlerle özgün bağlantılar kuran politik Marksizmin tarihsel izini sürdüğümüzde, bizi Lenin’den Mao’ya ulaştıran bir devrimci hattı buluruz.[26] Bu aşamada, Lenin’in eseri eleştiri menziline girmektedir. Bolşevikler, aksi yöndeki yönelimlerine ve bildirimlerine rağmen, “sadece işçiler arasında örgütlenmiş” ve köylülerle ittifakı, köylüler arasında örgütlenen, onların “doğal temsilcileri” saydıkları Sosyalist Devrimciler şahsında yapmayı öngörmüşlerdir.[27] Oysa, Çin Marksistlerinin, 1927’deki yenilgiden sonra, Mao Zedung önderliğinde yürütülen ikinci atılımı, işçilerin arasında örgütlenmeyi neredeyse boşlamış, salt köylüler arasında örgütlenmeye hasredilmiştir. Bu çaba, tarihsel olarak tamamen ezilenlerin temel bir alameti farikası temelinde yapılabilmiştir; komünistler işçilerin bulunduğu şehirlerde örgütlenememiştir.

Marksizmin Leninizm ve Maoculukta beliren yönelimi, dar-Marksistler için bir sapmadır –en iyisinden, istenmeyen bir kayma. Dar-Marksizmin önde gelen simalarından E. M. Wood, durumu şöyle ifade ediyor: “Marksizmin perspektifleri, gitgide daha çok iktidar mücadelesinin güdümüne girmiştir. (…) Yirminci yüzyılda –Rusya’da ve Çin’de– gerçekleşen büyük devrim hareketlerinin, tarihsel koşullar nedeniyle, iktidar mücadelesini ön plana çıkarmak, hatta bir bakıma, özellikle de Çin örneğinde, başlıca mücadele etkenleri olarak ‘halk’ı ya da ‘kitleler’i işçi sınıfının önüne koymak zorunda kaldıkları söylenebilir.”[28]

Tony Cliff, Çin devriminde, Mao’nun önderliğindeki ÇKP’de ve Küba devriminde işçi sınıfının rolünün, bu iki devrimin politik öznesinin Marksist kabul edilmesini olanaksız kılacak denli yetersiz olduğunu veya hiç olmadığını yazar. Ona göre, “Sanayi işçi sınıfı Mao’nun zaferinde hiçbir rol oynamamıştır. Çin Komünist Partisi’nin sosyal yapısı bile tamamen işçi sınıfı dışındaki unsurlardan oluşuyordu.”[29] Bu tutumu sonucu Cliff, geçen yüzyıldaki belli başlı devrimleri sayarken, 1949’u anma tenezzülünde bulunmuyor da, 1925-27’deki başarısız kent isyanlarını “devrim” olarak sayıyor.[30]

Burada, iki farklı eğilime mensup olmalarına rağmen Wood ile Cliff’in örneğinde, Lenin’in (ve Mao’nun) benimsediğinden derinden farklı bir Marksizm anlayışı görülmektedir. Bilimsel ve politik kimliğini işçi sınıfıyla bağlantısında bulmak durumunda olan bir Marksizmle, politik kimliğini ezilenlerle bağlantılanmakta bulan bir Marksizm. 

3. Tarih ve ezilenler

Sınıf-öncesi, sınıf ve sınıf-aşırı

G. A. Cohen, Marx’ın “üretim tarzı” kavramını üç anlamda kullandığını belirtir: Maddi, toplumsal, karma tarz. “Maddi üretim tarzı”nda sınıflar yoktur, biyolojik varlıkların faaliyeti görülür; sınıflar “toplumsal üretim tarzı”nda belirir.[31] Maddi üretim tarzında, teknik anlamda üretim güçleri, emek gücü, sermaye, emek sürecinin fiziksel nitelikleri gibi öğeler bulunur. Toplumsal üretim tarzı, sınıfların ‘asıl’ yeri, yatağıdır. Sınıfsal bölünme düzeyi de denebilecek bu düzeyde, sınıflar salt nesnel ekonomik kategoriler olarak mevcuttur, her sınıf öngörülen rolünü oynamakta ve her sınıf hakkını almaktadır. Toplumsal üretim tarzında işçi sınıfı sınıf olarak rolünü yerine getirir ve işbölümü sonucunda hak ettiğini alır. Sınıf, nesnel olarak, üretim araçlarıyla ilişkisine bakılarak tanımlanan bir topluluktur. Bir sınıf, bu “nesnel yer dışında hiçbir şeyle belirlenmez.”[32] “Sömürü” olarak adlandırılan ilişki bu düzeyde gerçekleşmektedir. İşçi sınıfı emek ürünlerine sahip olamadığı için sömürülmüş kabul edilir, ancak bu nedenden dolayı işçi sınıfının ezilmiş de olduğu kabul edilemez. “Ezme-ezilme” olarak adlandırılan ilişki, yani bazı sınıfların / toplulukların başka bazı sınıfların / toplulukların üretim / maddi yaşam koşullarını kontrol etmesi, bu koşullara itirazlarını engellemesi ve boyun eğdirmesi için[33] birtakım aygıtların ortaya çıktığı ve devlet (ya da ilk devletsel oluşum) ile hukuk, ideoloji gibi üstyapı öğelerinin varlığının görüldüğü, “sınıfsal baskı” düzeyi[34] de denebilecek olan düzeyde gerçekleşmektedir. Burada sınıflar ezen ve ezilen (sınıflar) (ya da sınıf bileşimleri) olarak şekillenmiştir. Dar anlamda toplum(lar), tamamıyla sınıflara, sınıf katmanlarına ve sınıf bileşimlerine (ulus, milliyet, dinsel topluluk, gibi) bölünmüştür. Dar anlamda toplumların sınıf dışında oluşturucu öğesi yoktur.

Toplumsal üretim tarzı olarak altyapı ile üstyapının oluşturduğu birlik “toplumsal formasyon” olarak adlandırılacaktır.[35] “Sömürülen ve ezilen sınıflar”ın yaşadığı alan toplumsal formasyondur. Üstyapı kurumları, ezme işlemini hem üstyapı alanında hem de geri dönerek, toplumsal formasyon genelinde yerine getirir. Devlet ve hukuk birer sınıfsal kurum, birer ezme aracı / aygıtı olarak varlığını duyururken, ideoloji ve ideolojileşmiş öteki öğelerin (politik ideoloji, hukuki ideoloji, sanatsal ideoloji, felsefi ideoloji, dinsel ideoloji…) geneli için sınıfsal nitelik bu ölçüde dolaysızlıkla ileri sürülemeyecektir.[36]

Burada geçici olarak, üstyapının ‘en üst’ öğelerinin sınıfsal niteliklerden bağışık olduğu ve ancak tarihsel formlarında sınıfsallaştığı ileri sürülecektir. Üstyapının bu niteliği, geri dönerek, toplumsal formasyon düzleminde etkiler yayacak, ve geçici ve iğreti olarak bu alana sınıf-aşırı, sınıf-altı, sınıf-ötesi nitelikler şırıngalayacaktır.

Öte yandan, üstyapının bazı öğeleri, sınıfsal ayrışma alanını (toplumsal üretim alanı) atlayarak, bu alanı by-pass ederek, maddi üretim (çalışma ilişkileri) alanıyla irtibatlar kurabilir ve maddi üretim düzleminin sınıf-öncesi ya da sınıf-altı niteliğiyle “sınıfsız” bir şekilde alaşımlanabilirler. Bu, ‘toplumun üzerinde uçan bulut kümesi ya da toplumun üzerine çökmüş ve hareketli sis tabakası olarak ideoloji / düşünce’ metaforuna özgül bir anlam kazandırabilir.

Böyle bir modelleme, sınıfsal alanın üzerinde ya da sonrasında olan her (toplumsal) varlığın dolaysızca sınıfsal olması şeklindeki anlayışa materyalist bir karşılık olabilir. Belirleme anlayışı böylelikle basit sıralı bir basamaklandırma şeklinde anlaşılmanın getirdiği sakıncaları da aşacaktır. Üretim, bu şekilde, sınıfsallığı aşağıdan ve yukarıdan sarmalayan bir nitelik kazanacak ve sınıfçı anlayışların, sınıfsalllığı sınıf bilincinde zirvelendirerek üretimin maddi boyutunu hatta doğayı bile sınıfsallaştıran yaklaşımı dinamitlenecektir.

Üretimin, sınıfların ana yatağını aşarak belirleme ilişkisine yönelebileceği, karşılık etkisi olarak da üstyapının ‘en üst’ öğelerinin geriye dönerek etki icra edebileceği anlayışı, toplumsal formasyon ve özellikle politik ve ideolojik düzlemlerdeki tarihsel aktörlere bakışa tayin edici etkiler gösterecektir.

Ekonomik düzeyde ‘ezilmek’: ‘Sömürü’

Marx’ın Kapital’de değer yargıları taşıyan birtakım ifadelerle kapitalizme ve kapitalistlere saldırdığı sıklıkla görülür. Bu ifadeler emekçilerin, işçilerin acımasızca ezilmesi, sömürülmesiyle ilgili duygudaşlıkla yüklüdür. Marx, “kapitalistin sömürü hırsı”ndan,[37] artı-emekten “karşılığı ödenmemiş emek” olarak bahseder; kapitalistin işçiden “haraç aldığı”nı, “emeğin bir kısmına elkoyduğu”nu belirtir..[38] Kapital’de “sömürü” bir terim olarak büyük çoğunlukla değer-yüklü bir anlamda ve politik-ideolojik saldırı amacıyla kullanılmıştır. Marx’ın, başta Kapital’de olmak üzere, “sömürü” terimine verdiği anlam, bu terimin günlük anlamından çok da farklı değildir. Eğer gerçekten böyleyse, sömürme ile ezme, ayrılamayacak bir şekilde, kapitalist üretimin merkezinde yuvalanmışlardır. Ve eğer gerçekten böyleyse, kapitalizme ilişkin bilimsel çalışma, kapitalizme karşı politik-felsefi duruşla özdeştir; tarihsel materyalizm, proletaryanın bakış açısı olmak durumundadır.

Ancak, “amacı, kapitalist toplumun ekonomik hareket yasasını ortaya çıkarmak” olan[39] Kapital gibi bir eserin bu tarzda yorumlanması, zaman zaman yazarına rağmen, mümkün olamayacaktır. Sadece sömürü terimi değil, olası bütün değer-yüklü terimlerin çıkarılması durumunda Kapital, atfedilen bilimsel niteliğinden hiçbir şey yitirmeyecektir.

İki ayrı yazarın Marx’ın yazılarındaki aykırılıklara ilişkin değerlendirmelerini aktarmak uygun bir yol olarak görünüyor. G. G. Brenkert, Marx’ın özellikle Kapital’de rastlanan yaklaşımını şu ifadelerle değerlendiriyor: “Marx’ın zaman zaman tutarsız olduğunu, bazı ifadelerle taktik bir avantaj sağlamaya çalıştığını ya da zaman zaman teorik görüşleriyle tam bir uyum içinde değil de içinden geldiği biçimde yazdığını, bir olasılık olarak dışlayamayız. Bu nedenle, Marx’ın kapitalizm ve adalet üzerine yaptığı çeşitli yorumlara yaklaşırken, bu yorumların onun görüşlerinin genel kapsamına en iyi şekilde nasıl uyduğunu göstermek gerekir.”[40] Norman Geras’ın değerlendirmesi, tamamen farklı saiklerle olsa da benzer bir yaklaşımın ifadesi: “… ücret ilişkisinin doğasını açıklamakta ‘diyalektik’ çelişkilerle oynadığı için, Marx’ın bu alandaki bütün fikirlerini birbirleriyle tutarlı kılma olanağı yoktur. Dolayısıyla, bu anlaşmazlığın çözülmesi, bizim bir miktar zihinsel yeniden-yapımcılık çabası göstermemizi, onun çeşitli görüşlerinden en iyi biçimde bir sonuç çıkarsamaya çalışmamızı gerektiriyor.”[41] Bu özgül değerlendirmelerin Althusser’in kategorik Marx ayrımlaştırmasıyla ve Marx’ın eserinde bilim-öncesi öğelerin epistemolojik kopuştan sonra da, daha doğrusu “sürekli epistemolojik kopuş” bağlamında, varlığını koruduğu yaklaşımıyla birlikte ele alınması, ‘granit Marx’ ya da ‘bilimiyle bilinci özdeş bir Marx’ anlayışını peşinen devredışı bırakmaya yetecektir.

Marx’ın eseriyle kurulan tarih biliminin, Marx’ın, kapitalizme ilişkin, Kapital’de de ortaya koyduğu olumsuz yargılarıyla ilişkili olması gerekmiyor. Kapital’de Marksizmin bilim bileşeninin temel kavramları yatmaktadır, ancak bu, Kapital’in tamamen tarihsel bir ürün olduğu bağlamında anlaşılabilir ve sonraki Marksistlere, Kapital’i ayrıştırma sorumluluğu düşer. Kapital’de geçen normatif ifadelerin Marksizme illa dışsal olması gerektiği söylenmiyor, ama bu ifadelerin Marksizmin bilim bileşenine dışsal olduğu vurgulanıyor. Öte yandan, söz konusu ifadelerin Marksizmin bütünlüğünün herhangi bir unsuruna da özel katkıları olmasa gerektir. Dolayısıyla, bu ifadelerin kullanılmasıyla, ya da Kapital’de bolca verilen zulüm aktarmalarıyla Marksizmin bilim bileşeni bakımından bir “iş” yapılmış olunmamaktadır.

Kapitalizmin sömürüye dayandığına ve adaletsizliğine ilişkin Marksist anlayışın şu temel üzerinden yükseldiği ifade edilir: Artı-emek ve / veya işgücünün ödenmemiş karşılığı.

“Marx, her sistemde artı-emeğin olması gerektiğini, yani kişinin kendi işgücünün üretimi için gerekli olan miktardan fazlasını üretmek zorunda olduğunu savunur. (…) Böylece, kişinin işgücünün üretilmesi için gerekli olan ile kişinin işgücünün üretebildiği arasındaki farklılığın gerekliliği kapitalizmle sınırlı değildir. Kapitalizmin bu özelliği ortadan kaldırılamaz. Böylece, Marx bütün sistemlerin –komünizmin bile– adil olmadığını öne sürmedikçe, bu özellik, kapitalizmde de bir adaletsizlik kaynağı olamaz.”[42]

Öte yandan, Marx, işgücünün karşılığının tam olarak, ücret şeklinde, ödendiği konusunda net ve ısrarlıdır. Marx, “klasik ekonomi politikçiler”in, “sömürünün, emeğe hak ettiği ücretin ödenmemesi sonucu ortaya çıktığı” şeklindeki anlayışından farklı düşünür. Ona göre ortada eşit olmayan, ya da haksız değil, eşit ve hakkaniyetli bir mübadele vardır. “Para sahibi, bir günlük emek-gücünün değerin ödemiştir; bunun için onun bir günlük kullanımı, bir günlük emek ona aittir. Emek-gücünün günlük tüketimi yarım günlük çalışmaya malolmasına karşılık aynı emek-gücünün tam bir gün çalışabilmesi ve dolayısıyla bir gün zarfında kendisi için ödenenin iki katı değer yaratması, kuşkusuz satınalan için iyi bir şanstır, ama satıcı için hiç de haksızlık değildir.”[43] Eğer, klasik ekonomi politikçiler haklı olsaydı ve “emek” “hak ettiği karşılığı” alamasaydı, sömürülme ve ezilme üretim ilişkisiyle özdeş olur ve orada gerçekleşirdi. Marx’a göre, emek-gücü kendi karşılığını hakkıyla alır; artık (kapitalizmde artı-değer), emek tarafından yaratılır. Dolayısıyla, “Marx’ın kapitalizmi mahkum edişi kapitalizmin adaletsizliğinin mahkum edilişi değildir ve olamaz”.[44]

İşçi sınıfı, toplumsal üretim tarzı boyutunda, ezilmemekte, haksızlığa uğramamakta, sömürülmemektedir. Kapitalizm işçi sınıfına haksızlık eden, adaletsiz davranan bir üretim tarzı değildir. Dolayısıyla, üretim tarzı düzleminde sömürü ve ezme-ezilme ilişkisi söz konusu değildir.

Kapitalist üretim tarzının vazettiği işbölümü ancak felsefi bir bakış açısından mahkum edilebilir. Marksizmin bu yaklaşımlar üzerinden eleştirisi, ya da tersine kuruluşu, hiçbir şekilde mümkün olamaz. Marx, “doğal adalet” fikrini “saçma” bulduğunu ifade ettikten sonra, kapitalist toplumda adalet ve adaletsizlik üzerine şunları söyler: “… Bu içerik üretim tarzına tekabül ettiği, ona uygun düştüğü yerde adaletlidir. Bu biçimle çeliştiği yerde adaletsizdir. Kapitalist üretim temeli üzerinde kölelik adaletsizdir; tıpkı, metaların kalitesine hile karıştırmanın adaletsiz olması gibi.”[45] Marx, kapitalizmde adaletsizlik ya da soygun hakkının sadece kapitalistte olmadığını da belirtiyor: “İşçinin çalıştığı süre, kapitalistin ondan satın aldığı emek-gücünü harcadığı süredir. İşçi, eğer bu süreyi kendisi için harcarsa, kapitalisti soymuş olur.”[46]

Marx’ın yukarıda dile getirdiği türden adaletsizliğin olmadığı, dolayısıyla, toplumsal üretim tarzı düzleminde ve –üstyapı öğelerinin varlığı bir an ihmal edilirse– genel olarak toplumsal formasyon düzleminde adaletsizliğin ve haksızlığın, yani ezen-ezilen ilişkisinin olmadığı bir kapitalist toplum olabilir mi? Brenkert, “kapitalist toplumun sadece teorik olarak değil, pratik olarak da adil olabilmesi[nin] mümkün” olduğunu söylüyor.[47] Bu tür toplumlara örnek olarak, göçmen işçi alımından önceki İsviçre ile İskandinav ülkeleri verilebilir mi? Bu, yanıtlanması zor, ama sorulması gerekli olan bir sorudur.

Şu halde, işçinin işgücü satıcısı olarak tanınması kendi başına bir sömürü, haksızlık ve adaletsizlik anlamına gelmiyor. Kapitalist işçiyi, işçi –tanıdığını ilan ettiği bir kimlik– olarak değil de, ‘sözleşme’ye aykırı hareket ederek, sözgelimi bir köle olarak görür ve davranırsa, ortada bir adaletsizlik var demektir. Bu durumda, “hırsızlık”tan, “karşılığı ödenmemiş işgücü”nden ve “sömürü”den söz edilebilir. İşçi, bu haksızlığa isyan eder.

İdeoloji ve kimlik

Carlos adıyla bilinen İlich Ramirez Snchez, “Fakirler hemen her zaman hor görülür ve günün birinde fakirlikten çok hor görülmekten bıktıkları için isyan ederler”[48] diyor. “Direniş basit bir şekilde maddi temellükten değil, o sömürüyü niteleyen kişisel aşağılamalar örüntüsünden kaynaklanır”[49] diyen Scott, şu değerlendirmeyi yapar: “Aşağıdaki gibi dokunaklı bir pasaj içermeyen pek az köle anlatısı vardır: ‘Küçük çocuğunun kırbaçlandığını ve ona eziyet edildiğini seyreden ve onu koruyamayacak bir konumda olan bir babanın ve annenin duygularını kim tasavvur edebilir?’ (…) Kamusal olarak, her şeyden önce çocuklarının gözünde ve seyircilerin gözünde anababa olma iddiasını yitirirler.”[50]

Ezilenler, soyut olarak hiçbir hak talebinde bulunamayacakları verili ilişkiler ortamını, sırf bu ortamın egemeninin oyunun kuralında yaptığı “haksızlık”ları, dolayısıyla kendi koyduğu kuralları çiğnemesini başkaldırı gerekçesi olarak kullanırlar. Karmatiler, asıl İslamı kendilerinin temsil ettiğini söylüyordu, Thomas Münzer düşmanlarıyla aynı bayrağı dalgalandırıyordu, Haiti devriminin köleleri, gerçekte sahiplerine karşı mücadele yürüttükleri Fransız Devriminin bildirgesini kullanmışlardı.

Ezilenler, genellikle verili durumlarını kabul etmiş olur, ve ancak bu durum bağlamında bir hak ve adalet beklentisi içinde olurlar. Bu bakımdan, ezilenlerin kendilerine ast olma konumları çerçevesinde haksızlık yapıldığı kanaatleri yüzünden harekete geçtikleri görülür. Örneğin Scott’un aktardığına göre, Fransa’da devrimden önce ezilenlerden gelen “hemen hemen bütün talepler, ‘suiistimallerin’ ortadan kalktığı, reformdan geçirilmiş bir feodalizmi tasavvur ediyordu. (…) Benzer şekilde, 1917’de Rusya’nın tüm Avrupa kesiminde kendiliğinden oluşan fabrika komitelerinin taleplerinden bildiklerimiz, bu işçilerin peşinde koştukları şeyin ‘çalışma koşullarını değiştirmek değil, iyileştirmek’ olduğu ve kesinlikle üretim araçlarını toplumsallaştırmak olmadığı konusunda kuşku bırakmıyor. (…) Mesele basitçe şu ki tarihsel olarak devrimci hareketler dediğimiz hareketlerin temelinde yer alan tâbi sınıflar, tipik olarak hâkim ideolojiye ilişkin anlayışları içinde yer alan hedefler peşinde koşmaktadırlar.”[51]

4. Devlet ve ezilenler

Marx, kapitalist ile işçi arasında, alıcı ve satıcı olarak bir hak karşıtlığı olduğunu söyler. “Kapitalist, alıcı kişiliği içinde işgününü mümkün olduğu kadar uzatmaya, ve elinden gelse bir işgününden iki işgünü çıkartmaya çabalama hakkını kendisinde görmektedir. Buna karşılık, satılmış olan metaın özel niteliği, onu satın alanın tüketme isteğine bir sınır konulmasını gerektirmekte ve işçi, işgününün belirli normal bir süreye indirilmesini isterken, satıcı olmaktan gelen hakkını kullanmaktadır. Öyleyse burada bir karşıtlık, her ikisi de değişim yasasının damgasını taşıyan iki hak arasında bir çatışma vardır. Eşit haklar arasında son sözü kuvvet söyler.”[52] Herkesin hakkı kendinedir. Nasıl burjuvazinin kendi haklarını savunma hakkı varsa ve bu meşruysa, aynı şey işçi sınıfı için de geçerlidir.

 Ezilenin ezene başkaldırma hakkı olduğu kadar ezenin de ezileni mevcut konumunda tutmak için uğraşma hakkı vardır. Hak, önceliğe tâbi olamaz. Ezilenin hakkı ezeninkinden daha fazla hak değildir; ve varlığını buna dayandıran yapıların epistemolojisi göçüktür / içe göçmeye mahkumdur.

 “Eşit haklar arasında son sözü kuvvet söyler.” Marx, gerçi farklı bir bağlamda söylüyorsa da, işte ezilmenin hangi uğrakta gerçekleştiğine ilişkin bir kesin ifade. Kuvvetin devreye girdiği moment, ezme-ezilme ilişkisinin de devreye girdiği momenttir.

Ezme-ezilme ilişkisinin yerine ilişkin çıkarımları Engels’in Anti-Dühring’inde bulabiliyoruz: Engels, burada, şiddet, politik-olan, devlet, ezme-ezilme arasında bir özdeşlik kuruyor. “Bu, bir şiddet eylemi, yani siyasal bir eylemdi.”[53] “siyasal nedenlerle yani şiddet’le…”[54] “Bütün süreç hırsızlığa, şiddete, devlete ya da herhangi bir siyasal karışmaya bir tek kez bile başvurmaya gereksinme kalmaksızın, salt ekonomik nedenlerle açıklanır.”[55]

Ezilen konumda olmak, şiddete maruz kalma konumunda olmak demektir. Şiddet ezilen için veridir. Şiddet ilke olarak yoksa ezilen de ilke olarak yoktur. “Bir ezme ilişkisinin kurulmasıyla şiddet zaten başlamıştır. (…) Öncesinde boyun eğmişliklerine temel oluşturacak bir şiddet durumu olmamış olsaydı, ezilenler de olmazdı.”[56]

Ezme-ezilme, devletsel ya da daha geniş anlamda politik ilişkinin olduğu yerde ve boyutta gerçekleşir. Ezme-ezilme gibi normatif bir ikilinin kullanımı geniş anlamda uygun bulunamaz. Ancak, burada yapılan ayrım bağlamında, devletin varlığının yarattığı etkiyi ifade etmek için bu ikili ifadeye başvurulacaktır. Tarihte devletle ilgili olarak ezme-ezilme mümkün mertebe ‘teknik’ / değer-yüksüz bir anlamda anlaşılmalıdır.

Ezilenler varlıklarını devletin varlığını bulduğu alanda bulurlar. Bir üretim tarzı ve onun sınıfları, devlete ihtiyaç duymadan da üretim tarzı ve sınıflardır, tanımlarını bu momentte bulurlar. Fakat, hiçbir sınıflı üretim tarzı devletsiz olmamıştır –ezilensiz ve ezensiz olmamıştır. 

Genelgeçer Marksizmde işçi sınıfının pratik devrimci faaliyetinin nedeni olarak, artı-değere el konulması (sömürü) gösterilir. “Sömürü” ilişkisi devleti görmek zorunda değildir. Bu nedenle, ezme-ezilme ilişkisini devlet aygıtını görmeden ya da onu bir eşit kabul ederek kuranlar ile devrim için sömürü ilişkisini esas alanlar arasında, tarihsel olarak reformcu olmak konusundaki paralellik rastlantı değildir.

Sömürüyü ve onun bilimsel analizini, politika için gerçek eksen kabul eden bir yaklaşım açısından politik devrimin meşruiyeti kalmaz. Ezen-ezilen ilişkisi tarzında anlaşılacak bir politik mücadele gerekçesi, varlığının temel bir belirtecini şiddette bulmak durumundadır. Ya da bu ‘denklem’, tersten kurulduğunda da geçerlidir: Şiddeti vazgeçilmez bir mücadele tarzı ve aracı kabul eden bir görüş, varlığının gerekçesini ezen-ezilen ilişkisinde buluyor demektir. Ezen-ezilen ilişkisi burada, “dolaysız politik zor”un semptomlarından biri oluyor.

Marksizm, politika için ezen-ezilen ilişkisini esas almaktan ve bu ilişkinin temel aygıtının devlet olduğunu görmekten vazgeçemez. Ezen-ezilen ilişkisini devlete bağlamayanlar ile politika için sömürü ilişkisini belirleyici kabul edenlerin, farklı epistemolojik sayıltılardan yola çıkan ontolojik bir yerdelikleri karşısında, Marksizm, ezen-ezilen ilişkisini, politikleştirmenin bir belirtisi ve aracı yapma hususunu vurgulamak durumundadır.

Ezme-ezilme bir ezme aygıtı olmadan gerçekleşemez ve süremez. Devletlü olan ve devletsiz olan; ezen-ezileni böyle ayırmak da mümkündür. Devletin bu ilişkideki tayin edici, tanımlayıcı yeri, Marksizmin anarşizmin devrimci olmayan türleri ve bazı post-modern yaklaşımlarla ayrımını sağlıklı bir şekilde ortaya koymak için işlevseldir.

Devleti bir hedef ve iktidarı fethedilmesi gereken bir düşman kalesi saymaktan vazgeçmek Marksizmin dışına çıkmak anlamına gelecektir. Bu husus, özellikle günümüzde Marksist olan ile olmayanı ayırma konusunda öne çıkan eşiklerden biri konumuna yükselmiştir. Fakat bu hiçbir zaman, geçen yüzyılın başarısız iktidar deneyimlerini sekter bir şekilde savunmak anlamına gelemez ve bu, hiçbir zaman, politik iktidar konusunun bir sorunsal haline geldiğini inkar etmek anlamına gelemez.

Post-modernizme göre, ezme-ezilme, deyim yerindeyse, dikey değil yatay bir ilişki tarzıdır. Dolayısıyla, devlet vasıtasıyla ve onu ele geçirenlerin yaptığı bir işlem olmaktan çok, ezme, bütün yaşam alan ve gözeneklerinde, herkesin herkesle kurabileceği bir ilişkidir. Marksizm açısından ezme-ezilme ilişkisinin merkezinin ya da ekseninin burada oluşturulması söz konusu olamaz. Marksizm açısından, bir kez sömürü ile ezme epistemolojik olarak ayrıldıktan sonra, Marksizm Marksizm olarak kalacaksa devleti bir düşman olarak belletme tutumundan vazgeçemez.

5. ‘Ezilenler birleşin’ şiarı

Tony Cliff, eğer birleşmeleri mümkün olsaydı, Marx’ın, “Tüm dünyanın işçileri birleşin!” yerine, “Tüm dünyanın ezilenleri birleşin!” diyeceğini yazıyor. [57]

Cliff, “İşçi Sınıfı ve Ezilenler” başlıklı yazısında, Marx’ın işçi sınıfını “seçti”ğini[58], çünkü işçi sınıfının tarihin öznesi olduğunu, işçi sınıfının kollektif bir pozisyonda olduğunu dile getirir. Ona göre, işçi sınıfı, “insanlardan oluşan bir topluluk değil, insanların oluşturduğu bir kollektiftir”. Oysa, işçi sınıfından çok daha fazla acı çeken ezilenler, bir kollektif oluşturmazlar; Cliff’e göre, “ezilenler bir bireyler toplamı”dır. “Asıl olan, çekilen acının derecesi veya mahrumiyet değil, işçi sınıfının bir kollektif olması”dır.

Cliff, ezilenleri kast ederek, “Onlar kollektif mi?” diye soruyor ve yanıtıyla argümanlarını hemen sıralıyor: “Hayır. Ezilenler otomatik olarak güçlerini birleştirmezler. Ezilenlerin gökkuşağı ittifakı beş dakikalık mücadele testi karşısında çözülür.

“Eşcinsel olmanız otomatik olarak siyahları destekleyeceğiniz, siyahsanız otomatik olarak eşcinselleri destekleyeceğiniz ya da eşcinselseniz otomatik olarak Yahudileri destekleyeceğiniz anlamına gelmiyor. (…)

“Yine kadınlar ve siyahlar arasındaki ilişki konusunda bir şüpheniz varsa bir otobüs kuyruğunda durun. Eğer otobüs 40 dakika geç geldiyse, biletçi de bir siyahsa o kadınların ağzından çok çirkin ırkçı yorumlar duyacaksınız.”

Anlatımdaki naiflik Cliff’in kusuru değil; bu, bir anlayışın kusuru. Çünkü yaklaşım, bu tür bir naiflik dışında ifade olunamıyor. Cliff’in sözlerinin aynen işçiler için de geçerli olduğunu tartışmaya gerek var mı? Yok sanılmasın; var! Çünkü çok açık bir gerçeği, bir teorik-politik pozisyonda duranlar, sırf bu duruşları nedeniyle göremiyorlar. İşçiler arasındaki ve işçilerle öteki ezilenler arasındaki bölünmeler ile ezilenlerin öteki kesimleri arasındaki bölünmeler arasında, hiçbir kategorik ayrım bulunmamaktadır.

İşçi sınıfının kapitalist toplumsal formasyonda yerine getirmeye aday olduğu misyonla, işçilerin fabrikalarda binlercesi bir arada “kollektif” üretim etkinliği içinde bulunmalarının herhangi bir bağlantısı olamaz. Nitekim bu anlayışa göre, kapitalist üretim organizasyonunun günümüzdeki yönelimleri işçileri bir çatı altında bulunan topluluklar olmaktan çıkarma eğiliminde olduğu için, işçi sınıfının tarihsel misyonu da tehlikeye girmiş olacaktır. Bu, işçi sınıfını, şurada ve şu anda ya da şu bölgede bir arada ya da ayrı ayrı hareket eden işçilerle özdeşleştirmekten kaynaklanan bir yaklaşımın sonucudur ve gerçekten bu yaklaşım sahiplerinin kapitalizmin kitle üretimi döneminin militan savunucuları olması zorunlu olmaktadır. Eski-biçimli kapitalizmle birlikte işçi sınıfı ve Marksizm de tarihe havale olmakla karşı karşıyadır çünkü.

Cliff’in şu sözleri, ezici yaygınlıkta bir görüşün ifadesidir: “Ezilenler ancak işçi sınıfının anahtar gücü ile birleştiğinde güç sahibi olabilirler.” Cliff bunu argümanlaştırıyor ve tarihsel örneklerle, ezilenler hareketinin işçi hareketine nasıl bağlı olduğunu, nasıl onunla birlikte yükselip onunla birlikte düştüğünü kanıtlıyor. “Ezilenlerin kurtuluşunun tek yolu, işçi sınıfının liderliğinden geçiyor.”

Birleşilmeye çağrılan işçiler, dünya üzerinde ezilenlerden daha mı az heterojen tablo çiziyor? Gerçekte, işçiciler için işçi sınıfı homojen ve granit bir blok gibi tasarlanıyor. İşçici literatürün izlenmesi, işçi sınıfına adeta tek bir kişiymişçesine hitap edildiği görülür. İşçilerin geçen yüzyıl boyunca, birlikte hareket etmek konusunda ezilenler içinde özel bir yer almayı hak ettiği söylenebilir mi? Bu, işçici bir yanılsamadan ibarettir. Geçen yüzyılda, “ezilen halklar ve uluslar”ın birliği işçilerin birlik pratiklerinden hem daha etkili, hem de politik bakımdan daha devrimci oldu. İşçilerin Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da ya da dünyanın diğer bölgelerinde sendikalarda “rubleye kopek eklemek” veya daha iyi çalışma koşulları için gerçekleştirdiği birlikler, kendilerini diğer ezilenlerden ayırma ideolojisiyle sonuçlanma eğiliminde olmuştur. Başarılı “ezilen halk ve ulus” birliklerinin akıbetinin de yeni ezme-ezilme ilişkilerinin tesisiyle sonuçlanması bir teorik olumsuzluk olarak kaydedilemez, çünkü bu kesimlere ilişkin beklentiler, hiçbir zaman, tarihte ezilenlerin kurtuluş misyonunun üstlenilmesi şeklinde olmadı.

* * *

“Ezilenlerin tümünün, bir dağ ve orman kovuğundan çöl kabilesine, köleden işçiye, cinsiyet ezileninden çevreciye, çocuk, genç ve yaşlı katmanlaşmasına kadar bileşik bir sistem arayışına hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar ihtiyaç vardır.”[59] Öcalan’ın bu çağrısı Marksizmin de günümüzde gerek duyduğu temel ideo-politik çağrıdır. Ancak Öcalan’la oydaşıklık bu momentte başlarken bitmektedir; o, tipik olarak bir ezilen refleksi göstermiş, diz çöktürüldükten sonra, bu fiziksel pozisyonun hareket tarzını kurmaya yönelmiştir. İktidardan anarşistçe, liberter tarzda uzaklık. Marksizmin bu yaklaşımla sorununun her durumda pratik olduğunu söylemek mümkün değil, ancak her durumda teoriktir.

Marksizm adıyla andığımız ve geçen yüzyılda ezilenleri mücadelede birleştirme konusunda emsalsiz bir yere sahip olmuş yapı, taşıyıcıları / militanları açısından, kudret mücadelelerinde ezilenlerin bileşik sistemi olarak kurulmak ve belirmek zorundadır.

Ezilenler Marksistler için metafizik bir önceliğe sahipse, ezilenler için de Marksizm varoluşun bir sonucu kılınmalıdır.

 


[1] “ezilen sınıf yararına kendini gösteren o devrimci içgüdü…” (Engels, Köylüler Savaşı, Çev.: Kenan Somer, Sol Yay., Ankara 1990, s. 12)

[2] V. İ. Lenin, ‘Sol’ Komünizm, Çev.: Muzaffer Erdost, Sol Yay., Ankara 1991, s. 77

[3] Marx’tan (1843) aktaran: P. N. Fedoseyev ve diğerleri, Marx: Biyografi, Çev.: Ertuğrul Kürkçü, Öncü Kitabevi Yay., İstanbul 1976, s. 43

[4] Marksizmin diğer iki bileşeni tarih bilimi ve felsefenin ezilenlerle herhangi bir ilişkisi yoktur. Ezilenlerle ilişkisiz, –hatta materyalizm bağlamında ezilenlere aykırı– yapılar olarak bilim ve felsefe, ancak Marksizmin bütünsel varlığı dolayısıyla ezilenlerle ‘ilişki’lenmiş sayılabilir. Burada, Marksizmin bir ideoloji olarak yapılanmasının rolü üzerinde durulmalıdır.

[5] Bu sözler, Rusya Komünist İşçi Partisi Merkez Komitesi Üyesi Serguei Novikov’a ait. (Aktaran: Hüsnü Yazgan, “İtalya’da Anti-Emperyalist Buluşma ve Müslümanların Temsil Sorunu”, Haksöz, Sayı: 162, Eylül 2004, s. 39

[6] Marx-Engels, “Komünist Manifesto”, Çev.: Muzaffer Ardos, Seçme Yapıtlar 1, Sol Yay., 1976 Ankara, s. 132

[7] A.g.e., s. 122

[8] Engels, “Konut Sorunu”, Çev.: Güneş Özdural; Marx-Engels, Seçme Yapıtlar 2, Sol Yay., Ankara 1977, s. 365

[9] A.g.e., s. 365

[10] Bu saptama Ali Osman Alayoğlu’nun katkısıdır.

[11] MECW, Volume 6, p. 388’den aktaran: Marx & Engels Internet Archive. (17 Ocak 2005)

[12] “Uzun bir zaman ben, İngiliz işçi sınıfının yükselişiyle İrlanda rejiminin devrilmesinin olanaklı olabileceğini düşündüm. (…) Sorunu daha derinden incelemem, beni, bunun tersine inandırdı. İngiliz işçi sınıfı, İrlanda’dan kurtulmadıkça, hiçbir şey başarmasına olanak yok. Manivela İrlanda’ya uygulanmalı.” (“Engels’e mektup” (10 Aralık 1869); Marx ve Engels, Seçme Yazışmalar 1, Çev.: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., Ankara 1995, s. 273)

[13] Engels, Anti-Dühring, Çev.: Kenan Somer, Sol Yay., Ankara 1995, s. 243

[14] A.g.e., s. 270

[15] A.g.e., s. 271

[16] A.g.e., s. 269

[17] “Eski dünyanın, özellikle Yunan dünyasının önertileri (antecedents) nedeniyle, sınıf karşıtlıkları üzerine kurulu bir toplumun ileriye doğru gidişi ancak kölelik biçimi altında gerçekleşebilirdi. Hatta köleler için bile bu bir ilerleme oldu; köleler yığınının içinden çıktığı savaş tutsakları hiç değilse şimdi yaşamlarını kurtarıyorlardı, oysa eskiden onları öldürüyorlar ve daha da eskiden kebap yapıyorlardı.” (A.g.e., s. 270)

[18] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı?, Çev.: Muzaffer Erdost, Sol Yay., Ankara 1990, s. 67

[19] A.g.e., s. 68

[20] A.g.e., s. 80

[21] Aktaran: A.g.e., s. 44

[22] A.g.e., s. 89

[23] A.g.e., s. 66

[24] V. İ. Lenin, Örgütlenme, Çev.: Gürol İlban, Kaynak Yay., İstanbul 1992, s. 122-3

[25] A.g.e., s. 123

[26] Buna, Che Guevara’da simgelenen Güney Amerika devrimciliğinin de bir yan kol olarak eklenmesi hususu tartışılmalıdır.

[27] Bu konuyu Samir Amin tartışıyor. (S. Amin, Maoizmin Geleceği, Çev.: Işık Soner, Kaynak Yay., İstanbul 1993, özellikle ss. 109- 149)

[28] Ellen Meiksins Wood, Sınıftan Kaçış, Çev.: Şükrü Alpagut, Akış Yay., İstanbul 1992, s. 20

[29] Tony Cliff, 21. Yüzyıla Girerken Marksizm, Çev.: Kolektif çeviri, İde Yay., İstanbul 2002, s. 100) Cliff, politik dinamiğe son derece kapalı bir işçicilikle, Çin’de Komintang hükümetinin Japon işgali yıllarında greve çıkan işçilerin idam edileceği kararına ÇKP’nin itiraz etmemesini de kabul edemiyor. (s. 101)

[30] Cliff, a.g.e., s. 126

[31] Bunlar Cohen’in tanımlarıdır: “Maddi tarz, insanların üretken güçlerle çalışma şeklidir; toplumsal tarz ise, üretimin amacını, artı emek biçimini ve sömürü tarzını kapsar.” (Gerald A. Cohen, Karl Marx’ın Tarih Teorisi: Bir Savunma, Çev.: Ahmet Fethi, Toplumsal Dönüşüm Yay., İstanbul 1998, s. 106)

[32] Cohen, a.g.e., s. 94

[33] Basitçe, çalışma zahmetli bir edimdir. Bu sıkıntıya katlanmayı hiçbir canlı gönüllü olarak üstlenmez. “Emek süreci, maddi nedenlerden ötürü, nitelik olarak zahmetli, nicelik olarak uzundur. (…) Çalışma itici olduğu zaman insanlar çalışmaya itilmelidirler. (…) bazı insanların, diğer insanların çalışmasını denetlemesi gerekir.” (Cohen, a.g.e., s. 242) Farsça bir terim olan ve Türkçede kullanılan “rençber” [renc: sıkıntı + ber: çeken] sıkıntı çeken, meşakkatli, ağır işlerde bulunan” anlamına gelir. (Ferit Devellioğlu, Osmanlıca – Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Yay. Haz.: A. S. Güneyçal, Aydın Kitabevi Yay., Ankara 1997, s. 886)

[34] Cohen, a.g.e., s. 241 ve devamı.

[35] Toplumsal formasyon ile üretim tarzının felsefi tarzda ayrılmasına karşı bir yaklaşım için bak.: M. Kayaoğlu, “Üretim ve Sınıflar”, Teori ve Politika 19/20, Yaz – Güz 2000, s. 139

[36] Milliyetçiliğin, kesin bir şekilde tarih sahnesine çıkmaya aday olan burjuvazinin ideolojisi olduğu ve hep öyle kalacağı, post-modernizmin bunalımlı küçük burjuvazinin felsefi-politik ideolojisi olduğu, dinin hep ezen sınıfların egemenlik aracı olduğu söylenebilir mi?

[37] Marx, Kapital 1, Çev.: Alaattin Bilgi, Sol Yay., Ankara 1993, s. 410

[38] Marx, a.g.e., ss. 595-605. Brenkert, Marx’ın bu ifadelerinin başta işgücü ile emeği ayırmasından kaynaklanan bir tutarsızlık olduğunu hatırlatır. (George G. Brenkert, Marx’ın Özgürlük Etiği, Çev.: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yay., İstanbul 1998, s. 194-5) Marx, Kapital boyunca, şu türden değerlendirmeleri sıklıkla yapar: “Daha önce işçi, serbest bir kimse olarak şeklen sahip bulunduğu kendi emek-gücünü satardı, şimdi ise karısını ve çocuğunu satmaktadır. Artık o bir köle tüccarı olmuştur.” (Marx, Kapital 1, s. 409) Marx, işçilerin tüm bir kuşağının uğradığı fiziksel yozlaşmayı bir rapordan aktarıyor: “’Uyuşturucu madde satışını hızlandırmak … bazı girişken toptancı tüccarların başlıca amacıdır. Eczacılar bunu, sürümü en fazla madde saymaktadırlar.’ Uyuşturucu madde alan çocuklar, ‘ihtiyar adamlar gibi kavrulmakta’ ya da ‘küçük maymunlar gibi kartlaşmaktadırlar.’” Marx, bu duruma çarpıcı bir yorum ekliyor: “Burada, Hindistan ve Çin’in, İngiltere’den nasıl öç aldıklarını görüyoruz.” (A.g.e., s. 412, dipnot 50)

[39] Marx, bu ifadeyi, Kapital’in “Almanca Birinci Baskıya Önsöz”ünde sarf eder. (Kapital I, s. 18)

[40] Brenkert, a.g.e., s. 179

[41] Norman Geras, “Adalet”; Çev.: Mete Tunçay, Der.: Tom Bottomore, Marksist Düşünce Sözlüğü, İletişim Yay., İstanbul 1993, s. 12. Geras’ın vardığı sonuç Brenkert’inkiyle tam aksi yönde: “Böyle kendi içinde en uyumlu bir yeniden-kurgulama, geniş ölçüde, Marx’ın kapitalizmi adaletsiz bulduğunu söyleyenlere hak verdirmektedir.” Brenkert, Marx’ın kapitalizmi adalet ölçütüyle değerlendirmediğini savunuyor.

[42] Brenkert, a.g.e., s. 188-9

[43] Marx, Kapital I, s. 209-10

[44] Brenkert, a.g.e., s. 204

[45] Marx, Kapital III, Yay. Haz.: Engels, Çev.: Alaattin Bilgi, Sol Yay., Ankara 1990, s. 298-99

[46] Marx, Kapital I, s. 247

[47] Brenkert, a.g.e., s. 185

[48] İlich Ramirez Snchez (Carlos), Devrimci İslam, Çev.: S. O. Kocaoğlu, Elips Yay., Ankara 2004, s. 76

[49] James C. Scott, Tahakküm ve Direniş Sanatları: Gizli Senaryolar, Çev.: Alev Türker, Ayrıntı Yay., İstanbul 1995, s. 160

[50] Scott, a.g.e., s. 162

[51] Scott, A.g.e., s. 117-8

[52] Marx, Kapital I, s. 249

[53] Engels, Anti-Dühring, s. 242. Çeviride “violence” karşılığı kullanılan “zor” terimi “şiddet”le değiştirildi.

[54] A.g.e., s. 242

[55] A.g.e., s. 247

[56] Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, Çev.: Dilek Hattatoğlu, Erol Özbek, Ayrıntı Yay., İstanbul 1995, s. 35

[57] Cliff, a.g.e., s. 65. Cliff ekliyor: “Oysa, ne Marx böyle bir çağrıda bulunmuştur, ne de Lenin…” (s. 74) Ancak bunun maddi bir hata olduğunu ve Lenin’in böyle bir çağrıda bulunduğunu biliyoruz.

Bilindiği kadarıyla bu şiar Marksizm alanında sadece iki yerde benimsenerek kondu. Teori ve Politika’da (“Post-Marksizm ile Dar-Marksizmin Ötesinde”, Sayı: 24-25, Güz 2001 – Kış 2002) ve Atılım’ın 3 Kasım 2002 seçimleri öncesi bir sayısında manşet olarak. (Yeni Atılım, Sayı: 2002 6 (06), 2 Kasım 2002)

Öteki Ben adlı lezbiyen-feminist derginin çıkışıyla ilgili yazıda şu sözler sarf ediliyor: “’Ezilenler’ farklı olsa da ‘ezenler’ hep aynıdır. Gündüz annelere cop indirenler, geceleri gay, travesti ‘avına’ çıkmaktadırlar. ‘Ezilenler’in böyle ortak bir ‘ezen’i varken birleşme mücadelesi vermekten başka mantıklı bir yol göremiyoruz.”

[58] Cliff, a.g.e., s. 64. Cliff’ten bundan sonra yapılacak aktarmalarda sayfa numarası verilmeyecektir.

[59] Abdullah Öcalan, Özgür İnsan Savunması, Çetin Yay., İstanbul 2003, s. 98

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar