Ana SayfaArşivSayı 51-52Ekim Devrimi Tartışmaları

Ekim Devrimi Tartışmaları

Köz Gazetesinin,

“Ekim Devrimi Tartışmaları 2009: Ekim Devrimi ve İki Cumhuriyet” başlığıyla düzenlediği panelin konuşmaları…

(15 Kasım 2009, Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi – Okmeydanı / İstanbul)

 

 

Ekim Devrimi Tartışmaları 2009

Ekim Devrimi ve İki Cumhuriyet

 

Metin Kayaoğlu Oğuzhan Kayserilioğlu Orhan Dilber

Yıl bin dokuz yüz on yedi

ikinciteşrin yedi…

Yumuşak ve derin

sesiyle Lenin:

“Dün erkendi, yarın geç

zaman tamam bugün,” dedi..

Yağlı çarklılarla yağlı işçiler:

“Bugün!” dedi.

Ölümü açlıktan öldüren siper:

“Bugün!” dedi.

Ağır

Çelik

Kara

toplarıyla AVRORA:

“BUGÜN!” dedi,

“BUGÜN!” dedi..

 

Artık

ne kışlık sarayda

sarhoş eteklerin ipekli sesi,

ne paskalya çanlarında deli duası çarın,

ne Sibirya yollarında zincir iniltisi…

Artık

votka kadehlerinde ıslanmayacak

sarı sarkık bıyıkları pameşçiklerin.

Kara toprağın üstünde bir avuç kan gibi

yanmayacak,

bakır sakalları

açlıktan ölen mujiklerin.

Artık

kararmayacaktır karlı sokaklar

kara bir rüzgâr gibi geçen

Çar’ın kazaklarından.

Sarkmayacak işçi kadınların

kanlı saçları,

kara kalpaklı kazakların mızraklarından.

Yandı kanatları iki başlı kara kartalın,

düştü yere,

öldü.

Buzlu Baltık denizinin kıyısında

bir pencere örtüldü.

Açıldı yepyeni bir pencere

 

Yıl bin dokuz yüz on yedi

ikinciteşrin yedi…

 

Sadece Rusya’da değil, bütün dünyada yepyeni bir pencerenin açıldığı Ekim Devrimi’nin 92. yılında Ekim Devrimi tartışmaları düzenliyoruz. Hepiniz hoş geldiniz.

Bildiğiniz gibi geçtiğimiz hafta dün, Ekim Devrimi’nin 92. yıldönümünü geride bıraktık. Uzun bir süreden beri Ekim Devrimi denince Ekim Devrimi’ni unutturmaya çalışan, belleklerden kazımaya çalışan burjuvazi, hatırlattı mı da “bir daha asla!” diye hatırlatan düzen güçleri, kısa bir süredir Ekim Devrimi’ni bir şekilde gündemlerine alıyorlar. Ekim Devrimi’ne “bu çok önemli tarihsel bir olaydır” diyorlar. Ekim Devrimi’ne “tarihsel bir olaydır” derken aynı zamanda “bu olay tarih oldu” demeye çalışıyorlar. Ekim Devrimi’ni müzelik yapmaya çalışıyorlar ve bu defterlerin bir defa daha açılmamak üzere kapatıldığını söylüyorlar. Belgeseller hazırlıyorlar, “Ekim Devrimi 20. yüzyılın en önemli olaylarından bir tanesiydi” diyorlar ve aynı zamanda “Lenin 20. yüzyılın en önemli siyaset adamlarından bir tanesiydi” diyorlar. Aynen Marx’ı da krizden krize hatırlanan bir ekonomist yapmaya çalıştıkları gibi, aynen Marx’ı “görüşleri son derece önemli olan bir aydın, küreselleşme karşıtı bir aydın” olarak tanıtmaya çalıştıkları gibi… Aynı şeyi Ekim Devrimi’ne de yapıyorlar. “Bu olay tarihte önemli bir olaydı” derken “bu önemli olay tarih oldu” diyorlar.

Elbette bu bir saldırıdır, Ekim Devrimi’nin mirasına yapılmış bir saldırıdır. Ancak bu saldırı hiç de şaşırtıcı değildir. Çünkü işçilerin, emekçilerin örgütlenmesi daha ileri bir düzeye gelmediği; işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin hareketi içinde olduğu dağınıklığı geride bırakmadığı sürece bu saldırılar zaten gelecektir, belleksizleştirme operasyonu her yeni dönem bir önceki dönemden daha fazla bir şekilde karşımıza çıkacaktır. Bu kesin. Ama aynı zamanda düzen güçleri ve burjuvazi, hiçbir zaman Ekim Devrimi’ni unutturamayacak ve bu yoldaki çabalarında başarılı da olamayacaklardır. Bu da kesin. Ekim Devrimi’ni müzelik yapmaya çalışanların kendilerinin müzelik olacağı da kesin. Biz bunu da biliyoruz. Ancak yine de bu saldırılara, Ekim Devrimi’nin neden sadece tarihsel bir olgu olmadığını anlatmadan, “Ekim Devrimi tarihsel bir olgu değildir, politik bir pusuladır” demeden, bugün için Ekim Devrimi’nin neden bugünün sorunlarına, somutluğuna yardımcı olduğunu tartışmadan, açıklamadan yanıt vermek çok da kolay değil. Bu saldırılara yanıt vermek için güç toplamak da kolay değil.

İşte böyle bir görevin bilincinde olarak, KöZ’ün arkasında duran komünistler olarak Ekim Devrimi tartışmalarını örgütlüyoruz. Amacımız Ekim Devrimi’ni tartışmak. Ama tarihsel bir olgu olarak değil, politik bir pusula olarak tartışmak. “Ekim Devrimi bugün neyi ifade ediyor?”, “Ekim Devrimi bugün nasıl bir politik haritadır?” ve “Ekim Devrimi bugün neden hala günceldir?” Bunları tartışmak istiyoruz. O yüzden Ekim Devrimi Tartışmaları’nı 2009 yılında böyle bir etkinlik yaparak ve önümüzdeki senelerde bu etkinliği devam ettirerek sürdürmek istiyoruz.

“Ekim Devrimi ve İki Cumhuriyet” konusunu tartışacağız. Üç önemli konuğumuz var, panelistimiz var; üç önemli sosyalist. Ama önce bir film izleyeceğiz. “İlk Buhar Makinesi“ adıyla düzenlediğimiz filmi izleyerek etkinliğimize başlayacağız. Etkinliğimize başlamadan önce, burada bulunan herkesi devrim yolunda düşenler adına, devrim şehitleri adına bir dakikalık saygı duruşuna davet etmek istiyorum…

[]

Anıları ve deneyimleri mücadelemize ışık tutacaktır.

[İlk Buhar Makinesi adlı film izlendi.]

Ekim Devrimi tartışmalarının ilkini gerçekleştireceğiz. Ekim Devrimi Tartışmaları’nın bugünkü konusu “Ekim Devrimi ve İki Cumhuriyet”. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti. Panelimizde, “Ekim Devrimi’nin ertesinde kurulmuş bir cumhuriyet olan Türkiye Cumhuriyeti, Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile karşılaştığında nerede durmaktadır?”, “İki cumhuriyetin kuruluşundaki farklılıklar nelerdir?”, “Bugün atılan demokratikleşme adımları iki cumhuriyet arasındaki açıyı kapatmakta mı, yoksa açmakta mıdır?”, “Bugün Türkiye Cumhuriyeti ne kadar demokratikleşebilir?” ve “Bu cumhuriyetin kaldırabileceği demokratikleşme Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ile kıyaslandığında nasıl görünmektedir?” gibi güncel konuları tartışabilmeyi ve bunlara yanıt bulabilmeyi hedefliyoruz.

Ekim Devrimi Tartışmaları: Birinci tur

Yönetici: Panelistlerimizi sırayla davet etmek istiyorum. İlki Teori ve Politika dergisi yazarı sayın Metin Kayaoğlu. İkinci panelistimiz Toplumsal Özgürlük dergisi yazarı sayın Oğuzhan Kayserioğlu. Üçüncü panelistimiz kendisi uzaktan bağlanacak olan sayın Orhan Dilber. 20’şer dakikalık konuşma süreleriyle başlayacak panelimiz. Üç konuşmacı konuşmalarını yaptıktan sonra soru-cevap kısmına geleceğiz ve ikinci turda konuşmacılarımız sırayla sorularınızı yanıtlayacaklar. Ben ilk sözü Teori ve Politika dergisi yazarı sayın Metin Kayaoğlu’na veriyorum.

Metin Kayaoğlu:

Arkadaşlar, sizleri ve uzun zamandır görmediğim Orhan Dilber’i saygıyla ve sevgiyle selamlıyorum –Oğuzhan Kayserilioğlu’yla arada karşılaşıyoruz!

İyi bir izleyici değilim ama, ‘İlk Buhar Makinesi’ filmini hazırlayan arkadaşları kutlarım. Hem içerik olarak güzel hazırlanmış, hem coşkulu; insanı tam da arkadaşımızın ifade ettiği gibi Ekim Devrimi’ni ‘geçmişte kalmış ve arada bir yad edilecek değerli bir tarihsel olay’ olarak değil, günümüze yol gösterecek politik bir pusula olarak anlamak bakımından harekete getirici, eyleme yöneltici bir tarzı vardı [filmin]. Teorik ve politik içeriğinde de hiçbir sorun yoktu bence, kutlarım arkadaşları. Böyle bir filmden sonra biz ne kadar sakin sakin tartışabiliriz, çok emin değilim. Ne kadar gerekiyor böyle bir şey, onu da bilmiyorum ama…

Şu “İki Cumhuriyet” meselesiyle bir giriş yapmak istiyorum. Bu konuda çok esaslı bir yaklaşımı Türkiye’de genç bir devrimci, genç bir komünist devrimci İbrahim Kaypakkaya koydu. Onun üzerine de çok söz söylemek gerekmiyor.

İbrahim Kaypakkaya, hatırlarsınız, Türklerin Kurtuluş Savaşını ve Türkiye Cumhuriyeti’ni, zamanında ve bugün de aslında tabii, ezilen halkların kurtuluşunun ilk örneği olarak kutlayan ve kutsayanlara, ve SSCB’nin ve Ekim Devrimi’nin müttefiki olarak ifade edenlere karşı net, çarpıcı, kurşun gibi bir yanıt vermiştir: “Kurtuluş Savaşı, ezilen halkların nasıl kurtulacağının değil, nasıl kurtulamayacağının modern çağdaki ilk, belli başlı örneğidir” demiştir. “Türkiye Cumhuriyeti, bir kuruluşun nasıl ezilen halklar aleyhine olabileceğinin ilk önemli örneğidir” demiştir.

Bu ifade çok güçlüdür, çok devrimcidir, çok derin teorik anlamlara sahiptir. İbrahim Kaypakkaya, yaklaşık 40 yıl önce etti bu sözü… Bu sözün üstüne söz söylemek ne mümkün! Bu söz, Türkiye’de devrimci ve sol harekette hem Kurtuluş Savaşı’nın hem Cumhuriyet’in, 29 Ekim’lerin bir kutlama ve daha ileri götürülmesi gereken bir kazanım olarak ifade edilmesine karşı bilincimizi, duyarlılığımızı bugün de bileyici bir nitelik taşıyor. Bunu unutmamamız lazım.

Ekim Devrimi’nin bugün nasıl işlevlendirilmesi gerektiği ne kadar önemliyse, İbrahim Kaypakkaya gibi bir devrimcinin Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel niteliğine ilişkin vurgusu da o kadar önemli, hiç kaybolmayan, çok ciddi bir işaret fişeğidir. Bunu dimağımızdan silmemeli ve yaşatmalıyız. Bugün Türkiye’de genel olarak sol hareket, devrimci hareket ve Marksizan hareket Kaypakkaya’nın bu uyarısını çok fazla unutma eğilimi gösteriyor. Ekim Devrimi ile Kurtuluş Savaşı’nın, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ile Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ayrımını unutmaya ve ikisini birbirine bağlayıcı bir algılayışa cevaz verici bir eğilimi var sol hareketin… Bu eğilim çok tehlikeli.

Kaypakkaya’nın yaklaşımını bugün elbette koşulların uygunluğuna göre, daha iyi algılanacak şekilde ayarlayarak ifade etmemiz gerekiyor. Bu da sanırım artık bugünkü konjonktürü yaşayan kuşakların, daha genç kuşakların, genç arkadaşların işidir. Yeni kuşaklar bu iki devrimin, iki cumhuriyetin kategorik, tarihsel ve politik farkını nasıl ifade edeceklerse artık… Belki biz daha eski kuşakların dili geride kalmıştır. Yeni kuşaklar bu dili, Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu anlayışın yeni dilini yaratmalıdır. Kitlelere, işçilere, emekçilere, ezilenlere, sömürülenlere bu dili anlayacakları tarzda ulaştırmalıdırlar, tam da Bolşeviklerin yaptığı gibi.

Bolşeviklerin başarısı ile ilgili arkadaşların filminde de gösterildiği gibi Kerensky’nin bir ifadesi var; “Bolşevikler çok sade konuşuyorlardı, halkın çok temel güdülerine seslenmeyi biliyorlardı, o yüzden başarılı oldular” diyordu. Çok sade, çok yalın konuşmak, açık ve net konuşmak, halkın temel güdülerine ve temel ayrımlarına, temel eşitlik ve adalet özlemlerine seslenmek. Türkiye sol hareketinin galiba kaybettiği çok önemli hasletlerden biri de bu. Bunu da Bolşeviklerden tarihsel ders olarak almamız sanırım gerekiyor.

En geniş meşrepli kesimler için Ekim Devriminin açtığı tarihsel makas 1989 ya da 1991’de kapanmıştır. O yıllarda doğanlar şimdi yaklaşık 20 yaşında. Yani yeni kuşaklar için o, bir umut kırıcılık, devrimci umutların ve niyetlerin zayıflamasına yol açan bir nitelik arz etmekten çoktan uzaklaştı. Türkiye’de sosyalist kuşaklar da, sosyalist ve devrimci kesimler de “yenilginin muhasebesi” zihniyetinden uzaklaşmalılar. Çünkü tarihte ne Ekim Devrimi bizim ilk zaferimizdir ne de Ekim Devrimi’nin kazanımlarının hangi dönem olursa olsun kaybedilmesi, ortadan kalkması bizim ilk yenilgimiz ve kaybımızdır. Çok kazandık biz tarihte ve çok kaybettik. Yine kazanacağız ve yine kaybedebiliriz. Bu umutla, bu anlayışla yaklaşmak lazım. Mücadeleyi de böyle ele almak lazım. Başarısı mukadder, başarısı kesin, garanti altına alınmış mücadeleleri yürütmek ve o mücadelelerin bayraktarı olmak çok kolay bir şey. Bu, burjuva tarih anlayışıdır, burjuva devrim anlayışının bize yansıyan bir hastalığı… Biz yeni Ekim Devrimleri gerçekleştirebiliriz, yeni büyük yenilgiler de yaşayabiliriz, tadabiliriz.

Ezilenler, genel olarak hangi toplumsal formasyonda yaşıyorlarsa, yenilgi ile yaşamayı ve yenilgiye karşı mücadele etmeyi bilmeli. Bin kez yenilip bin kez ayağa kalkmayı, bu enerjiyi ortaya koymayı becerebilmeliler. Bu tarzla hareket etmeliler. Zaten, tarihte de böyle olmuş. Ezilenler ayağa kalkarken yenilmiş olan kuşakların umut kırıklıklarını hiç de önemsemiyor, dikkate almıyorlar. Yeni kuşaklar, taptaze güçlerle ezilenlerin daha önceki yenilgilerini sadece ‘nasıl yapmamak gerektiği’ üzere bir ders, bir tarz olarak alıp harekete geçiyorlar. O yüzden ‘yeni’ kuşaklar çok önemli. Şu hiç ajitasyon görülmesin, hiç coşku dileği olarak görülmesin; ezilenler, 10 bin yıllık sınıflı toplumlar tarihinde nasıl her zaman ve her zaman, bitimsiz tarzda mücadele ettiler, zaman zaman başarılı oldular ve hep yenildilerse; yine mücadele edecekler, yine başarılı olacaklar ve yine yenilebilecekler. Birbirine giderek yaklaşan çizgiler gibi, yenilmeyeceğimiz ve tam bizim diyeceğimiz dönemler gelecek. Ama bunu hangi kuşaklar görecek, onu bilemeyiz.

Lenin, 1917’nin Ocak ayında İsviçre’de bir konferans veriyor ve “bizim kuşaklar devrimi göremez” diyor. Bir ay sonra, bisikletle –yanlış hatırlamıyorsam- kütüphaneye giderken Rusya’da devrimin patlak verdiğini duyuyor. Bir Rus göçmen bir gazete getiriyor Lenin’e ve “devrim patlak verdi” diyor. Lenin kütüphaneye girmekten vazgeçiyor. Özellikle Orhan Dilber, daha zengin bir dağarcığa sahiptir bu konuda, ayrıntılarını bize aktarır.

Ekim Devrimi ile Türk Kurtuluş Savaşı, Ekim’in yarattığı kuruluş ile Türkiye Cumhuriyeti arasında bağ olmadığı gibi, biz Ekim’in ilk atasını 1789 Fransız Devrimi olarak da görmemeliyiz. Biz genel sosyalist kuşaklar bu konuda da yaygın bir yanılgı içerisindeyiz, bizce. Bizim mirasımız 1789 Fransız Devrimi’nde Babeuf’lerdir. Ezilenlerin öncülüğünü yürütenler ve ezilenlerin kendileridir. Burjuvazinin devrimci misyonundan bizim alacağımız bir şey yok; Türkiye’de de yoktur, geçmişte başka ülkelerde de yoktu, bugün de yok, gelecekte de olmayacak. Bu bakımdan, bizim onların cumhuriyeti ile alıp vereceğimiz olamaz. Onların cumhuriyeti bizim için sadece mücadele edilecek, yıkılacak bir nesnedir. Etkileşilecek, büyük kazanımlarla, bu kazanımlara bir kazanım eklemek üzere kendimizi koyacağımız bir unsur olamaz.

Ekim Devrimi, bizce, kapitalist toplumsal formasyonlarda, Paris Komünü’nden sonra, ezilenlerin, proleterlerin, köylülerin, ezilen halkların iktidarı alabileceğinin ilk büyük örneğini verdi. Bu örnek, bizi tarihe davet eden birkaç temel unsur ile hayat buldu. Ezilenler, feodal dönemlerde, köleci toplumlarda –başka toplumsal formasyonlar olduğu iddiası varsa oralarda da– hep mücadele ettiler ve çeşitli dönemlerde iktidar olabildiler, iktidarı alabildiler ve iktidarlarını belli bir dönem yaşatabildiler, bunu becerebildiler. Ekim Devrimi toplumlar tarihinde en çok 70-75 yıllık bir makas açmıştır ve dünya toplumlarının çok önemli bir kısmını bu makasın içine almıştır. O bakımdan kuşkusuz tayin edici nitelikte bir örnektir başarılı olunabileceğine dair.

Ekim Devrimi anlatılırken aldatıcı bir şekilde söylenir: Sanki kansız bir devrimdi! Hayır, çok kanlı bir devrim olmuştur Ekim Devrimi… 7 Kasım, sabaha karşı, Askeri Devrimci Komitenin Kışlık Sarayı zapt etmesiyle olmuş bitmiş bir şey değildir Ekim Devrimi… 7 Kasım sabahı, bir tarih kaydı anlamındadır. Ekim Devrimi, devrim denen mücadele momenti, Rusya’da iç savaşın bitimiyle bitmiştir. O da gayet kanlı, hiç istemediğimiz kadar kanlı, gayet acı bir mücadele olmuştur. 140 milyonluk Rusya’da 7 ya da 8 milyon insan öldü bütün bu mücadele içerisinde. Petrograd’da, Moskova’da ve büyük kentlerde Bolşevikler, bir iktidar boşluğu döneminde kentlere hâkim olmuş, fakat hâkimiyetlerini perçinleyememişlerdi. Bolşevikler, bir anlamda, karanlığa atılan bir mermi gibi hareket ediyorlardı; yarınlarına ilişkin hiçbir güvenceleri yoktu. Savaş içerisinde çok büyük tehlikeler, riskler yaşadılar; hatta bir dönem iç savaş sırasında, yenilebileceklerini düşünüp, yenilme ihtimaline karşı, sürgünde yaşayabilmek ve devrimi tekrar örgütlemek üzere İsviçre bankalarına para çıkardılar, altın çıkardılar. Ekim Devrimi 7 Kasım sabahı olmuş bitmiş bir şey değildi. Dolayısıyla birtakım liberallerin ifade ettiği gibi ne darbeydi, gene birtakım liberallerin, reformistlerin ifade ettiği gibi ne de kansızdı… Kışlık Saray’da üç beş asker ölmüştü ama Rusya’daki bütün toplumları içine katan, karşı devrimcilerin direnişlerinin ancak silahla, kanla, çelikle, ateşle bastırılabildiği bir mücadele oldu. Çok zor bir mücadele oldu, çok ağır bedeller ödendi.

Ekim Devrimi bize bu anlamda iki hususu gösteriyor. Kendini davaya adamış birtakım insanlar olmadan bazen devrimsel dinamikler patlayabilir, fakat bunların yönetilmesi ve yönlendirebilmesi için kendini davaya adamış ekipler gerekir. Bu konuda devrim momentinden de önce uzun zamandır uğraşan, birbirine güvenen, bir organizma gibi hareket eden ekipler istiyor devrimler. Başarılı devrimler bunu zorunlu kılıyor. Başarısız devrimler bunun olmamasının neden eksik olduğunu bize gösteriyor, kanıtlıyor, Paris Komünü ya da diğer birçok devrim. Ekim Devrimi’nden hemen sonra gerçekleşen Alman devriminin de gösterdiği gibi; eğer öncü bir örgüt yoksa, eğer kendini davaya adamış özel bir topluluk yoksa, ezilenler kendiliğinden dinamikleri ile, –amiyane tabirle– kendi kolları ve güçleri ile iktidarı alamıyor, iktidarı ellerinde bulsalar da koruyamıyorlar. Onun için, adanmış bir topluluk, öncü örgüt lazım. Bu, bütün tarihte hep böyle olmuştur. Salt Ekim Devrimi’nin gösterdiği bir ders değildir bu. Ekim Devrimi, bunu yakın bir zamanda, bilincimizle bağlanabileceğimiz bir sürede gösterdi. Lenin’in parti modeli bunu gösterdi. Fakat bütün tarih bize bunu veriyor zaten.

Öte taraftan, Ekim Devrimi devrimlerin, karşı-devrimcilerin ellerinde silah varsa –ki hep vardır–, silahsız olamayacağını, silahsız gerçekleştirilemeyeceğini gösteriyor. Bu başka bir şey, o anlamda bağlı bir şey. Bütün politik ömürlerini barış içinde mücadele ile geçirmiş ve devrim momentinde silaha sarılmış bir ekip değildi Bolşevikler. Devrimsel makasın açılmış olduğu ülkelerde, devrimciler, devletin şiddet tekelini kırmak için sürekli teyakkuz halinde olmalıdır. Politik ömürlerini barışçı mücadele ile geçirmiş olanlar devrim anında silahı ellerine alamazlar, alsalar da tutamazlar. Ekim Devrimi, –Bolşeviklerin deneyimlerinin yer yer eleştirisini de göze alarak– bize bunu da gösterdi.

Ekim Devrimi’nin bu bahsettiğim niteliklerine aykırı bir şey söylenir arkadaşlar –gene Marksizmin istismarıyla… Marx, Engels ve Lenin’in yazılarında Paris Komünü ile ilgili çok şey görürüz ve okuruz. Hacim tutan çok önemli değerlendirmeler görürüz.

Paris Komünü, Ekim Devrimi’ne karşı çıkarılır, gösterilir. Paris Komünü’nün birtakım nitelikleri ve uygulamaları, Ekim Devrimi’nin de bazı olumsuzlukları –kendilerince– örnek olarak gösterilir. Ekim Devriminde Bolşevikler gibi değil, Paris Komünarları gibi hareket etmek gerektiği belirtilir. Zaten Marx, Engels ve Lenin’in, bütün eleştirilerine rağmen Paris Komünü’nü bu kadar önemsemeleri de kanıt olarak gösterilir. Bu da çok büyük bir yanlıştır. Paris Komüncülüğü, bugün Ekim Devrimi ve bütün 20. yüzyılı sarıp sarmalayan, hallaç pamuğu gibi dağıtan devrimler dalgasından sonra, Paris Komünü’nü önemsemek bizce –arkadaşlar, amacımızı aşmadan söylemek istiyorum– gericiliktir. Paris Komünü, basit ve başarısız bir ilk örnektir. İlk örnek olarak çok önemlidir fakat basit ve başarısızdır. Çok acemidir. Ekim Devrimi’dir, bize uygun yolun, başarılı yolun, nasıl hareket etmek gerektiğini gösteren yolun örneği. Nitekim daha sonra devrimler tam da Ekim’in yolundan gitmiştir, bizim de Ekim’in yolundan gitmemiz gerektiği gibi –Paris Komünü’nün değil.

Başka ve bağlı bir husus. Ekim Devrimi ile Sovyetlerin yok edildiği, bir tür diktatörlüğün kurulduğu ve diktatörlüğün de sınıfın eliyle değil, partinin eliyle icra edildiği tartışması… Sosyalist demokrasinin çok önemli olduğu, sosyalist demokrasi uygulanmadığından bütün bu zengin deneyimlerin kötü bir yenilgiyle sona erdiği tartışılır. Bu da tarihten, devletten, silahlı aygıtlardan bihaber olmaktan, karşı-devrimcilerin varlığının, gücünün ayırdına varmamaktan kaynaklanan liberal bir kuruntudur. İç savaşın gerçekleri, Bolşeviklerin o konudaki birtakım yanılgılarını alıp götürmüştür. Bolşevikler, keyiften diktatörlük uygulamadılar, zorunlu olduğu için yaptılar. Bütün devrimler –zaten Ekim Devrimi, Marksizme bir alan açmıştır– bütün diğer devrimler bunu açıkça göstermiştir. Bu anlamda, temel vurgumuzu ifade etmek istiyorum. Yenilmek, bir daha o tarafa yönelmemek anlamına gelmez. Bin kez yenilsek de bin kez aynı alana yönelebiliriz. Ekim Devrimi böyle bir örnek. Bu çok önemli bir ders bizce. Sadece Ekim Devrimi’nden kaynaklanmıyor bu ders, 10 bin yıllık sınıflı toplumlar, sınıflı toplumların 10 bin yıllık ezilenler geleneği bize bunu gösteriyor.

Ekim Devrimi aynı zamanda Marksizmi nasıl anlamak gerektiğine ilişkin bir meseleyi de tarihsel ve politik olarak çözdü. Marksizm, Ekim Devrimi’ne kadar, önemli bir Marksist tarihçinin ifade ettiği gibi, devrimci olmayan bir ideo-politik akım olarak kabul ediliyordu.

Avrupa’da anarşistler vardı, 1914’e kadar. Bolşeviklerin 1905 Devrimi dönemindeki pratikleri dışında, daha çok Batı ve Doğu Avrupa’da anarşistler var. Silahla, şiddetle tanışık olanlar anarşistlerdi; Marksistler, Marksist olarak kabul edilenler, o zaman zaten Bolşeviklerin içinden mücadele ederek koptuğu akımlar, İkinci Enternasyonalciler diye ifade edilenler, Marksizmi devrimci olmayan politik bir akım haline getirmişlerdi.

Ekim Devrimi, nihayet, Marksizmin devrimci bir akım olduğunu gösterdi. Marksizmin devrimci bir akım olmazsa olmayacağını gösterdi. Aynı zamanda Ekim Devrimi, Marksizmi dünyayı Avrupa’dan ibaret gören çemberden de çıkardı, o çemberi yardı attı.

Ekim Devrimi, aynı zamanda, Marksizmi sadece işçi sınıfının, sadece gelişkin işçi sınıfının, sadece modern sanayi proletaryasının ideolojisi olarak anlayan yaklaşımı da kırdı attı, hem de kendi eğilimleriyle mücadele ederek.

Çekice orak ekledi, işçiye köylü ekledi; durmadı, ezilen halkları ekledi. Bunları, bir komünist partinin şiarı olarak kabul etti –bir cephe şiarı değil.

Ekim Devrimi’yle açılan o yola Marksizmin tarihsel akımı girdi ve bütün 20. yüzyıl devrimlerini, büyük Çin Devrimi’ni, Küba Devrimi’ni ve diğerlerini de aynı yolda yarattı. Marksizmi Avrupa’nın dar çemberinden, işçiciliğin doktrinerliğinden kurtardı. Bütün ezilenlere açtı.

Son bir şey söyleyeyim arkadaşlar. Denk geldi panel çağrısıyla. NTV Tarih diye bir dergi var, televizyonlarda da hayli reklamları var. Ekim Devrimi’ni “1917 Rusya: Evrime Yenilen Devrim” başlığıyla konu etmişler. “Hayır, hayır” diyerek gerçeklerle mücadele etmenin alemi yok. Yenildi. Masis Kürkçügil’in kaleme aldığı ve düzenlediği bir yazı, Masis Kürkçügil’i tanıyoruz. Fakat –amacımı aşmış olmayayım– şu “evrime yenilen devrim”, acaba devrimden yana mı, yoksa evrimden yana mı, insanı çok şüpheye götüren bir şey. Sosyalizm deneyimlerinin neden yenildiği tartışmasını soğukkanlılık ve sükûnetle, açıkça analiz etmek zorundayız elbette. Fakat Ekim Devrimi’ne böyle de yaklaşmamalı, yaklaşılmamalı diye düşünüyoruz. Marksizmin devrimci diyalektiğini yaratan, yani Marksizmi Avrupa’ya sıkışmış bir akım olmaktan kurtaran, dünyaya açan, evrensel hale getiren, bunun yollarını gösteren, partizan savaşını, şiddeti, öncü devrimcileri, adanmış bir grubu gösteren Ekim Devrimi’ni, Ekim Devrimi’nin yarattığı kuşağı, bütün devrimcileri selamlayarak konuşmamı sonlandırıyorum. Sağolun.

Yönetici: Teori ve Politika yazarı sayın Metin Kayaoğlu’na teşekkür ediyoruz. Kendisi Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyet Cumhuriyeti’nin asla karıştırılmaması gerektiğini ifade etti ve Ekim Devrimi’nin kendisine özgü ve çoğu zaman da yanlış bilinen özelliklerini bize detaylarıyla anlattı. Ben şimdi sözü sayın Oğuzhan Kayserilioğlu’na bırakıyorum.

Oğuzhan Kayserilioğlu:

Arkadaşlar güzel bir film hazırlamışlar. Filmi izlerken not ettim. İki noktayı vurgulamak istiyorum. Bir savaşın içinden çıkan bir tarihsel ortam içinde yapıldı Ekim Devrimi. Yani savaşan Çarlık rejiminin yenilgiye doğru gitmesi… Çarlık ordusunun gücünü büyük oranda savaşta harcaması hatta yenilgiye doğru gitmesi, bunun toplumsal alanda Çarlığın iktidarının meşruiyet yitimini sağlaması, askeri gücünün azalması… Bunlar şüphesiz Bolşeviklere bir devrimci kalkışma için uygun olanaklar yaratmıştır.

Fakat böyle olmak zorunda mıydı? Ekim Devrimi olmak zorunda mıydı? Olmayabilirdi de. Burada şöyle bir sonuç da çıkarabilirdi Bolşevikler, şimdiki kimi komünistler gibi. Şubat Devriminden sonra, “Bu bizim için bir kazanımdır, Almanya’nın saldırılarına karşı kendi devletimizi koruyalım. Kazandığımız Şubat Devrimini kalıcılaştıralım” diyebilirlerdi. Demediler. Tam tersine, İç Savaşta yoğunlaşalım dediler. Yani onlar yeterince ulusal duygulara sahip değiller ya da yeterince yurtsever değiller. Şimdi bazı… Bazı demeyelim, TKP, ne bileyim başka bir sürü eğilimler, “Cumhuriyeti koruyalım” diyenler… Ama Bolşevikler böyle demedikleri için savaşın yarattığı olanaklardan bir devrimsel çıkış olasılığını güçlendirdiler ve oradan bir kazanım elde edebildiler.

Keza başka bir şey. Gene ikinci başlık da Şubat’tı. Şubatla Ekim arasındaki o sekiz ay aslında bir taktik savaşıdır, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında. İlk başta, geçmişteki İki Taktik’le, İki Taktik tezleriyle kendi bilinçlerini sınırlamış Bolşeviklere karşı bir tartışma, Lenin tarafından, Nisan Tezleri’nde biliyorsunuz kendi ifadesini bulur. Dönemin koşullarına anında uyum sağlama. Ve daha sonra bu sefer, “O zaman mademki şimdi devrim yapacağız. Menşeviklere karşı da devrim yapacağız. O zaman hemen yapalım” diyenlere karşı da bir fren yapma. Toplumsal meşruiyet arama, koşulların uygunluğunu arama. Şiddet ya da saldırı fetişizmine düşmeme. Taktik geri çekilmeler, saldırılar…

Bütün bunlar yapıldığı içindir ki Ekim Devrimi oldu. Olmayabilirdi de. Sırf doğru politik pozisyon da yetmez… Savaşa karşı güzel bir pozisyon alınabilirdi. Nisan Tezleri’ne uygun bir strateji de oluşturulabilirdi, döneme uygun. Ama o taktik manevralar yapılmasaydı, erken saldırı olmuş olsaydı, mesela Temmuzdaki yenilgiden sonra geri çekilme değil de devam etme taktiği önerilseydi, yüksek ihtimalle devrim olmazdı.

Burada bir bilincin, bir duruşun bu devrimdeki özel rolünü vurgulamak istiyorum. Bu, Lenin’in şahsında, Lenin’in bilincinde dile gelen Rusya işçi sınıfının teorik analiz yeteneği, taktik savaş yeteneği, vuruş gücünü yoğunlaştırma, geri çekilme, ileri gitme, sistemden kopuşma, tam olarak karşısında durarak sistemle kapışma yeteneğinin bir ürünüdür.

Burada, şu iki özelliği özellikle vurgulamak istiyorum. Sadece Ekim Devrimi’nin gününde, 1917’de değil, daha önceki 20 yılda da Leninist tarz hep var. Her an hazır olma, her an sisteme karşı saldırı için hazır olma. En geri çekildiği zamanda bile fırsat bulduğu zaman saldırma. Yerine alışıp rahatça yerleşmeme, hep bir pozisyon arama, bir yumruğu nereden çakarım, nasıl çakarım… Sürekli bir savaş gücü olarak hazır olma pozisyonu. Birincisi bu.

İkincisi derin teorik bakış. Bu savaş gücü, hazır olma da özel olarak ajitatif bir ruh halinden oluşan bir şey değil. Derin teorik bakışla o dönemin devrimci bir dönem olduğuna dair bir analiz var. Bu analizin kendisi tek başına yetmez tabii. Bu analizin aynı zamanda o her an hazır olma davranış tarzını da yaratabilmesi gerekiyor. Ama bu analiz olmadan ötekinin hiçbir anlamı yok. O analiz olduğu içindir ki öteki bir anlam ifade etti. Ve ondan sonra da biraz önce Metin arkadaşın bahsettiği… O analizin sistemden kopuşması, onun güncele kendini ayarlaması ve onun uygun bir örgüt biçimine kavuşması, hepsinin ayrı ayrı kanallardan birlikte gitmesi.

Burada Leninizmin ve Bolşevik Partisinin devrimdeki özel rolünü vurgulamak istiyorum. Yani devrim olmayabilirdi de. Olduysa bir bilinç, bir taktik davranış, uygun taktikleri bulma, uygun örgüt biçimini bulma yeteneğinden dolayı oldu. Ve burada da tabii tek başına Lenin’in kişiliğini ya da Bolşevik Partisinin muazzam yeteneklerini değil de Rusya işçi sınıfının bir Bolşevik partisi yaratma kapasitesinin ve Lenin’in şahsında bu kapasitenin açığa çıkmasını vurgulamalıyız. Burada Lenin’in rolü, –farklı olasılıklar da vardı tabii, böyle olmayabilirdi, başka türlü de gidebilirdi– bu olasılığın önünü açtı, bu olasılık Bolşevik Partisinde kendi gücünü buldu ve bu güçle kendini devrime doğru götürebildi. Bir kez daha vurgulamak istiyorum. Ekim Devrimi olmayabilirdi. Olduysa Bolşevik Partisi ve Lenin sayesinde oldu. Ama Lenin’i ve Bolşevik Partisini öne getiren Rusya işçi sınıfının savaş gücüdür, onun simgeleşmesi, yoğunlaşmasıdır.

Burada şunu vurgulamak istiyorum. “Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği karşılaştırmasını yapalım” deyince, bu Közcü arkadaşlar ne yapmak istiyorlar, dedim. O kadar farklı şeyler ki… Sonra tabii düşündükçe benim için de iyi oldu. Aslında iki ayrı, Metin arkadaş da vurguladı, bambaşka sınıf ilişkilerinden ortaya çıkan, iki ayrı siyasal hareketin davranış tarzının ve ikisinin de kendince bir başarıya ulaşması ve kendi sonuçlarına ulaşmasıyla karşı karşıyayız. Dolayısıyla bunları analiz iyi bir şey olabilir. Tabii çok kısa zaman süresinde konuya değinerek geçmek zorundayız.

Bir kere Leninizmin yaptığı, Rusya işçi sınıfının sistemden bağımsız, sermayeden ve Çarlıktan bağımsız, Rusya sermayesinden, yeni yeni gelişmeye çalışan Rusya sermayesinden ve Çarlıktan bağımsız bir teorik, örgütsel pozisyon kazanmasını sağlamak. Çarlığa karşı savaş gücünü yükseltmek ve arada bulanık bir alan oluşturmaya çalışan liberal burjuvaziyi tecrit etmek. Liberal burjuvazinin ya da burjuvazinin liberal politik temsilcilerinin işçi sınıfı ve köylüler üzerindeki etki alanını, hegemonyasını kırmak. Bunun için sürekli bir gerilim hattı.

Bu 20 yıl süren bir gerilim hattıdır. 1894’te başlamıştır. 1917’ye kadar 23 yıl. Bu gerilim hattına, bakın Lenin’in taktiklerine, sürekli işçi sınıfı vurgusu ve köylülük üzerinde kim hegemonya kuracak. Liberal burjuvazi mi işçi sınıfı mı? Önce tabii bunun için işçi sınıfının kendi bağımsız kimliğini, duruşunu… Bunda yoğunlaşıyor ama bunda yol aldığı oranda da aynı zamanda, köylülük üzerinde kim hegemonya kuracak? Aslında bütün Bolşevik Partisi tarihi işçi sınıfının kendi bağımsız duruşunu, siyasal olarak ve örgütsel olarak oluşturma tarihidir. Ama aynı zamanda da köylülük üzerinde liberal burjuvazinin etkisini kırma tarihidir. Bunu becerebildiği içindir ki, bir işçi-köylü ittifakı oluştu ve bunu becerebildiği içindir ki, o ittifak bir başarıya doğru gidebildi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemine geldiğimiz zaman ise, burada başka sınıflar var devrede. Bir Osmanlı İmparatorluğu var. Kendi içinde sermaye gelişiyor ama bu sermaye komprador sermaye biçiminde gelişiyor. Bunun tarihsel kökleri var. Beytülmalilmüslimin tarihinden gelen. Daha henüz 1867’deydi herhalde, toprak reformu çıkıyor. Toprak reformu diyorum, toprakta özel mülkiyetin kabullenilmesi söz konusu. Sermaye birikiminin önünde birçok engel var. Ancak işte azınlıkların Ermeni, Yahudi ve Rumların elinde biriken bir sermaye var ve bu sermayenin de kapitalist metropollerle komprador ilişkisi içinde olması sözkonusu. Daha önce gelişen metropollerdeki sermayeyle…

Anadolu’da da bir burjuvazi oluşuyor. Bu burjuvazi kendi birikimini yapma arayışı içinde ama, henüz daha bunu bir siyasal hatta dönüştürme kapasitesine sahip değil. Varsa da çok zayıf. Esas olarak sermaye birikimi İzmir, İstanbul gibi liman şehirlerinde, liman şehirlerindeki komprador burjuvazide, burada yoğunlaşmış durumda. Anadolu’daki sermaye henüz birikim halinde.

Daha çok örgütlü olan güç ise, Türkiye’de Osmanlı tarihinden gelme bir özellikle ordu. Ordunun da devleti koruma refleksi var Osmanlı tarihinden gelme. Ve ama aslında Osmanlı İmparatorluğu da yıkılıyor. Parça parça. Bir orası kopuyor, bir burası kopuyor. İşte Sırplar isyan ediyor, oradan Bulgaristan’a sıçrıyor, oradan Makedonya’ya sıçrıyor, oradan Yunanistan’a sıçrıyor. Ve merkezdeki o rejimi koruyucu gücün de içinde devleti kurtarma refleksi, halen de vardır biliyorsunuz. Subaylar o dönemin Osmanlısında en iyi eğitimi alan, Avrupa’yla en yoğun ilişki içinde olan, entelektüel birikim açısından da en güçlü kesimdir. Bunların içinde bir devleti kurtarma refleksi var, önce İttihatçılarla ortaya çıkan, sonra cumhuriyet rejimini kuran kadrolarda… Sadece Mustafa Kemal değil onlar. Şimdi Mustafa Kemal olarak bize öğretiliyor da… Onlar geniş bir ekip. Sonra içlerinde Mustafa Kemal’in nüansı ortaya çıktı.

Bunlarla Anadolu sermayesinin, Anadolu’da biriken o sermayenin bir ittifakı söz konusu. Ama tabii burada esas olan bir sınıfsal sermayenin hareketi olduğu için, esas olarak bu sermayenin kontrolünde, bir sermaye-ordu ittifakı biçiminde, ama öncülüğünde ordunun olduğu bir sınıfsal siyasal organizasyon sözkonusu. Bunun yaptığı bir hamledir Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması. Kendine ulusal sınırlar arayan, kendine pazar arayan Anadolu sermayesinin sözcülüğünü yapmıştır Kemalizm ve bunu ulusal sınırları kurarak bizim dilimize çevirirsek Anadolu sermayesinin mallarını satabileceği, emeğini sömürebileceği garantili sınırlar oluşturarak başarmıştır.

Bambaşka siyasal sınıfsal ittifaklar. Bolşevizm ve Rusya’da içeride olan ittifakın ana gücü olan işçi sınıfı burada tam karşıda. Sermaye artı ordu. Orada işçi sınıfı artı köylülük, Çarlık rejimine karşı ve onlarla gerilim içinde de olsa işçi sınıfına karşı pozisyonu olan Rus sermayesine, yeni yeni gelişen Rusya sermayesine karşı pozisyon alırken burada tam tersi sözkonusu.

İki taraf da bir biçimde kendi hedefine ulaştı. Bir tarafta Sovyetler Birliği bir egemen sınıf olarak proletaryayı örgütleme imkanını yakalayabildi. Zaten orada kısmen örgütlediği içindir ki devrimi başardı ve devrimden sonra da bunu devam ettirdi. Ve bunun yaptığı şey, kendi bulunduğu sınıfsal zemin gereği, çoğunluğu, yani işçi sınıfı ve köylülüğü özgürleştirmek, azınlığı ezmek ve tecrit etmek, yani burjuvaziyi. Bunu yaptığı oranda Sovyetler Birliği gelişme imkanı buldu. Tersinden Türkiye Cumhuriyetinde ise, egemen sınıf olarak ordu ve burjuvazi, sermaye örgütlendi. Bunlar birbirleriyle çelik bir ağ gibi kaynaştılar, bir egemen sınıf ve zümre ittifakı olarak. Karşılarındaki büyük çoğunluğu yani halkı ise dağıtmak, onların zaman zaman isyanlarına karşı ezme operasyonları, isyan olmadığı zaman ise her an bir baskı altında tutma. İki ayrı ve gene tam birbirinin zıttı pozisyon.

Buradan çıkan şeyler ne? Köylülükle ilişkide Sovyet rejimi bir kopuştu geçmişinden. Toprak reformu yapmıştır ve bu toprak reformu ile köylülüğü toprağa kavuşturup büyük bir tarımsal patlama, zenginleşme sağlayabilmiştir. Türkiye Cumhuriyetinde ise başa geçen Kemalist rejim, ordu-sermaye ittifakı diyebileceğimiz –ki o ittifak aslında 50’lerde daha netleşti, önceden daha çok ordunun kontrolündeydi– tam tersine toprak ağalığı ile uzlaşmıştır. Bunları açamayacağım. Geçmek zorundayım.

Bir başka olay. Çarlığa karşı o rejimi yıkmayı gerçekleştiren Şubat Devrimini daha da derinleştirerek Çarlığın bütün kalıntılarını da tasfiye eden bir Bolşevik iktidarı, işçi sınıfı ve köylülüğün iktidarı. Diğer tarafta ise padişahın kendisini ortadan kaldırmakla beraber, padişahın rolünü devam ettiren bir orduyu siyasal iktidarın merkezine getiren bir başka rejim. Bir oligarşik rejim.

Emperyalizmle ilişki. Rusya eğer devrim olmasaydı pekala emperyalist güçler arasında yer alma ihtimali olan, öyle olacağının bir garantisi yok da, bir güçtü. Devrimle birlikte emperyalizmle tüm ilişkiler kesilmiştir. Bizde ise, Türkiye Cumhuriyeti’nde ise, emperyalizmle bağımlılık bilinçli olarak tercih edilmiş, bir yeni sömürge ülke haline dönüştürülmüştür Türkiye.

Burjuvazi Bolşevikler tarafından tasfiye edilmiştir, Türkiye Cumhuriyeti’nde ise devletin kurduğu fideliklerde, sanki böyle turfanda domates yetiştirir gibi, o çok zayıf olan burjuvazi, bir siyasal hat bile oluşturamayacak derecede zayıf olan Anadolu burjuvazisi güçlendirilmiştir. Bir egemen sınıf olarak kendi kimliğini bulması için devletin her türlü imkanı önüne konulmuştur. Bunun için Ermeni katliamı, Rumların sürülmesi, Yahudilerin mallarına el koyulması, emeğin karşılıksız olarak aşırı ve yoğun sömürüsü, bütün bunlar devletin olanakları kullanılarak, sermayeye sunulmuştur. Bugün siz bakın, Koç’un, Sabancı’nın, Karamehmet’in hepsinin kaynağında bir biçimde Ermenilerin, Rumların el konulan malları, şuradan buradan kaçakçılık, devletten alınan milyarlarca liralık krediler vs. vardır. Bunlar bilinçli olarak kullandırılmıştır.

Sonuçta baktığınız zaman, bir tarafta Sovyetler Birliğinde büyük bir maddi zenginlik oluşmuştur ve bir bağımsızlık söz konusudur. Kendisidir Sovyetler Birliği, bir yere bağımlı değildir. Bizim tarafta ise, Türkiye Cumhuriyeti’nde ise bir yoksulluk oluşmuştur ve emperyalizme bağımlılık oluşmuştur.

Aydınlanma. Türkiye Cumhuriyeti’nin en çok kullandığı, kendisiyle en çok memnun olduğu yer diyelim. Bugün baktığınız zaman yıkılan sosyalist ülkelerden buraya gelenler, işte bavullarıyla gelip deri ceket alıp gidenler bile doktor oluyor, mühendis oluyor, kimisi piyano çalıyor, kimisi keman çalıyor. Bu şudur. Sovyet devleti kendi halkını uygun biçimde eğitmiş ve belli kültürel olanaklar sağlamıştır. O yıkılan Sovyet devleti bile. Bize geldiğiniz zaman ise, iktidarda olan AK Parti’dir. En güçlü olan örgütlenme Fethullah örgütlenmesidir. Ve bu rejim güya gericiliğe karşı kurulmuştur.

Demokrasi konusuna geçelim. Metin arkadaşa katılmıyorum, sosyalist demokrasiyi çok önemsiyorum. Sovyetler Birliği sovyet denen halk örgütlenmelerinin iktidarıdır. İsmi üstünde zaten. Demokrasinin en sonuna kadar, doğrudan demokrasi biçimiyle kullanılmasıdır. Bizde ise, Türkiye Cumhuriyeti’nde ise, ordu merkezdedir ve ordunun merkezinde olduğu istihbarat teşkilatı, polis teşkilatı ve bunları etrafında dışişleri bakanlığı, milli eğitim bakanlığı gibi kritik noktaların yoğunlaştırılmış bir güç tarafından ele geçirilmesi ve bunun etrafında giden bir siyasal mekanizma vardır. Seçimler vs. hepsi göstermeliktir. Seçimlerde başa gelirsiniz ve sadece hükümet olursunuz, esas o bahsettiğim çelik çekirdeğin aldığı kararları uygulamak zorundasınızdır. Ama bu hizmeti yaptığınızdan dolayı da size arpalık verirler. Kendi adamlarınızı işte müteahhit yaparsınız şu bu.

Medeniyetle ilişki konusuna geçelim. Aydınlanmayla bağlantılı olarak. İşte burada ilk aşamasında Sovyetler Birliği’nin medeniyet diyebileceğimiz aslında 10 bin yıl öncesinde başlayan bir mülkiyet rejimi, işte daha sonra çeşitli biçimler, kölelik, feodalizm, kapitalizm de bunlardan bir tanesidir, hepsini bir medeniyet zemini üzerinde beraber de görebiliriz. Aslında bizim kuracağımız bir sosyalist rejim bunlardan kopuşma anlamına gelirse bir anlam ifade eder. Ama bu korkunç şiddette bir olaydır. Çok büyük bir tarihsel yoğunlaşma gereksinir, büyük bir cüret ve cesaret gereksinir.

Bence Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının önemli sebeplerinden bir tanesi: Bu medeniyetin içinde bir güç olmaya doğru evrildi Sovyetler. Başta çıkışı o taraftadır ama daha sonra bir güç yarışı içinde, iktisadi olarak güçlenme yarışı içinde ve hakikaten güçlendi zenginleşti ama… Güçlendi zenginleşti de nasıl güçlendi? Yani eğer sosyalizm iktisadi bir kalkınma ise bu kadar mücadeleye gerek yok. Başka bir süreç, başka bir dünya, başka bir kopuşun üzerinde yoğunlaşmış şiddetli, devrimden de sonra sürecek bir şiddetli mücadele, bitmeyen belki 100 yıl sürecek bir iç savaş, bu iç savaşın illaki kanla olması gerekmez, illaki silahla yapılması gerekmez, politikanın diliyle yapılsa daha iyi ama sürekli bir yoğunluk, iktidara gelince gevşememek. Ve iyi bilmek ki, 10 bin yıllık bir tarihten kopuşun iktidarısın sen, sadece devirdiğin basit bir Çarlık hükümetinin ya da basit bir TC’nin karşıtı bir karşı iktidar odağı değilsin.

Dünyada sürüp gelen 10 bin yıllık bir medeni tarih var. Bu tarihte toplumların bilincine kazınmış mülkiyet rejimi merkezli bir dizi toplumsal kurum var. Bunlardan nasıl kopuşacaksın. Dolayısıyla nedir? Tekrar tekrar devrim yapmak. Tekrar tekrar devrim yapmak. Aynı demokrasi konusunda olduğu gibi, bu konuda da zaaflar olmuştur. Evet, ülkesini zenginleştirmiştir ama o zenginleşmenin biçimi önemlidir. Demokrasi konusunda da keza Stalin şöyle yapmadı. Ben bir bürokratik iktidar kurayım, kendi iktidarım olsun, ben ondan sonra da sovyeti yöneteyim. Yani basit bir iktidar hırsından dolayı olan şeyler değil. Tam tersine ben samimi olarak Rus halkının sosyalizme kazanılması için yaptığını düşünüyorum yaptıklarını. İç savaş vardır, sürekli zorlanmaktadır iktidar. Artı dışarıdan çevrilidir, emperyalist güçler tarafından. Onlar tarafından da sürekli zorlanmaktadır. Bunlara karşı bir direniş olarak sürekli bir savaş hali yaşanmıştır. Ama o savaş halinin nasıl yaşanacağı çok önemli. Kazanmak iyidir ama nasıl kazandığın çok önemli. Kazandığın zaman eğer güçlü bir devlet, güçlü bir bürokrasi ve daha da önemlisi, hareket etme, isteme, kendini toplumun kurucu öğesi olarak görme yeteneği zayıflamış bir halk gerçekliği ile karşı karşıya kalırsan eğer, kazandığın yerde güncel olarak kazanmışsındır ama bir komünist olarak tarihsel olarak kaybetmişsindir. Onun bedeli de ödenir. Devrimin sürekliliği ile ilgili bir bakış açısına sahip olmamız gerekiyor.

Aslında Lenin bunu şöyle vurguluyor. Diyor ki, Sovyet Sosyalist Cumhuriyet Birliği dediğimizde sosyalist vurgusu bir kararlılığı ifade eder, bizim sosyalizmi kurma yönünde bir kararlığımızı ifade eder, yoksa sosyalizmi kurduğumuz anlamına gelmez. Bizim bu ekonomimizin sosyalist bir ekonomi olduğu anlamına gelmez, tam tersine biz bir devlet kapitalizmi kuruyoruz, diyor. Ağır sanayiyi ve bankaları eline geçiriyor, küçük üretimi, NEP ile biliyorsunuz, orada kapitalizmi geliştiriyor. Bunun mecburiyeti var. Şimdi oralara giremeyiz tabii ki. Bir mecburiyet gereği. Bu ne anlama geliyor? Biraz önce bahsettiğim şey. Sürekli süren bir çatışma. Bir sınıf mücadelesi.

Burjuvazi sadece Koç, Sabancı ya da onun hükümeti, Erdoğan hükümeti ya da onun ordusu değil. Burjuvazi 10 bin yıldan beri gelen bir medeniyet rejiminin, bizim bütün bilinçlerimizi ele geçirmiş, toplumsal dokulara nüfuz etmiş bir rejimin bugünkü temsilcisi. Sen onun hükümetini devirebilirsin, onun ordusunu dağıtabilirsin, kendi iktidarını da kurabilirsin. Ama onun topluma nüfuz etmiş olan gücünü ve iktidarını sürekli karşında göreceksin. Eğer gevşersen, eğer bu mücadelenin sürekliliğini görmezsen o seni arkadan dolaşarak yeniden kazanır, yeniden devirir. O zaman vaz mı geçelim? Tekrar tekrar tabii ki. Tekrar tekrar… Bir daha bir daha… Ama ders çıkarmamız gerekiyor.

Sovyetler Birliği’nin yıkılışı diyecektim. Onu geçelim o zaman. Daha güncel olması açısından iki-üç dakikalık bir hak daha kullanmak istiyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılışı gibi bir dönem içindeyiz. Aslında kendi fideliğinde yetiştirdiği sermayenin büyümesinin ve orduyla olan ittifakında orduyu tecrit edip mutlak iktidarı ele geçirmesinin sürecinin içindeyiz. Özal’la başlayan, Derviş ile ivme kazanan bir momenttir bu. Buradan demokrasi beklemek, saflığın ötesinde kötü niyet gibi geliyor bana. Yani gerçekten. Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi doğal refleksleri zaten oligarşiktir, otoriterdir, totaliterdir, halkın demokrasi taleplerine ya da halkın kendini özgürce ifade etmesine bütünüyle kapalı bir rejimdir. Toplum buna göre eğitilmiştir, buna göre ezilmiştir. Sermaye zaten bu rejimin bir ürünü olarak ortadadır. Şimdi kalkıp o sermayenin siyasi parti temsilcisi olarak AKP’nin ya da onun değişik nüanslarının bir demokrasi getireceğini düşünmek, gerçekten saflığın ötesinde. Başka bir şey düşünüyor insan.

Burada çok açıktır ki sermaye şunu düşünüyor. Tamam, bu ordu beni büyüttü bir yere getirdi. Şimdi ben ona harçlık vermek istemiyorum. Onun benim hizmetime geçmesi lazım. Orduyu geriye itip mutlak iktidarını kurmak istiyor. Normal bir kapitalist ülke yapmak istiyor. Ama bunu yaparken de ordunun gücüne, şiddetine ihtiyacı var. Çünkü bunu aynı zamanda küresel zorlamalarla bir bölgesel açılımın hizmetinde yapmak istiyor. Bunun için askeri güce ihtiyacı var. Hem de aynı zamanda bir yandan Kürt halkı tarafından sürekli şiddetle zorlanıyor, bir yandan da fırsatını bulsa emekçiler tarafından zorlanacağının çok iyi bilincinde. Ve dolayısıyla orduya ihtiyacı var. Demek ki hem orduyu geriye itmek zorunda, ama hem de orduyu yıpratmamak zorunda. Dolayısıyla bunu tedrici olarak yapıyor.

Artı, kendi 80-90 yıllık tarihi içinde sürekli ordunun himayesinde, ordunun koltuğu altında yürüdüğü için, bağımsız davranma kapasitesi de çok düşük. ABD desteği olduğu içindir ki bu hamleleri yapıyor. Bunları nereye götüreceği de belirsiz. Ve açıktır ki bir sonuca götürse bile, götürdüğü sonuç şu andaki ordu rejimini de aratacak bir ordu-polis rejimidir, daha büyük bir baskı rejimidir, sermayenin mutlak hakimiyetidir. Hele hele şu dünya krizi koşullarında azalan kâr oranlarında sıkışmış bir sermaye özgürlük verecek halka! Bizim devrimci özgürlüğü geçtik zaten, liberal bir özgürlük verecek! O halk da kendi haklarını arayacak. Daha fazla ücret daha fazla sosyal haklar. Bunu siz sermaye olsanız yapar mısınız? Rasyonel bir mantıkla düşünelim.

Çok açıktır ki burada hedef tam tersine orduya giden birtakım birikimlerin de sermayeye aktarılmasıdır. Bu rejim ordu merkezli kurulduğu için zenginlik kaynaklarının bir kısmı –OYAK en simgesel şeydir ama sadece OYAK değildir– ordu tarafından emilmektedir. Ama bugünkü koşullarda sermayenin buna da tahammülü yok. Hem kâr sıkışmasından dolayı tahammülü yok, hem de kendi geldiği toplumsallaşma düzeyinde artık istemiyor, ihtiyacı yok. Kendi gücüne güveniyor. Kendi kendine yapabilir. Olay bundan ibarettir.

Demokrasi olacaksa sadece ve sadece halkın zorlamasıyla olur. Kürt kelimesi dün ya da evvelsi gün meclis görüşmelerinde, televizyonlarda kullanıldıysa niçin kullanıldığını hepimiz biliyoruz. Politik olarak olgunlaştıkları için, ülke daha iyi olsun diye değil, zorda kaldıkları için, mecbur kaldıkları için.

Eğer biz demokrasi diyorsak, eğer biz halka özgürlük diyorsak ancak halk bunu isterse, istemekle yetinmeyip de gücünü burjuvazinin burnuna dayatırsa, onu gücüyle iterse kazanabileceği bir mevzidir.

Yönetici: Sayın Oğuzhan Kayserilioğlu’na çok teşekkür ediyoruz. Kendisi Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Sovyet Cumhuriyeti’ni, özellikle de sınıf ve sermaye ilişkileri, kurulan siyasi, sınıfsal, askeri ittifaklar, emperyalizmle ilişkisi, aydınlanma ve medeniyet ilişkisi boyutlarıyla çok yönlü karşılaştırdı. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Şimdi ben sözü Orhan Dilber’e bırakıyorum.

Orhan Dilber:

Bu arada özellikle Oğuzhan ve Metin’le dolaylı biçimde de olsa birlikte tartışmaktan da oldukça mutluluk duyuyorum. Beni izleyebiliyorsunuz sanırım. İzleyebiliyorsunuz değil mi?

Doğrusu bu tarz bir tartışmadan ziyade doğrudan doğruya bir arada olmayı tercih ederdim. Tam, demokratik açılımların tartışıldığı bir ortamda hâlâ böyle dolambaçlı yollardan görüşüyor olmak çok cazip değil. Ama yine de bu fırsatı yaratabildiğiniz için kutluyorum.

Doğrusu Ekim Devrimi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu arasında, iki cumhuriyetin mukayesesi bakımından bir tartışma yaparken, belki diğer iki konuşmacı arkadaşın daha az değindikleri bir noktadan konuya girmek istiyorum. Ama bu vesileyle aynı zamanda her ikisinin buluştuğu bir noktaya ben de katıldığımı söyleyeceğim ve konuşmamda bunu tekrar etmeyeceğim. Neydi buluştukları nokta? Her ikisi de, gerek Metin gerek Oğuz, Bolşeviklerin rolüne değindiler. Yani bir manada “sürekli hazır bir savaş gücü” dediği Oğuzhan’ın, Metin’in de bir başka ifadeyle formüle ettiği şeye ben de katılıyorum. Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesinde ve Anadolu’da aynı şeyin olmamasında belirleyici rol oynayan faktör budur. Bununla birlikte Ekim Devrimi ve Cumhuriyet’in kuruluşunu birlikte ele alırken, niçin birlikte ele aldığımızın altını çizmek üzere bir noktaya ışık tutmayı tercih ediyorum.

Şimdi Ekim Devrimi Paris Komünü’nden sonra proletaryanın, emekçilerin, ezilenlerin siyasal iktidarı bizzat ellerine aldığı ikinci büyük deneyimdir ve Paris Komünü’nün aksine başarıyla sonuçlanmıştır. Ve bu başarıyı görebilmek için de diğer konuşmacı arkadaşların altını çizdiği gibi esas olarak iç savaşın sonucunu beklemek lazım. Yani zaferin ilanı ne Çar’ın devrilmesiyle, ne Kışlık Saray’ın ele geçirilmesiyle sınırlıdır. Esas olarak iç savaşın sonuna kadar zaferi ilan etmek için beklemek icap eder. Beri tarafa baktığımızdaysa, aslında tam da bu iç savaş koşullarıyla bağlantılı, Ekim Devrimi’nin kendisinden ziyade, iç savaşın akıbetiyle ilgili gelişmedir Cumhuriyet’in kuruluşu, hatta bir Cumhuriyet kurulmuş olması. Doğrudan doğruya iç savaşın ardından Bolşeviklerin nihai zaferinin kesinleşmesiyle gerçekleşmiş bir olaydır.

Sık sık söylenmeyen, nadiren hatırlatılan şeylerden bir tanesi, Ekim Devrimi’nin sadece bir proletarya diktatörlüğüne, bir Sovyet Cumhuriyeti’ne varmış olması değil, dünya çapında bir cumhuriyet hareketini tetikleyen bir devrim olmasıdır. Bu, aykırı, paradoksal gibi görünebilir. Ama Ekim Devrimi kendisine benzemeyen, hatta kendisine düşman, kendisinden tamamen esastan farklı başka cumhuriyetlere de hayat vermiştir. Bunlardan bir tanesidir Türkiye Cumhuriyeti. Şimdi Ekim Devrimi’nin bu genel cumhuriyet dalgasını tetiklemiş olması, önemli bir husustur. Ta Meksika’ya kadar uzanan bir etkidir bu. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nde etkili olması sadece yakın komşuluk ilişkilerinden dolayı değildir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün sınırları dâhilinde olan önemli bir bölge, hele Birinci Emperyalist Savaş sonunda stratejik önem taşıyan bir bölge, esasen galip devletler safında yer alan Rusya topraklarıdır. Bu sık sık unutulur. “Misak-ı Millî hudutları”, “bizim vatanımız” vesaire dedikleri şeyler yoktur. ’93 harbi denilen harpten itibaren, yani Rus ordularının bugünkü Atatürk Havalimanı, Yeşilköy ya da o zaman Ayastefanos denilen mevkiye kadar ilerlemesiyle sonuçlanan savaşa kadar Osmanlı İmparatorluğu Fransız ve İngilizlerle ittifak hâlinde Rusya’ya karşı savaşır. Bu savaşı kaybetmesiyle beraber hem müttefiklerinin başka tarafa kaçmasına vesile olur, hem de neredeyse Erzincan, Sivas, Trabzon yakınlarına kadar büyük bir toprak parçasını Rusya’ya kaybeder. Birinci Dünya Harbi sürerken buralar Rusya toprağıydı. Şubat Devrimi patlak verdiğinde Rusya’ya aitti bu topraklar. Dolayısıyla Rusya’nın başka yerlerinde neler olduysa oralarda da öyle şeyler oldu. Yani askerler subaylarını tutukladı ve ayaklandılar. Şuralar, sovyetler kurdular. Bunlardan bir tanesi de, yani Moskova, Petrograd ve daha başka yerlerde kurulan sovyetler gibi bir tane sovyet de bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında yer alan Erzincan’da kuruldu.

Erzincan Şurası üzerinde fazla konuşulmayan, hattâ çok az konuşulan hadisedir. Ama Rus Devrimi Türkiye Cumhuriyeti sınırları dediğimiz topraklara kadar uzanmış bir devrimdir. Uzak akrabalık ilişkileri nedeniyle değil. Yani Kafkasya’dan göçmüş, mesela Çerkez Ethem gibi, Çerkezler, Abhazlar, Gürcüler, Lazlar ya da Ermeniler gibi bir ucundan Rusya’daki siyasi hareketlerle içli dışlı toplulukların, göçmüş ya da sürgüne gitmiş uzantılarının üzerinden gelen bir etki değil. Doğrudan doğruya Rus devriminin cereyan ettiği toprakların bir kısmı buradaydı. Ve mesela Orta Asya’ya uzanan Rusya topraklarında hemen Şubat Devrimi’yle beraber aynı gelişmeler olmazken, Anadolu’da oldu. Bir kere bu hadiseyi görmeden “Ekim Devrimi’yle Türkiye Cumhuriyeti arasında niye bir bağ kuruyoruz”u anlamak mümkün değildir. Komşuluk, yakınlık, vs. gibi nedenlerle değil, doğrudan doğruya biz şu anda Rusya’da devrimin patlak verdiği toprakların bir kısmının üzerinde yaşıyoruz. Onun için, iç içedir bunlar. Ve bu iç içeliği aynı zamanda şöyle bağlayabiliriz: Rusya’daki iç savaş da bir biçimde bu topraklara sıçramıştır. Ve Cumhuriyet’in kuruluşu da esas itibarı ile tam da bu iç savaş sürecinin tayin ettiği çerçevede gerçekleşen bir hadisedir. Şimdi bu vurgu, niçin iki cumhuriyet arasında yakın bir ilişki bağı olduğunu kavrayabilmek için önemli bir husustur. Ve buradan devam etmek istiyorum.

Mesela işte Oğuzhan konuşmasında sınıfların mevzilenmesi, finans kapital, sermayenin ve işçi sınıfının karşılıklı konumları bakımından iki tarafı mukayese etti. Bunu yapmak mümkündür. Oysa ben tam tersine bir şeyden söz edeceğim. Nasıl ki çarlığın yıkılması ile birlikte, Şubat’ta Çar’ın tahtını ve tacını bırakıp gitmesiyle beraber bir gelişme tetiklendiyse aynısı Türkiye topraklarında da oldu. O zaman nasıl İngilizler ve Fransızlar Sovyetlere karşı, Bolşevik iktidarına karşı gerici karşı devrim orduları teşkil ettilerse, aynısı Türkiye’de de oldu. Bu farazi, fantezi, bir varsayım değil belgelerle görülebilen bir şey. Yani Erzincan Şurası mevcudiyetini korurken İngilizler padişaha nota verdiler. Dediler ki “Şu, şu, şu bölgelerde birtakım şura hareketleri var. Mondros Mütarekesi’nin bize verdiği yetkilere göre ya biz gidip bizzat bunu bastırırız, ya da siz yapacaksınız.” Ve bu nota 19 Mayıs’tan 12 gün öncedir.

Padişah Mustafa Kemal’i görevlendirdi. Niçin Mustafa Kemal’i görevlendirdi? Yani o bahsedilen “Cumhuriyeti kurmak için falan gitmişti”, bunları geçiniz. Mustafa Kemal bütün Osmanlı paşalarından üstün yetkilere sahip. Rütbesi öyle olmadığı hâlde, özel olarak yetkiyle donatılmış 9. Ordu müfettişi olarak, Kâzım Karabekir, Fevzi Çakmak vs. gibi, bazıları mareşal de olan paşaların üzerlerinde yetkilerle donatılmış olarak 19 Mayıs’ta Anadolu’ya gönderildi. Misyonu çok nettir: Bu şûraları bitireceksin. Ve bunun arkasında İngilizler vardır. İngilizlerden gizli gitmez oraya. İngilizlerin talimatıyla gider. Onun için İngilizlerin işgali altındaki İstanbul’dan çatapata bir tane tekneye binip oradan sessiz sedasız Samsun’a doğu gitmesi ancak böyle anlaşılır.

Sadece İngilizler değil, Fransızlar da bu sırada iş görüyor. Fransızlar da beri taraftan Erzincan Şurası’nı kendilerine göre boşaltmak için nasıl öbür tarafta Menşevikleri beyaz ordular üzerine topluyorlarsa, Erzincan Şurası’nın arkasındaki Taşnakları da –onlar da Ermeni Menşevikleridir– bugün meşhur Fransız Yabancı Lejyonu denen lejyonun askerleri hâline getiriyor. Meşhur Karayılan’ın direnişi yahut Kahramanmaraş’taki direnişler diye bahsedilen şey Fransızların –orada Fransız üniforması giymiş Taşnak lejyonerleriyle– oradaki çoğunlukla Kürtlerden oluşan yerel güçlerin arasındaki çatışmalardır. Fransızlar Erzincan Şurası’nın arkasını boşaltırken Mustafa Kemal de bunun üzerine bütün komutanlarıyla gitmek için birtakım toplantılar yaptı. Ne yaptı Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi? Nedir bunlar? Tam da o bahsedilen Şura’nın sınır bölgelerinde yapılmış toplantılardır. Buralarda, buraya müdahale etmek üzere bir hareketin temelleri atılmıştır. Cumhuriyet kurmaktan bahseden yoktur. Padişaha, halifeye sadakat vardır. Osmanlı topraklarında Ermenilik ve Rumluk tesisine karşı mücadele etmekten bahsedilir. Cumhuriyete varan hareket böyle başlamıştır. Ve tıpkı Ekim Devrimi’nde o sırada Sovyetlerin iktidarına karşı beyaz ordularla bir karşı devrimin örgütlenişi gibi Anadolu topraklarının bu kısmında da aynı Rusya’daki iç savaşın uzantıları görülmüştür. Kuvayı Milliye Hareketi budur. Cumhuriyet kurmak için değil, bir cumhuriyeti ezmek için kurulmuş bir harekettir. O Cumhuriyet de 1921’de Batı Dersim’in Yeşilyazı Köyü’nde kendi kendini feshedecek olan Erzincan Sovyet Cumhuriyeti’dir.

Şimdi böyle anlattığımız zaman, Ekim Devrimi’ni ancak iç savaşla beraber kavramak lazım derken, elbette Türkiye Cumhuriyeti de tam bu bağlamda yani Rusya’daki karşı devrimin bir uzantısı olarak görülmelidir. Orada nasıl Bolşeviklere ve kızıl muhafızlara / kızıl orduya karşı beyaz ordular teşkil ediliyorsa aynı şekilde Anadolu’da kurulan beyaz orduların bir parçasıdır Kuvayı Milliye hareketi. Nitekim Koçgiri isyanı deniyor, Koçgiri isyanı değil işte; orada Ermeniler çekildikten sonra Erzincan Şurası’na katılmış Alişer ve başka Kürt birlikleri kendilerini daha kolay savunabilecekleri kendi bölgelerine çekilirler. Koçgiri’dir orası. Kuvayı Milliyeciler Koçgiri’ye bunları takiben, bunları ezmek için saldırırlar. Koçgiri isyan değil, bir manada direniştir bu saldırıya karşı. O saldırıyı karşılayamayan Kürtler bu sefer Dersim’e çekilirler. Ta 1938’e kadar da takip edilecekler orada. 1938’de Dersim’i ezen hareket 1919’da İngilizler’in talimatıyla başlayan harekettir.

Bu arada Cumhuriyet nereden icap etti? Yani bir Türkiye Cumhuriyeti nereden geldi? Ne zaman? Daha Meclis’in açılışında bile Cumhuriyet’ten bahsedilmez. Çünkü henüz iç savaşın akıbeti net değildir. Bir yandan da başka hesaplar vardır. Yani Rusya topraklarında kalan henüz devrime doğrudan doğruya katılmamış, hatta beyaz orduların içerisinde kalan Müslüman toplulukları emperyalistlerin ve karşı devrimcilerin içerisinde tutabilmek için emperyalistlerin elinde rehin tutulan bir halife işe yarar görünmektedir. Yani Osmanlı padişahı, Müslümanların halifesi olarak karşı devrimin hizmetinde korunabilir mi, beklentisi vardır. O nedenle hassasiyetle Hilafete karşı en ufak bir laf edilmesine müsaade edilmez. Beri tarafta Kuvayı Milliye’nin kurucuları arasında Rauf Orbay, Mondros Mütarekesi’nin altında imzası olan şahıstır ve bu imzasına ömrünün sonuna kadar sadık kalmıştır.

Fransızlar bir taraftan acaba bir kaza olur da elimizden bu Halife’yi kaçırır mıyız diye aynı tarihlerde bir Faslı halife yaratma peşindedir. Kendi sömürgelerinden, doğrudan doğruya ellerinin altında bir Faslı Hanif şeyhi, Osmanlı padişahının yerine Müslümanların halifesi yerine getirebilir miyiz diye gayretler içindedirler. Olmamıştır. Ve ondan sonra ne zaman ki Rusya’daki Müslüman toplulukları din vasıtasıyla emperyalistlerin çıkarlarına bağlamak mümkün olmadığı görüldüğü zaman bir halifeyi büsbütün ortadan kaldırmışlar. Bu, tarihte üzerinde fazla konuşulmayan, ama görülmüş bir şey değildir. Bir dinî toplumun liderini, nüfusu milyonlara ulaşan Müslümanların dinî liderini bir çırpıda silivermişler. Kim silmiştir bunu? Mustafa Kemal’in laik cumhuriyeti falan değil emperyalistlerdir. Bize halife artık lazım değil, hatta artık bir tehlikedir. Çünkü Birinci Dünya Savaşından sonra ele geçirilmiş toprakların hepsi Müslümanlardan teşkil eden halkların topraklarıdır. Ve bize elimizin altında olmayan bir halife lazım değil, bunu kaldıracaksın, bu bir talimattır meclise. Halife’yi kaldırdığı zaman ne olur. İşte o zaman cumhuriyet.

Şimdi geliriz Ekim Devrimi’yle Cumhuriyet’in kuruluşu arasında bir başka benzerliğe. 1900’lerin başında daha Lenin’in ‘Nereden Başlamalı’da bahsettiği “Otokrasinin kendiliğinden bir patlamayla ya da herhangi bir başka siyasi karışıklık nedeniyle yıkılması önceden kestirilemez hattâ tarihsel bakımdan pek mümkün değildir. Ama tam da bu nedenle devrimci bir kuvvetin hazırda beklemesi lazım.” Bu öngörü olmadığı için tarihsel tahminlere, geleceği yüzde yüz kestirilebilen gelişmelere göre hazırlanmış tuzu kuru bir partiden ziyade, beklenmedik gelişmeler karşısında acil hareket kabiliyetine sahip bir devrimci müfrezeye ihtiyaç vardır. Bolşevik Parti planının esası budur. Ve otokrasinin yıkılması da tam bu planın öngördüğü gibi olmuştur.

Çarlık yıkıldıktan sonra nasıl ki Rusya’da “Şimdi bunun yerine ne koyacağız” tartışmaları başladıysa, yani Çar ona buna teklif etti tahtını, “Alır mısınız?” dedi, kimse istemedi. Duma’nın içerisinden bir hükümet çıktı, olmadı, bakanları istifa etti, yerine o geldi, bu geldi, hevesli birtakım başka sosyalist olma iddiasındaki akımlar bu hükümeti teşkil etmek için ortaya çıktılar. Ve bir yanda da 1905’ten beri bekleyen, o devrimin dersleriyle donanmış bir öncünün tetiklemesi ile Sovyetler oluşmuştur, ikili iktidar diye geçer. Anadolu’da ise böyle bir şey yoktur. İstanbul’la Ankara arasında güya böyle ikili bir iktidar benzeştirmesi yapılır. Böyle bir şey değildir. Ankara’daki meclis, İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın taşınmasıdır, diyelim. Meşruti monarşi meclisidir, bir cumhuriyet meclisi falan değildir.

Rusya’da ise tartışma bu noktada değildir. Çar’ın gitmesi ile birlikte Duma aniden bir burjuva cumhuriyetinin kurulacağı bir odak hâline gelir. Bunun alternatifi de “Hayır Sovyetler var. Yeni hükümet buradan çıkacak, yeni hükümetin temeli Sovyetlerden atılacak” diyen bir başka hareket olmuştur. Şimdi iki cumhuriyet arasındaki farklılıkların esası kendini burada gösterir.

Sonrasına gelelim, bugünlerde bu Ekim Devrimi’nden bahsedilirken, bu devrimin yenilgisi ne zaman ilan ediliyor, ne zaman kutlanıyor? Şu tarihî tesadüfe bakın, 7 Kasım’da; doğrudan doğruya yani Çarlık devletinden arta kalan bütün kalıntıların silip süpürüldüğü Kışlık Saray’ın ele geçirilmesi, o önceden hazırlanan öncü kuvvet tarafından, kimseye sormadan, kimseyle tartışmadan, kimseden bir yetki ya da vekâlet almadan, kendi planı ve kendi kararıyla, tarihsel sorumluluğunu sadece kendisi üstlenmek suretiyle Bolşevik Parti Merkez Komitesi’nde alınan –o da oybirliğiyle değil çoğunlukla alınan– bir karar doğrultusunda yapılan bir siyasi harekâttır. Buna darbe demek de ayıp bir şey değil. Kışlık Saray ele geçirildiği gibi Çarlık’tan arta kalan devlet aygıtının temel mekanizmaları ortadan kalkmıştır. Akşama da “Bütün iktidar sizindir” diye Bolşevikler toplanan Tüm Rusya Sovyet toplantısında iktidarı Sovyetlere sunmuşlardır: “Biz eski iktidarı yıktık, buyurun bundan sonra bütün iktidar sizin elinizde. Alıyorsanız alın.” “Alıyoruz.”

Şimdi buna benzer gelişmeler sadece Rusya’da olmadı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu aynı şekilde parçalandı; Alman İmparatorluğu aynı şekilde parçalandı. Bugünlerde işte 7 Kasım’dan iki gün sonra cereyan eden, 9 Kasım 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılması ile anılan, işte Ekim Devrimi’yle oluşan çağ bitti, tarih artık yönünü değiştirdi, kim galip kim mağlup belli oldu…

Ekim Devrimi’nin mağlubiyetini biz iç savaşla tartışıyoruz. Onlar 1989’a kadar uzatıyorlar. Evet, o kadar ilginç; Berlin’in gerici Alman İmparatorluğu’nun başkenti oluşu Paris Komünü’nün ezilmesi ile oldu. Paris Komünü’nü Prusyalıların yardımıyla ezebilmek için Fransız karşı devrimcileri en değerli saydıkları toprak parçalarını Almanya’ya hediye etmek suretiyle Prusya’nın ağırlık merkezinde olduğu bir Alman İmparatorluğu kuruldu ve Berlin o zaman başkent oldu. Bu Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra da baktığımız zaman, ne oldu dediğimizde, kim kaybetti, duvarın geri kalanında ne vardı? En azından Türkiye’deki devrimcilerin büyük bir çoğunluğu için Berlin Duvarı’nın doğusunda çoktan beri sosyalizm yoktu. Dolayısıyla kimse Türkiye’de bu duvar yıkılınca sosyalizm mi yıkıldı ne oldu tartışmasına girmedi, çünkü Türkiye’deki devrimci akımların çoğu için zaten o duvarın doğusu sosyalizmi temsil etmiyordu. Burada bir travma yaşanmadı. Dünyada farklı oldu. Ama netice itibarıyla Berlin Duvarı’nın yıkılması bize başka bir şeyi hatırlattı. Ekim Devrimi’nde Rusya’da olup da Cumhuriyet’le beraber Türkiye’de olmayan şey Almanya’da olmuştur. Rusya’da Kornilov, yani Kerensky’nin karşı devrimi gerçekleştirebilmek, devrimin önünü kesmek için görevlendirdiği paşa Kerensky’ye darbe yaptı. Osmanlı paşası Mustafa Kemal de benzerini yaptı. Kerensky’nin askeri kendisine ihanet etti, Kerensky’nin darbesi başarısız oldu. Mustafa Kemal’inki başarılı oldu. Eğer Rusya’da böyle bir şey olsaydı ne olacaktı? Çarlık Rusyası yerine gerici burjuva cumhuriyetlerinden bir tanesi de Rusya’da kurulmuş olacaktı. Belki o zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihçesi ya da şekillenişi farklı olurdu.

Bu manada Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında Ekim Devrimi zaferinin önemli bir rolü vardır. Bu bir itici güç olarak değil, tam tersine bu cumhuriyetin arkasında emperyalistlerin saflaşması bakımından bir etkidir. Türkiye, kuruluşundan itibaren Ekim Devrimi’nin Batı’ya doğru yayılmasına karşı bir duvar olarak bir cumhuriyetle teçhiz edilmiştir ve o cumhuriyetten bahsediyoruz. İşte bugün demokratik açılımlar meselesinde bahsedilen Oğuzhan’ın da haklı olarak belirttiği “Acaba Türkiye Cumhuriyeti yıkılıyor mu?” tartışmalarının olduğu hadisenin arkasındaki çerçeve asıl olarak böyle algılanmalıdır.

Evet, bugün TC’nin temelleri tartışma konusudur. Niçin? Çünkü o cumhuriyetin temelleri tam da bu Erzincan şurası ile beraber Kürtlerin ve Ermenilerin Anadolu topraklarında bir devlet kurması olasılığı; hatta Sovyet cumhuriyetleriyle birleşecek bir devlet kurma olasılığı gündemdeyken atılmış bir şeydir. Temeller burada atılmıştır. Buna göre atılmıştır. Şimdi ise işte bu temellerin tehdit altında olduğu söyleniyor. Nereden baktığınıza bağlı bu.

Bu cumhuriyetin kuruluş temellerine bağlı olan akımlar, “Siz eğer Kürt meselesi, Ermenilerle ilişkiler, şunları bunları geliştirmeye başlarsanız cumhuriyetin temellerine dokunursunuz” diyorlar, doğru söylüyorlar. Berikilerse acaba bu cumhuriyetin temellerine dinamit koymakla mı meşgul? Berikilerin arkasında kimin olduğuna bakarsanız anlaşılır. Amerika’dır bu hükümetin arkasında olan. Ve Amerika, Sevr Anlaşması ile beraber Anadolu topraklarında bir Batı Ermenistan’ın hamiliği ve olursa orada özerk bir Kürdistan Cumhuriyeti’nin kurulmasını savaş ganimeti olarak elde etmiş olduğu hâlde, Ekim Devrimi’nin varlığı ve bu özerk Kürdistan’ın ya da Batı Ermenistan’ın Sovyet Cumhuriyetleri ile birleşme olasılığına karşı ganimetinden kendisi vazgeçmiş. Zira o sırada Simko, Mahmut Berzenci gibi Kürt hareketleri güneyde ve doğuda da Rusya’ya yüzünü dönmüş hareketlerken, Amerika’nın bir barut fıçısının üzerinde Anadolu’da oturmaya niyeti yoktu. Orada bir Kürt devletini, Sevr’in kendisine verdiği şeyi talep bile etmedi. Savaş ilan etmesi lazım normalde, Türkiye Cumhuriyeti’ne. “Sen bana meşru olarak Sevr Anlaşması’yla bırakılan toprakları nasıl işgal edersin ulan?” demesi lazım galip Amerikan devletinin. Hiç demedi. Şimdi geliyorlar. Çünkü o zaman bir Sovyet devrimi tehlikesi vardı. Bu tehlikeye karşı bu ganimetten vazgeçmek icap ediyordu Amerika açısından. Bugünse böyle bir tehdit yoktur. O nedenle cumhuriyetin o vakitler atılan temelleri geçersizdir diyor Amerika. Diyor ki, “Şimdi böyle bir tehdide karşı Kürt devleti olmasın, Ermeni devleti olmasın diye bir tehlikeye gerek yok, kimsenin Sovyet cumhuriyetlerine katılacağı yoktur, dolayısıyla bugün bu cumhuriyetin temellerini kurcalayabilirsiniz, ben de destekliyorum”.

Özetle bakılırsa bugünkü demokratik açılım bu manada o cumhuriyetin demin anlatmaya çalıştığım çerçevede atılmış olan temellerinin yeniden tartışılmasıdır. Ama güçler dengesi bakımından esaslı bir değişiklik yoktur. Bugün bu cumhuriyetin temelleri bir şekilde değiştirilecek. “Kürtler de vardır” deniyor. Bunun artık anayasaya yazılması bir redaksiyon sorununa dönmüştür. Yasak olmaktan çıkmıştır. Her yerde konuşulan bir şey: “Kürtler vardır. Bu topraklarda yaşıyorlar.” Ne kadar ileri gider, Sevr’deki gibi mi tarif edilir, edilmez mi, oraya gelmeye gerek yok, çünkü aradan geçen zamanlarda bunun nasıl şekilleneceğinin çerçevesi değişmiştir. Ama esas itibarı ile bugün bir sovyet cumhuriyeti tehdidi olmadığı için, Berlin Duvarı’nın yıkılması ile beraber artık nihai olarak bu tehlikenin ortadan kalktığına sahiden inandıkları için emperyalistler böyle tırnak içinde bir ‘tehlikeli macera’ içindedirler. Diğer konuşmacı arkadaşlarımla hemfikir olduğumuz nokta: Böyle bir tehlike muhtemeldir. Bu tehlikeyi yaratmak için var olmaya devam etmek lazımdır. Ekim Devrimi’nin dersleri karşı devrimci bir Türkiye Cumhuriyeti’nin bu Ekim Devrimi’ne karşı bir barikat olarak, oradaki devrimci akımların ezilmesi ile kurulmasına karşı bu deneyimlerin dersleriyle donanmış bir tehlikeyi ve tehdidi yaratmak bizim görevimizdir, omuzlarımızdadır. Yapacağımız odur. Bu tartışmadan da esas itibarı ile bu istikamette yararlanabileceğimizi umuyorum, teşekkür ederim.

Yönetici: Biz teşekkür ederiz.

 

Ekim Devrimi Tartışmaları: İkinci tur

Yönetici: Şimdi soru cevap kısmına geçeceğiz. Sırayla sorularınızı alabiliriz. Şimdi dolaşacak olan bir kablosuz mikrofon var. Siz elinizi kaldırırsanız mikrofonu size yönlendireceğim.

Sorular – Görüşler

Soru-cevaptan öte, bu tartışmanın bir forum şeklinde olmasının daha reel fayda sağlayacağını düşünüyorum. Birkaç sorum var. Hakikaten çok geniş bir konu. Bu genişlik içinde nereden nereye kadar alınacağı bir sorun.

Birinci sorum şu: Şubat 1917 ile Ekim 1917 arasındaki sekiz aylık sürecin bir önceliği var. Yenilen 1905. 1905’te daha sonra hem Şubat Devrimine katılanların hem Ekim Devrimi aktörlerinin hedefleri içinde otokrasiye karşı olmak ayırıcı bir özellik mi? Bunu, Türkiye Cumhuriyeti denilenle mukayesesi açısından soruyorum. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde daha 1860’lı yıllarda Mithat Paşaların, Abdülaziz döneminin ve dolayısıyla daha sonra da İttihat ve Terakki’nin oluşmasıyla beraber, İttihat ve Terakki kadrolarının Osmanlı İmparatorluğu’nu düzene ve düzeneğe koyma çabası ile daha 1905’te RSDİP’in ve diğerlerinin tavrı arasındaki fark ciddi bir fark mı? Bunu her arkadaşıma sormak istiyorum.

İkincisi, hakeza 1919 ve sonrasında, Orhan Dilber’in belirtmesiyle 1923’te açılan mecliste hemen cumhuriyet ilanı olmadı. Cumhuriyetçi denilenlerin hepsinin geldiği yer İttihat ve Terakki’dir. Halide Edip de, Rauf Orbay da, Mustafa Kemal de öyle biridir. 1919’a Samsun’a nasıl girdiğine girmek istemiyorum. Orhan Dilber’in anlatımını bu anlamda çok sevindirici buluyorum. Tarih bilincimizin yeniden ve yeniden düşünülmesi, masaya yatırılması mutlaka gerekiyor. Mesela arkadaşımız dedi ki, İbrahim Kaypakkaya daha 25 yaşlarında kendi dönemindeki birçoğundan farklı bir şey söyledi. Ama neticede bir Kurtuluş Savaşı dedi. Otokrasiye karşı olmak ile Osmanlı İmparatorluğu’nu düzene ve düzeneğe koymak farklı bir şeylerdir.

Üçüncüsü, Orhan Dilber anlatımı içerisinde Erzincan Şurası dedi. Ben Erzincan Şurası’nı bilmiyorum. Ama esas olarak, 1918’de Ekim Devrimi patlak verdiğinde Rusya zaten bu bölgede. Bu bölgenin neresinde? Kars, Van, Bitlis, Muş, Erzincan, Erzurum. En önemli şura, sovyet, meclis anlamında en önemli şura, Taşnak’ın kurduğu, Erzurum’dadır. Bu bilgiyi mutlaka Orhan arkadaşımız da biliyordur. Ama Dersim Şurası denilen ise görebildiğim kadarıyla çok küçük bir parçadadır. Esas olarak bu şuralar da Ekim Devrimi’nin rüzgarı içinde kurulan şuralardır. Erzurum’daki, 1915 Ermeni Soykırımı’ndan önce başlayan, Ermenilerin ulusal bağımsızlık savaşlarının bir sonucudur. Bu şuranın kurulduğu koşullarda Erzurum’un kent nüfusu 50 bindir, bu kent nüfusunun 27 bini Ermenidir. Diğerlerinin bir kısmı Kürt, çok az bir kısım da Türk vardır. Bu manada da şuralar bu topraklarda ön iradeyle gelişen değil, eğer Ermeni ulusal bilincini ve ulusal mücadelesini saymazsak Ekim Devrimi’nin rüzgarı içinde ortaya çıkan organlardır. Savaşın içinde Koçgiri’den başlayarak, 1924’e kadar Cumhuriyet diye bir şeyden bahsetmemek lazım. Zaten böyle bir amaç da yok. Padişahı yıkalım, burjuvazinin şu kesimini getirelim ya da komprador yapalım, böyle bir olay yok. Bunlar Ekim Devrimi’ne karşı İngiliz ve Fransız emperyalizminin girişimleri sonucunda bir nefes alabilir miyiz arayışı sonucunda olmuştur. Sovyetler Birliği’nin Mustafa Kemal’e desteğinin de değerlendirilmesi gerekmez mi?

Anadolu’da şuraların ilan edildiği dönem TKP’nin bir hareketi var. Bu TKP de Bolşeviklerle ilişkili bir Türkiye seksiyonu gibi. TKP, Mustafa Kemal hareketini destekleyen veya onu aydınlanmacı gören bir yaklaşım sergilerken destek verdikleri akımın Sovyetleri bastırmış olduğunu görüyoruz. Bu çelişki nereden doğmuş olabilir ya da böyle bir çelişki var mı?

Sovyetlerin ulusların durumuna bakışı neydi ve Türkiye Cumhuriyeti ile arasındaki fark neydi?

Demokratik açılım süreci, Amerika’nın Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşındaki haklarını geri alma gayreti olarak anlatıldı. Demokratik açılım, Paylaşım kavgasıyla ilgili bir gündem olarak tarif edildi. Bu gündemin biraz daha açılmasını istiyorum.

Temel bir soru sormak istiyorum. Lenin’in dediği gibi motor yapılmış, çalışmış ama bir müddet ilerledikten sonra durmuştur. Sizce bunun sebebi Stalin ve sonrası mıdır? Yoksa sebebi devrimin kuruluş ve işleyiş mantığında mı yatmaktadır? Bir özeleştiri mahiyetinde bu soruya cevap verilmesini istiyorum. İkinci olarak, Lenin ve Bolşeviklerin Kemalist hareketi değerlendirişi bir yanılgı mıdır, değil midir?

Orhan Dilber yeni bir tarih yazımından bahsediyor. Gerçekten de bu gerekiyor. Buna destek vermek gerekiyor. Ancak komünist hareketin tarihine baktığımızda hem Komintern’de belli bir süreden sonra hem de TKP’de Kürtler yok, Ermeniler yok. Hatta hatta Doğu Halkları Kurultayı’na 200 bin Ermeninin katili Enver Paşa’yı bile götürüyorlar. Buna ne diyorlar? Böyle bir partiyi hem Metin arkadaş hem Orhan arkadaş nasıl referans alıyorlar?

Orhan Dilber’in sunduğu çerçevenin üzerinde biraz daha durulması gerektiğini düşünüyorum. Çok alışılagelmiş bir tarih algılaması değil bu. Aslında benden önce konuşan arkadaş farklı bir boyutuyla, Kürt hareketi boyutuyla bunu söyledi ama bundan ziyade Kemalist hareketin bir ulusal kurtuluş mücadelesi olduğu bilinir ve algılanır. Yaygın olan kanı, emperyalistlere, İngilizlere, Fransızlara ve hepsine birden karşı olan bir hareket olduğu ve Anadolu’nun bağrından başlayarak Misak-ı Milli’yle önüne koyduğu hedefe ulaştığıdır. İbrahim Kaypakkaya ve Hikmet Kıvılcımlı burada herkesten farklı bir noktada dursalar bile, onların da bazı ifadelerle de dahi olsa bu harekete hak verdikleri ortadadır. Bu elbette İbrahim Kaypakkaya’nın duruşunu geri düşürmez veya gölgelemez. Ama bu şekilde bir değerlendirme olmadığını biliyoruz. Dolayısıyla Kuvayı Milliye hareketi ulusal kurtuluş hareketi değil idiyse neydi, diye sormak istiyorum.

Emperyalist savaşın içinden iki ayrı cumhuriyet ortaya çıktı. Anlatımlardan iki cumhuriyetten birinin diğerini yarattığı anlaşılıyor. Bu iki ayrı cumhuriyetin temel farklılıkları nelerdir? Sovyetlerle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşlarından itibaren birbirlerinden temel farklılıkları nelerdir? Nasıl bir demokrasi, cumhuriyet anlayışına sahiplerdir? Nasıl bir seçme seçilme ilişkisi vardır? Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk meclisin ilk kurulduğu anda şimdiki meclise benzemeyip başka özellikler taşıdığı da söyleniyor. Bu temel farklılıklar nelerdir?

Bugünkü dünyada, yaşadığımız şu çağda yeni bir Ekim Devrimi nasıl yaratılır? Bunun objektif koşulları var mı?

Birkaç soru sormayı düşünüyorum. Bir tanesi Oğuzhan Kayserilioğlu’na. 1898 ve 1899 yılında Lenin’in parti kurmaya başlarken hesaplaştığı akımlar var. Bu akımlar arasında Millerand, Bernsteincılık ve Rusya’daki Legal Marksistler var. Terimlerle söylersek ekonomizm, kendiliğindencilik, trade-unionculuk dediği sendikalist akım. Bunlarla hesaplaşmanın sonucunda ortaya Bolşevik Partisi çıkıyor. Bugün konuştuğumuz Ekim Devrimi de Bolşevik Partisinin varlığıyla direkt ilintili. Türkiye’de bugün Bolşeviklerin böyle bir şeyi nasıl yapması gerekiyor? Oğuzhan Kayserilioğlu’na göre Türkiye’deki ekonomizm, Millerandizme ve Bernsteincılığa karşı nasıl mücadele edilmesi gerekiyor, kendisinin bunlara karşı düşüncesi nerede duruyor?

İkincisi Metin Kayaoğlu’na. Olması gereken durumla, varolan, içinde bulunulan durumu Lenin, özellikle Nisan Tezleri’nde ayırıyor. Marksistlerin olması gerekenden değil içinde bulunulan durumdan hareket ederek bir tahlil yapması gerektiğini belirtiyor. Lenin’in ikili hükümet döneminde süreci doğru değerlendirmesi ve süreci Ekim Devrimine ulaştırması böyle bir mesele. Hal böyleyse, eğer bu doğru ise, Türkiye’nin içinde bulunmuş olduğu durumda, eğer bugün Türkiye’de bir siyasi ve örgütsel merkez haline gelmiş Bolşevik Partiye benzeyen bir olgu yoksa, Marksizm-Leninizm adına çaba harcaması gereken herkes bu sürece gücünü nasıl katabilir? Teori ve Politika, Marksizm-Leninizm formülasyonlarında buna nasıl bakıyor?

Üçüncü sorum Orhan Dilber’e. Türkiye Cumhuriyeti’yle Sovyet Cumhuriyeti’ni, önündeki ve arkasındaki güçler açısından kıyaslamasına katılıyorum. Türkiye Cumhuriyeti’ni cumhuriyet yapan şeyin, arkasındaki güçlerin tetiklemesi olduğunu söyledi. Sovyet Cumhuriyeti’ni başarıya ulaştıran ve altın tepside sunar gibi, Sovyetlere, “alın bu idareyi” diye iktidarı hediye eden Bolşevik Partisi’nden bahsetti. İki cumhuriyetin karakterini belirlemesi açısından yaptığı bu değerlendirmeyi önemli ve doğru buluyorum. Yeryüzü yuvarlağında ve Türkiye’de herkes bir yerden baktığı zaman kendisini şu veya bu şekilde Marksizm-Leninizmle buluşturuyor. Menşeviklerin ve Sosyalist Devrimcilerin yeryüzü yuvarlağındaki benzerleri kim? Onlar sanki günah keçisi gibi kalıyor. Bu Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler 1917’nin 3-4 Temmuz’una gelene kadar Sovyetlerin içerisinde etkinler. Bunların işçicilikle bağı, Bolşevizmle arasındaki sınır ne? Ve bir de oportünizme karşı mücadelede hayatlarını vererek bedel ödeyen Alman sosyal demokratları, Rosa Luxemburglar, Karl Liebknechtler var. Lenin’in ta 1898’de söylediği bir şey var. Lenin 1912’de partinin içindeki sol ve sağ tasfiyecilere karşı mücadeleyi hallettim diyor ve 5 sene sonra da devrim geliyor arkasından. Temel mesele buyken, Ekim Devrimi’nin ortaya çıkması meselesi parti meselesiyken, bugün yapılması gereken işleri nasıl değerlendiriyor Orhan Dilber?

Sorum Metin beye. Paris Komünü’nün gerici olduğunu söyledi. Ekim Devrimi’nin öncesinde olan bir işçi devrimidir. Buna neye göre gerici bir devrim dedi, onu biraz açarsa sevinirim.

Yönetici: Şimdi konuşmacılara sırayla tekrar söz vereceğim. Birbirinden farklı birçok soru var. Bunları toparlayıp son konuşmalarını yapmak üzere tekrar sözü ilk önce sayın Metin Kayaoğlu’na veriyorum.

 

Metin Kayaoğlu:

Sağolun arkadaşlar. Önce son konuşan arkadaşa yönelik… Bir yanlış anlama, bir ifade sorunu olmuş galiba. Paris Komünü gerici demedim; aman, zinhar! Ama işte bu, sözlerin nasıl gittiğiyle ilgili çarpıcı bir şey arkadaşlar. Ekim Devrimi’ne karşı Paris Komüncülüğü –hatta kayıt da ettim, aman amacımı aşmayayım falan dedim– bugün, bu tarihte Paris Komüncülüğü, Ekim Devrimi’ni eleştirip Paris Komünü’nü öne çıkarmak, onu övmek gibi bir tutum gericidir dedim, Paris Komünü değil.

Fakat bu hususta, Ekim Devrimi’ni yapanların da içinde olduğu bir genel anlayış var. Ekim Devrimi’ni yapanlar, Bolşevikler, pratik koşullarla mücadele ede ede, kavga ede ede kendi zihniyetlerini dönüştürüyor ve değişiyorlar. İşçicilik denen bir şeyin ve işçi demokrasiciliği denen kendinden menkul bir anlayışın, genel olarak dünyada ezilenlerin devrimci hareketine ne kadar zarar verdiğine dair bir şey bu, bir dikkat çekme, uyarma. Bolşevikler iç savaşta bazı önlemler alıyorlar. Kızıl terör var, beyaz teröre karşı kızıl terör. Yaygın birtakım tutuklama ve idam girişimleri var. Bazen bazı komiteler, yürütmedekilere şöyle direktifler veriyorlar. İşçiyi ve eğitimsizi bırakın, işçi olmayanı ve eğitimliyi idam edin ya da tutuklayın. Bunun yanlış olduğu bir süre sonra zaten görülüyor. Köylüler için de benzer bir şey yapılıyor. Egemenler, ezenler her zaman zaten askerleri olarak ezilenleri kullanırlar. İşçiler, ezilenler kendiliklerinden devrimci olamazlar, değillerdir.

Bolşevikler, işçici zihniyetle, böyle bir Marksizm dünyasında İkinci Enternasyonal’in ve Avrupa merkeziyetçiliğin dünyasında ortaya çıktılar. Kavga ede ede köylülüğün, diğer emekçilerin ve diğer ezilenlerin öneminin idrakine vardılar. Demek istediğim buydu. Paris Komüncülüğü, Ekim Devrimi’ne karşı Paris Komünü’nü öne çıkarmak, böyle bir tarihten sonra hem de… Dev bir tarih var, bütün bir yüzyılı kapsayan bir tarih var, bütün bir yüzyılı allak bullak etmiş bir tarih var. Bir de gerçekten çok mütevazı bir girişim var. O mütevazı girişim Ekim Devrimi’nden önce çok önemliydi. 1905 Devrimi’nden önce çok önemliydi. O yüzden Marx, Engels, Lenin çok yazdılar üzerinde. Fakat Ekim Devrimi’nden sonra ve diğer devrimlerden sonra..? Evet bir ilk, önemsenmesi gereken ama tarihsel yerinin de farkında olunması gereken bir olaydır Paris Komünü.

Aslında tartışmalar birtakım noktalara doğru yoğunlaştı gibi geliyor bana. Ne kadar sadeleştirebilirim bilmiyorum. Şu da tabii bir şansızlığım olabilir, benden sonra tartışma gene devam edecek. Tartışmalarla daha belirginleşebilecek, billurlaşabilecek ya da yoğunlaşabilecek ayrışmalar. Ben biraz ilgili sürecin başında bulunmuş oluyorum konuşma sıramdan dolayı. Gerekirse de dışarıda tartışırız, devam ederiz.

Türk Kurtuluş Savaşı meselesi… Arkadaşlar, bu konuda ilginç bir şey oldu, Orhan Dilber’in açıcı, ampirik bilgilerle çok iyi beslenen, genel bir dünyasal-jeostratejik bakışa sahip, tabii teorik bir temeli de olan yaklaşımı meseleyi epey farklı bir paradigmayla, sorunsalla karşı karşıya getirdi. Ben bunlara rağmen şöyle diyebilirim: Orhan Dilber’in yaklaşımının gücünü teslim ediyor, fakat ona katılmıyorum. Türk Kurtuluş Savaşı meselesiyle ilgili yaklaşımına katılmıyorum.

Genel olarak Türk Kurtuluş Savaşı’yla ilgili, “kurtuluş” teriminin kullanılması da dahil olmak üzere, bir yanlış yapıyoruz. Burjuva modernleşme, burjuva devrimler sürecine ilişkin Avrupa merkezci Marksizmin anlayışı şuydu: Önce burjuvazi feodalizmle işini bitirsin, bu süreçte biz onu desteklemek durumundayız, sonra sıra burjuvaziyle bizim kavgamıza gelecek. Model bu. Bizce, arkadaşlar, Türk Kurtuluş Savaşı tabirine karşı çıkışta da bu espriden kopamamak söz konusu. Başka bir taraftan anlayışın dışında olmakla birlikte…

Şimdi genel olarak, arkadaşlar, Türkiye’de 1919-1923 arasında cereyan eden şeyin bir kurtuluş savaşı olduğunu düşünür ve ifade ederlerse, bunu, o zaman TKP’nin de yaptığı gibi desteklemek gerektiği, yanında yer almak gerektiği kanaati içindeler.

Bizce böyle bir şey gerekmiyor. Neden?

Bunun teorik yaklaşımı şu: Burjuva devrimler sürecinin, bizim kendi mücadelemizi tatil edeceğimiz ve tarihsel ilerlemenin temel gerekleri doğrultusunda gücümüzü oraya vakfedeceğimiz bir süreç olarak algılanmasından çıkılmalı. Bu konuda genel olarak Marksist literatürün yaklaşımının yanlış olduğunu düşünüyoruz biz.

Peki, bu yaklaşıma Türkiye’de ilk kez karşı çıkan kimdi? İbrahim Kaypakkaya’ydı.

İbrahim Kaypakkaya, bunu, Türk Kurtuluş Savaşı’nı burjuvazinin önderliğinde bir savaş olarak niteleyerek, savaşın içinde de ondan bağımsız olmak gerektiğini belirterek ve henüz savaş bitmemişken, Sakarya Savaşı döneminden itibaren de, baş düşmanın Kemalistler olduğunu saptamak suretiyle yaptı. Yani bizce, arkadaşlar, Türk Kurtuluş Savaşı, bir “kurtuluş” savaşıdır; bir Türk ulusal kurtuluş savaşıdır. Zayıftır, güçsüzdür, sonuçlarıyla ve varlığıyla zayıftır, güçsüzdür. Tereddütlüdür, istikrarsızdır. Fakat literatürümüz başka bir boyutuyla bu konuda epeyce güçlüdür. Zayıf devrimler, zayıf savaşlar ve zayıf ulusal kurtuluş hareketleri ve kurtuluş süreçleri gibi ayrımlarla yürür zaten. Literatürümüz, bu tür konularda tartışmaları, bu tür ayrıntılara hasrederek ilerletmektedir. Biz de bu yüzden, bir taraftan eleştirirken başka bir taraftan literatürümüzün ufuk açıcı yönlerini alıp kullanıyoruz, tabiri caizse. Kurtuluş savaşları başka türlü olmaz, işte böyle olur arkadaşlar. Ulusal kurtuluş hareketleri, eğer Marksistlerin önderliğinde yürümüyorsa, komünistlerin önderliğinde yürümüyorsa, ki komünistlerin önderliğinde yürümeli ve komünistler kendilerini o hareketin önderliğine yürümekle mükellef kılmalıdır, genellikle böyle oluyor. Bu yaklaşımda, arkadaşlar, dikkatinizi çekmek istiyorum, Orhan Dilber’in Türk Kurtuluş Savaşı’nın genel, en azından jeopolitiği ile ilgili yaptığı bambaşka paradigma kadar başka bir paradigma var, bizce. Biz bunu İbrahim Kaypakkaya’da bulduk. İbrahim Kaypakkaya’nın tutumu, 1919 ile 1923 arasındaki şeyin bir Türk Kurtuluş Savaşı olduğu, fakat sınırlarının, bizim ona katılımımız ve desteklememizle ilgili tartışmanın nasıl yürütülmesi gerektiğiyle ilgili gayet güzel bir başlangıç ortaya koyuyor.

Komintern’de, gene ezilen ulusla ilgili tartışmalarda bunun nüveleri vardır. Közcü arkadaşlar bu tartışmayı iyi bilirler, Orhan Dilber bu tartışmalara ilişkin sözlerini edecektir. Ama uluslararası komünist hareket bu tartışmaları besleyecek birtakım işaret ve dinamiklere sahip. Biz orada bir yerde bulunuyoruz.

Peki, Türkiye’de o yıllarda olan biteni, Orhan Dilber’in anlattığı gibi ifade etmek, Fikret Başkaya’nın dediği gibi söylemek, Kemal Tahir’in, İdris Küçükömer’in dediği gibi anlamak, ne anlama gelebilir? Bizce orada başka bir tarih teorisi galebe çalacaktır; liberal tarih teorisi galebe çalacaktır.

Bu tartışmayı burada sonuçlandıramayız. Ama bu, orada olan biteni, Sovyetler Birliği’nin Türk Kurtuluş Savaşı’na desteğini açıklayamayan, o destekteki dinamikleri göremeyen bir mantık… Sovyetler Birliği’nin tutumunu eleştirebiliriz de elbette, fakat Sovyetler Birliği’nin bu hareketinin, o dönemde Batılı emperyalistlerin kendine dönük müdahalelerine karşı bir tampon olarak görmesi gibi bir devlet tutumunun tarihsel meşruiyetini teslim etmek durumundayız. Bunun bize ikili bir katkısı olur. Bu bir taraftan Orhan Dilber’in yaklaşımının tarihsel olarak, jeopolitik niteliğini düşürür; öte taraftan bizce bu, TKP gibi davranmak zorunluluğunu ortadan kaldırır. Çünkü Komintern, Komintern’in ilk kongreleri dâhil, hiçbir zaman herhangi bir özgül bölgedeki dinamikleri merkezden tayin edemez, sevk edemez. TKP, Suphi TKP’si böyle bir niteliğe sahiptir. İbrahim Kaypakkaya’nın ve başka birçok kesimin, KöZ’cü arkadaşların da, Suphi TKP’sini önemsemesini anlıyoruz. Fakat Suphi TKP’si o dönemde bir sembolik önem arz etmektedir, daha fazla değil. Semboliktir, 1920, aman yanlış yapmayayım, Bakü’de Doğu Halkları Kurultayı’nın toplandığı zaman eylülde kurulmuştur, kurulduğu kabul edilmiştir, birkaç ay sonra öldürülmüşlerdir ve bitmiştir. O TKP, Bakü TKP’si denebilir, Suphi TKP’si denebilir… Efendim..?

Salondan bir dinleyici: 1920 hocam…

Metin Kayaoğlu: Evet. O TKP 1921’in Ocak ayında bitmiştir, arkadaşlar ve o TKP Türkiye’de bizim 1971’den beri devrimciliği sürdüren hareketlerimizin, devrimci hareketlerimizin Türkiye toplamını etkisiyle kıyaslanamayacak denli zayıf kalmıştır…

Semboliktir, fakat birtakım semboller önemli olabilir ve tayin edici olabilir. Şefik Hüsnü’yü sembol kabul etmekle Mustafa Suphi’yi sembol kabul etmek arasında çok önemli farklar olabilir. Bu konuda söyleyeceğimiz bir şey yok. Fakat şunu bilelim: Politik bir nitelik arz etmemiştir Suphi TKP’si, sembolik bir niteliktir… Yoksa Niyazi Arkadaş’ın sorduğu tüm sorular bu tartışmayı götürür, daha çok götürecek nitelikler arz etmektedir.

Doğu Halkları Kurultayı, o dönemde Bolşeviklerin, Ekim Devrimi iktidarının devlet politikaları olabilir, fakat ayrımı şöyle kurmak zorundayız: Ekim Devrimi iktidarı, Moskova’da iktidardaki Bolşevikler elbette Brest-Litovsk Barışı’nı yaptı arkadaşlar, o zaman herkes karşı çıktı. Niye? Birçok yeri kaybettiler… Ne amaçla yaptılar bunu? Birçok yerde devrim davasından, iddiasından vazgeçtiler. Daha sonra İngilizlerle bir antlaşma yaptılar. Bununla ilgili çok ağır eleştiriler getirildi. Bu eleştiriler bizce Sovyetler Birliği’ndeki komünistlerin tutumlarının jeopolitiğini anlamamaktır. Bu ütopik sosyalizmdir, bizce. Sovyetler Birliği’nde komünistler bir devlet inşa etmek zorundalar, bir iktidar, bir güç oluşturmak zorundalar, bir yeri pekiştirmek ve geliştirmek zorundalar.

Fakat bu Türkiye’de mücadele veren komünistlerin onlar gibi davranması anlamına gelmez. Türkiye’de mücadele veren komünistler, gerekirse, ki gerekmektedir bütün bu tarih boyunca, Sovyetler Birliği’nin devletli sosyalist tutumuna karşı mücadele eder, aykırı hareket ederler, edebilirler. Eden babayiğitler olmuştur arkadaşlar! Çin’de Mao Zedung’un önderliğinde mücadele içinde inşa edilen ÇKP, önceki ÇKP’ye karşı ve Sovyetlere karşı mücadele ile devrim yapabilmiştir. Aynen böyle olur! Komintern’in merkezinde verilen kararlarla hareket edenlerin başarısı hiçbir yerde vaki değildir. Böyle bir şey söz konusu olamaz. Özgüllük, yerellik, yerel dinamikler vardır. Komünistler yerli olmak zorundadır, yerli varlıklar… Kafasını oradan inşa eden varlıklar değil, yerli varlıklar. Enternasyonalizmi de bu anlamda anlamamız ve kavramamız gerekiyor bizce.

Şimdi iki şey daha söylemek istiyorum, tartışmayı ne kadar saptırırım bilmiyorum, ama gene de söylemek zorundayım arkadaşlar. Bir, Oğuzhan Kayserilioğlu arkadaş, sosyalist demokrasi hakkındaki görüşlerime katılmadığını söyledi. Bir de, Orhan Dilber bir şey söyledi. “7 Kasım sabahı Kışlık Sarayı zapt ettiler.” Gayet güzel, katılıyorum. Ama benim dediğim farklıydı, bağlamında farklıydı. Darbe de olsa hiçbir önemi yok. Sonra da, “Sovyetlere dediler ki; buyurun iktidar sizin”… Biz bunun böyle olmadığını, böyle okunmaması gerektiğini düşünüyoruz.

Eğer Sovyetlerde Bolşevikler hâkim olmasaydı da görseydiniz Bolşeviklerin Sovyetlere iktidarı verip vermeyeceğini..! Bolşevikler Sovyetlere hâkim olmuş, ondan sonra “Buyrun iktidar sizin olsun” demişlerdir. Başka türlüsü zaten, öndeki arkadaşın da ifade ettiği, vurguladığı gibi, bence somut şartların somut çözümlemesini yapmamak, somut bir güçler ilişkisi içerisinde sosyalizm ve komünizm mücadelesi vermemek anlamına gelir. Bütün güçler biz olacağız, biz hâkim olacağız, iktidarımızı biz tesis edeceğiz. Bizim dışımızdaki birtakım güçlere niye vereceğiz? Vermeyiz! Bu, arkadaşlar, tarihsel momentlerde işçilerin kendileri de olabilir. İşçilerin kendileri, kendiliklerinden komünizmi özlemezler, gerek yok böyle bir şeye. Marksizm bu meseleyi Leninizm vurgusuyla da temel olarak çözmüştür bizce.

Dolayısıyla bir Sovyetler Birliği bir devlet inşa edecek; devlet kendini merkeze almak zorundaydı. Zorundaydı, bu zorunluluklar neticesinde yıkılmış olabilir. Fakat başta uyarıyorlardı. Bolşevikler de biliyorlardı; eğer biz Batıdan yardım almazsak, Almanya’da devrim olmazsa yenileceğiz, diyorlardı. Kautsky büyük, tumturaklı laflar ediyordu. Rosa Luxemburg da, “Mucizeler beklemesinler, Bolşevikler Rusya’da sorunu sadece işaret ederler, fakat çözemezler” diyordu. Bütün bunlar, Marksizmin, devrimci tarzda, üretici güçler teorisine karşı bir tarzda ortaya çıkışının reddidir. Leninizm de Marksizmin üretici güçler teorisi çerçevesinde algılanmasının reddinin şahikasıdır. Ve bütün yirminci yüzyılda Marksizmi böyle okumak, algılamak zorundayız. Aksi takdirde Kaustkyler çok daha doğru şeyler söylüyorlardı. Aksi halde, Marksizmimizi, Leninizmimizi o tarafa yani 1894 ile 1914 arasındaki İkinci Enternasyonal Marksizmine hapsederiz, hiçbir şey kalmaz.

Şu halde, peki ne yapacağız? Peki, bütün bu sosyalizm deneyimleri, bir arkadaşın ifade ettiği gibi, neden yıkıldı, neden çözüldü, çöktü? Ben, birinci tur konuşmamda bu niyetle söylemiştim. Yeniliriz, bin kez yeniliriz, bin kez gene mücadele ederiz. Yenilen ve yenilgiden umutsuzluğa kapılan, karamsarlığa kapılan, yılan kuşaklar olabilir, yeni kuşaklar çıkar. Hiç yenilmemiş gibidir sanki. Ve güzel bir ifade var: Ezilenlerin mücadele biçimlerinin biri de yenilmektir.

Bütün bu sosyalizm deneyimleri, büyük, her anlamda hiçbir mazereti olmadan, büyük kaynaklar, tabiat kaynakları, büyük insan kaynakları elde ettiler niye yenildiler? Bizce esasen, arkadaşlar, –evet, bu tartışmaları birlikte yürütelim– üretim güçlerini geliştiremedikleri için yenildiler, çöktüler. Baştan itibaren bütün sorunları buydu. Baştan, en geniş meşrepli sosyalistin 1991 tarihinde bitireceği noktaya kadar bütün sorun… Bilimsel olarak sorunları buydu, politik olarak Lenin’den itibaren eleştirmeye başlayabiliriz. Politik olarak hangisinin karşı-devrimci olacağı sizin yaklaşımınıza bağlı. Lenin mi, Stalin mi, Kruşçev mi, diğerleri mi..? Hangisiyse…

Türkiye Cumhuriyeti’nin şu an yaşadığı sorunlar bakımından da Orhan Dilber’in sonuçlarına bir itirazım yok, fakat tabii vargılarına ve çıkış noktalarına itirazım var. Türkiye Cumhuriyeti’nin, biz, esasen ulusal solcuların ABD kaynaklarından alarak yayınladığı haritalardaki gibi ve o korkularını besleyecek denli zayıf olmadığını düşünüyoruz. Güçlü bir cumhuriyet bu. Bu devlet güçlü. Türkler güçlü bir devlet geleneğine sahipler. Osmanlı’dan, daha önceden beri…

Kürt devrimci hareketinin zorlamasına nasıl direndiklerini hepimiz yaşayarak, gün be gün görüyoruz. Silopi’den giren gerillaların ifadelerini yazılı şekle sokmamak için nasıl takla attıklarını izliyoruz. Yazılı şekle sokmuyorlar. Dikkat edin, çok önemli. Yazılı hale getirmiyorlar. Bu, Osmanlı’nın ta kuruluşundan beri ezilenlere karşı izlediği yoldur. Hiçbir hukuki karşılık vermemek için sonuna kadar direnir. Fiilen birtakım şeyler yapar, tavizler verir, ama başka bir zaman punduna getirdiğinde tekrar eski düzenini tesis eder, fakat hukuki karşılıklar vermemek için sonuna kadar direnir. Güçlü bir direşkenliği vardır, direnir. Nitekim, gerillanın ağzından çıkan sözü hakimin tutanağa farklı geçirişinin.. hepsinin politik içeriği var. Hepsinin. Hiçbiri tesadüf değil, hiçbiri rastlantı değil. Maddi politik içerikleri var. O ifadeyi hakim, gerillanın ağzından çıktığı gibi tutanağa geçirseydi ve gerillayı, yaptığı gibi salıverseydi, Türkiye Cumhuriyeti rejimi önce yasal boyutlarıyla birlikte çözülmeye başlardı. Fakat Türkiye Cumhuriyeti rejimi çok güçlü, direniyor. Parçalanacaksa parçalansın Türkiye Cumhuriyeti. O konuda hiçbir derdimiz olmamalı. Bunda, uzaktaki emperyalistlerin dahli varsa da, varsın olsun arkadaşlar. Belki şu bölgede, bulunduğumuz, mücadele ettiğimiz bölgede istikrar bozulur ve istikrarsızlık ortamında devrimci dinamikler açığa çıkar. Ezenlerin barışının sürdüğü ortamda devrimci dinamikler kendilerine rahat fırlama, zemberekten boşalma olanağı bulmuyorlar. Nitekim, 20. yüzyıldaki iki büyük savaştan sonra olmuştur devrim dalgaları. Neden? Burjuva iktidarlar zayıflamıştır, güçsüzleşmiştir, devrimci dinamikler zemberek gibi boşalmıştır. Basit nedenlerden… Keşke olsa, Türkiye’nin de içine karıştığı, Ortadoğu’da çizilen sınırların hercümerç olduğu bir şey ortaya çıksa… Keşke ABD’nin Irak’a müdahalesi bütün bölgede önü alınamaz bir yangına sebebiyet verseydi. Bunu lütfen günlük yaşamımıza ilişkin birtakım hümanist sol argümanlarla karşılamayın arkadaşlar. Devrimcilik, iç savaşları, ağır şeyleri göze alarak yapılan bir şeydir. O bahsettiğim NTV Tarih dergisinin “Evrime Yenilen Devrim” sözü… Evrimciler de hiç zayıf değildir, evrimcilerin görüşleri de gayet güçlüdür. Marksizm tarihin evrimsel yolla ilerlediğini kabul eder, reddetmez, ama Marksizm politik yatırımını tarihin devrimci tarzda yönetilmesi ve ilerletilmesine yapmıştır. 20. Yüzyılda bu deneyim açıldı, yenildi, tekrar olacaktır. Burada, bize yeni Ekim Devrimleri yaratmak için objektif şartlar nedir, diye sorarsanız, ki bir arkadaş sordu, bu tür şeylerin sadece birtakım değerlendirmeleri yapılabilir. Stratejik boyutu, jeopolitik boyutu vardır mücadelenin… Bu, tayin edicidir. Fakat mücadele etmek, örgütlenmek, örgütlüyken mücadele etmek, savaşmak ama, dar anlamda dahi savaşmak, savaşarak varlığını sürdürecek örgütler yaratmak… Kriz zamanları, devlet iktidarlarının zayıf oldukları momentler, anlar olacaktır.

Artık bunlar bitti, büyük teknolojik gelişmeler oldu, burjuvazi çok gelişti, kapitalizm çok gelişti, artık şiddet yoluyla, Marksizmin anladığı devrimlerin dönemi geçti diyenler, Marx-Engels’in zamanından beri var. Yeni değil yani. Her üç-beş yılda birtakım gerekçelerle böyle şeyler söyleyenler olur. Ama bu görüşler, her üç-beş yıl sonrasında da birtakım tarihsel politik olaylarla çürütülmüştür. Bundan sonra da öyle olacaktır. Mustafa Kemal diyor ya, yarın güneşin doğacağını bildiğim gibi kurtuluşu görüyorum. Aynen onun gibi. Güneş yarın doğacak. Onu biliyoruz. Bu tür şeyler de olacak. Nereden olacak, nasıl olacak, bunu öngöremeyiz.

Toparlıyorum. Yazarı olmaktan onur duyduğum Teori ve Politika’nın Türkiye açısından Marksist devrimci bir dinamiği nasıl gördüğüne ilişkin soru, yanlış anlamadım umarım, çok ağır bir soru. Çok kafa patlatıyoruz.

Fakat şu anda, Türkiye Devrimci Hareketinin çok kötü bir dönemde, 1971’den bu yana en kötü 10 yılında olduğunu düşünüyoruz. Türkiye Devrimci Hareketi bitmekle karşı karşıya. Devrimcilik dönemi –devrimci dönem ile devrimcilik dönemi arasında bir ayrım yapıyoruz– bitmekle karşı karşıya. Devrimci örgütler, çok büyük mücadeleler yürütmüş olan, büyük fedakârlıklarla mücadeleler yürütmüş olan devrimci örgütlerimiz devrimciliklerini sürdürememekle karşı karşıya. Bir post-devrimcilik döneminin içinde bulunma tehlikemiz var. Çok ağır bir dönem yaşıyoruz.

Bu konuda birtakım dinamikler yok değil, biliyorsunuz… Adını anmamıza gerek yok, bazı girişimler, bazı çabalar var. Fakat özel olarak bu dönemi sonlandıracak özel bir dinamik, bir adres veremiyoruz. Onun, kendimizce, kendi gücümüzün ve aklımızın yettiğince, uğraşını veriyoruz. Bu konuda elbette aklı ve görüşü olanların da önerisine, yardımlarına ihtiyacımız var.

Ama bir politik dinamiğin, hareketin yürüyüşü bakımından birtakım temel, stratejik yönler saptamış bulunuyoruz kendimizce. Türkiye sol hareketi bu zamana kadar esasen modernleşmeci nüfusun içinde bir devrimcilik arayışındaydı. Artık bu nüfustan devrimcilik üretilememektedir bizce. Modernleşme sürecini farklı tarzda yaşayan nüfusa, elbette hepimiz yaşıyoruz modernleşme sürecini, fakat modernleşme sürecini ideolojik olarak edinmiş olan nüfus değil ideolojik olarak karşı duran nüfusa, dikkat etmek gerekir diye düşünüyoruz. Kürt hareketi bu nüfusun önemli bir kısmını dinamize etmiştir. Kendini Müslüman kabul eden başka bir nüfus var. Bu nüfusla bir etkileşime girmek zorundayız. Bu nüfustan devrimcilikler yaratmak üzere, 1971 devrimcilerinin büyük cüreti gibi cüretler ortaya koymak zorundayız. Elbette bunu 1971 devrimciliğinden bu yana süren devrimciliğin yaptığı tarzda yapmak zorundayız.

Bir “Almanca konuşma” 10 yılını, Türkiye devrimci hareketi yaşayamaz bizce. Teşekkür ederim arkadaşlar. Sağolun.

Yönetici: Sayın Metin Kayaoğlu’na çok teşekkür ediyoruz. Şimdi ikinci sözü Oğuzhan Kayserilioğlu’na bırakıyorum.

Oğuzhan Kayserilioğlu:

On tane soru geldi, on soruya cevap veremeyeceğim tabii. Kusura bakmasın diğer arkadaşlar, beş tanesine cevap vereceğim.

Biri TKP ile ilgili. TKP’nin Kemalizm kuyrukçusu olduğu ima ediliyor. 1920’lerdeki 1930’lardaki gerçek TKP’nin Kürt sorunu, Ermeni sorununda tavır almadığıyla ilgili vs. Bunu iyi görmek, ayrıntısına inmek lazım. TKP de böyle olanlar da var, tam zıddı olanlar da var. TKP’nin bu çizgiyi netleştirmesi 1936-37’lerde olur, kendini tasfiye eder ve CHP’ye katılma kararı alır. Fakat bunu yapanlar Şefik Hüsnü’dür, Reşat Fuat Baraner’dir. Devrimci kişiliklerinden şüphe duyamayacağımız kişilerdir bunlar. Ömürleri boyunca cezaevinde yatmışlardır, hiçbir zaman da burjuvazi bunları kabul etmemiştir. Peki, bunlar niye böyle yaptılar?

Türkiye devrimci hareketinde herkes Şefik Hüsnü’nün ve TKP’nin kuyrukçuluğundan bahseder ama kimse Stalin’e laf kondurmaz. Komintern karar aldı. Ve TKP’ye bildirdi. Kendinizi kapatacaksınız ve CHP’ye katılacaksınız diye. Metin arkadaş biraz bahsetti az önce, aynı şeyi mi kastetti bilmiyorum ama. Bir çelişki yok mudur burada. Mesela Kaypakkaya geleneği açısından soruyorum. Stalin’e laf söylemeden, Şefik Hüsnü ile ya da Kemalizm’le nasıl hesaplaşacaksınız? Burada bunları ciddiye almak lazım. Ortada resmi kararlar vardır.

TKP’nin tarihinde Kemalizm’le ilişkisi nedir? Mustafa Suphi’dir. Kemalizm’e güvenmiştir, verilen sözlere güvenmiştir, gelmiştir ve bedelini ödemiştir. Ütopik aşamadır. Mustafa Suphi’yi çok fazla eleştirmemek lazım, hepimizin sahip çıkmasında da fayda var. Ama daha sonra Şevket Süreyyalar, Vedat Nedimler teslim olmuşlardır. Bizzat TKP’nin dosyalarıyla gidip Türkiye polisine teslim olmuşlardır. Bunlar dönek, legalizm, modernizm vs. Türkiye’nin Kemalizm tarafından kalkındırılacağına, işkencelerde ikna olmuşlardır. İdeolojik olarak değil, işkence odalarında bunlar ikna olmuşlardır. Sonradan ideolojisini yapmışlardır.

Bunları yaparlarken bunlara karşı olan çizgi de vardır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı var. Kürt sorunundaki kitabı bugün PKK’nin kamplarında eğitim kitabı olarak kullanılıyor. 1930’da yazılmıştır. Kürdistan’ın sömürge olduğu, Kürdistan’da ayrı bir ülke kurulması gerektiği ve bunun gerilla mücadelesiyle kendisini yürüteceği yönünde tezleri bugün de yayınlanmıştır, isteyen kitapçılardan gidip alabilir. Ama TKP’de bu hâkim olmuş mudur, hayır ama bu çok da zayıf değildir. Genel sekreteridir TKP’nin 1927 ile 29 arasında. Ama 25 senesi de cezaevinde geçmiştir. Burjuvazi de her şeyi hesaplıyor. 25 sene cezaevinde olmak, aktif hayatının üçte ikisini cezaevinde geçirmek demektir zaten. Komintern kararına da karşı çıkan Nazım Hikmet ile Dr. Hikmet’tir. 1938’de içeri girmişlerdir, 1950’de çıkmışlardır. 12 sene içerde yatmışlardır aralıksız. Aynı tarihte Şefik Hüsnü, ondan önceki parti tarihinde TKP’yi Kemalist diktatörlüğe karşı emekçilerin hakkını savunduran metinleri yazan Şefik Hüsnü, birdenbire hatta o dönem Komünist Enternasyonal’in sekretaryasında, 11 kişilik mi ne sekretaryası var, Moskova’dan Paris’e gidiyor, Paris’te TC ile görüşmeler yapıyor. Daha sonra Ankara’ya geliyor, Askere gidip Sivas’ta doktorluk yapmaya başlıyor. Ya da Reşat Fuat Baraner, illegal örgütün örgütlenme sekreteriyken gidiyor Ankara’ya bilmem ne bakanlığında görevli oluyor. Bunlar belli ki TC ile Sovyetler Birliği arasında yapılan devlet görüşmelerinin ürünleridir. Bu yoldaşlarımız da Sovyet devletini ayakta tutabilmek için, Sovyet devletinin çıkarlarını öne çıkardıkları için böyle bir çizgi uygulamışlardır. Yani TKP’yi eleştirenler, bir kere TKP’de farklı görüşlerin olduğunu iyi bilsinler. İkincisi de, TKP’nin bu Kemalizm kuyrukçusu denen hattıyla Komintern’in doğrudan bağlantısı olduğunu ve Komintern çizgisinin de Stalin tarafından belirlendiğini unutmasınlar. Hepsini beraber düşünmek gerekiyor.

Keza, yenilgi üzerine yine katılmayacağım Metin arkadaşa, umarım cevap verme hakkı olur da. Elbette biz yenilgilerle yenilmediğimiz için buradayız, devam etmeye çalışıyoruz. Yenilgi hakikaten ezilenlerin mücadele biçimlerinden birisidir. Ama sadece TKP değil, Irak Komünist Partisi de İngiliz emperyalizmine karşı silahlı mücadele yaparken Komintern kararı ile o silahlı mücadeleden vazgeçmiştir. İngiliz emperyalizmini desteklemeye başlamıştır çizgi olarak. Yanlış yapmıştır, ben suçu sadece Komintern’e atmıyorum ama onu da görelim.

Fakat şimdi oradan geçelim, gelelim modernleşme olayına. Biraz önce yine Metin arkadaş dedi ki, modernleşmenin dışına çıkalım. Çok güzel, aynen katılıyorum. Müslümanlıkla, İslamla nasıl ilişki kuracağımızı… Buradakilerin kaçta kaçı, onda dokuzu Alevidir büyük ihtimalle. Bunları tartışalım, niye devrimciler Aleviler içinde? Biz Alevi hareketi miyiz yani. Kendimizi komünist zannediyoruz ya; acaba Alevilerin komünistlere sempati duyan kesiminin temsilcisi miyiz biz acaba. Bunlara bakmak lazım, bunun için paradigmanızı modernleşmenin ötesine geçirmelisiniz. Ama, daha genelde, dünyada Marksizmi, ve Leninizmi bir modernist proje haline getiren, ekonomik kalkınma projesi haline getiren bir Sovyetler Birliği deneyi vardır. Bunu nasıl pas geçeceğiz, yenilgidir, normaldir mi diyeceğiz.

Hayır, tercihler yanlış yapılmıştır. Başka türlü de olabilirdi, bir ekolojik yıkım üzerine Buharin’in 1920’lerde yazdığı onlarca yazı var. Bu tezlerin Rusya’nın ekonomik kalkınmasını engelleyeceği yönünde alınan kararlar var. Karşı tezler vardır yani her konuda, belli tercihler yapıla yapıla gitmiştir. Mayakovski niye intihar etmiştir? Ya da geçelim resme; Kandinsky denen bir adam vardır, dünyanın en meşhur ressamlarından biri. Devrim oldu, Rus aristokratlarından bir tanesinin oğlu olduğu halde devrimciliğe sempati duyduğu için iç savaş yıllarında Almanya’ya kaçıyor, devrim olunca tekrar Rusya’ya dönüyor, görev alıyor. Kaçmak zorunda kalıyor sonra ve mistiklesiyor. Ya da Şostakoviç, Prokofyef, bunlar niçin suçlandı. Burjuva çürümesi! Hayır, öyle bir şey yok. Halk müziği yapmıyorlar sadece. Yani neresinden bakarsanız… Bilim alanından bakarsanız, ben size başka bir örnek veririm. Ekonomik kalkınma alanından bakarsanız başka bir örnek veririm. Başka ülkelerdeki komünist partilerle ilişkileri açısından bakarsanız başka bir örnek veririm. Burada yanlış giden bir şeyler vardır. Biz bunları göreceğiz ki, bu hatalara bir daha düşmemeye çalışacağız, yoksa yenildik gene de yeniliriz, bir daha yeniliriz, yine de bayrağı kaldırırız, çünkü tarihsel olarak haklıyız, ama hatalarımız varsa onları da görmemiz lazım.

İkinci konu arkadaşın sorduğu, Lenin’in hesaplaştığı durumlar var. Legal Marksistlerle ve ekonomistlerle hesaplaştığı… Ve bugünkü Türkiye’de bunlarla ilgili siz ne yapıyorsunuz tarzı bir soru sordu. Legal Marksizm, Türkiye’deki icazetçilik diyebiliriz. Bunu ulusalcı kanaldan TKP yapmaya çalışıyor, liberal kanaldan Ufuk Uras yapmaya çalışıyor. Eğer siz TKP ile ve Ufuk Uras’la ayrım çizginizi çizerseniz, Lenin’in yolundan gitmiş olursunuz, en genel hatlarıyla. Ne liberal eğilimle bir etkilenme içine girersiniz ne de ulusalcı eğilimle bir etkilenme içine girersiniz ve bunları dışlayan devrimci komünist çizgiyi öne çıkaran bir hat izlerseniz Lenin’in zamanında legal Marksistlerle yaptığı mücadelenin bugünün koşullarında aynısını yapmış olursunuz. Ya da ekonomistler… Kürt sorunu konusunda eğer susmazsanız, işçi sınıfı ben Kürt deyince benden kaçıyor ya da Karadeniz’de örgütlenmeye gittiğim zaman Kürt deyince hemen halk benden uzaklaşıyor, bu konuda ben en iyisi biraz susayım demezseniz… Eğer Halkevlerinin yaptığı gibi, mesela doğru da yapsanız ki doğru da yapıyorlar halkın haklarını savunuyorlar çok güzel bir mücadele yapıyorlar, ama bir şey yapmıyorlar, konuşmuyorlar. Kürt meselesini gündeme getirmiyorlar. İşte bu ekonomizmdir. Emekçilerin haklarını öne çıkardıkları için değil, çok güzel yapıyorlar hepimiz örnek almalıyız, ama ötekini de… Siyasi bedelini ödemeyi göze alarak, Lenin ne yaptı? Ulusal onuru ayakta tutma vs. gevezeliğini de yapabilirdi, öyle yapmadı, iç savaş dedi. Bedelini ödedi bunu dediği için, Alman ajanı olmaktan tutun da bir sürü şeye kadar ithamlarda bulunuldu. Bedelini ödedi öne çıktı. Siz de bedelini ödemekten kaçmayacaksınız, bugün Kürtlerle dostluk kurmak bir bedel ödemeyi gerektirir. Sadece devletin şiddeti değil, bizzat kendi alanımızda kendi emekçilerle ilişkilerimizde özel gerilim yüklenmeyi gerektirir, eğer bunu yapmayı göze alırsanız ekonomizme karşı bugünkü koşullarda bir mücadele yapmış olursunuz. Başka örnekler de verilebilir. Yani, aynen Lenin zamanındaki gibi bir ekonomistler beklemeyelim, çünkü Lenin zaten onların işini bitirmiş, şimdi daha incelmiş, başka biçimlerde geliyorlar.

Bir diğer soru, demokratik açılım. Demokratik açılımla ilgili biraz Metin gibi düşünüyorum. Yani Orhan arkadaşın bize aktardığı bilgilerden ben çok şey öğrendim, güzel bir şey ama, hem bugünkü demokratik açılımın hem Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemindeki gelişmelerin sadece dünyadaki konjonktürle bağlantılı olarak açıklanabileceği kanaatinde değilim. Onun etkisi vardır. Ben bugünden hemen girmek istiyorum. Bugün demokratik açılımla göründüğü kadar ne yapılıyor?

ABD küresel bir konsept uyguluyor bizim bölgemizde. Bu bölgede bir yardımcıya ihtiyacı var, önce kendisi dalıp gitmek istedi, beceremedi, Irak’ta direnişe çarptı, Afganistan’da direnişe çarptı. Bir ek bölgesel güce ihtiyaç var, bu bölgesel gücün de TC olması uygun görüldü. TC’ye de ona göre iç düzenleme yaptırtmaya çalışıyor. En basitinden Kürt meselesinde eğer TC bir iç düzenleme yapmazsa onların bölgedeki ittifakına yeterince uyum sağlayamayacağını düşünüyor vs. ama biz bu demokratik dönüşümü ya da demokratik açılımı, kendi verdikleri isimlerle kullanıyorum, sadece buna indirgeyebilir miyiz? Bence hayır, aynı zamanda Türkiye’de kapitalizm gelişiyor arkadaşlar, güçlü bir kapitalizm var, dünyanın 17 büyük ekonomisinden bir tanesiyiz. Türkiye’nin ordusu güçlüdür. Dünyanın en güçlü gerilla ordusuna karşı savaşmaktadır 25 yıldan beri. Türkiye devleti güçlüdür. Türkiye’de sermayenin toplumsallaşması çok güçlüdür. Sermaye değerleri topluma içselleştirilmiştir. Buna bağlı olarak sermayenin birikiminin geldiği aşamada bölgeye açılma isteği vardır Türkiye sermayesinin. Türkiye sermayesinin bu bölgeye açılma isteği ve gücü olduğundan dolayıdır ki, bununla Amerika’nın çıkarları yan yana geliyor, uzlaşıyor. Eşit değildir, belirleyici değildir, belirleyici olan Amerika olmaktadır. Ama olaylar tersine de dönebilir. Bir hassas denge vardır, yani Türkiye’deki kapitalizmin gelişmesinin, Türkiye ordusunun savaş gücünün, Türkiye askerinin kanının Amerikan askerine göre daha ucuz olmasının, bütün bunların hesap edildiği bir süreçtir. Buradan görmek gerekiyor.

Burada aynı zamanda sermayenin geldiği noktada iktidarı tek başına, mutlak egemen olarak alma isteğini de görmek gerekir. Bu süreç içinde ordunun özel ayrıcalıklı iktidar alanından tasfiye edilmeye çalışıldığını… Evet, ordu gene iktidar alanında olacaktır ama, sermaye kontrolüne doğrudan girdiği, özel imtiyazlarının tırpanlandığı, hizaya sokulduğu, sermayenin mutlak egemenliğinin araçlarından biri haline dönüştürüldüğü bir süreç yaşatılıyor. Bu da demokratik açılım denen şeyin kurucu öğelerinden bir tanesidir. Bana göre onlar ona o ismi vermelerine rağmen bu bir demokratik açılım değildir. Bir açılımdır, dönüşümdür, tamam ama, hem küresel sermayenin hem Türkiye sermayesinin güncel ve tarihsel çıkarlarının kesiştiği bir yerde oluşan bir dönüşümdür. Biz emekçiler açısından demokratik değeri fazlaca yoktur. Eğer biz bastırırsak Kürt halkının yaptığı gibi… Eğer Kürt halkı derse ki, egemenler bir şeyler veriyor, ben de geri çekileyim, anında verdiklerini geri alırlar. Aynı şeyi Türkiye emekçileri yaptığı oranda, o açılıma kısmi demokratik şeyler eklenebilir, ama onun ötesinde bu küresel kriz koşullarında bambaşka, rasyonel olmayan, ani devrimci hamleler için de olanaklar her zaman mevcuttur, onların önü de bir anda açılabilir. Eğer sizin siyasi mantığınız ve siyasi organizasyonunuz, siyasi gücünüz, o bir anda gelişebilen anaforlara uyum sağlama yeteneğindeyse, savaşma gücünüz o düzeydeyse buna uyum sağlarsınız. Leninist olma, her an hazır olma ilkesi…

Yeni bir Ekim Devrimi nasıl yaratılabilir, objektif koşulları var mı? Ben kendi adıma Ekim Devrimini bütünüyle savunuyorum. Bugünkü bilincimle o gün orada olsam tereddüt etmeden Bolşeviklerin safında olurdum. Eleştirdiğim bir şey yok, vardır tek tük nüanslar kendi içinde. Kendileri de yaşasaydı eleştirirlerdi herhalde o kadarını da. Ama ana hatlarıyla tamamen doğrudur. Ama şunu düşünüyorum, biz bugün devrim yapacaksak bu ne Bolşevik partisinin aynısı gibi bir parti kurarak ne de Bolşevik devriminin aynısı gibi bir devrim yaparak olmayacak. Bir zahmet uğraşacağız, didineceğiz kendi çağımızın Leninizmini kendi çağımızın Bolşevizmini çıkaracağız. Kendi çağımızın Bolşevik örgütünü oluşturacağız. Aynısını yaparsak pek başarılı olamayız. Karşımızdaki dünya kapitalizmi, örgütleme biçimi, sermayenin hareketinin geldiği nokta başka yerlerdedir, biz buna uyum sağlamak zorundayız. Lenin’in Bolşevik Partisi, Marx’ın Birinci Enternasyonal’de kurduğu partilere benzemez. Başka bir partidir, çünkü kendi koşullarını esas almıştır, biz de kendi koşullarımızı esas almalıyız. Kendi dönemimizin Bolşevik devrimci hattını oluşturmamız lazım.

Nedir bunlar, çok kısaca? Bizim için ekolojik hareket çok ciddi bir girdidir. Bu bir entelektüel spekülasyon ya da hoş bir şey falan değildir. Gittikçe öne çıkacak, bizim gibi yoksul ülkelerde henüz daha herkes ekmek derdinde olduğu için çok fazla öne çıkmasa da, önümüzdeki on yıllarda gittikçe öne çıkacak bir sorundur. Sermayenin küresel çaptaki hareketin önüne doğal sınırlar koyan bir süreçtir. Buralarda politika üretmek zorundayız.

Yoksulluk denen bir olgu oluşmuştur, bu eskinin işsizliğinden farklı bir şeydir, bunların sayısı artan oranda, sürekli artıyor, dünya nüfusunda 1 milyara yaklaşmış durumda, daha da artacaktır, bunların iş bulma umudu yoktur. Biz bunların bir kısmını işçi sınıfı içine dahil edebiliriz, zaman zaman iş bulanları var ama, bir kısmı zaman zaman da iş bulmuyor. Bunların kendine özgü davranış tarzları vardır. Kendine özgü direnme, isyan etme tarzı vardır. Bizim, zamanımızın Bolşevik hareketinin bunları içermemiz gerekiyor. İçermedikleriyle de ittifak kurması gerekiyor.

Buna benzer ikisini örnek verdim, başkalarını da örnek verebilirim. Yani en önemli iki üç tanesini daha sayayım, kadın hareketi söz konusudur. Barış hareketi söz konusudur. Çünkü emperyalizmin savaş politikası kalıcı bir politikadır. Belki birkaç yıllığına geri çekilebilir yenilgilerle ama bu savaş kalıcıdır… Çünkü kapitalizmin dünyayı yönetme kabiliyeti, yeteneği kalmamıştır. Kerte kerte uzatıyor ancak, askeri gücüyle, organizasyon gücüyle, medya gücüyle, iletişim gücüyle uzatıyor. Sınırlarına gelmiştir, bu sınırlarını ancak şiddetle devam ettirebilecektir, dolayısıyla savaş artık bu çağın kalıcı bir şeyidir. Sen buna karşı bir yandan kendi savaşını organize ederken bir yandan emperyalist savaşa karşı bir barış hareketini organize etmek zorundasın.

Yine Latin Amerika’ya herkes bakıyor da, Latin Amerika’daki hareketler klasik sınıf hareketleri değildir arkadaşlar. Klasik sınıf hareketi olma özellikleri vardır, ama aynı zamanda o ülkelerin yerli nüfusunun, oraya yerleşik anlamında yerli değil hakikaten yerli, Kızılderili nüfusunun, şimdiye kadar harekete geçirmediği ama yeni yeni harekete geçen nüfusun hareketidir. Marcos biliyorsunuz Maoculuğu örgütlemek için o bölgeye gidiyor, Çiapas’a gidiyor. Ama oradaki yerliler Marcos’u örgütlüyor. O artık Maocu bir hareket değil, Çiapas’taki yerlilerin hareketiyim ben, diyor. Kendisi böyle açıklıyor zaten, ben böyle geldim ama şimdi böyle oldum diyor. Ya da Irak’taki direnişe baktığınız zaman, Şiiler vardır ön plana çıkan, Kürtler vardır bizim taraftan bakarsak eğer potansiyel olarak, her an patlayabilecek bir süreç olarak. Bunları izah etmemiz gerekiyor. Bunlar bir yönüyle de, kapitalizm öncesinden kalan toplumsal dinamiklerdir. Bunlarla ilişkilenmemiz gerekiyor.

Bütün bunları bir araya getiren, uygun gördüğünü içine alan, uygun görmediğiyle ittifak alanı kurabilen bir yeni devrimci özne ve bir yeni devrimci sürecin inşa edilmesi gerekiyor. Bunun ana hatlarıyla belli olduğunu düşünüyorum, ama bunun devrim için ne şekilde olacağını, bir devrimin mutlak kaçınılmaz olduğunu, bunun için de zorun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum ama biçiminin nasıl olacağı konusunda biraz deneylere ihtiyacımız var. Öyle, Bolşevik parti şunu yaptı, biz de aynısını yapalım! Ben öyle olacağını zannetmiyorum, başka türlü olacaktır. Bunları da kendi deneylerimizle bulup çıkaracağız.

Türkiye devrimci hareketi nereye gidiyor, diye bir soru da var. Bugün kapitalizmin oluşmasının sonucu olarak tek bir komünist özne olacağını sanmıyorum. Geçmiştekinden farklı olacaktır. Ben mesela ESP’li değilim ama ESP’nin komünist bir özne olduğunu düşünüyorum. Ama ESP’yle birleşmeyi de düşünmüyorum. Bu Yüzçiçek Açsın Derneği, herhalde Demokratik Haklar Federasyonu ile etkileşen bir ekip, bu ekibin de komünistleşme sürecinde olduğunu düşünüyorum. Ama DHF’ye katılmayı da düşünmüyorum. Keza Halkevlerinin de böyle bir arayış içinde olduğunu düşünüyorum, ama Halkevlerine de katılmayı düşünmüyorum. Yine Kürt hareketiyle Demokrasi İçin Birlik Hareketi’ni oluşturmaya çalışan, benim de içinde bulunduğum bir grup komünistin de bir komünist özne yaratma çabası içinde olduğunu düşünüyorum.

Bence komünist hareket önümüzde birden fazla komünist öznenin olduğu bir dönem yaşayacak, bunların iç ittifakı yaşanacak, bunları da işçi sınıfının toplumdaki nüfusunun artması ve paralel olarak işçi sınıfının parçalara ayrılmasıyla da bir sınıf içi ittifak olarak görmek gerekiyor. Bugün, Lassa’da çalışıp 2 bin TL maaş alan biriyle, Çağlayan’da ya da Okmeydanı’nda çalışıp 300-350 TL maaş alan bir işçi farklı bakıyor. O farklı bakışların illaki farklı bir siyasal özneye tekabül etmesi gerekmiyor ama, toplumsal hayat hakikaten çok parçalandı, çok hızlı akıyor, bunun hepsini tek bir komünist özneye sıkıştırmaya çalışmak bir totaliter eğilim olarak da, hatta sınıf içerisinde ittifakı engellemeye çalışan bir noktaya kadar gidebilir. Farklı komünist öznelerin kendi aralarında ittifakının olacağı bir alan ve böyle bir dönem açılacaktır diye düşünüyorum.

Yönetici: Sayın Oğuzhan Kayserilioğlu’na çok teşekkür ediyoruz konuşmasından ötürü. Sözü şimdi Sayın Orhan Dilber’e bırakıyorum.

Orhan Dilber:

Bütün sorulara yanıt vermek ve benden önceki arkadaşların söyledikleri hakkında konuşmak zor olacak herhalde. Onun için bazı noktaları bir araya toparlayarak konuşmaya çalışacağım. Bir defa, Oğuzhan’ın konuşması içerisinde bilhassa bu Şefik Hüsnü-Mustafa Suphi ayrımıyla ilgili söyledikleri üzerinde duracağım. Metin’in dediği doğrudur, ona açıklık getirmeye çalışacağım. Yani Çin’de ÇKP Sovyetler Birliği’ne karşı mücadelede kuruldu gibi bir şey söylemişti. Bir de özellikle ona cevap vermek isterim. Bu, Türkiye ulusal kurtuluş hareketini görmezden gelme ya da Kaypakkaya’nın bu konudaki tutumlarından farklı olarak, onu ihmal ederek, bir nevi, işte Fikret Başkaya ya da başkaları gibi sivil toplumcu bir Kemalizm eleştirisi noktasına düştüğümü söyledi, ona açıklık getirmeye çalışacağım.

Şimdi bir defa Sovyetler Birliği ile Türkiye Cumhuriyeti ya da Kemalist hareket arasındaki ilişki genellikle en az bilinen veyahut en az algılanan, anlaşılan şeylerden bir tanesi. Ve o dönemeç ki Oğuzhan haklı olarak ifade etti, Şefik Hüsnü ile İbrahim Kaypakkaya’yı şahsen karşı karşıya getirmek doğru değildir, bir kararla, bir talimatla Şefik Hüsnü ne yaptıysa yaptı dedi. Dolayısıyla Komintern kararının uygulanmasıdır, diye bahsetti. Ve bu bağlamda da “Mustafa Suphi’yle Şefik Hüsnü’yü karşı karşıya getiremezsiniz. Getirmek istiyorsanız önce Komintern’le ya da Stalin’le hesaplaşmanız lazım” gibi bir şey söyledi. Bu tam doğru değil işte. Bunun neden doğru olmadığını anlamak için bir başka vurguya ihtiyaç var.

Demin bahsettiğim Erzincan Şurası’nın ezilmesine imkân sağlayan şeylerin başında 1918 Brest-Litovsk Anlaşması gelir. Bu anlaşmaya göre, o zaman orada duran ve bu şuranın kurulmasında belirleyici bir rol oynayan, doğrudan doğruya devrim saflarına katılmış Rus birlikleri Brest-Litovsk Anlaşmasıyla birlikte orayı terk ettiler, boşalttılar. Orada Kürtler ve Ermeniler bir başlarına kaldı. Silahlarını Mondros Mütarekesi’ne rağmen teslim etmemiş olan Osmanlı ordularıyla yüz yüze kaldı. Şimdi 1918 Anlaşmasını… Lenin’in ısrarla “Bir an evvel bu Brest-Litovsk Anlaşması yapılmalıdır” dediğini, bu nedenle kendi partisiyle, Buharin’le, Troçki’yle karşı karşıya geldiğini biliyoruz. Dolayısıyla denilir ki, “Leninistler bu suretle, Brest-Litovsk Anlaşması’nı imzalamakla, Erzincan Şurası’nı, Ermeni ve Kürtleri Osmanlı paşalarının zulmüne teslim etmişlerdir. Bu da yanlış bir iştir.” Bunun başka bir versiyonunu Ukraynalı anarşistler, Mahnovist hareket söylüyor. “Brest-Litovsk Anlaşması’nı imzalamakla bizi Prusyalıların taarruzuna açık bıraktınız, topraklarımızın Almanlar tarafından işgal edilmesine imkân verdiniz, bu aynı zamanda Bolşeviklerin Ukrayna devrimine ihanetidir” dediler, başkaldırdılar, iç savaşın yanı sıra bir de Mahnovistlerle Ukrayna’da ciddi çatışmalara girmek zorunda kaldı Bolşevikler. Genellikle bunların üstü örtülür, yahut da “Evet öyledir, zaten de böyle yapılması gerekir” gibi bir tutum benimsenir.

Burada asıl sorun şudur: 1918 Brest-Litovsk Anlaşması’nı imzalayan kim? Bolşevik Parti mi imzaladı? Komünist Enternasyonal mi imzaladı? Şimdi bir kez alışılmış, Bolşevikler iktidarda, iktidar eşittir Bolşevik Partisi, hükümet ne yaptıysa Bolşevik Partisi yaptı demektir, bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir, gibi bir anlayış var. Bu zaten sonradan bütün sosyalist hareketin başına bela olan bir zihniyet. Esas itibarıyla da Leninist Partinin anlaşılmaması demektir. İşçi sınıfının küçük bir azınlığından teşkil etmiş bir partiyi, bırakalım sınıfın bütün kesimlerini temsil etmeyi, bir de hükümeti temsil etmek, devleti olduğu gibi temsil etmek gibi bir noktaya çekmektir. Lenin’in “Hükümet 1918 Brest-Litovsk Anlaşması’nı bir an evvel imzalamalıdır” diye ısrar ettiği doğrudur. İmzalandığı günün akşamı, “Sovyet Cumhuriyeti bir kölelik anlaşması imzaladı” dediği de doğrudur. Tam da bu bize Leninist Parti anlayışını, Bolşeviklerin özgünlüğünü gösterir. Bu tıpkı neye benzer arkadaşlar? Ki Lenin Sol Komünizm tartışmalarında da bunları örnek verir. Yani bir devrimci parti ya da komünistler, devrimciler bir toplu sözleşme mücadelesinde yer almaz mı, yer alır. Greve çıkılmasını savunmaz mı, savunur. Ondan sonra grevin bitiminde bir toplu sözleşme imzalanmasını da savunurlar. Toplu sözleşme imzalandığında bu toplu sözleşmenin işçilerin kurtuluşu olmadığını da söyleyeceklerdir. Ama buna rağmen imzalamak zorundasın. Bu, sömürünün ortadan kalktığı anlamına gelmez. Ama bu noktada bu toplu sözleşmeye imza atmak lazımdır, demesini de bilirler. Brest-Litovsk böyle bir şey arkadaşlar. Brest-Litovsk Anlaşması’na bakarak devletle partiyi iç içe geçirmek, parti ile sınıfın bütününü iç içe geçirmek… Oğuzhan’ın en sonlarda söylediği gibi, bu topraktan bir sürü komünist hareket de çıkabilir, bir sürü parti de çıkabilir, buna alışmak lazım, doğrudur. Tam da bu nedenle zaten Bolşevik Parti bütün sınıfı değil, sınıfın öncü kesimini, hatta demin dediğim gibi bir kısmını temsil eden ayrı bir parti olduğu için, otomatik olarak kendi dışında bir başka şeye daima muhtaçtır, o da sovyettir.

Şimdi Brest-Litovsk’la birlikte yapılan şey ne? Kemalistlere Bolşevikler destek mi vermiş oldu? Hayır, Çünkü Brest-Litovsk’un ardından daha beterini de yaptı Sovyet hükümeti, ilk hükümet, muzaffer dediğimiz Ekim Devrimi’ni yapan hükümet, İngilizlerle ticaret anlaşması imzaladı. Ve bu anlaşmada, “Sovyet Cumhuriyeti İngiliz sömürgelerinde ulusal kurtuluş hareketlerine destek vermez” diye bir madde vardır. Şimdi bunun üzerinden kalkarak, “Aa bakın Bolşevikler ne yaptı?” diyenler az değil. Buna gönderme yapan bir şey bu. Lenin, “Bu ticaret anlaşmasına niye böyle bir madde koydunuz” diye haşlıyor hükümet adına anlaşmayı imzalamaya giden heyeti: “Ne alakası var böyle bir maddenin ticaret anlaşmasında? Ama bizim bu ticaret anlaşmasını yapmaya ihtiyacımız vardı, bundan önemli bir sorun yok, biz şimdi başka bir şey yapalım. Ne yapalım? Doğu Halkları Kurultayı’nı toplayalım.”

Bununla beraber Doğu Halkları Kurultayı’nın gölgesinde kuruldu TKP. Ve o TKP apar topar Anadolu’ya gitti. Ne için? Kemalistleri desteklemek için mi gitti? Kemalistleri desteklemek için komünist partisi mi kurulur? Eğer Şefik Hüsnü’ye bakarsak, Şefik Hüsnü tam da TKP Bakü’de kurulmadan evvel, İstanbul’da kongresini yaptıkları İşçi Çiftçi Fırkası kuruluşunda, işte biz bu partiyi kuruyoruz ve bu partinin yapması gereken iş, Kuvayı Milliye’yi desteklemektir, oraya katılmaktır, diyor. Onlar da katıldılar Bakü’de TKP’nin kuruluş kongresine ve kuruluş kongresinde o görüş değil, Mustafa Suphi’nin savunduğu program kabul edildi. Bu programa göre de, evet, bir an evvel Anadolu’daki harekete katılmak lazım ve buradan bir şura cumhuriyetine gidilecek. “İnlerinden çıkmış azgın bilmem neler” diye tarif edilen Kemalistlere karşı bir komünist partisi olarak geliyorlar, desteklemeye falan gelmiyorlar. İşte bir yandan Sovyet hükümeti ticaret anlaşmaları, ateşkesler yapmakla falan uğraşırken tıpkı Brest-Litovsk’ta Alman Devleti’yle ateşkes anlaşmasını imzalayıp arkasından Alman Komünist Partisi’ni kurmaları gibi, İngilizlerle ticaret anlaşmasında, “Biz İngiliz sömürgeleriyle uğraşmayacağız” diyen bir devletin altında Doğu Halkları Kurultayı toplamak, komünist partileri kurmak vs. gibi…

Şimdi bu tartışmalar ya da bu gelişmelerdeki parti ile devleti birbirinden ayırt etmeyen zihniyet o gün bugündür komünistlerin başına beladır. Bu aynı zamanda Leninist parti anlayışının kavranmayışının da bir ifadesidir. Sınıfın bütünü adına değil, sadece onun devrimci öncüsü adına hareket etme anlayışının kavranmayışıdır. Ekim Devrimi’nin başarısını sağlayan bu ayrımdır. Ama Ekim Devrimi olduktan sonra, nasılsa artık iktidarı aldık, buna artık gerek yok, parti artık bütün sınıfı temsil eder, hükümet de o olur, denirse hükümetin yediği bütün haltlar da partinin defterine yazılır. Problemimiz budur.

Bir Sovyet cumhuriyetinin esas özelliği tam da burasıdır. Birçok parti olacak, vardı da Rusya’da. Sosyalist Devrimcilerin sol kanadı da vardı, Menşeviklerin enternasyonalist kanadı da vardı ilk hükümette. Bolşevikler de vardı. En azından üç tane parti olduğunu biliyoruz. Troçki’nin grubu Bolşeviklere katılmamış olsaydı dört tane parti olacaktı o hükümette. Her partinin de farklı programı olacaktı. Sovyet hükümetinin neye göre hareket edeceğini de, bu dört partinin ortak bileşkesinde bulacaktınız. Dolayısıyla hükümetin attığı adımlarla, hükümetin tutumlarıyla, bu partilerden bir tanesini mahkûm etmek olmaz. Ve o partinin izini sürecek olan Komünist Enternasyonal’di, onun aldığı kararlardı, TKP’nin kurulmasıdır, TKP’nin programıdır.

TKP bitmiştir, dedi Metin. Bitmedi. Bitti elbet, fiilen o TKP kapandı. O TKP’nin önderleri öldü ama parti kapanmadı. Daha sonra o partinin bağlı olduğu Komünist Enternasyonal talimat verdi. Böyle yapacaksınız, Kemalistleri destekleyeceksiniz. Şefik Hüsnü de uydu ona. Önceden de öyle düşünüyordu da, ondan uydu mu diyeceğiz? Kişilik tartışmasını bir tarafa bırakalım, uydular. Ve sadece Şefik Hüsnü değil.

Şimdi oradan geleceğim İbrahim Kaypakkaya ve Çin’le ilgili Metin’in söylediklerine…

Şimdi en çok üzerinden atlanan şeylerden bir tanesine, Lenin’in katılmadığı ilk, Troçki’nin katıldığı son kongre olan, Komünist Enternasyonal Beşinci Dünya Kongresi’ne gelelim. Orada ulusal sorun ve sömürgeler meselesi bir kez daha tartışılır. İkinci ve dördüncü kongrede tartışıldıktan sonra bir kez daha tartışılır ve orada ikinci kongrede Lenin’in ulusal sorun konusundaki tezlerinin düzeltilmesine katkısı olan, belirleyici, çok önemli bir katkısı olan Roy bir daha söz alır. Tam da bu Kemalizm meselesine parmak basarak, şu anda Türkiye’de Kemalistlerle ilişki bakımından Sovyet Hükümetinin yaptığı işler, Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde ulusal sorun konusunda hakkında aldığımız karara terstir. Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun Dördüncü Kongre’den bu yana attığı bütün adımlar yanlıştır, bunların derhal ikinci ve dördüncü kongre kararları doğrultusunda düzeltilmesi icap eder, diye uzun bir konuşma yapar. Toplantıyı yöneten, Malinovski’dir. Malinovski; evet, dinledik, eleştirileri aldık, şimdi bir de Türkiyeli komünistler ve Çinli komünistler ne diyor bir bakalım, der.

TKP delegesine söz verilir. TKP delegesi, evet yoldaşlarımızı katletmiş olmalarına rağmen, bağrımıza taş basarak sosyalizmin çıkarları için Kuvayı Milliyecileri desteklemek zorundayız, mealinde bir konuşma yapar ve bunu destekler Komünist Enternasyonal. Çin delegesi de benzer bir şey yaparak, evet, zaten bizim Koumintang’a katılmamız lazım, der. Bunu diyen partinin o sıradaki yöneticisi Chen Duxiu’dir. Sonradan Troçki’nin muhalefetine katılacak ve Troçkist akıma katılacak olan, ÇKP’nin o dönemki lideri Chen Duxiu. Koumintang’a katılma ve Koumintang’la içli dışlı çalışma çizgisi Chen Duxiu’nin icadıdır.

Kongre, Roy’un itirazlarını reddedip Çinli ve Türkiyeli delegelerin müdahalesi sonucunda, evet Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun bu süre içerisinde izlediği politika doğrudur, bu hareketler desteklenmelidir, kararına varır.

İşte Şefik Hüsnü’ye verilen talimat ondan sonradır. İşin doğrusu Şefik Hüsnü’nün de bu kararın alınmasına katkısı olduğunu görmüş olduk. Bunun üzerine Roy adeta ceza gibi Çin’e sorumlu olarak gönderilir. Ve Çin’de çalışması icap eder. Bu çalışmalarının sonucunda da, Çin sorunu üzerine aşağı yukarı yedi yüz sayfalık Rusça bir rapor yazar Komintern’e. O raporun metni halen sadece Rusça olarak Moskova arşivlerinde duruyor ve birtakım akademisyenlerde ufak tefek alıntılarına rastlayabiliyoruz.

Roy’un burada söylediği şey, Çin devrimi ile sınırlı değil. Çünkü Roy, o zaman Mao’nun önderlik ettiği Sovyet girişimini de gezer, işte, der, böyle olacak. Çin’de esas olması gereken Koumintang’la işbirliği içerisinde erimek değil, tam tersine köylülerden destek alan bir ayaklanmayla Çin devrimi yapılır mealinde bir yol da çizer. Mao’nun sonradan benimseyeceği ve Çin Devriminin önünün açılmasını sağlayan çizgi de budur.

Şimdi baktığımızda, ne, nerede, ne zaman bozuldu, bunlar karışıktır. Kimse bunların detayı ile uğraşmakla meşgul değil. Türkiye’de Kemalizme kuyrukçuluk yapanların, Çin’de Koumintang’ın içinde erimeyi savunanların kaderinin ne olduğunu biliyoruz. Biz ayrımlarımızı yaparken ölçüleri, kıstasımızı nereden alacağız, neye göre yapacağız? Oğuzhan’ın dediği gibi biz geçmişi saygıyla rafa kaldırıp bugün kendi Bolşevik Partimizi mi kuracağız, yoksa önümüzü açabilmek için geçmişin derslerinden donanarak, referanslarımızı buralardan alarak yürümek mi zorundayız? Şimdi, doğrusu, son söylediğimizi yapmaktır. Ve burada bulunur referanslarımız.

Tekrar dönelim cumhuriyetin kuruluşunda olan bitenlerle Ekim Devrimi’nin ilişkisine. Cumhuriyetin kuruluşu ile ilgili, arkadaş, bu Türk ulusal kurtuluş hareketidir dedi. Türk ulusal kurtuluş hareketi falan yoktur. Kuvayı Milliye hareketi başladığı zaman, Türkiye’de bir ulusal kurtuluş sorunu yoktur. İşgal altında bir devlet! Nedir işgal altındaki devlet? Emperyalist savaşa taraf olarak katılmış ve parçalanmış bir Osmanlı İmparatorluğu’ndan bahsediyorsunuz.

Tıpkı Avusturya-Macaristan ve Alman İmparatorluğu gibi… Emperyalist savaşın tarafı olan bir devletin parçalanması sonucunda bir ezilen ulus ve dolayısıyla bir ulusal kurtuluş hareketi çıkar mı?

Bu, çıkar, diye savunuldu. Ne zaman savunuldu? İşte bu Almanya’da Fransa’nın Versailles Anlaşması’na dayanarak Alman sınırlarını askerleriyle geçip işgal etmesiyle Alman Komünist Partisi Almanya emperyalist işgal altındadır, ulusal kurtuluş mücadelesi vardır, diye savundu. Ve bu ciddi tartışmalara yol açtı 1923’ten itibaren. Hayır arkadaşlar! Emperyalist bir devlet işgal altında olmaz. Emperyalist bir savaşa girer ve sonuçlarına katlanır, parçalanır. Hiç kimse de bir emperyalist ülkenin ya da egemen bir burjuva diktatörlüğünün şu ya da bu nedenle, bir savaş nedeniyle, kendi çıkarı için girdiği bir savaştan dolayı işgal altında kalmasını meşru bir ulusal kurtuluş mücadelesi olarak savunamaz. Tıpkı Irak’ın işgal altına girmesine karşı Baas’ın direnişinin yanında olunmasının, Baas’la beraber savunulmasının mümkün olmayacağı gibi.

Osmanlı İmparatorluğu o anlamda Mondros Mütarekesi’yle kendi imza attığı anlaşma sonucunda işgal altındaydı. İmzayı atan Rauf Orbay da, Kuvayı Milliye’nin kurucusudur. Böyle ulusal kurtuluş hareketi mi olur? Tam tersidir. Neydi bu? Ulusal kurtuluş hareketi mi?

Tıpkı Rusya’da Ekim Devrimi’ne, Sovyet iktidarına karşı kurulan karşıdevrimci Beyaz Orduların, onların ardındaki emperyalist destekçilerinin şu ya da bu nedenle o ittifakın içerisinde rol oynayan eski Sosyalist Devrimci, Menşevik vs. unsurların olduğu gibi, bunların hepsi birden karşıdevrimci kampıdır.

İşte Kuvayı Milliye hareketi tam da Ekim Devrimi’nin Anadolu topraklarındaki uzantısına karşı, emperyalistlerin desteği, onayı ile geliştirilmiş bir karşıdevrim hareketidir. Bunun sonucunda kurulan cumhuriyet de bir karşıdevrimin ürünü olan bir cumhuriyettir.

Tıpkı Rosa Luxemburg’un, Karl Liebknecht’in ve başka Alman devrimcilerinin kanı üzerine kurulan karşıdevrimci Weimar Cumhuriyeti gibi. İmparatorluktan cumhuriyete geçti diye Almanya’da karşıdevrimin ürünü olan Weimar Cumhuriyeti’ni ilerici sayabilir misiniz?

Sayarsanız, arkasından o cumhuriyetin başına Hitler gelir. Tıpkı 1923’te, Fransızlar topraklarımızı işgal etti diye Birahane Darbesi gibi. Hitler oradan başladı. İşgale karşı Alman milliyetçiliğini savunmak üzere geldi. Komünistler de meşru saydılar onu bu nedenle. Evet, vatan savunması meşrudur, diye desteklediler o zaman. Ondan sonra Hitler şansölye oldu, darbesini yaptı.

İmparatorluktan sonra kurulan herhangi bir cumhuriyet ilerici olmaz.

Eğer Kerensky darbesini başarsaydı, Kornilov’la birbirlerine düşeceklerine, elbirliği ile devrimcilerin üzerine, Sovyetlerin üzerine yürüselerdi ve Çarlığın yerine Rusya’da bir cumhuriyet kurulsaydı… O zaman buna ilerici mi diyecektik? Otokrasiden Cumhuriyete geçtiler diye…

Hayır, ileri adım Şubat-Ekim arasındaki adımdır, istikrarsız bir dönemdir. İleri olan tek şey odur. Bunun nihai sonucu ikili iktidarın bir bacağının kırılması ve Sovyetlerin iktidarı bütünüyle ele almasıdır. İlerici olan bir tek o. Bunun dışında her şey gericilik olur. O itibarla da mesela, Metin’in bir soruya cevaben söylediği gibi, bu varken kalkıp Paris Komünü’nü savunmak gericiliktir. Çünkü Paris Komünü bunlara cevap getirmez. Ekim Devrimi’nin asıl önemi tam buradadır. Otokrasinin yerine gerici bir burjuva cumhuriyetinin gelmesine itiraz ederek İşçilerin Köylülerin Devrimci Demokratik Diktatörlüğü diye savunulan, bunun Sovyet cumhuriyetleri olarak gerçekleşmesini savunan şeydir ilerici olan ve bir tek o ilericidir.

Bu bir kere tesis olduktan sonra, sadece orada değil, dünyanın her yerinde bunu ikame eden bütün cumhuriyetler gericidir. Bunun gerisinde kalanlar da gericidir. O nedenle Paris Komünü Sovyet cumhuriyetine nazaran geridir ve bunda ısrar etmek, Sovyet Devrimine karşı Paris Komünü’nden yana tutum almak da gerici bir tutum olur. Orada Metin’e kesin ve tartışmasız olarak katılırım. Şimdi böyle baktığımızda ne oldu cumhuriyetin kuruluşunda, ileri bir adım değil mi padişahlığa göre? Niye padişahlıkla kıyaslayalım?

Bir avuç da olsa orada Alişer’le, destekçileriyle, artı Ermenilerle, ki bu Ermenilerin hepsi Taşnak değildi, daha sonra ta Dersim’deki 1938’e kadar Kürtlerle beraber Erzincan Şurası’nın çizgisini takip eden Bolşevik Ermeniler de vardı.

Sonradan Türkiye Cumhuriyeti ile padişahlığı kıyaslamayız. O Türkiye Cumhuriyeti’nde, ömrü kısa da olsa, sınırlı bir alanda kurulmuş da olsa, Ermenilerin ve Kürtlerin, güya birbirlerini boğazladıkları iddia edilen iki ezilen ulusun birlikte oluşturdukları cumhuriyetti bu topraklarda atılan en ileri adım. Onun gerisinde kalan her adım da daha geridir. Bu nedenle TKP de programına onu yazdı. Bizim için, işçi sınıfı az gelişmiş de olsa, bu topraklarda bir şuralar cumhuriyeti hedefi vardır.

O gün bugündür, bunun gerisinde kalan her program gericidir.

O gün bugündür, TKP’nin kuruluşunda, o elverişsiz nesnel koşullara rağmen Türkiye’de, “önümüzde bir şuralar cumhuriyeti hedefi vardır ve birinci adım budur ve devrimin asgari hedefi budur” diyen program tek ilerici programdır. Onun gerisinde kalan her program gerici olur.

Şimdi böyle baktığımızda, cumhuriyetin kuruluşunu neyle kıyaslayacağız, neye göre ölçeceğiz meselesi gelir. E, canım Erzincan Şurası da böyle istisna, çok da bilinmeyen bir şey. Paris Komünü daha mı büyüktü zannediyorsunuz? Senelerce Sovyet Devrimi, Ekim Devrimi oluncaya kadar bütün komünistlerin ufkunu saran Paris Komünü daha mı büyüktü? Birinci Dünya Savaşı’nda İtalya’da ortaya çıkan Konsey hareketleri daha mı büyüktü zannediyorsunuz? Bavyera Sovyeti daha mı büyüktü?

Niye, Kürtlerle Ermeniler var diye mi küçük oldu, geri oldu, önemsiz oldu? İstanbul’da kurulmadığı için mi Erzincan şurasını önemsiz sayacaksınız. Ve o zaman bugünü de anlayamazsınız. Bugün işte şimdi cumhuriyetin temellerini kurcalayan demokratik açılımın İstanbul’dan değil de Diyarbakır’dan doğru geliyor olması, buradaki basınçla oluşuyor olmasını da, “Yahu böyle demokratik açılım mı olur, demokrasi buradan gelmez. Demokrasi dediğin İstanbul’dan, İzmir’den gelir” mi diyeceksiniz?

Bunları birbirine bağlayarak tamamlamaya çalışacağım; eksik bıraktığım bir soru var mı diye müsaadenizle bir tekrar bakmam gerekiyor.

Oğuzhan Türkiye’deki dinamiklere bakarak olmaz, dünyadaki gelişmeleri dikkate almak lazım diye bir şeye işaret etmişti. Dünya deyince neresini kastediyorsunuz arkadaşlar? Sadece Erzincan Şurası değil, Kürtlerin ve Ermenilerin beraber hareket ettikleri yer. Doğu Kürdistan’da Giran Sovyeti kuruluyor, yanı başında Simko, biz de katılacağız sizin özgür uluslarınızın arasına, diyor.

Şeyh Mahmut Berzenci Güney Kürdistan’dan Moskova’ya mektup gönderiyor. Biz de yanınızdayız, biz de oraya geleceğiz, diyor. Sadece Kuzey’deki Kürtler değil. Oradaki ihaneti nereden göreceğiz?

Orada işte Menşeviklerin ihanetini göreceksiniz. “Ekim Devriminde Bolşevikler iç savaşta mezalim yaptılar.” Kime karşı yaptılar, kiminle savaştılar? Rusya’daki Menşevikler haindir, karşıdevrimcidir de, niye Ermeni Menşevikleri karşıdevrimci olmasın?

Taşnaklar, Bolşeviklerin yanına giden Erivan’daki Ermenistan hükümetine katılmak yerine, Fransız emperyalistleri ile işbirliği içinde Kilikya’da emperyalizme bağımlı bir Ermenistan kurmaya kalkıştılar. Erzincan Şurasındaki silahlı birliklerini Fransız lejyonlarına katıp hızla Kilikya’ya doğru yöneldiler, Fransızların ittirmesiyle. Sık sık ezilenlerin başkaldırısı falan denen Karayılan direnişi, Maraş Sütçü İmam direnişi filan dediğimiz, işte bunlar emperyalizme karşı halkın tepkisiymiş!

Hayır, arkadaşlar; onlar, Fransız üniforması altındaki Taşnak lejyonerlerine karşı ve onların muhtemelen geçtikleri yollarda yaptıkları birtakım mezalime karşı oradakilerin tepkisidir. İzleyin yolu, Erzincan’dan, Mersin’e yani Kilikya’ya nasıl gidilir? Maraş’tan geçeceksiniz, Antep’ten geçeceksiniz. O güzergâhta bir tek tepkisel hareket vardır. Ve Fransa’nın asıl yaptığı da, Erzincan şurasının başlıca silahlı kuvvetlerini kendine devşirip bunları “Biz size Kilikya’da Ermenistan Cumhuriyeti kuracağız” kandırmacasıyla Bolşeviklere katılan Ermenilerin de yanından kopartarak Ermenilerin önemli bir kuvvetini güneye doğru çekmesidir.

Dikkat edin, bu harekâtta niye Karayılan bunlarla kapışıyor, niye Sütçü İmam bunlarla kapışıyor da Kuvayı Milliyeciler bunların yollarını açıyor? Sonradan Fransa başka çıkarları nedeniyle Kilikya Ermenistan’ından vazgeçti. Hatay’ı götürüp Osmanlılara, Osmanlı paşalarına ya da Türkiye Cumhuriyeti’ne hediye etti.

Şimdi bunlar tarihin karanlık noktaları. Ama hepsi Ekim Devriminin karanlıkta kalmış, iç savaşın karanlıkta kalmış birçok noktası gibi karanlıkta kalmıştır. Çünkü aynı hikâye. Bizim Ekim Devrimi ile bağlarımız, TKP’nin kurulan ilk Komünist Enternasyonal’e, Orta Asya’da yeni kurulan birçok komünist partiyle beraber katılan partilerden bir tanesi olması tesadüf değildir. Çünkü Ekim Devrimi bu topraklarla çok derinden ve yakından ilgili bir şey.

Demin bir arkadaş Erzurum’dan bahsetti.

Evet, bir sürü şura var. Tıpkı Rusya’da olduğu gibi oluyor. Çünkü orası Rusya toprakları o zaman. Çerkezler Kafkasya’da devrim için savaştıkları gibi Çerkez Ethem’in birliklerinde de savaştılar. Ve Kuvayı Milliyecilerin Yunanlılardan önce yaptığı ilk iş, Çerkez Ethem’in birliklerini kaldırmaktı. Yani bunların hepsi Rus devriminin bütün etkilerini kazıyarak, silmek üzere hareket etti. Bu cumhuriyet, öyle bir cumhuriyettir. Tıpkı 1918’de Almanya’da kurulan cumhuriyet gibidir, tıpkı Paris Komünü’nün ezilmesinden sonra kurulan cumhuriyet gibidir, hiçbir ilericiliği yoktur. Ve gelen sorulardan birinde olduğu gibi, bunun ilericiliği gericiliği ulusal soruna bakışta belli olur, ki bunu söyleyen ben değilim.

Sovyet cumhuriyetleri, o güne kadar adı bile anılmayan Çeçenleri, İnguşları siyasi bir statüyle donatırken, Osetya’nın kuzeyi ile güneyini birbirinden ayırma inceliğine kadar ulusların kendi kaderini tayin hakkına saygı gösterirken, Türkiye’de kurulan cumhuriyet Kürtçe bir kelimeye bir koyun değeri kadar para cezası verdi, öbür fiziki baskıların yanında. Bir Kürtçe kelime sarf eden, bir koyun değeri kadar para cezası öderdi. Yediği sopadan, çektiği işkenceden, baskılardan hariç.

Tanzimat’la beraber kurulan meclisin bileşimine baktığınız zaman her milliyetten insanı görürsünüz. En demokratik meclis dedikleri 1. Meclis’te, Mustafa Kemal’in birinci meclisinde bunların hiçbirisini göremezsiniz.

Metin, konuşmalarında Türkiye’de burjuva devriminin önemini ihmal etmek gibi bir şeyden bahsetti. Kim söylüyor Türkiye’de Cumhuriyetin kuruluşunun burjuva devrimi olduğunu? 12-13 yıl önce oldu o burjuva devrimi, belgelere de öyle geçer.

1908 Meşrutiyeti’dir. Türkiye’de burjuva demokratik devrimi oldu diye bunun üzerine çarşaf çarşaf yazılar yazmış Mustafa Suphi. TKP’nin programı da öyle der. Demokratik devrim, burjuva demokratik devrimi meselesi bitmiştir der. 1908’de bitmiştir. Bir daha, bir daha yapılır mı? O zaman bugünkü demokratik açılıma da burjuva demokratik devrimin ilerletilmesi tamamlaması demek icap eder, tedrici bir şeyse…

Devrimler öyle tedricen olacak şeyler değildir. Niçin Kuvayı Milliye hareketini burjuva demokratik devrimi diye tanımlamak lazım? O kadar burjuvaziye o kadar devrim yeter. II. Meşrutiyet’le Türkiye’de, Osmanlı İmparatorluğunda burjuvazinin demokrasi sorunu bitmiştir. Tıpkı İngiltere’de olduğu gibi; o gün bugündür monarşi altında yaşıyorlar. Bir daha, daha demokratik bir burjuva devrimi dersek, işte o zaman tuzağa basarız. Burjuva devriminin daha demokratiği diye bir şey olmaz. Olan olmuştur, ondan sonra sıra başka bir şeye geliyor. TKP de programında onu söylüyor. Bundan sonra bize başka bir burjuva cumhuriyeti değil, şuralar cumhuriyeti lazımdır.

Lenin’in tutumu ise burada farklıdır. Demokratik devrim meselesi ile ilgili bir soru vardı. İki Taktik’teki formülasyonlarla ilgili.

Ne diyordu otokrasiye karşı? İşçilerin Köylülerin Demokratik Diktatörlüğü ile sonuçta taçlanacak ve oradan kesintisiz bir biçimde sosyalizme doğru gidecek bir devrim mümkündür ve yapılması gereken budur.

Aynı şey oldu Rusya’da. Demin konuşurken konuşmacı arkadaşlardan bir tanesi söyledi. Sovyet Cumhuriyeti’nin sosyalist olması ne manaya gelir? Sosyalizmi kurdu diye mi? Hayır! Onu sık sık defaten söylerler. Tıpkı mesela bugün bir sosyalist parti hükümet olursa sosyalist parti hükümetidir. Burjuva cumhuriyetinde bir sosyalist parti hükümeti kurulabilir.

Burjuva cumhuriyetinin olmadığı proletarya diktatörlüğü üzerinde de bir sosyalist hükümet pekâlâ olur. Burjuva diktatörlüğü altında sosyalist bir hükümet kurulabiliyor da, Sovyet cumhuriyeti altında bir sosyalist hükümet mi olmaz. O anlamda sosyalisttirler.

Yönetici: Konuşmayı yavaş yavaş toparlayabilir misiniz?

Orhan Dilber: Toplumsal üretim biçimleri falan, bununla ilgili tartışmalar mevzu. Bahis konusu olan o değildir. Orada evet sosyalistler kendi devletlerinde iktidar olmuşlardır. Bu anlamda sosyalisttir, o kadar.

Şimdi buradan gelerek demokratik açılıma bağlayalım. Şimdi bu demokratik açılım meselesinde, bugün işte bunun arkasında emperyalistler var, buradan bir demokratiklik çıkmaz, buna bel bağlamamak lazım filan deniliyor. Kesin olarak söylenmesi gereken şudur: Buradan Kürdistan sorununun çözümü doğrultusunda bir şey çıkmaz, onu tartışmıyorum. Ama bu demokratik açılım ne yapar? Şimdi dönerek Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı analım. Onun bahsettiği legaliteyi istismar kavramını aklımızda tutarak düşünelim. Evet, bu demokratik açılım istismar edilebilir, etmek de zorundayız.

Çünkü eğer bu hakikaten cumhuriyetin kuruluşunun temellerini kurcalıyor ve bu nedenle çok kontrollü götürülmek isteniyorsa, bunu kurcalamak elzemdir.

O temellere çomak sokulurken devrede olmak zorundadır komünistler, emekçiler, ezilenler.

Ve bu, istismara açık bir ortamdır. Onun için muhalefet bugün bağırıyor: “Bunu istismar ediyorlar!” Kimin için diyorlar bunu? Kürtler için diyorlar.

Evet, Kürtler demokratik açılımın nasıl istismar edilebileceğini gösteriyor, yakından izlemek lazım, yan yana yürümek lazım. Eğer bu demokratik açılımı emekçilerin ve ezilenlerin çıkarları doğrultusunda istismar etmeyi becerebilirsek, bunu beceren bir komünist partisini kurabilirsek, Oğuzhan’ın dediği gibi başka komünist isimli partilerle, sosyalist partilerle yan yana, işte o zaman gerçekten emekçilerden ve ezilenlerden yana bir demokratik cumhuriyetin kuruluşu yönünde çok önemli bir adım atarız. Zaten ben zannediyorum ki bugünkü tartışmamızın esas manası da budur. Dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Yönetici: Biz çok teşekkür ederiz.

Öncelikle tüm konuşmacılara tekrar teşekkür edelim. Başlarken öyle söylemiştik. Metni de yanımda. Bir dergide Ekim Devrimi’nin burjuvazinin gündemine nasıl girdiğini de gösterdi. Bu bir saldırıdır demiştik. Ama tarihsel akıbeti âsar-ı atika müzesinde çıkrık ve tunç baltanın yanında olanlar, Ekim Devrimi’ni müzelik hale getiremeyecekler demiştik. Onun için Ekim Devrimi tartışmalarını birlikte örgütledik. Ve bu bir başlangıç, önümüzdeki süreçte devam edecek. Ve çok verimli ve derin bir tartışma olduğunu diye düşünüyoruz. Sayın Metin Kayaoğlu’na, sayın Oğuzhan Kayserilioğlu’na, sayın Orhan Dilber’e konuşmalarından ötürü teşekkür ederiz. Buradaki herkese de katıldığı için, bu etkinliğe can verdiği için teşekkür ederiz.

Ekim Devriminin ışığı yolumuzu aydınlatıyor, tekrar görüşmek üzere…

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar