Ana SayfaArşivSayı 28-29‘Devlet ve Devrim’ci Olmak

‘Devlet ve Devrim’ci Olmak

Metin Kayaoğlu

Giriş: Devlet ve Devrim’in güncelliği

Devrimlerin artık imkansız olduğu, veya ezilenlerin kendilerini ezenleri artık deviremeyeceği, hiç de ‘yeni’ bir söz değildir. Fakat bu söz, gücünün önemli bir kısmını, kendisinin yeni olduğu iddiasında bulur.

Gerekçeler bol ve güçlüdür: Barış ve uygarlık çağında olduğumuzdan veya karşı konulamaz vahşetin kıyısında yaşadığımızdan; devletlerin meydan okunamaz ölçüde güçlendiğinden veya baskıcı devlet aygıtlarının tarihe karıştığından; zaferlerin bir işe yaramadığından veya zaferin imkansız olduğundan …

İsteyenlere farklı mücadele yolları da gösterilir: Bu toplumsal ve politik düzeni yıkamayacağımıza göre, artık bu açığa çıktığına –ve doğru olan da yıkmaya çalışmamak, onu düzeltmek, tahkim etmek olduğuna– göre, küçük kazanımlar için mücadele edelim. Zaten, ‘insanlığın’ ilerlemesine dair ele avuca gelir bütün örnekler, bu türden küçük kazanımlar uğruna verilen mücadeleler sonucu kazanılmadı mı? Batı Avrupa ve Kuzey Amerika toplumları bunun yaşayan örneği, canlı kanıtı değil mi? Berlin Duvarı yıkıldığında kapitalist Batı Almanya’da ‘burjuva diktatörlüğü’ altında sömürülen işçi ile kendi ‘sınıf diktatörlüğünü kurmuş’ Doğu Almanyalı işçi arasındaki, hangi tarafın lehine olduğunu söylemeye gerek olmayan refah ve uygarlık farkı için miydi bunca mücadele? Tarihi ‘doğal’ rotasından çıkarmaya çalışmak –devrimcilik dedikleri–, Hitler kadar Stalin’i de ortaya çıkarmadı mı? Pol Potlar değil miydi büyük devrimci idealler uğruna ve ezilen kitlelerle işçi sınıfını ‘kurtarma’ya heveslenenler? Kendi ‘yoldaşları’ tarafından ölümle yargılanırken sınır boyundaki bir gerilla kampında hastalıklı bir ihtiyarcık olarak ecele teslim olan ve bir halkı bitiren Pol Pot’un akıbeti bir şeyler söylemiyor mu? ‘ABD emperyalizmi’ni dize getiren bir ulusal kurtuluş devrimi yapmışken bugün emperyalist sermayeyi ülkelerine çekmek için olmadık ‘şirinlikler’ yapan ‘şanlı’ Vietnam devrimcileri yeterli bir ders değil mi?

Ama bakın Batılı ülkelere ve bu ülkelerin yolunu tutturan ülkelere… Kırıp dökmeden de bir şeyler elde edilebiliyormuş! Toplumda birilerini düşman bellemeden de bir şeyler yapılabiliyormuş! En başarılı mücadelenin ve en fazla kazanımın, demokratik kurumları yaratabilmiş Batılı toplumlarda gerçekleştiği istatistik birer vakıadır. Aklımızı ve enerjimizi akıllı kapitalistlere katalım; ortak iyi şeyler yaparız.

Veya, devlet aygıtlarını, bu dev asalakları, onları görmezden gelen, onlara teğet geçen bir mücadele tarzıyla iyiden iyiye işe yaramaz hale getirelim. İktidarı ne isteyelim, ne de muhatap alalım; sistemin köküne yönelelim. Aptal kapitalizmi, devasa aygıtının işeyaramazlığıyla baş başa bırakalım.

Bilimsel düzeye ‘kaçma’ya –veya ‘tarih bizi haklı çıkaracaktır’ terennümüne sığınmaya– hiç gerek yok. Güncel tarih bu tezleri haklı çıkarmıştır. Devrimlerin ardı ardına utanç verici tarzlarda çöktüğü onyılların ardından, bu teslim edilmelidir. Bu tezlerin zayıf yanı yeni değil eski, çok eski, devlet ve ona başkaldırı kadar eski olmalarıdır. Tarihe olaylar dizisi olarak bakıldığında, bu tezlerin haklılandığı kadar haksızlandığı örnek bulunur. Her tarihin ‘güncel’ olduğu bir tarih vardı ve devrimlerin de güncel olduğu koca bir güncel tarih yığını vardır. Bunları yeniştirmek münazaracıların işidir; ve bunda bizimkilerin yenilgisi hiç de mukadder değildir.

Ekim Devrimini izleyen onyıllarda Kautsky’ye kim kulak asardı! Birbirini neredeyse zincirleme izleyen muzaffer devrimler, onların savaşçılarını ve eleştirmenlerini olduğu kadar, düşmanlarını ve muarızlarını da ‘bunaltıyordu’. Bugün çoğu kimse Kautskyci. Adlı adınca ya da –akademisyen, politikacı, ‘Marksist’– binbir kılıkta, ‘Tarih Kautsky’yi haklı çıkarmıştır’ diye azametle dolaşıyor küçük ideolojik militanlar. Ama, ‘Tarih Bakunin’i haklı çıkarmıştır’ diyen ve –kendi bildikleri tarzda– dövüşü sürdürenler de var bugün. Evet, tarih Bakunin’i de haklı çıkardı! Bu iki ad birer simgedir.

Konu devlet ve devrimdir! Marksizm açısından, ‘Kautskist Marksizm’ ile bin kez haklı çıkmaktansa, anti-Marksist –ve/ama devrimci– Bakunin karşısında Marksist olarak bin kez haksız çıkmak evladır. Mesele kapitalist devlet olunca Kautsky karşımızda Bakunin yanımızdadır; mesele devrim olunca Kautsky karşımızda Bakunin yanımızdadır; mesele ‘bizim politik iktidarımız’ olunca Kautsky ve Bakunin karşımızdadır. Bugün ‘bizim politik iktidarımız’ ortada yoktur; bugün, karşımızda devletler vardır ve onlara karşı mücadele gündemdedir. Devrimci anarşistler ve Marksist-olmayan diğer devrimciler bizimle birlikte günümüz devletlerine karşı mücadele yürütmekte ortaktır; fakat devrimci-olmayan sosyalistler ve devrimci-olmayan anarşistler, karşısında durduğumuz devletin safında değilse de yanındadır.

Konu devlet ve devrimdir; ve bu çalışmada, devletlerin olduğu kadar devrimlerin de temel birtakım ‘yasalar’a tabi olduğu görüşünden hareket edilmektedir. Çalışma boyunca ‘önsel’ statüde olacak bu argüman için herhangi bir tanıtlama çabasına da girişilmeyecektir.

Konu aynı zamanda ‘Devlet ve Devrim’dir. Devleti tek başına değil, devrimle birlikte ele almak söz konusu olduğunda, Lenin’in Devlet ve Devrim adını taşıyan eseri merkeze doğal bir yetkiyle oturuyor.[1] Kautsky ve Bakunin adları da –ya da ‘oportünizm’ ve ‘anarşizm’ terimleri– bu eserin varlığıyla bugünde anlamlar taşıyan birer simge oluyor.

Devlet ve Devrim, Ekim Devriminin oturmaya başladığı yıllardan geride bıraktığımız bir-iki onyıla gelinceye kadar Marksizmin ana politik okullarının kitabı olmaya müsait değildi. Ama Devlet ve Devrim, bugünün kitabıdır. Bu çalışmanın kendi meşruiyetini kurduğu temel önerme, Devlet ve Devrim’in, günümüz Marksist devrimcilerinin politik mücadele yön ve hedeflerini tayin etmede esas bir yer teşkil ettiğidir. Bir başka ifadeyle, günümüzde mücadelenin ve Marksist politik hareketin koşulları, diğer bütün dönemlerle birlikte ele alındığında, Marksist hareketin tarihinde en çok Devlet ve Devrim’i ortaya çıkaran koşulları andırıyor. Bu çalışma, söyledikleri ve söyleyemedikleriyle, Devlet ve Devrim’in günümüzdeki operasyonel işlevini özgüllükler içinde ortaya koymanın ve Marksizmin tarihini, tam da bu eserde yapıldığı –ve yazarının bunu sözcüğü sözcüğüne ifade ettiği– gibi, yeniden kurmanın başlangıcı olmayı hedeflemektedir.

Devlet ve Devrim’in güncelliğini ileri sürmek, salt ‘devrimin güncelliği’ni savunmak anlamına gelmiyor. Bugün devrim güncel değil ve Devlet ve Devrim’in ortaya çıkış tarihi, onu nasıl ve ne zaman ele almak gerektiği konusunda kılavuzluk edecektir.

Devlet ve Devrim, 1917 yılının Ağustos ve Eylül aylarında, yani Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmeye hazırlandığı bir zamanda yazıldı; ancak Lenin, konuyla ilgilenmeye ve notlar tutmaya, çok önce, Savaşın ortasında başlamıştı. Bu, Lenin’in birbirinden oldukça farklı, hatta zıt iki ayrı tür tarihsel durum ve iki ayrı politik konjonktürde ‘devlet ve devrim’e ilişkin aynı politik tutumu aldığı bir örneği temsil etmektedir.

Devrim geri çekilmektedir; Marksist hareket ağır bir kriz yaşamaktadır, dünya yüzünde devrimciliğini koruyan bir avuç Marksist kalmıştır. Lenin Devlet ve Devrim’in temel görüşlerini bu ortamda oluşturmuştur; ünlü ‘Mavi Defter’ bu çalışmaların ürünüdür.[2] 1917 Şubat’ında devrim olmuştur ve yeni bir devrim için bıçaklar bilenmektedir; ve Lenin, Devlet ve Devrim’in temel görüşlerini “aynı yolda” ilerletmektedir. Zaten, bu eser, yazarı konusuyla ilgili bir deneyim içinde olduğundan yarım kalma ayrıcalığına sahiptir!

Altı bölümden oluşan Devlet ve Devrim’in birinci bölümü “Sınıflı Toplum ve Devlet” başlığını taşır ve şu alt-başlıklara ayrılır: “1. Uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin ürünü olarak devlet, 2. Özel silahlı adam müfrezeleri, hapishaneler, vb, 3. Ezilen sınıfın sömürülmesi aleti olarak devlet, 4. Devletin ‘sönmesi’ ve şiddete dayanan devrim.” Lenin bu başlıklarla Marksizmin konuyla ilgili temel öncüllerini ortaya koyar ve devletleriyle uzlaşarak devrimcilikten uzaklaşan II. Enternasyonalcileri bu temelin sağladığı itilimle Marksizm dışına atar.

I. Devlete karşı devrim/cilik

Pannekoek: “Proletaryanın savaşımı, yalnızca burjuvaziye karşı devlet iktidarı için bir savaşım değildir; aynı zamanda devlet iktidarına karşı bir savaşımdır da…”

Kautsky: “Şimdiye dek, sosyal-demokratlarla [Marksistler] anarşistler arasındaki karşıtlık, sosyal-demokratların devlet iktidarını ele geçirmek, anarşistlerinse onu yıkmak istemelerinden ibaretti. Pannekoek ikisini birden istiyor.”[3]

Lenin Devlet ve Devrim’de Kautsky ile Pannekoek’in 1912’de cereyan eden tartışmasını aktarır ve kendi değerlendirmesini yapar: “Bu polemikte, Pannekoek, Kautsky’ye karşı Marksizmi temsil etmiştir.”[4]

Peki, bu tartışmada anarşistler kendilerini nerede görüyor? Bunun yanıtını da Bakunin verir: “Komünistler [Marksistler] devletin politik gücünü ele geçirmek için işçi güçlerini örgütlemek gerektiğine inanıyorlar. Devrimci sosyalistler [anarşistler] devletlerin yıkımı ya da daha kibar bir sözcük kullanılması isteniyorsa tasfiyesi amacıyla örgütleniyorlar.”[5]

Baskı aygıtı

“Modern devletin yürütme gücü, bütün burjuvazinin ortak işlerini idare eden bir komiteden başka bir şey değildir.” Bu, Komünist Manifesto’nun devlete ilişkin ‘ilk sözü’dür; –‘son söz’, Marksizmin kurucuları tarafından daha sonra, bir tayin edici vesileyle ve sayesinde, yazılacaktır. Bunun, “Marksizmin devlet konusundaki merkezi önermesini temsil ettiği”[6] hiçbir dolambaca izin vermeksizin kabul edilmelidir.

Marx ve Engels ile Lenin’de devletin baskı aracı işlevi ‘sistematik olarak’ ele alınmıştır. Komünist Manifesto’dan başka 18 Brumaire ve daha sonra Fransa’da İç Savaş, Ailenin … Kökeni gibi eserlerdeki devlet değerlendirmeleri, hiçbir manipülasyona izin vermeyecek açıklıkta ortadadır. Marx, Fransa’da İç Savaş’ta şunları yazıyordu: “Devlet iktidarı, gitgide sermayenin emek üzerindeki ulusal bir iktidar, toplumsal kölelik ereklerine göre örgütlenmiş bir güç, bir sınıf egemenliği aygıtı niteliğini kazanıyordu. Sınıflar mücadelesinde bir ilerleme gösteren her devrimden sonra, devlet iktidarının salt bastırıcı niteliği gitgide daha açık bir biçimde ortaya çıkıyordu.”[7]

Devlet aygıtını “sürekli ordu, polis, bürokrasi, din adamları ve yargıçlar gibi organları ile merkezileşmiş”[8] olarak çerçeveleyen Marx, sürekli ordu ve polisi “maddi iktidar aletleri” veya “salt bastırıcı organlar”, “rahiplerin iktidarı”nı ise “manevi baskı aleti” olarak belirler.[9] Paris Komününü anlatan Marx, “daha önceki bütün hükümet biçimlerinin özsel olarak bastırıcı bir nitelik taşıdığını” belirtir.[10]

Devlet egemen sınıfların baskı aygıtıdır, çünkü Marx’ın 1848’de Felsefenin Sefaleti’ndeki değerlendirmesiyle “Siyasal iktidar, uygar toplumdaki uzlaşmaz karşıtlığın resmi dışavurumundan başka bir şey değildir.” Devlet, toplumda konumuna rıza göstermeyen kesimlerin bastırılması için gereklidir. Toplumdaki karşıtlık uzlaşmazdır ve devlet bunun için vardır. Onun işi, toplumdaki uzlaşmaz öğeleri zorla uzlaştırmaktır. Devlet bunu ‘bir hakem olarak’ değil, ‘egemen’ durumda olanların egemenliklerini sürdürmesi için yapar.

Devletin egemen sınıfların bir baskı aygıtı olduğu tezi, Marksizmin neden politik mücadele yürütmekten yana olduğunu, politik mücadelenin hedefinin (fethedilecek hedef ve tahrip edilecek hedef) neden politik iktidar aygıtı olduğunu ortaya koyar. Bu tez, Marksist devrimcilere şaşmaz bir şekilde politik hedeflerini gösterir. Aygıtlarıyla devlet, politik devrimcilik için, mücadele edilecek somut düşmandır; mücadelenin hedefidir; burçlarına sancak dikilecek kale devlettir… Ancak bu yetmeyecek; Marksizm, devrimci niteliğini ilerletmeyi veya yeniden-kurmayı başaracaktır / sürdürecektir.

Devlete ilişkin, Marksizmin kurucuları, Komünist Manifesto’ya bir ‘son söz’ ekleme gereği duyar. Bu, Paris Komünüyle kesin ve kategorik mertebesine erişen bir son sözdür: “Devlet aygıtı parçalanmalıdır.” Lenin, Marx ve Engels’in Manifesto’da yaptıkları tek önemli “düzeltme”nin bu tez olduğunu titizlikle kaydeder. Marksizmde, kapitalist devlete ilişkin, daha sonra sarf edilen bütün sözler, bu ilk ile son sözler arasındadır; birer ‘ara nağme’ olmasa da ‘ara söz’dür.

Ancak bunun da yetmediği görülecektir –en azından tarih Marksist kuşaklara bütün ağırlığıyla gösterecektir–; Marksizmin devrimci niteliği –yine– ilerletilmeyi veya yeniden-kurulmayı gerektirecektir: Bu, Marksizmin devrimden sonraki devlet oluşumu ile ilgili bahsi olacaktır. Marksizm, ‘proletarya diktatörlüğü’nü bu anlamda bir ‘ilk söz’ olarak sarf etmiştir; ancak bu konuda –hele ‘sosyalizm deneyimleri’nden sonra– devrimci bir ‘son söz’ hala söylenmeyi beklemektedir.

Devleti parçalamak

“Devrime ilişkin ve istisna nedir bilmeyen tarihsel yasalar var mıdır?”

Lenin bu soruyu, 1917 Ekiminden bir yıl sonra, Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky’de, yollarını çoktan ayırmış olduğu ve Bolşeviklerin önderliğindeki Ekim Devrimini eleştiren Kautsky’ye yöneltmiştir. Ona göre, “Dönek Kautsky”nin yanıtı “Hayır, yoktur” olurdu. Lenin’in yanıtı şöyledir: “Burjuva devlet makinesini şiddetle yıkmadan […] bir proleter devrim olanaksızdır.” Lenin, ayrımın “barışçıl devrim ile şiddete dayanan devrim arasındaki karşıtlık”ta yattığını söyler. Ona göre, “Tüm Marx ve Engels öğretisinin temelinde, bu şiddete dayanan devrim düşününü –ve bu düşünün ta kendisini– sistemli biçimde yığınlara aşılama zorunluğu yatar”.[11]

Kautsky’nin eleştiri konusu “Proletarya Diktatörlüğü” yazısındaki sözleri, onun gerçekten tamamen başka bir öncelikler dizisine sahip olduğunu gösterir: “Sosyalist bir toplumu kurmaya, bir iç savaştan daha büyük bir engel yoktur. […] Birçok kişi, iç savaşı toplumsal devrimle karıştırır; birincisinin ikincisinin bir biçimi olduğunu sanır ve bir iç savaşın kaçınılmaz şiddetini, böyle bir şiddet olmaksızın bir devrimin mümkün olamayacağı bazı üzerinde gerekçelendirmeye hazırlanır. Her devrimde durum hep böyle olmuştur ve hep böyle olacaktır der. […] Ama proletarya devrimi bütünüyle farklı koşullar altında başarılacaktır.”[12] Kautsky’ye göre, “Modern proletarya, en azından Batı Avrupa’da, ‘saf’ demokrasi olmasa bile, belli ölçüde demokrasinin onyıllardır derin kökler salmış olduğu ve ordunun, halktan, artık ona karşı kullanılacak ölçüde yalıtlanmış olmadığı ülkelerde iktidara gelecektir.”[13] Kautsky, şiddet gördüğü her örneği, hemen “burjuva devrimi sorunu” diye niteliyor ve devletin parçalanması sorunundan yakayı sıyırıyor. Kautsky, ‘devletin parçalanması’ sorununda, Marksist devrimcilerle bir ‘söz’ üzerinde anlaşmazlık içinde değildir. O, devletin parçalanması sorununu, operasyonel olarak ve projektif olarak düşünüyor ve bunu gerçekçi bulmuyor: “Memurlarıyla birlikte ortadan kaldırılabilecek bakanlık hangisidir? [Kautsky, eğitim, adalet, maliye, savunma bakanlıklarını sayar. / Lenin] Hayır, güncel bakanlıkların içinde, hükümete karşı olan siyasal savaşımımız tarafından ortadan kaldırılacak tek bakanlık yoktur.”[14]

Devlet aygıtının parçalanmasıyla ele geçirilmesi arasında ne fark vardır? Böylelikle, bu aygıtın devrimcilerin de kullanabileceği ‘basit bir aygıt’ veya ‘maşa’ olmadığı ortaya çıkıyor: Devlet, düşmanın elindeki bir silah değildir; bizatihi ‘silah olarak düşman’dır.

Marx, Engels ve Lenin’in vurgularıyla ve böylelikle tam olarak ifade etmek gerekirse, bir devrim söz konusuysa eğer, devlet makinesini şiddet yoluyla parçalamak vazgeçilmez ve kesin bir öğedir. Devlet aygıtının parçalanmasından Marx ilk kez, kısaca 18 Brumaire (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i) olarak anılan eserinde söz eder. Ona göre, “Bütün siyasal devrimler, bu makineyi kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar”.[15] Marx, 1852’de kaleme aldığı bu çalışmadan yaklaşık 20 yıl sonra, bir tarihsel-politik olayla, Paris Komünüyle, birlikte, bu görüşüne kategorik bir statü kazandırır: “Gelecek Fransız devrimi, bürokratik-askeri aygıtı artık bir elden ötekine aktarmaya çalışmayacak, ama onu ezecek…”[16]

Paris Komünüyle devlet ve devrim üzerine görüşlerini gözden geçiren kurucu Marksistler, Lenin’in Devlet ve Devrim’de izini sürdüğü üzere, Manifesto’nun 1872 tarihli Almanca baskısına yazdıkları önsözde bu eserde “yalnızca bir düzeltme” yaparlar: “[…] proletaryanın ilk kez iktidarı iki ay boyunca elinde tuttuğu Paris Komününde edinilen pratik deney karşısında, bu program, bazı ayrıntıları bakımından, bugün eskimiş bulunuyor. Komün özellikle bir şeyi, ‘işçi sınıfının mevcut devlet mekanizmasını salt elinde tutmakla onu kendi amaçları için kullanamayacağı”nı tanıtlamıştır.” Ardından Marx ve Engels, bu konuyla ilgili geliştirilmiş bir yaklaşım için, Enternasyonal’in Marx tarafından kaleme alınan (ve daha sonra Fransa’da İç Savaş adıyla yayınlanan) 1871 tarihli çağrısını salık verirler. Marx bu çalışmada kesin ifadelerle, devrimin burjuva devlet aygıtını parçalamak zorunda olduğunu yazar.

Artık bu tarihten sonra, ‘devlet aygıtının parçalanması’ Marksist olmak bakımından kesin ve zorunlu bir gerek olmuştur. Şu halde, iktidar deneyimi yaşama durumunda olan Marksistlerin, bizzat Marksist olma niteliklerini, eski devlet aygıtına ne yaptıklarına –yani pratiklerine– bakarak belirleyebileceğiz demektir. Öte yandan, henüz iktidarda olmayan Marksistleri de, pratiklerini, devlet aygıtına karşı ‘yıkıcı’ pratiklerini –elbette bir süreç boyunca– izleyerek, Marksist olma eleştirisine tabi tutabileceğiz demektir. Ancak her durumda kesin olan şey; Marksizmin devrimci boyutunun bu önermeyle daha da belirginlik kazandığıdır.

Gerçekte Marksizmin pratik devrimci, bu anlamda yıkıcı ve dönüştürücü yönü ta Komünist Manifesto’dan itibaren ‘yazılı’ kayıt altına alınmıştır. Bu eserin –ünlü şiarından önceki– son paragrafında şu önerme yapılmaktadır: “Komünistler […] hedeflerine ancak tüm mevcut toplumsal koşulların zorla yıkılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ediyorlar.” Zorla yıkılma! Bu ifadenin, devlet aygıtını parçalamayla ilgisinin ne olduğu gibi bir soru elbette meşrudur. Soru, yanıtını bir başka önermede bulacaktır: Devrimin şiddet yoluyla olacağı önermesiyle devlet aygıtının parçalanmasına ilişkin önerme bir ve aynı şeyler değildir; fakat bu ikisi birbirini gerektirir ve koşullar. Devletin bürokratik ve askeri aygıtının parçalanmasının barışçı bir yolu söz konusu edilemez; öte yandan, şiddet yoluyla gerçekleşmiş bir devrimin ‘doğal’ yönü, eski devlet aygıtının parçalanmasına doğru olmak gerekir.

Devrimin gerçek bir seçenek olması, muhakkak bir sosyo-politik kriz ortamında gündeme gelecektir. Böyle bir krizin, toplumun egemenlerini, kendi konumlarına yönelebilecek bir tehdide karşı, dağarcıklarındaki her türlü önlemi almaya sevkedeceği kesindir. Şu halde, devrimi hedefleyen bir politik organizasyonun, devrimci iktidarın bir iç savaşın ertesinde mümkün olabileceği duruma hazırlıklı olmasını beklemek kadar tabii bir şey olamaz.

Önerme açık ve yalındır: Eğer devlet, sınıflar arasındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğu gerçeğinden doğduysa, ezilen sınıf şiddete dayanan bir devrim olmaksızın kurtulamaz. Ancak bu da yetmez; devletin, egemen sınıf tarafından yaratılmış bulunan ve içinde, topluma ‘yabancı’ niteliğin “maddeleştiği” iktidar aygıtı da ortadan kaldırılmadıkça kurtuluş olanaksızdır.[17] Devlet, bir şiddet tekelidir. Bu sayede, toplumu bir arada tutar; onu ‘uzlaştırır’. Devlet, toplumu şiddet yoluyla –her an kullanarak, kullanmakla tehdit ederek– ‘uzlaştırır’. Buna da, burjuva düşünürler, “toplum üyelerinin özgür sözleşmesi” der.

II. Devrimci tarihyazımı

Lenin Devlet ve Devrim’de bir tarihyazımı gerçekleştir. Marksizmin tarihi, kurucularından başlanarak ve II. Enternasyonale uzanarak yeniden yazılır. Lenin, birçok kez yaptığı gibi, teoriyi taktiğin bir konusu haline getirmekte ve onu, taktiğin gözü ve gereğiyle anlamaktadır.

Devlet ve Devrim, Lenin’in Marksizmi boydan boya böldüğü ve onu yeni bir alaşıma tabi tuttuğu bir eserdir. Bölme işlemi Marx ve Engels’in eserine de uygular. Lenin, Marksizmin devrimci niteliğini “yeniden kurmak” istediğini yazar.

Marksizmin tarihini, konu bağlamında, devlet ile devrimin bağlantılandığı ve bağlantının koptuğu dönemler şeklinde bir ayrıma tabi tutabileceğimiz görülüyor. Bağlantının koptuğu dönemlerde devrimci mücadele, ya verili burjuva devletin düzeltilmesine hasredilmiş bir uğraşı olarak değerlendiriliyor, ya da –ilerici burjuva veya sosyalist– devlet uğruna bir uğraşıya dönüştürülüyor. Buna, devlet ile devrimin devlette özdeşleştirildiği dönemler demek de mümkündür. Ama bu, aynı zamanda, devlet ile devrimin bağlantılandırılacak iki ayrı ‘varlık’ olduğunun reddi anlamına gelmektedir. Her iki dönem arasında bir tercihten önce, tarihselleştirilmeleri ve “tarihsel haklılıkları”nın teslim edilmesi gerekecektir. Ancak bu çalışmanın içinde olduğu konjonktürün, devrimci olmak bakımından, iki ‘seçenek’ içinde bir tutum ve hareket tarzını vazettiği savunulacağından, ilgili bütün tarihin bir ‘tarihyazımı’na konu edilmesi de doğaldır. Devlet ve Devrim, ‘diğer dönem’de yazılmazdı –nitekim yazılmamış ve ‘Sol’ Komünizm yazılmıştır. Devlet ve Devrim de ‘Sol’ Komünizm de tarihin konusudur; fakat birincisi aynı zamanda içinde bulunduğumuz konjonktürün eseridir.

Devrimden devrime: 1848 ve Komün

‘Pratik-devrimcilik’ Marksizme, 1847 ile ’52 yılları arasında Komünistler Ligi’nde yürüttüğü devrimci faaliyetin politik karşılığında bir kurucu öğe olarak girmiştir. Marksizmin tarihsel ve politik olarak kendi dışındaki devrimciliğe açıklığına ilişkin olarak, Marx’ın “burjuva devleti ve siyaseti hakkında olduğu gibi, sürekli devrim, devrimci örgüt, proletarya diktatörlüğü hakkında söyledikleri[nin] Babeuf-Blanqui çizgisi doğrultusunda hareket eden devrimcilerin etkisini yansıt[tığı]” ileri sürülmüştür.[18] Marksizmin üçlü bileşeninden biri olan politikaya ilişkin bu görüşün ne gibi gelişmelere yol açabileceği üzerinde durulmayı hak eden bir husus olarak kaydedilmelidir.

Marx ve Engels, gençlik yıllarında devrimci hareketlere fiilen katılmışlar, ancak 1850’lerden Engels’in öldüğü 1895’e kadar, Paris Komünü dışında önemli bir devrimci kitle hareketi görülmemiştir. Bu durgun yıllar boyunca, devrimci politik örgütlenme adına layık olanlar arasında Blanqui’nin önderliğindeki akım ve bazı anarşist gruplar dışında kesim bulunmaz. Marksizm bu yıllar boyunca başlıca olarak Almanya’da ve daha sonra Fransa’da, Blanqui’nin toprağında, politik bir akım olmaya yönelmiştir. Fakat Marksizm Avrupa işçi hareketinde hala ağırlıkta olan politik akım değildir. Paris Komününde Enternasyonal, Engels’in deyişiyle, “parmağını oynatmamış”, fakat yenilgiden özellikle Blanquist ve anarşist devrimcilerin fiziksel tasfiye ölçülerinde etkilenmesi ve Marx ile Engels’in Enternasyonal ve işçi hareketi içindeki nüfuzu, Avrupa’da Marksizmin etkisinin yayılmasına yol açmıştır.

Bu dönemin sonuna doğru Marx ve Engels’in asıl ‘ideolojik’ ilgisinin yöneltildiği Bakunin, Marksist politik hareketin devlete ilişkin yaklaşımına ağır eleştiriler yöneltmiştir. ‘Marksist politik hareket’ ile, esas olarak Almanya’da örgütlenen parti kastedilmektedir ve Marx ile Engels’in baştan beri asıl ilgilerini yönelttikleri ve enerjilerini hasrettikleri bu partinin, kuruluşundan itibaren devrimci nitelik bakımından bazı sorunlar taşıyıp taşımadığı özel bir ilgiyi hak etmekle birlikte, Bakunin’in –kurucu Marksistlerin yazılarında somutlanan ‘anlayış bazı’ bir yana– pratik eyleyiş açısından bu partiye yönelttiği eleştirilerin Marx ve Engels tarafından haklı bulunduğu açıktır.

Marksizmin ilk dönemi, devlete ve devrimciliğe ilişkin bir pratikle başlamış, ve bir başka pratikle bitmiştir. Bu dönemin başlangıcında ve sonunu getiren tarihsel gelişmede, kurucu Marksistlerin devlet ve devrime ilişkin duyarlıklarının arttığı saptanabilir. Marx ve Engels, devrimci süreçlere açık olma konumundan hiç uzaklaşmamışlar ve her iki momenti, kendi devrimciliklerini ve devrime ilişkin görüşlerini yeniden-kurarak karşılamışlardır. Böylece, 1848 devrimleri ve 1871 Paris Komünü, Marksist teoriye içerilmiş ve Marksizmin tarihinde yerini almıştır. Paris Komünü aslında, bu türden süreçlere açık uçlu olan Marx ve Engels’in Marksizmince edinilerek, Marx’ın dört yıl sonra eleştireceği ‘Gotha Programı’nın Marksizm nezdinde eleştirisinin başladığı olay olmuştur. Marx, “anarşistlerle savaşın ortasındayken”, tarihe ‘ilk Marksist politik parti’ olarak geçen ve dost-düşman tarafından, yaptığı her şeyden sorumlu tutulduğu Almanya’daki partiyle bağları koparmayı, sırf bu partinin devlet ve devrime ilişkin konumu –yani, özel olarak, Paris Komününden gerekli politik dersler çıkarmaması– yüzünden göze alabilmiştir.

Devletsiz devletçilik: II. Enternasyonal (1871-1914)

Bu dönemin politik Marksizmi başta Marx henüz hayattayken Alman partisinde vücut bulan ve daha sonra Fransa ile diğer Avrupa ülkelerinde ve Rusya’da beliren hareketlerde temsil olunur. Dönemi, II. Enternasyonal’in kurulduğu 1889’dan değil de daha erken bir tarihte, Paris Komününün yenilgisinin hemen ardından ve belki de kesin olmak bakımından “Gotha Programı”nın kabul edildiği 1875’ten başlatmak[19] politik bir ayrımın izlerini sürmek bakımından yeğlenmektedir.

Marx’ın ve Engels’in nüfuzlarının politik hegemonyasını kıramadığı ‘II. Enternasyonalin Marksizmi’nin ana akımı, devrimci bir nitelik sergileyemez. Bu yıllarda, Rusya dahil çeşitli ülkelerde Marksizm dışında devrimci akımlar ortaya çıkar veya eski akımlar varlığını sürdürür. Lenin, Marksizmin “resmi sosyal-demokrasi” diye anılan bu dönemindeki ana akımın devlet ve devrimci mücadeleye ilişkin tutumunu eleştirilerinde belli başlı devrimci veya devrimci anarşistlerin “yerden göğe kadar haklı” olduğunu değerlendirir.[20]

Süreklilik kazanan her akımın olduğu gibi tarihsel Marksizmin iç-tarihi de her zaman yüklü olmuştur. İlk büyük gerilimin ‘mağdurları’ bizzat bu akımın kurucuları olmuştur. Marx ve Engels, politik ve tarihsel olarak kendi adlarına yazılan politik akımın yöneliminin töhmeti altında kalmışlardır. Gerilimin ilki, 1875’te, Almanya’daki Marksist partinin kabul ettiği ‘Gotha Programı’ vesilesiyle patlak verir.

Marx, 20. Yüzyılın programatik bakımdan zengin tarihinden sonra değil, zamanı açısından bile geri ve basit bir metin olan Gotha Programını, hak etmediği bir eleştiriye tabi tutar. (Her anlamda ‘cüce’ bu programın metni ile Marx’ın eleştirisinin şöyle bir karşılaştırılması bile çarpıcı bir fikir verir. Marx’ın dev çapı, tarihsel nedenlerle bu yoksullukla muhatap olmuştur.) Devrimci olmayan bir partinin devrimci olmayan programı! Marx, programın “devlete kölece bir inanca” ve “demokrasi mucizesi inancına bulandığı”nı yazmıştır.[21] Marksizmin kurucuları, daha önce kararlaştırmış olmalarına rağmen, programın kabulüyle, Alman sosyal-demokrat partisiyle bağlarını, Almanya ve Avrupa’daki muhtemel olumsuz etkilerini düşünerek, açıktan koparamadılar. Marx ve Engels, devrimci olmayan bir programı ve “’çürümüş’ bir zihniyetin egemen olduğu”nu söyledikleri[22] partiyi sineye çekmek durumunda kaldılar.

1891’de kabul edilen Erfurt Programı, önceki programa nazaran ileride olmasına rağmen, devrimci nitelikler taşımak bakımından, politik partinin yasal örgütlenmesinden başka bir perspektife sahip olmayan, bu konuda, ne Blanquistlerin ne de devrimci anarşistlerin yanına yaklaşabilen bir konumdadır. Engels, “Erfurt Programı Eleştirisi”nde, “sosyal-demokrat basın”da yayılmaya başlayan oportünizme dikkat çeker ve “Almanya’daki bugünkü hukuk düzeyinin, bütün istemlerin barış yoluyla gerçekleşmesine elverişli olduğunun kabul edilmesi” anlayışını eleştirir. Alman partisindeki, “bugünkü toplumun gelişerek yavaş yavaş sosyalizme geçeceğine” dair inanç karşısında Engels, “şiddete başvurmak”tan ve “siyasal düzenin engellerinin kırılıp aşılması”ndan söz eder.[23] Ancak Marx ve Engels’in, başka bazı yerlerde olduğu gibi, söz konusu eleştirilerde de, “demokratik cumhuriyetlerde” barış içinde bir geçişten söz ettikleri gözden kaçırılmamalıdır.[24] Lenin’in “sıkıntılar içinde” olduğunu yazdığı Engels, öldüğü 1895 yılına kadar, Alman partisinin ‘oportünist’ günahlarının cezasını çeker. Ömrünün sonlarına doğru yazdığı bir mektupta, bu partinin yetkili kurullarının, yayınlanmış yazılarına kendinden habersiz uyguladığı sansür nedeniyle, “Legalitenin barışçı tapınıcısı” haline getirildiğinden yakınır.[25]

Bütün bu tarihi günün koşulları bağlamında yeniden ele alan Lenin, Devlet ve Devrim’deki eleştirisini, II. Enternasyonalin bütün tarihine yaymakta bir sakınca görmez ve bu eserde, en az iki ayrı yerde, –tarihini kast ederek– “tüm II. Enternasyonal”i[26] “oportünist” olmakla suçlar. Eric Hobsbawm, “1905-14’te, devrimci solun esas kısmı anarko-sendikalist iken, veya en azından anarko-sendikalizmin fikirlerine ve ruh haline klasik Marksizme olduğundan daha yakın iken, Marksist solun pek çok ülkede devrimci hareketin kıyısında olduğu, Marksistlerin büyük bölümünün de facto [fiilen] devrimci olmayan sosyal demokrasiyle özdeşleştirildiği”ni hatırlatır.[27] Lenin’in eleştirileri dikkate alınırsa, Hobsbawm’ın başlangıç yılını daha gerilere çekmenin mümkün olduğu ortaya çıkar.

Lenin, devlet üzerine çalışma notlarında, Marksistlerin anarşistler ve “oportünistler”den ayrıldığı hususları sıraladıktan sonra, şunu ekler: “Oportünistlerden bizi ayıran daha köklü, ‘daha ömürlü’ gerçeklerdir.”[28] Aynı yerde Lenin, “oportünistler”in politikalarını yalnızca “bugünkü devlet”ten yararlanmak üzerine kurduğunu, bu tutumun anarşistlerinkiyle kıyaslandığında doğru olduğunu, ancak “matematiksel olarak ifade etmek gerekirse, bunun, Marksizmin ancak yüzde biri” olduğunu belirtir. Lenin, “oportünistler”in, burjuva devletin demokratik parlamenter biçimini aşılmaması gereken bir sınır kabul ettiğini, ve bu biçimleri aşmayı / parçalamayı gözeten her girişime anarşist adını verdiklerini kaydeder.[29] Üstelik Lenin’e göre, Marx ve Engels’in, “Alman sosyal-demokratlarının devlete ilişkin hatalarından utanç duymaları”na rağmen, onların bu hatasını, “o günün koşullarında” anarşistlerinkinden çok daha az önemli bir hata saymaktaydılar.[30]

Lenin, “oportünistler”in egemen olduğu yıllar boyunca, Marx ve Engels’in eserinin, anarşizme karşı olan yönünün bayağılaştırıldığını, kafalara, en dar düşünceli bir biçimde sokulduğunu, ve bu sayede anarşistlere karşı bir önyargı oluşturulduğunu yazar. Ancak, kurucu Marksistlerin eserinin “oportünistler”e karşı sonuçları karanlıkta bırakılmış ve unutulmuştur![31] Mesela, “oportünistler” devletin asalak bir organ olduğu görüşünün “salt anarşizme özgü olduğunu” kabul eder.[32] Oysa Lenin’e göre, Marksizm anarşizmle –Proudhon ve Bakunin gibi anarşistler şahsında– devlet makinesinin yıkılması konusunda da benzeşir.[33] Salt Devlet ve Devrim değil, Lenin’in 1914’ten 1920-21’e kadar olan pratiği de Marksizm içinde ortaya çıkan reformizme karşı anarşizmin ve anarşist hareketin Marksizmin temel devrimci argümanlarıyla ortaklığını vurgulamak olmuştur. Görüleceği üzere Lenin, Marksizmin tarihini ve belli başlı Marksist eserleri de bu bakış açısından yorumlamaktan kaçınmamıştır. Bütün kavga, Lenin’in de sürekli vurguladığı gibi, o yılların devlet aygıtlarına karşı tutumda odaklanmıştır.

Politik kariyerinin yaklaşık ilk 15 yılında, Lenin de, II. Enternasyonalin hegemonyasında bir devrimci pratik sergilemiştir. Ancak, Marksizmi bu devrimci-olmayan tasalluttan kurtaranlar, Lenin şahsında beliren bir avuç Marksist devrimci olmuştur. Savaşın başladığı 1914’e kadar Bolşevik Rus devrimcileri, 1905 devrimi gibi kritik momentler dahil, bildikleri gibi hareket etmiş, fakat II. Enternasyonal çatısını yırtma yoluna gitmemişlerdir.

Lenin, ancak Savaş ortamında ‘özgürce’ hareket etmiştir. Lenin’in ve Bolşeviklerin II. Enternasyonalle kopuşmasına ilişkin tartışma epeyce eskidir. Stalin, “Bolşevik Tarihinin Bazı Sorunları Üzerine” adlı 1931 tarihli makalesinde, Slutski’nin Lenin ve Bolşeviklerin, I. Emperyalist Savaş öncesinde, Alman sosyal-demokrasisindeki oportünist akımla kopuşma konusunda yetersiz kaldığını ileri süren yazısını öfkeyle eleştirir ve Bolşeviklerin, 1903’ten itibaren II. Enternasyonal saflarının “bölücüleri”, “bozguncuları” sıfatlarını kazandığını; hatta Alman sosyal-demokratlarının sol kanadının o zamanki liderleri Rosa Luxemburg ile Parvus’un da Bolşeviklere karşı “aşırı-merkeziyetçi ve Blanquici eğilimlere sahip olma” suçlamasına katıldığını yazar.[34] Ancak Stalin, Bolşeviklerin “II. Enternasyonal’deki özellikle de Alman sosyal-demokrasisindeki oportünistlerle bağları koparma yolunu, ayrılma yolunu tutmuş olduğu” halde[35], Savaşın başlamasıyla ortaya çıkan soruna değin ilişkileri “koparma yolu”nu neden bitirmediğini anlatamaz. Buna rağmen Stalin, Lenin’in, başlarında Luxemburg’un olduğu “Alman solları”nın II. Enternasyonalcilerle 1916’da yani savaşın iki yıldır bütün karşı-devrimci etkisiyle sürdüğü bir tarihte bile kopamamış oluşunu eleştirdiği “Junius’un Broşürü Üzerine” başlıklı yazısını anarak bir ‘haklı’ karşı-eleştiri yapar. Lenin bu yazıda, “dört bir yandan, Kautskyci ikiyüzlülüğün, ukalalığın, oportünistlere karşı ‘dostluğun’ rezil ağına yakalanmış bütün Alman sollarının zaafından” söz etmekte ve, Luxemburg’un, “Alman sosyal-demokratlarının ‘çevresinden’, hatta bölünmeden korkan, devrimci sloganları doğru dürüst söylemekten korkan sol sosyal-demokratların ‘çevresinden’ kendini tamamıyla kurtaramamış” olduğunu yazmaktadır.[36] Gerçekte Bolşevikler, Menşeviklerle bağları koparmayı bile 1912 gibi görece geç bir tarihte gerçekleştirdi. Stalin, Bolşeviklerin oportünistlerle kopuşmasını, diğer devrimci akımlar için de geçerli bir “politika modeli” sayar.[37]

Devlet ve devrim

Devlet ve Devrim’in dönemi 1914’te başlar. Bu, Marksizmin devrimci bayrağının en olumsuz koşullarda açılmasının bir ifadesidir. Bir başka deyişle Devlet ve Devrim’in Leninizmi; yani, devrimci mücadelenin salt geriye çekilmediği, aynı zamanda uluslararası Marksist hareketin genel bir çöküş yaşadığı ve devrimin uzak bir geleceğin konusu olarak görüldüğü yıllarda başlayan ve kurulan, devrimin ortasında meydana çıkan bir teorik-politik oluşumdur. Lenin, bu yıllarda “resmi Marksizm”in, işçi hareketini bozmak bakımından hükümetlerden önde geldiği görüşündedir.[38]

Devlet ve Devrim için çalışmayı öngören Lenin, ‘her devrimcinin ilk işinin kendi devletinin yenilgisi için çalışmak’ olduğu şeklinde, savaşın vahşet ortamında ağırbaşlı Marksizm allamelerine kötü bir şaka gibi gelen tezi ortaya attı. Bu devlet karşıtlığının, II. Enternasyonalcilerin havsalasına sığmaması beklenirdi; fakat Bolşevikler ve diğer bir avuç Marksist devrimci, bu şiarla, ezici çoğunluğu kendi devletlerinin bayrağı altında siperlere koşan anarşistlerin ayrıcalığına da son veriyordu.[39] Anarşist ve anarko-sendikalist hareketin militanlarının Marksizmin devrimci temsilcilerinin mücadele yürüttüğü alan ve örgütlere akmasının başlangıcı budur.[40] Lenin, devlete karşı devrimciliğiyle, bir yandan Marksizmi günümüz sosyal demokrasisine ulaştıracak hattı kesiyor, öte yandan Marksizmi epeydir uzağına düştüğü devrimci hareketler ve akımlar alanına açıyordu. Bu bakımdan, Devlet ve Devrim, salt o küçük kitap değildir; Devlet ve Devrim, Lenin ve Bolşeviklerin –asıl olarak– 1914’te başlayan politik pratiklerinin de içerildiği, cephede bozgunculuk yapan adsız Bolşeviğin eyleminin dahil olduğu bir ‘eser’dir. Ama Devlet ve Devrim bu kadar da değildir; o, yazarının ‘devrim’ için yarım bıraktığı bir eserdir. Bu durumda, Devlet ve Devrim yarım mı bırakılmış oluyor, tamamlanmış mı?

Marksizmin ‘resmi’ alanı dışında yer alan devrimci politik akımlarla yakınlaşma, devrimin yükseldiği dönemlerle mi sınırlıdır? 1920’de, Komintern yetkilisi Zinovyev, ülkelerindeki anarşistlerle ilişki konusunda eleştirdiği İtalyan komünistlerine şunu söyler: “Devrim zamanlarında Malatesta, d’Aragona’dan daha iyidir. Bunlar aptalca şeyler yaparlar, fakat devrimcidirler. Kerenski’ye ve Menşeviklere karşı sendikalistlerle ve anarşistlerle yan yana savaştık. Binlerce işçiyi bu şekilde harekete geçirdik. Devrim zamanlarında devrimcilere gerek vardır.”[41] Anarşistlerin bu yıllarda Bolşeviklerin ‘sol’ kanadı olarak iş gördüğü değerlendirilir.[42] Ancak devrimin oturmasıyla, anarşistlerle mesafe belirgin bir şekilde açılmaya başladı. 1920’lerin ilerleyen yıllarıyla –hatta belki Nisan 1920 tarihli ‘Sol’ Komünizm’den itibaren– bu kez Komintern’in merkezinin teşkil ettiği gerilim sahnededir. Komintern’in III., IV. ve V. kongreleri uzaklaşmanın rahatlıkla izlenebildiği platformlar olmuştur. Bu ivmenin, 1930’lar ve sonraki onyıllarda daha da yükseldiğini tahmin etmek zor olmayacaktır.

Bu yıllarda nice devrimci hareket yenilgiye uğramış, –Çin örneğinde olduğu gibi– başaranlar ise, Komintern tasallutundan kendilerini her nasılsa kurtarabilenler olmuştur. Troçki’nin kopuşu, devrimci politik sonuçlar verememiş, Komintern’in gölgesinden nesnel olarak çıkılamamıştır.

Devletlu devletçilik:

‘Sosyalizm deneyimleri’ (1920’ler-1990)

Devlet ve Devrim’de 1848-51 yılları devrimci deneyimi ile Paris Komünü deneyimi ayrı başlıklar altında işlenir ve Lenin, “Sonsöz”de, 1905 ve 1917 Şubat Devrimleri Deneyimine ayrılmış bir bölüm yazmayı planladığını, ama bunu gerçekleştirmeye içinde bulunduğu “devrim deneyimi” nedeniyle imkan bulamadığını ifade eder. Geride bıraktığımız yüzyıla damgasını vurmuş olan “sosyalizm deneyimleri”nin Marksistlerce kaleme alınmış devrimci bir eleştirisi henüz kaydedilmedi; ancak bu deneyimin devrimci bir tarzda yazılması bakımından, Marx ve Engels ile Lenin’in Paris Komünü deneyimi karşısındaki durumlarıyla karşılaştırıldığında kesin bir elverişsizlik içindeyiz.

Çünkü, Marx’ın daha Komün günlerinde 17 Nisan 1871’de Kugelmann’a yazdığı mektupta yaptığı değerlendirme Komünarlar tarafından yanlışlanmadı: “Versailles burjuva itleri, Parislileri ya vuruşmayı kabul etmek ya da savaşmadan yenik düşmek seçeneği karşısında bıraktılar. Son durumda işçi sınıfının göz yılgınlığı, bazı ‘önder’lerin yitirilmesinden çok daha büyük bir felaket olurdu.” “Sosyalizm deneyimleri”nin akıbeti, dünya işçileri ve ezilenlerinde ağır bir yılgınlığa yol açtı; çünkü düşüş savaşsız oldu. Öte yandan, bu deneyimlerin akıbeti, devrimden sonra nasıl ilerlenileceğine ilişkin sorunun, yer yer günlük politik mücadeleyi önceler bir nitelik kazanmasına yol açtı. Bu konuda, Marksizmin temel politik ve teorik ayıraçları bağlamında iç rahatlığıyla verilmiş bir yanıtı yok.

Asıl önemlisi, “sosyalizm deneyimleri”yle karşılaştırıldığında Paris Komünü gerçekten çok basit kalıyor.[43] Komün, Marx’ın zamanında belirttiği üzere, Fransa’ya bile yayılamayan bir kent deneyimi olarak kalmasına rağmen Marx, Engels ve Lenin’in “devrim-sonrası iktidar”la ve devletle ilgili görüşleri bu ‘küçük’ deneyim tarafından belirlenmiştir. Gerçeklikte küçük bir yer işgal ederken ‘ütopya’ya yer kalıyor. Nitekim Marx, Engels ve Lenin’in sosyalizm görüşleri, gerçeklikle karşılaşamayacak denli ütopiktir. Fakat, önümüzde Ekim Devrimiyle başlayan ve dünyanın önemli bir bölümünü kapsayan ‘sosyalizm deneyimleri’nin devasa ‘gerçek’i varken ütopyaya –politik dönemin taktiksel gereği değilse– ancak geri çekilmek düşer.

Lenin Devlet ve Devrim’de, eski devlet aygıtının parçalanmasını işlediği ölçüde kesin, ama aynı derece somut olmayan ifadelerle, devrimden sonra kurulacak devletin de “devlet-olmayan bir devlet”, en azından sürekli ordusu ve polisi ile bürokrasisi olmayan, sönüp gitmeye hazır bir aygıt olacağını ileri sürer. Hatta Lenin, Mart 1918’de yapılan Parti Kongresinde yaptığı konuşmada, Sovyetlerin, “bürokrasisiz, polissiz, sürekli ordusuz yeni bir devlet tipi olduğunu” söyledi.[44] Bir anlamda Lenin, “proletaryanın diktatörlüğünün”, devrimden sonraki uzun ‘oturma’ yıllarında nasıl olacağını ele almamıştır. H. Draper’a göre, o, eserinin “hiçbir yer[in]de ‘proletarya diktatörlüğü’ üzerine özel bir açımlama çabasına girmemişti”. Bunun nedenini Draper, eserin bizzat yazarı tarafından açıklanan eksikliğine bağlar; yoksa, Lenin’in “diktatoryal” eğilimlerinden kimsenin –Draper’ın da– kuşkusu olamaz!: “1905 ve 1917’nin derslerini tartışmak üzere programlanmış bir bölüm eksik kaldığından, yapıt bitirilmiş değildi. Bu yüzden terimin [proletarya diktatörlüğü] yapıtta görünmemesine yaslanmak riskli bir iştir.”[45] Lenin, bu eserde ve bu eserin kaleme alınmasına kadarki beş-altı yılda, eleştirmenlerinin anlamlandıramadığı bir özgürlükçülük ile, –düşman unsurlara karşı– “hiçbir yasayla sınırlanmamış” bastırıcı diktatörlüğü bir arada ve aynı görüş içinde ileri sürebiliyordu.

Durum, bütün açıklığıyla böyleyken, “sosyalizm deneyimleri”ni hala Lenin’in Devlet ve Devrim’deki sosyalist devlet üzerine değerlendirmeleriyle karşılaştırarak reddetmek, çarpıcı bir saflık yanında –bunun politik ve teorik önemi yoktur–, teorik ve tarihsel meselelerle karşı karşıya gelmeye cesaret edememek ve çıplak gerçeği değil, Marksizm adına hala masalsı ya da düşsel bir dünya tasarımını esas alan bir objektiviteye işaret etmektedir. Colletti’nin şu ayrımı, tarih karşısında bir alay değilse, tatlı bir tarih-dışılık, bu meselelerle işi olmamaktır: “Lenin için sosyalizm yığınların kendi kendini yönetmesidir (sosyalizmde diyor Lenin, halk kitlesi sadece oylarıyla ve seçim dönemlerinde değil, gündelik idare işlerinde de, özerk bir katılım düzeyine yükselecektir. Sosyalist rejimde herkes sırayla yönetecek ve özellikle kimsenin yönetememesi durumuna hızla alışacaktır). Kautsky için ise sosyalizm kitleler adına iktidarın kullanılmasıdır.”[46]

Marksizme dönük devletluluk eleştirisini en baştan itibaren yapan anarşist öğretinin ‘tarihsel haklılığı’ teslim edilmelidir –ancak bunun ‘teorik haklılık’ demek olmadığı da gözden kaçırılmadan… (‘Tarihsel haklılık’: Ekim Devrimini izleyen yıllarda da Marksizmin ‘tarihsel haklılığı’ndan söz etmektir bu yaklaşım.) Tarihsel haklılık esprisi, Lenin’e karşı Kautsky şahsında da geçerlidir. Lenin, Kautsky’ye karşı sosyalizmi şöyle anlatıyor: “Kautsky, kısacası, şöyle der: Mademki, seçilmiş kamu görevlileri olacak, öyleyse sosyalist rejimde de memurlar ve bürokrasi olacaktır! İşte yanlış olan da budur.”[47] Buna bugünkü yanıtımız, Lenin’e karşı Kautsky’yi tutarak; “Mademki ‘sosyalist rejimler’de memurlar ve bürokrasi oldu; öyleyse onlar sosyalist değildi” mi olacaktır?

Bakunin, “otoriter komünizm” olarak adlandırdığı Marksizmin, devrimden sonra bir devlet kurmaya yönelmesini, en baştan, “devletin devrimci bir rol oynayamacağı”nı ileri sürerek reddetti. Onun bu yöndeki sözleri, “sosyalizm deneyimleri” ve bu deneyimlerin çöküşünden sonra, izleyenlerince “Leninizmin zorba hükümetini, insanda şaşkınlık uyandıran bir sezgisellikle önceden gördü” sözleriyle değerlendirildi.[48] Bakunin’e göre Marx, “[bir] otoriter komünist[tir] ve proletaryanın devlet aracılığıyla, sonuçta yukarıdan aşağıya doğru, doğallıkla sosyalizmi benimseyen ve cahil ve aptal kitlelere kendi iyilikleri için meşru bir otorite uygulayan aydınlanmış bir azınlığın zekası ve bilgisi aracılığıyla kurtuluşunun ve yeniden örgütlenmesinin yandaşıdır”.[49] Bakunin “kehanetleri”ni sürdürür: “Kilisenin ve devletin ortadan kaldırılması toplumun gerçek kurtuluşunun ilk ve kaçınılmaz koşulu olmalıdır, ancak ondan sonra toplum başka türlü örgütlenebilir ve örgütlenmelidir, fakat yukarıdan aşağıya ve birkaç bilgenin veya aydının düşlediği bir plana veya herhangi bir diktatör gücün verdiği fermanlara göre veya bizzat genel oy hakkı esasıyla seçilmiş ulusal meclis aracılığıyla değil. Söylemiş olduğum gibi, bu sistem kaçınılmaz olarak yeni bir devletin kuruluşuna, yani halk kitleleriyle ortak bir şeyi olmayan, tersine kesinlikle genel gönenç ya da devleti kurtarma perdesi altında tekrar halkı sömürmeye ve tebalaştırmaya başlayacak olan yönetici bir aristokrasinin oluşumuna yol açacaktır.”[50]

Kurucu Marksistlerin devrim sonrası devlet hakkındaki görüşleri, hele Ekim Devriminden sonraki tarih göz önüne alınırsa, bir temel yönü itibarıyla kesinlikle ütopyacıdır. Marx, Fransa’da İç Savaş için tuttuğu notlarda, şunları yazıyordu: “Bu (yani Komün), şuna ya da buna, Devlet iktidarının meşru, anayasal, cumhuriyetçi ya da Emperyalist biçimine karşı bir Devrim değildi. O, Devlet’in kendisine karşı bir devrim, halkın kendi toplumsal yaşamını kendisi adına toplumun bu doğaüstü düşüğünden geri alışıydı. Devleti yönetici sınıfın bir kesiminden bir başka kesimine aktaracak bir devrim değil, bu iğrenç sınıf egemenliği aygıtını çökertecek bir Devrimdi. (…) Komün, devletin kesin yadsınması ve dolayısıyla 19. Yüzyıl toplumsal Devrimi’nin başlangıcıydı.”[51] Bu sözler, her şeyden önce, Marksist tarihte devletle ilgili yazına aşina birine Devlet ve Devrim’deki devlet açıklamalarını hatırlatmalıdır. Lenin, Komünle ilgili şu ‘anti-otoriter’ ve ‘anti-bürokratik’ değerlendirmeleri yapar: “Komün, artık nüfusun çoğunluğunu değil, bir azınlığı (sömürücüleri) ezmesi gerektiği ölçüde, devlet olmaktan çıkıyordu; burjuva devlet makinesini parçalamıştı; özel bir bastırma gücü yerine, sahneye halk kalabalığının kendisi giriyordu. (…) Ve, eğer Komün devam etseydi, Komün içinde varlıklarını sürdürmekte olan devlet kalıntıları kendiliklerinden ‘sönerlerdi’; Komün, kurumlarını ‘kaldırma’ gereksinimi duymazdı: Bu kurumlar, artık yapacak hiçbir şeyleri kalmadığı ölçüde, işlemez olurlardı.”[52] “Sosyalist rejimde herkes sırayla yönetecek, ve kimsenin yönetememesine çabucak alışılacaktır.”[53] Bu pasajlarda Lenin’in, onyıllardan değil, birkaç yıldan bahsettiği açık olsa gerektir. Hatta, “kentli halkın çoğunun yapabileceği çok basit ‘gözetim ve muhasebe’ işlemlerine daha şimdiden, bugünden yarına, başlanabilir” der Lenin.[54] Lenin, işçilerin siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra, eski bürokratik aygıtı parçalayacağını, “temellerine dek yıkacağı”nı ve kuracağı yeni aygıtın “bürokratik” olmaması için önlemler alınacağını yazar: “1) Her işe seçimle gelme, ama her an görevden alınabilme; 2) İşçinin aldığından yüksek olmayan bir ücret; 3) Herkesin denetim ve gözetim işlerini yapabilmesi, yani herkesin bir zaman için ‘bürokrat’ durumuna gelmesi ve bu yüzden kimsenin ‘bürokrat’ olmaması için gerekli önlemlerin hemen alınması.”[55] Miliband’ın (ve Draper’ın) yaptığı gibi, “Marx’ın devlet üstüne çalışmalarının tümü, yalnız uzak bir komünist toplumla ilgili olarak değil, onu önceleyecek geçiş dönemiyle ilgili olarak da güçlü bir anti-otoriter ve anti-bürokratik önyargıyla kaplıdır” demek[56], Marx, Engels ve Lenin’in yalnızca bir yönüne işaret etmek bakımından doğrudur. Ama ya diğer yön? Bakunin’in eleştirisi tümden yersiz miydi? Bakunin ile Marx’ı ayıran neydi?

Miliband’a göre, aslında “en küçük” bir şey bile değildi! Marx’ın, “işçilerin devrimci diktatörlüğü”nden, “burjuvazinin direnişini ezmek için devlete devrimci bir biçim vermeleri”nden, Gotha Programı Eleştirisindeki ünlü sözlerinden –“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında birinin ötekine devrimci dönüşümü dönemi uzanır. Bu ayrıca, devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı bir siyasal geçiş dönemine denk düşer”– “en küçük bir ‘otoriter’ etki sağla[na]maz”dı.[57]

Miliband’ın, Lenin’in Devlet ve Devrim’de proletarya diktatörlüğü altında devlete ilişkin verdiği sözü tutmadığı ve zaten böyle bir sözün tutulamayacağı görüşü yerindedir ve bize kadar gelen kuşakların, Stalin’i, Mao’yu ve Pol Pot’u, hatta devrimin ertesi gününden ölünceye değin davranışlarıyla Lenin’i, Devlet ve Devrim’de ve Fransa’da İç Savaş’ta yazıldığı gibi, “devrimin hemen ertesi günü, parçalanmış burjuva devletinin yerine konmak üzere konsey (yani ‘sovyet’) demokrasisinin aşırı bir biçiminin kurulması anlamında”[58] suçlamanın anakronik olduğu son derece açıktır. Bir kere, haklarındaki iddialar ve iktidardaki gerçek uygulamalarıyla Pol Pot’u, Stalin’i, Lenin’i (ve iktidar aygıtındaki Troçki’yi) birbirinden kategorik olarak ayıran bir hat yoktur. Hatta, Lenin, “anarşizan” Devlet ve Devrim’de bile şu sözleri sarf edebilmiştir: “Proletaryanın, sömürücülerin direncini bastırmak için olduğu kadar, nüfusun büyük yığınını –köylülük, küçük burjuvazi, yarı-proleterler– sosyalist ekonominin ‘kurulması’ işinde yönetmek için de devlet iktidarına, merkezi bir güç örgütüne, bir şiddet örgütüne gereksinimi vardır.”[59] Anarşist bir bakış açısından bu adların tümü suçludur. Kautskyist bir bakış açısından bu adların, Marksizm gibi bir ileri ülkeler sosyalizminin sınırlarına dahil edilmesinin gereği yoktur. Devrim ile devleti, birbirinin karşıtı olarak gören bir anarşiste söylenecek söz yok. Devrimi bir yana bırakıp devleti iyileştirmeyi politik varlığının konusu yapan bir reformatöre de söz yok! Ama, bu ikisini bir arada özgül bir tarihsel biçim altında bir araya getirmeyi öngören bir Marksist devrimcinin, hem tarihe, hem de teoriye vereceği hesap var.

Bu hesap verilmeyi bekliyor. Sosyalizme ilişkin ütopik görüşler sahibi Marx, Engels ve Lenin’i, sosyalizme ilişkin gerçekçi ve ‘otoriter’ görüş ve/veya uygulamaların sahibi Marx, Engels, Lenin, Stalin, Troçki, Mao, Enver Hoca, Pol Pot’un karşısına uzlaşmazlar olarak çıkarmak, sadece basit bir Marksizm görüşüdür. Böyle görüşlerin sahipleri iyi niyetli, insansever ve başka şeyler olabilir, ama teorinin ve devrimci politikanın kategorik olarak dışında yer alan ve bu anlamda ‘mevcut olmayan’ unsurlardır. Bakunin bize, Pol Pot’un uygulamalarından Marx’ın da ‘sorumlu’ olduğunu, daha Ekim Devriminden çok önce gösterdi. Pol Pot’u reddedip Marx’ın ‘ütopik’ görüşlerine sarılma özgürlüğümüz yok.

‘Sosyalizm deneyimleri’ çağında, Marksizme, “sosyalist devlet”I esas alan bir yaklaşım egemen oldu. Bu, ‘sosyalist ülkeler’deki ‘Marksistler’ için anlaşılabilir bir durumdu; fakat bu yaklaşımın asıl politik etkisi halen burjuva diktatörlüklerinde mücadele yürüten Marksistler üzerinde görüldü. Bu ülkelerdeki sosyalist hareketler ya hemen yarın iktidar olacaklarmışçasına bir ‘sorumlu’ davranış ve ‘iktidar perspektifi’ argümanına yöneldiler ya da politik faaliyetlerini ‘sosyalist devlet’in yedeği olmak üzerine kurdular. Bütün bunlar, devrimi, devlette olmanın sonrasına erteleyen bir politik meşrep geliştirdi. Önce devlet, sonra devrim. Tabii ‘sonra’ya sıra hiç gelemezdi ve bu tarz, öznesini, devrimdense var olan devletle ilişki kurmaya yöneltecekti.

II. Enternasyonal dönemindeki ana eğilimini andıran bu sosyalistlik türünün zemini, benzerlerine göre çok daha sağlam ve güçlüydü; ‘sosyalist devletler’in başarılı örneği yetiyor da artıyordu. ‘Sosyalizm deneyimleri’nin tümden kurumsal olmasa da politik olarak tarihte kaldığı günümüzde, en ağrı darbeyi alan olmasına rağmen, söz konusu ‘devletlu sosyalistlik’ yaşamayı sürdürüyor. Okullu ve politik Marksist hareketlerin çoğu hala bu zemin içinde bulunuyor ve bu zemin, devletle ilişkili politik karakterinin ‘gücü’nden dolayı, günümüzün gereklerine uygun politik tarzın ortaya çıkmasına direnişin odaklarından birini oluşturuyor.

III. Günümüz: Devlete karşı Marksizm

Günümüzde mücadelenin artık devlet iktidarını hedeflemesinin gerekmediği, çünkü devlet iktidarının önemli olmaktan çıktığı ileri sürülüyor. Devleti ‘by-pass’ etmek! Bu tez, kolayca anlaşılacağı üzere, anarşizmin ‘tarihsel haklılık’ ortamında müthiş bir etki kazanmış durumda.

Gerçekte, bu, anarşistlerin mücadelesinin zayıf karnıdır. Anarşistler, sokağa çıktıkları her an karşılarında devleti gördükleri halde, onu etkin bir eylemle yıkmaktan uzak duruyorlar. Devlet, açıkça anlaşılacağı gibi, güçlü bir karşı-odağın yaratılmasıyla yıkılacaktır; anarşistler bunun ‘otoriter’ bir örgütlenme gerektirdiğinin farkındalar ve ‘zayıf karın’ları da burada ortaya çıkıyor. “Anarşistlerde, devletin ortadan kaldırılması düşünü, karışık ve devrimci olmayan bir durumdadır. (…) Açıkçası, anarşistlerin görmek istemedikleri şey devrimdir; devrimin doğuşu ve gelişmesi, şiddetle, otoriteyle ve devlet gücüyle ilgili özgül görevleridir.”[60] Çünkü Engels’in sözleriyle, “devrim, herhalde, olanaklı olan en otoriter şeydir. Devrim, nüfusun bir kısmının, tüfek, süngü ve top gibi, söz uygun düşerse, otoriter araçlar kullanarak, kendi iradesini nüfusun öteki kısmına zorla kabul ettirdiği bir eylemdir.”

Toplumlarda patlayıcı, uzlaşmaz öğelerin varlığını teslim etmek, mücadelenin devlete karşı olmasını zorunlu kılmak demektir. Bu durumda da Marksizmin anladığı anlamda bir devrimcilikten başkası gelişmeyecektir; ancak bunun Marksist öznelerin öncülüğünde olacağının hiçbir önsel garantisi yoktur. Geçen yüzyılın ilk onyıllarında, Lenin’in kişiliğinde somutlanan politik devrimcilik tarzında bunun Marksizm açısından başarılı bir örneği tarihe kaydoldu.

* * *

Marksizmin teorik ‘öz’ü bir yana, tarihsel Marksizmin devrimci kanalı, varlık nedenini, toplumsal gerçeğin uzlaştırılamaz çelişkiler barındırdığı argümanında bulur. Marksizm, bu anlamda, konjonktürlerde devrimci bağlaşıklar genellikle bulmuştur. Marksizmin devrimci kanalı açısından, uzlaşmaz çelişkiler, ancak ‘güç’ marifetiyle çözülebilir. Bu noktada, Chantal Mouffe’un antagonizma yorumu, tezin ‘yeni’ ortaya atılmış olmasından ve teorik katkısından dolayı izlenmeli. Mouffe’a göre, antagonizma, “ortak simgesel alanı olmayan düşmanlar” arasındaki bir ilişkiyi içermekten başka türlü de anlaşılabilir. Mouffe, “ortak simgesel alanı paylaştıkları için dost, ama aynı zamanda bu ortak simgesel alanı farklı bir biçimde organize etmek istediklerinden düşman olanlar” arasında ve “hasımlar”ın “çekişmeci” (“çekişmeci çoğulculuk”) olarak adlandırdığı bir model önermektedir.[61] Mouffe’un önerisinin, “kapitalist sisteme radikal bir alternatif fikrinden vazgeçmek” olduğu yeterince açık, ancak sorunsalın onun yaptığı tarzda ortaya konuluşu, –tıpkı Laclau ile birlikte Hegemonya ve Sosyalist Strateji’de yaptıkları gibi– Leninizmin teorik gücüne yer yer açıktan teslim olan momentleri kapsıyor.

Mouffe, “politik olanın antagonistik boyutunun ve şiddetin sökülüp atılamaz olduğu”nu ileri sürüyor ve “uzlaşmanın kavramsal olarak olanaksız olduğunu” kabul ediyor.[62] Ona göre, Aydınlanma filozofları, politikayı Akıl ve Doğa temeline oturtmaya girişmişler ve şiddeti, aslında insan doğasına ait olmayan arkaik bir fenomen olarak görmüşlerdir. Aydınlanma filozoflarına göre, antagonistik ve şiddete dayanan davranış biçimleri, düşmanlığın dışavurumu olan her şey, değiş-tokuşun ilerlemesi ve sosyalliğin gelişmesi sayesinde bertaraf edilebilirdi.[63] Mouffe’a göre, bu filozoflar, “Karşılıklı ilişkinin olumsuz yanını, onun ayırıcı etkisini reddettiler. Bu ret, şiddet ve düşmanlığın bertaraf edildiği ve karşılıklılığın katılımcılar arasında şeffaf bir iletişim biçimin alacağı bir toplumsal sözleşme kurgusunun koşulu oldu.”[64] Mouffe, Aydınlanma filozoflarının çağdaş temsilcilerinin, seleflerinden daha geri bir yerde durduğunu, ve onların, “politik sorunları, ahlaki bir doğaya sahip ve dolayısıyla rasyonel bir muameleye duyarlı olarak idrak ettiklerini” ileri sürer.[65]

Oysa Mouffe’a göre, toplumsal düzen daima şiddet tehdidi altında olacaktır. Güç ve şiddet, toplumlarda asla bertaraf edilemeyen unsurlar olarak kalacaktır.[66] “Politika, daima, ‘onlar’ın belirlenmesi, ‘biz’in yaratılmasıyla ilgilidir.”[67] Buraya kadar tamam. Mouffe devam eder: Can alıcı sorun, antagonizmanın çekişmeye nasıl dönüştürüleceğidir.[68] “Politikanın amacı, ‘onlar’ı artık imha edilecek bir düşman olarak değil, ama bir ‘hasım’ olarak, yani fikirleriyle çarpıştığımız ama o fikirleri savunma hakkını sorgulamadığımız biri olarak anlaşılacak şekilde kurmaktır. […] Bir hasım bir düşmandır, ama liberal demokrasinin etik-politik ilkelerine –özgürlük ve eşitlik– ortak bir bağlılığımız bulunması nedeniyle ortak bir zemini paylaştığımız meşru bir düşmandır.”[69] Mouffe, “çoğulcu bir demokrasinin belli bir miktar konsensusu gerektirdiğini ve ‘etik-politik ilkeler’i kuran değerlere sadakat gerektirdiğini ileri sürenlerle hemfikir” olduğunu dikkatle vurguluyor.[70] Ona göre, politika etik ya da ahlaki kaygılardan koparılmamalı, ama onların ilişkisi farklı bir şekilde kurulmalıdır.[71] Mouffe’un etik-politik ilkeleri ya da “bir miktar” konsensusu, “onlar”ın yani kapitalist politik rejimin egemenlerinin konumlarının meşruiyetine karşı mücadele vermeyeceğine dair bir senetten başka bir değildir; Lenin’in vazettiği politikanın başladığı yer, tam da bu yeminin reddi ve başka bir yemine davet uğrağıdır. Leninist politika, ‘onlar’ın ‘biz’im egemenliğimizde hareket etmesini –ilkede– reddetmeye gerek görmez. Mouffe, “egemenliğiniz dairesinde serbestiz” diyor; biz, “sizin egemenliğinizi yıkacağız ve egemenliğimiz dairesinde sizi serbest bırakacağız” diyoruz.

* * *

• Marksizmin tarihsel akıbeti ne olabilir? Marksizmin, bir kez daha, devrimcilikle bağını kesen ya da onun kıyısında duran bir ‘ideoloji’ konumuna getirilmesine izin verilmemelidir. Çünkü bu, artık geriye dönüşün olmadığı bir uğraktır. Devrimci niteliğini yitirenler, bu öznelik durumuna kural olarak tekrar gelemiyor. Devrimcilik ise, bugünkü moda ne derse desin, devlet aygıtına karşı fiilen mücadele etmekten geçiyor.

• Devrim, insanlara dönük değiştirme çabalarıyla, sonu gelmez komünizm propagandasıyla gündeme gelmeyecektir. Devrim, ağır bir sosyo-politik krizin göbeğinde ortaya çıkacaktır. Devrime ilişkin “eski” görüşümüz çok güçlüdür –uzun süreli ‘sapma’lara dayanacak kadar… Devrim olacaksa bizim görüşümüzün anladığı tarzda olacaktır; devrim denilen diğerleri devrim değildir.

• İktidarı, deneyimimizin birinci dalgasında elde tutamadık; hatta ondan utanç verici bir biçimde uzaklaştık… Tarih, ders aldığımızı gösterecektir. İktidarın bugün bize uzak olduğu doğru. Bugünkü mücadelemizi bu gerçeğe göre ayarlamamız gerektiği de doğru; ama geleceğin bir konjonktürü bizi yeniden düşman devlet aygıtını zaptetme ve onu parçalama yükümüyle karşı karşıya bırakacaktır. Ama biliyoruz; hiçbir ders başarıyı garanti etmez.

Devlet ve Devrim, Marksizmi ve Marksistleri, kendi dışındaki devrimciliğe ve devrimcilere açık hale getirme çağrısıdır. Bu çağrı bugün günceldir. Bugün, devrimcilik üreten her düşünsel ve ideolojik yapıya, ve devrimcileşme eğiliminde olan her politik akıma açık olmalıyız.

• Devrimcilik, devlete karşı mücadeledir. Bu hedefin ‘sağ’dan ve ‘sol’dan es geçildiği günümüzde, her şeye rağmen, Marksizm dışında olan ama mevzisini devlet aygıtlarına karşı kuran politik yönelimler mevcuttur.

• Devletler ne ortadan kalkma yoluna girmiş, ne de karşı konulamaz güçler haline gelmiştir. Onlar karşıda duruyor ve kendileriyle mücadele edecek politik, teknik, pratik donanıma sahip düşmanlarını bekliyor.

• ‘Sosyalizm deneyimleri’ artık tarihin konusudur ve devrimciler, bu ‘devletler’in varlığının yarattığı kısıtlanmalardan kurtulmuştur.

• Devrimci mücadele, günümüzde, şu ya da bu yolla, gölgesinde nefeslenme imkanı bulacağı devlet aygıtlarından yoksundur. Bu, mücadeleyi zorlaştırıcı yönler taşımaktadır, ancak Marksist devrimcilik, devlet aygıtlarına karşı pratik duruşunu böylelikle yeniden kurma imkanı bulacaktır.

Devlet ve Devrim’in, sosyalizmde devlet konusunda ütopyacı bir konumda kaldığını ‘sosyalizm deneyimleri’ gösterdi. Öyleyse bu eseri bu açıdan öne çıkarmaya gerek yok. Bu husus, içinde bulunduğumuz konjonktüre ‘uzak’ görünen bir ‘geleceğin konusu’dur; politik bir mesele değildir. Devlet ve Devrim’in devlete karşı devrimciliğini günümüzde özgülleştirme, ya tarih olmuş ‘sosyalizm deneyimleri’ni bir ütopya adına reddetmek, ya da gelecekteki sosyalizmi bir ütopya üzerine kurmakla birlikte olacaksa, bunun zararı yoktur. Yeter ki bugüne ilişkin ütopik olunmasın. Yeter ki, bugün olmayan ‘devletimiz’e, veya burjuvazinin, tarihsel rolünü oynatmaya soyunacağımız devletine ilişkin bir ‘devlet sorumluluğu’ taşınmasın.

• ‘Ya devlet başa, ya kuzgun leşe’ diyecek, mücadeleyi nihai sınırlarına kadar zorlayacak bir dönemde değiliz. Fakat bu, devlet aygıtlarına karşı mücadeleyi tatil etmek anlamına yorumlanamaz; aksine, yıpratma savaşının yoğunlaşmasını davet eder.

 
 


[1] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev.: Süleyman Arslan, Bilim ve Sosyalizm Yay., Ankara 1989

[2] Kritik 1917 Temmuzunda Kamenev’e yolladığı mektupta Lenin şöyle der: “Söz aramızda, eğer beni yok ederlerse, not defterim Marksizm, Devlet Üzerine’yi senin yayınlamanı isteyeceğim. Onu Stockholm’de bırakmıştım; mavi ciltlidir. Marx ve Engels’ten bütün aktarmaları, aynı şekilde Kautsky’nin Pannekoek’e karşı yazdıklarından aktarmaları, bazı düşünceleri, notları ve formülleştirmeleri kapsamaktadır. Bir haftalık bir çalışmadan sonra yayınlanabileceğini umuyorum. Önemli olduğu kanısındayım, çünkü yalnız Plehanov değil, Kautsky bile her şeyi yüzüne gözüne bulaştırdı.” (Lenin, Marksizm, Devlet Üzerine, Çev.: Muzaffer Cengil, Öncü Kitabevi Yay., İstanbul 1975, s. 5)

[3] Lenin, Devlet ve İhtilal, a.g.e., s. 124-5

[4] A.g.e., s. 126

[5] Bakunin, Tanrı ve Devlet, Çev.: Remzi Çaybaşı, Belge Yay., İstanbul 1998, s. 200

[6] Ralph Miliband, “Devlet”, Çev.: Levent Köker, Marksist Düşünce Sözlüğü, İletişim Yay., İstanbul 1993, s. 126

[7] Marx, “Fransa’da İç Savaş”, Marx ve Engels, Seçme Yapıtlar 3, Sol Yay., s. 260

[8] A.g.e., s. 259-60

[9] A.g.e., ss. 263-65

[10] A.g.e., s. 266

[11] Lenin, Devlet ve İhtilal, a.g.e., s. 33. Devlet ve Devrim’in, bu çalışmada başvurulan Türkçe çevirisinde ve diğer bazı metinlerde, İngilizcede “violence” ve “violent” sözcükleri “zor” ve “zorla”, “zora dayanarak” sözcükleriyle karşılanıyor. Bu, açıkça, çevirmenin politik meşrebinin tayin ettiği bir ‘yanlışlık’tır.

[12] Karl Kautsky, Seçilmiş Politik Yazılar, Der.: Hatrick Goode, Çev.: C. A. Kanat, Kavram Yay., İstanbul 1990, ss. 125-27

[13] Kautsky, a.g.e.,, s. 126

[14] Aktaran Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 127

[15] Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Çev.: Sevim Belli, Sol Yay., Ankara 1990, s. 136. Marx, bir proleter devrimin, bu “askeri ve bürokratik aygıtın kalıntıları üzerinde yükselebileceği”ni de vurgular. s. 147.

[16] Marx, “Kugelmann’a mektup” (12 Nisan 1871), Marx ve Engels, Seçme Yazışmalar 2, Çev.: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., Ankara 1996, s. 46

[17] Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 20

[18] Bu konuda bir tartışma için bak.: Orhan Dilber, “Marx’ın Sınıf ve Devlet Hakkındaki Görüşleri Nasıl Ele Alınmamalı?”, Özgür Üniversite Forumu, Sayı: 5, Ekim-Aralık 1998, s. 37

[19] Çünkü Marx, Gotha Programı Eleştirisinde, Enternasyonalin, Paris Komününün düşmesinden sonra birinci tarihsel biçimiyle varlığını sürdürmesinin mümkün olmadığını söylüyordu. (Marx ve Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev.: M. Kabagil, Sol Yay., Ankara 1989, s. 35) Bu tarihten itibaren Avrupa’da uzunca bir süre devrim beklenmeyeceğini yazmış ve Lenin de, bu yılları anarak, “onlarca yıllık görece barışçı bir evrim boyunca birikmiş oportünizm öğeleri”nden söz etmişti. (“Önsöz”, Devlet ve İhtilal, s. 13)

[20] Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 75

[21] Marx, “Gotha Programının Eleştirisi”, Marx ve Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, a.g.e., s. 44

[22] Marx, “F. A. Sorge’ye mektup” (19 Ekim 1877), a.g.e. içinde, s. 126

[23] A.g.e., s. 99-100

[24] A.g.e., s. 100

[25] Engels, “Kautsky’ye mektup” (1 Nisan 1895), Marx ve Engels, Seçme Yazışmalar 2, a.g.e., s. 322

[26] Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 80 ve 82

[27] Eric Hobsbawm, “Bolşevizm ve Anarşistler”, Çev.: Sina Güneyli, Teori ve Politika 28 – 29, Güz 2002 – Kış 2003

[28] Devlet ve Devrim için hazırlık notları Ocak-Şubat 1917’de kaleme alınmıştır. Lenin, Marksizm, Devlet Üzerine, a.g.e., s. 32; ve Marx ve Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, a.g.e., içinde, s. 135

[29] Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 67

[30] A.g.e., s. 30-31 ve s. 133

[31] A.g.e., s. 30-31

[32] A.g.e., s. 41

[33] A.g.e., s. 64

[34] Josef Stalin, Leninizmin Sorunları, Çev.: Muzaffer Erdost, Sol Yay., Ankara 1992, s. 434-39

[35] A.g.e., s. 436

[36] A.g.e., s. 437

[37] A.g.e., s. 437

[38] Lenin, “Proleter Devrimin Askeri Programı” (Eylül 1916), Lenin, Komün Dersleri, Çev.: Kenan Somer, Sol Yay., Ankara 1992, s. 65

[39] Lenin’in, Devlet ve İhtilal’de “siper anarşistleri” üzerine yazdığına bakın: s. 110

[40] Bu konuda bak.: Hobsbawm, a.g.e.

[41] A.g.e.

[42] A.g.e.

[43] Yılmaz Sezer’in bu konudaki eski uyarısı kaydedilmeliydi.

[44] Lenin, Komün Dersleri, a.g.e., s. 137

[45] Hal Draper, ‘Proletarya Diktatörlüğü’ Tartışması: Marx’tan Lenin’e, Çev.: Osman Akınhay, Belge Yay., İstanbul 1990, s. 133

[46] Lucio Colletti, “Lenin’in ‘Devlet ve Devrim’i”, Çev.: İlker Aktükün, Özgür Üniversite Forumu, Sayı: 5, Ekim-Aralık 1998, s. 73

[47] Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 128

[48] Conor McLoughin, “Marksizm ve Anarşizm”, International Anarchism web sayfası.

[49] Bakunin, Tanrı ve Devlet, a.g.e., s. 183

[50] A.g.e., s. 207-8

[51] Türkçede yayınlanmadığı bilinen “Notlar”dan aktaran Miliband, Kapitalist Devlet, Çev.: Osman Akınhay, Belge Yay., İstanbul 1989, s. 26-7

[52] Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 77

[53] A.g.e., s. 129

[54] A.g.e., s. 60

[55] A.g.e., s. 122

[56] Miliband, Kapitalist Devlet, a.g.e., s. 30

[57] Miliband, a.g.e., s. 28-29. Bereket, Lenin’in ‘otoriterliği’ konusunda bir doktrin tartışması yoktur. Onun ‘otoriterliği’ni kanıtlamak için bak.: Devlet ve İhtilal, s. 114, ve s. 60

[58] Miliband, a.g.e., s. 130

[59] Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 37

[60] A.g.e., s. 74

[61] Chantal Mouffe, Demokratik Paradoks, Çev.: Cevdet Aşkın, Epos Yay., Ankara 2000, s. 25

[62] A.g.e., “Sonuç” ve bir önceki bölüm.

[63] A.g.e., s. 132-33

[64] A.g.e., s. 133

[65] A.g.e., s. 134

[66] A.g.e., s. 132

[67] A.g.e., s. 106

[68] A.g.e., s. 119

[69] A.g.e., s. 106-7

[70] A.g.e., s. 108

[71] A.g.e., s. 132

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar