Ana SayfaSayı 1Bunalımın Felsefesi ya da Felsefenin Bunalımı

Bunalımın Felsefesi ya da Felsefenin Bunalımı

            Buradaki çözücü soru şudur; Hıristiyan veya İslam, “tanrı”nın Helenizyan felsefede aradığı şey nedir?

            Verilebilecek cevaplardan ilki, dinin, kendi evren modeli için helenizyan felsefede bir doğrulama bulmasıdır. Aristoteles ve Platinos’un dinler için birer resmi filozof haline gelişinin kısa öyküsü budur. Mitolojiden beslenen akıl, dinin gelişmesiyle imanın emrine girer, imanın doğrulaması olur. Böylece felsefe, teolojinin eki haline gelir.

            Felsefenin dinden kurtuluşu, bu yüzden aklın yeniden “dünyevileşmesini” gerektirmiştir. Kuşkusuz, aklın yeniden dünyevileşmesi felsefenin “bağımsız bir bilim” dalı olarak gelişmesinin önkoşuludur. Ancak denildiği gibi akıl hep varolmuştur ama her zaman akılcı biçimde değil. Aklın akılcılaşması “esaslı olanı” boş laftan ayıracak bir ölçüyü gerektirir. Bu ölçünün olmadığı koşullarda aklın dünyevileşmesi dünyanın akılcılaşmasını sağlamaz, ama dünyevileşmiş akıl onu her şeye rağmen akılcılaştırmaya çalışmıştır. Bunu “boş laf” ile yapamayınca, tıpkı teolojinin helenizyan felsefeye yaptığı şeyi yapmış ve teolojiyi yardıma çağırmıştır. Bu “bilim” büyük sistemler kurmasına ve dünyayı en aşırı biçimlerde açıklamasına rağmen, onun kurucu babalarından olan Kant’ın dediği gibi bugün hala esaslı olanı boş laftan ayırt edecek kesin bir ölçüsü yoktur. Şimdi bu ölçüyü ödünç edinmek üzere yüzünü bilime dönmektedir. Üstelik bilimden ödünçlenirken istediği şeyin mülkiyetinin kendisine ait olduğunu iddia etmektedir. Bu anlamda, “bilimlerin anası olarak felsefe” tamamen modern bir olaydır ve onun tarihsel gelişimi içinde bu kez doğru yolu bulup bulamadığında karar kılmadan; bu karara varmak üzere onu tarihin kendisinde araştırıp göstermeden “doğru” tartışmanın yolu yoktur.

            Felsefe, hiç olmazsa Aydınlıklar Çağı’ndan bu yana iman ile kendisi arasında bir mesafe koymaya çalışmaktadır. Hatta, felsefenin bunu başardığı ölçüde ilk önce bağımsız bir disiplin, sonra da bütün diğer disiplinleri kendi himayesi altına alan modern bir teoloji haline geldiğini söylemek mümkündür. Ancak, felsefe de kendi geleneğine uygun bir imanı önvarsaymaktadır; felsefenin bilimler üstü bir disiplin olduğuna inanılmalıdır. Kendi iktidar alanı üzerinde tartışılmaz bir tutuculuk gösteren felsefe, eski imana karşı devrimci savaşını artık hatırlamamaktadır. Oysa, kendisi için de bir amentü olacaksa o hala şu olabilir:

“Bir bilimin olanaklı olup olmadığını sormak, onun gerçekliğinden şüphe etmeyi şart koşar. Ama böyle bir şüphe, tüm varı yoğu belki de bu sözüm ona mücevher olan herkesin gücüne gider; bu nedenle de, böyle bir şüpheyi ağzından kaçırana her zaman her taraftan karşı konulur. Bazıları, eski ve bu nedenle de meşru kabul edilen mallarının gururlu bilinciyle, ellerinde metafizik özet kitapları, ona aşağılayarak bakacaklardır; daha önce başka bir yerde görmüş olduklarıyla aynı olandan başka bir şeyi görmeyen bazıları da, onu anlamayacaklar; ve olması yakın bir değişme korkusunu ya da umudunu uyandıracak hiçbir şey olmamışçasına, her şey bir süre böyle kalacak.”[1]

            Felsefe için hal bu ise, bütün gelişmiş görünümüne rağmen, bitirmiş gibi göründüğü her tartışmanın, çözmüş gibi göründüğü her sorunun ardından yeni bir “prolegomena” yazmak zorunludur. Bu prolegomena, bugün de, çıraklar için değil, geleceğin öğretmenleri için yazılacaksa artık referansını Kant’a ya da Hegel’e yapamaz; Feuerbach’a hiç yapamaz. Bu prolegomena’nın, oyunun kurallarını ihlal edenlerin “geçmişteki felsefi bilinçleri ile hesaplaşmaları”ndan başlamaları zorunludur. “Genel olarak felsefe”nin sonunun ilan edilmesi, bize, modern filozofların eskilerden daha yeteneksiz olduklarını değil, “insanın kendisine değin bilincinde” felsefenin dışına doğru bir sıçrama olduğunu gösterir.

“Bilimsel” Felsefe

İşte bu yüzden, felsefe bilimlerin anası olmaktan kendi özgür iradesi ile vazgeçip, Neo-Kantçı veya Viyana Okulu olarak anılan sürdürücülerince “bilimsel araştırmaların bir yan ürünü” olmayı kabul etmiştir. Bu mütevaziliği bir kez gösterdikten sonra felsefenin eskisi gibi görünmemesine şaşmamak gerekir.

“Yanlışlık karşısında kalınca psikolojik bir açıklamayla yetinebiliriz; doğruluk ise mantıksal çözümleme gerektirir. Spekülatif felsefenin tarihi, sordukları sorulara doğru yanıt verme olanakları olmayan kişilerin düştüğü yanlışlıkların öyküsüdür. Verdikleri yanıtları ancak psikolojik duygu ve eğilimlere inerek açıklayabiliriz. Bilim felsefesinin tarihi ise problemlerdeki gelişmenin öyküsüdür. Burada problemler, belirsiz genellemelere giderek, ya da insan ile dünya arasındaki ilişkiyi renkli bir dille betimleyerek değil, teknik bilgiye dayanarak çözümlenir. Bu tür bir çalışmanın bilimlerde sürdürüldüğünü hep biliriz; aslına bakılırsa, problemlerdeki gelişmeleri ayrı ayrı bilim kollarının tarihlerinde izlemek gerekir. Felsefe sistemleri, en olumlu bir yorumla, oluştukları dönemlerin bilimsel bilgi aşamasını yansıtırlar; ama bilimin gelişmesine katkıda bulundukları kolayca ileri sürülemez. Problemlerin mantıksal gelişimi bilim adamının işidir; onun çoğu kez küçük ayrıntılara yöneltilen ve felsefi amaçlar için pek az kullanılan teknik çözümlemelerdir ki, problemlerin anlaşılmasını kolaylaştırır; öyle ki, teknik bilginin yeterince artmasıyla birlikte felsefe sorunlarına da yanıt verme olanağı belirir.[2]

            Yani Reichenbach, bize felsefe yerine artık “bilim felsefesi”ni önermektedir; “bilimlerin anası” olan felsefeye “bilimin çocuğu” olmayı kabul ederek varoluşunu sürdürmenin yolunu göstermektedir. Felsefe, felsefe olarak kalacaksa, kendi kendinin değil, bilimin felsefesi olmalıdır.

            Bunda, Engels’in “genel olarak felsefenin bitişi Hegel iledir” önermesinin bir doğrulamasını bulacağımız şüphelidir; ama bilim ile haşır neşir olan filozofların ve felsefe ile haşır neşir olan bilimcilerin her krizle birlikte yeniden keşfettiği filozof olan Kant için bu büyük bir rahatlıkla kullanılabiliyor. İşte Reıchenbach’ın genel olarak felsefe ya da “sistemler felsefesi” için söyledikleri:

“…sistemler felsefesi Kant’la sona ermiştir; sonra ortaya çıkan felsefeleri Kant ya da Platon’un sistemleriyle aynı türden ya da aynı düzeyde saymak yanlıştır. Eski sistemler ortaya çıktıkları dönemin bilimini yansıtmaktaydılar; yanıtları sözde-yanıt olmaktan ileriye geçmiyorsa, daha iyi yanıt bulma olanaklarından yoksun oldukları içindir… Felsefe adı altında geliştirdikleri sistemler, bu yüzden, birtakım yüzeysel genellemeler ile benzeşimlerden oluşmaktaydı. Kimi kez kullandıkları dilin kandırıcılığı, kimi kez ise üsluplarındaki sahte bilimsel kuruluk okuyucuyu çekmiş ve kendilerine ün kazandırmıştır. Ama tarihsel açıdan bakınca bu sistemleri verimli topraklardan akıp, çölde kuruyan ırmaklara benzetebiliriz.[3]

            Bunları söyleyen Reichenbach, bize yeni bir felsefe, kendi konumunu bilime göre ayarlayan bilimsel bir felsefe, bir bilim felsefesi önermektedir. Böylece felsefe, bilimler üstü bir alandan indirilse bile, bilimlerarası bir alanda kalmakta ve az çok eski ihtişamını koruma ve sürdürme olanağına kavuşmaktadır.

            Felsefenin bilimin arkasına koşulmasında Reichenbach yalnız değildir. Bir başka cenahta Althusser’in “marksist felsefe” için yaptığı öneri de aşağı yukarı budur. Marksist-Leninist teori hem bir bilimi, hem de bir felsefeyi içerir. Ancak Marksizmin temel metinlerinde bilim lehine ya da felsefe aleyhine bir boşluk vardır. Bu boşluk bilimi geliştirmek için doğmuştur, bilim lehine bu doluluğun üzerine yeni bir felsefe inşa edilmelidir. Ancak, Althusser de, bu açıdan eleştirdiği Gramsci gibi yeni felsefenin kendisini değil, temennisini geliştirir. Bütün söylenenlerden sonra, ortada yeni bir felsefenin işaretleri yoktur. Ortada olan şey, “Marksist felsefeyi geliştirme zorunluluğu”dur. Ancak bu zorunluluk sanıldığı gibi felsefi bir zorunluluk değil, pratik, hatta biraz da politiktir. “Devrim, teorinin savunmasına, gelişmesine yardım edecek hem bilim adamı, hem de filozof olan militanlara ihtiyaç duyar.” Öyleyse ve bilim elde varolduğuna göre felsefe de artık geliştirilmelidir.

Felsefe : Teolojinin Mirası

Utangaç filozofların trajedisi budur; tıpkı materyalist Feuerbach’ın dine karşı yeni bir din geliştirmeye çalışması gibi, onlar da felsefeye karşı yeni bir felsefe bulmaya çalışmaktadır. Burada materyalizmin doğanın güçlerinin kabul edilmesinden başka bir anlamı yoktur. Sonuç, bir doğa dini ya da bir doğa felsefesidir.

            Yanılgı, bu mücadelenin felsefi bir sorun olarak görünmesindedir. Oysa burada da iki sınıf birbiriyle çatışır. Felsefenin teoloji ile savaşı, filozof kılığındaki burjuvazinin, kilise babaları kılığındaki aristokrat-ruhban sınıfla savaşından başka bir şey değildir. Bu iki etkinlik arasındaki ilişki açıktır: “Kant tanrının kellesini uçurur; Robespierre, Kralın.” İkisi de tarihin aynı evresine tekabül eder; bu evre kendini Almanya’da teorik olarak, Fransa’da ise pratik olarak gösterir. Öyle ise, Robespierre hangi sınıfın temsilcisiyse, Kant da o sınıfın temsilcisidir; birinin egemenliği hangi anlama geliyorsa, diğerinin de. Esin kaynakları sınıfsal tahakkümdür. Tanrının ve kralın boşalttığı yere o dünyevi sınıfın temsilcileri oturur: teolojinin yerine felsefenin oturmasının da öyküsü budur.

            Buradan çıkarabileceğimiz anlamın özeti şudur; Tarih bilimi kendi hegemonyasını kurmalıdır. Bu zorunluluktan felsefe politikaya itilerek kurtulunamaz. Felsefenin politikası ile politikanın felsefesi aynı şeye tekabül etmez. Biri örtülü düşünce, diğeri açık mücadeledir.

            Felsefedeki kavga ise onun varoluş koşullarında ve varsayımlarındadır. Sorun, hangi felsefenin uygun olduğundan yola çıkılarak değil, varsayımları tartışılarak çözülebilir. Felsefenin “sorununu” çözmesi, öyleyse, kendisini çözmesidir. Sınıf bu ilişkinin tek çözücü yanıdır; felsefe kendi dışında çözülür. İşte bu nedenle Marksizm burjuva düşüncesinden felsefi değil, bilimsel bir kopuştur: felsefeden kopuştur.

            Demek ki, tanınan bir tek bilimin tarih bilimi olması boşuna değildir. Marx, tarih bilmecesini çözmüştür: üstelik, onu çözmekle kalmamış, bu çözümün hangi koşullar altında mümkün olabildiğinin bilincini de geliştirmiştir. Bu bilinç sekiz bin yıllık uygarlık tarihinin anahtarıdır; her ilerlemenin görece bir gerileme anlamına geldiği bu çağın açıklamasıdır. Bu bilinç uygarlık tarihindeki bütün ilerlemelere rağmen değişmeden kalan ortak özün ifadesidir. Uygarlık tarihi, sınıflı toplumların tarihidir; bu anlamda da tarihin tarih öncesine denk düşer. Bütün felsefelerin -eski ve yeni- birbiriyle çağdaş olmalarının anlamı burada aranmalıdır. Hepsi sınıflı toplumların ürünü olarak damgalanmıştır.

            Marksizm, felsefe içinde bir tavır almaz, bu yüzden Marksizm ne idealisttir, ne de materyalist; o derinlemesine tarihseldir. Marksizmde söylendiği gibi bir eylem felsefesi de yoktur ya da daha doğrusu “eylem felsefesi” felsefe değildir. Bu tanım bir “yanlış anlama”dan, felsefenin politikasının, politikanın felsefesi ile karıştırmaktan kaynaklanır. Evet, felsefe bir görüş olduğu kadar, bir eylem de olmuştur; ama bu o tarihsel dönemde mümkün olan işbölümü içinde gerçekleşmiştir. Yani Kant’ın teorik olarak yaptığı şeyi, Robespierre pratik olarak yapar. Kant’ta açık olan Robespierre’de örtülü olarak ve tersi varlığını sürdürür.

            Robespierre’nin eylemi dünyayı değiştirirken, Kant’ınki ancak dünyanın yorumunu değişikliğe uğratabilir. Felsefenin dünyayı değişikliğe uğratması dışarıda bir güç ile birleşmesiyle mümkündür. Bu güç Robespierre de olabilir, işçi sınıfı da. Evet bir birleşme; ortadan kalkmak üzere bir birleşme: “felsefe, proletaryayı ortadan kaldırmadan gerçekleşemez, proletarya, felsefeyi gerçekleştirmeden ortadan kalkamaz.” sözünün anlamı budur. Tarih öncesinin sınıfı proletarya, tarih öncesinin bilinci olan felsefeyle ancak bir ölüm evliliği yapabilir. Bu ölüm, gelecek olanı doğurmak içindir, felsefe de, proletarya da tarihin doğduğu koşulları hazırlar; tarihin başlamasıyla birlikte bu modern teoloji ve bu modern sınıf işlevini yitirir.

Ödünç Dil

Borç budur; tarihin borcudur bu; tarih kendi gerçeğini felsefeden ve proletaryadan ödünç almıştır. Felsefe ona hem “sistemler labirenti dışındaki yolu” göstermiş, hem de soyutlama yeteneğini kazandırmıştır. Yalnızca bunlar değil, felsefe, tarihe kendi dilini de ödünç bırakmıştır. Bu yüzden tarih, felsefeden aldığı ödünç dille konuşur. Marx’ın , Hegel ve Smith’e, Lenin’in ise Kautsky ve Plehenov’a yaptığı atıfların anlamı budur.

            Artık, tarih bu borcu ödemelidir. Tarih bu borcu ödemeli ve ödünç aldığı dili, kendi diliyle değiştirmelidir.

            Öyleyse aralarındaki gerçek ilişki -istenirse tarihsel ilişki de denilebilir- şudur; tarih felsefeden çıkmıştır. Engels bu ilişkiyi, tarihle felsefe arasındaki ilişkiyi şöyle anlatır:

“Hegel’in düşünce tarzını bütün öteki filozofların düşünce tarzından ayırt eden şey, bu düşünce tarzının temelini oluşturan o muazzam tarihsel anlamdı. Biçim ne kadar soyut ve ne kadar idealistçe olursa olsun, düşüncenin geliştirilmesi, gene de her zaman dünya tarihinin gelişmesine paralel düşüyordu, ve bu dünya tarihi, sorunun özünü tam olarak ifade etmek gerekirse, onun düşüncesinin mihenk taşı olmalıdır. Böylelikle tam ve doğru ilişki, tersine, baş aşağı döndürülüyorsa da, bu düşüncenin gerçek içeriği, gene de felsefenin bütün alanlarına nüfuz edebiliyordu ve üstelik Hegel’i kendi tilmizlerinden bir şey de, onun bütün çağların en bilgin kafalarından birini taşımasına karşılık, berikilerin bilgisizlikleriyle göze çarpmalarıydı. Tarihte bir iç gelişme zincirleme bir iç bağlantı olduğunu tanıtlamayı deneyen ilk adam Hegel’dir ve onun tarih felsefesindeki bir çok şey, bugün bize ne kadar tuhaf gelirse gelsin,onu izleyenleri, hatta, ondan sonra tarih üzerine genel muhakemeler yürütmeye kalkanları kendisiyle kıyasladığımızda, temel anlayışının yüce niteliği bugün de hayranlığa layıktır. Phenomenologie’sinde, Estetik’inde, Felsefe Tarihi’nde, her yere tarihin bu yüce anlayışı girer, ve her yerde konu, tarihsel tarzda, soyut olarak baş aşağı edilmiş olsa da, tarih ile belirli ilişkisi içinde incelenir.

Büyük yankıları olan bu tarih anlayışı, yeni materyalist görüş tarzının doğrudan doğruya teorik önkoşulu oldu. Ve böylelikle mantık yöntemi için de bir hareket noktası oluşturdu.[4]

            Öyleyse, özünde bir “Alman İdeolojisi” olan felsefe ile olan hesaplaşmanın alt başlığını yeniden hatırlayalım: En Son Temsilcileri Feuerbach, B. Bauer Ve Stirner’in Kişiliğinde Alman Felsefesinin Ve Bu Farklı Yalvaçlarının Kişiliğinde Alman Sosyalizminin Eleştirisi. “Evet, “gerçekliğin kendisini göstermesiyle, bağımsız felsefe varlık ortamını yitirir.” Üstelik, kendini gösteren gerçeklik felsefeye de kendi bağımlılıkları içinde yeniden bakmayı zorunlu kılar. Marx, Hegel ile Feuerbach arasında, felsefe içinde aldıkları tavra göre bir seçim yapmaz. İdealist Hegel’deki tarihsel tarza karşılık, Feuerbach eski felsefeye bir geri dönüştür. “Feuerbach” der Marx, “materyalist olduğu ölçüde hiç bir zaman tarihi işe karıştırmıyor ve ne kadar tarihi hesaba katarsa o kadar materyalist değildir.”

 

Bir Tek Tarih

Evet, Marx, Hegel ve Smith’in diliyle konuşur, ama onu aynı dille anlayabileceğimiz anlamına gelmez bu; Marx’ı Marx’ın diliyle “okumak” gerekir. Bu, bu kurala uygun yapılmadığı sürece teoriden kapı dışarı edilen Hegel ve Smith için baca açıktır. Bu açıklık nedeniyle, “gerçekliğin kendini göstermesine rağmen” yerle bir edilen Alman İdeolojisi, tarihle bulaştırılmış olarak, tarihselcilik adı altında bacadan girer. Artık, “boş laf”tan oluşan yükünü önemli ölçüde atmıştır, muhataplarına daha esaslı görünür. Tarihselcilik Kant’ın işaret ettiği ölçüyü bulmuş gibidir.

“Felsefe -felsefe tarihi- insanın kendisinin bilincidir; insanın kendisinin bilincidir; ama bu öz bilinç, insanın gerçeklikte düpedüz tarih olan bir özüretiminden ayrılmaz. Tarih insan tarafından yapılmış ve kavranmıştır, ve kendini bu üretmesinde insan bilincinin kendi praksisine nasıl bağlandığını da söylememiz gerekecektir. Demek ki, felsefe bilinçtir ama herhangi bir bilinç değil; kendinin bilinci, kendini bilme, düşünüm dediğimiz bilinç. Ama eğer insan kendi öz tarihiyse, felsefe de, teoretik bakımdan, kendinin kendi tarafından bu üretilmesinin kavranmasından başka bir şey olmayacaktır: felsefe tarih bilimiyle özdeşleşir; ve böylece, biz de Marksizmin felsefesinin ‘tarihselcilik’ olarak tanınmasıyla yeniden karşılaşırız.[5]

            Gramsci’den bu aktarmayı yapan Texier, “felsefeyle tarih yazımının bu özdeşleştirilmesinin, geleneksel olarak ‘felsefe’ ve ‘tarih’ diye adlandırılan bu disiplinlerin ayrı varlığına son verip vermediğini ve ‘felsefe’ ya da ‘tarihyazımı’ diye adlandırdığımız entellektüel çalışmada özgül olarak felsefi neyin bulunduğunu sorabiliriz” diyor ve bu soruyu şöyle cevaplandırıyor: “…felsefeyle tarih yazımının birliğinin, onların ayrılıklarını dıştaladığını, ama farklılıklarını dıştalamadığını anımsamak gerekir.”[6] İşte, yeni felsefe budur; ayrı olmamakla, bir başka şeyle özdeşleşmiş olmakla birlikte farklı olan, farklılığını koruyan felsefe. Görüldüğü gibi, artık adını bile tarihten ödünç alan -tarihselcilik- bu felsefe her koşulda varoluşunu sürdürebilmektedir. Daha bir incelmiştir; tarihselciliğin felsefesi tarih değil, “cilik”de temsil edilmektedir. “Tarihselcilik”, ona bunları tarihin kendisinde araştırıp bulma zorunluluğu yüklememektedir; burada da tıpkı diğerlerinde olduğu gibi “tarihsellik” felsefi ideolojiden alınıp, tarihe sokulmaktadır. Bu durumda, tarihin felsefe olarak görünmesi kaçınılmazdır; tarihselcilik budur.

            Tarih, bir bilim olarak tarih, tıpkı felsefede olduğu gibi tarihselcilik adı altında bir “Alman İdeolojisi” olarak, felsefi okullar arasındaki yerini almıştır. Bir felsefe olarak tarihselcilik, Almanya’nın dışında bütün dün­­yada, pozitivizmin tartışılmaz bir egemenlik kurduğu 19. yüzyıldan bu yana, yalnızca orada kendine bir yaşam alanı bulmuş ve pozitivizmin gözden düşeceği günü beklemiştir. Bu okul, Alman Tarih Okuludur ve Berlin Üniversitesi profesörü W. Dilthey’dir. Evet tarih, ama bir felsefe olarak tarih. Burada da karşımıza bir “Alman İcadı”nın çıkması kesinlikle rastlantı değildir. O hikmetinden sual olmaz Alman İdeolojisi hala varlığını sürdürmektedir ve Hegel’den sonra olması gerektiği yerdedir. Artık, Alman İdeolojisinin sihrine kapılanların tarihi bir felsefe olarak algılamaktan başka çaresi yoktur. Burada, bir ideoloji olarak Alman felsefesinin kendi içinde aşılmasından sonra geriye kalanın Alman Tarih Okulu olarak ya da, tarihin gerçek bir kalıntısı olarak varlığını sürdürdüğünü görebiliriz. Almanya’da bir bilim olarak ekonomi politiği imkânsız kılan koşullar, artık felsefe için de olanak bırakmamaktadır. Almanya, kendi devrimini unutmuştur.

            Tarihselcilik, felsefenin kısmi olarak aşılmasıdır; dolayısıyla “Almanya’nın baştan başa devrim yapmadan devrim yapamayacağı” kehanetinin felsefi alanda somutlanmasıdır. Tarih ile felsefe arasındaki en can alıcı sorun budur ve bu sorunu çözmek ancak felsefenin kısmi olarak aşılmasından kurtulmak koşuluyla mümkündür. Tekrar: “Bilimde, bağımlılığın hiçbir biçimi, bütün bağımlılık biçimleri kırılmadan kalkamaz. Tıpkı Almanya gibi işlerin sonuna kadar giden Marksizm baştanbaşa devrim yapmadan devrim yapamaz.[7] Kendi devrimine direnen Almanya’nın ideolojisinde bir devrim yapması mümkün değildir.

            Artık felsefenin aşılması dünyevi bir iştir ve bu işi dahi filozoflar değil, yalnızca proletarya sonuna kadar götürebilir. Bir tekrar daha; “Biz, insanların dünyevi meselelerini, teolojik meseleler olarak görmüyoruz. Tersine, teolojik meseleleri dünyevi meseleler olarak görüyoruz. Tarih, şimdiye kadar, hep kör inançlarla yorumlandı; biz kör inançları tarihle yorumluyoruz.”[8] Evet, kurtuluş tarihsel bir olgudur, zihinsel bir iş değildir ve Almanya bir kez daha, kurtuluşu zihinsel bir iş olarak tarif etmeye çalışmaktadır.

            Felsefenin aşılması burada, soyut insan inanışının aşılmasıdır; dolayısıyla onun gerçekleşmesinin genel ve soyut “insanlığa” değil, etten ve kemikten oluşan proleter sınıfa bırakılması boşuna değildir. proletarya soyut insan inanışı gibi zihinden çıkmaz, o gerçek insanların tarihsel gelişmelerinin ürünüdür. Bu yüzden, Marx ve Engels, soyut insan inanışını gerçek insanların ve onların tarihsel gelişmelerinin bilimi ile değiştirmiştir.

            Tarihselliğin anlamı budur; “bu anlayış tarih alanında felsefeye son vermiştir, tıpkı diyalektik doğa anlayışının da her çeşit doğa felsefesini gereksiz olduğu kadar olanaksız kılması gibi. Her alanda, artık, kafasında bir takım zincirlenişler kurup tasarlamak değil, ama onları olayların içinde bulup çıkarmak söz konusudur. Böyle yapılınca, doğadan ve tarihten sökülüp atılan felsefeye, ancak salt düşünce alanı, demek ki, düşünme sürecinin kendi yasalarının öğretisi, yani mantık ve diyalektik kalıyor, o da salt düşünce alanının hala varlığını sürdürmesi ölçüsünde.”[9]

            Demek ki, Marksizm, Antik Çağ’dan bu yana süre gelen Felsefe-Tarih çelişkisini uzlaştırmıyor; tam tersine tarihi bir bilim haline getirerek aşıyor. İşte bu yüzden, Marksizmde bir tarih felsefesi yoktur; o, felsefeden, felsefi ideolojiden ödünçlenmeyi değil, tarihin kendisini de araştırıp bulmayı önerir. Tarih böylece felsefenin ve teolojinin egemenliğinden kurtulur. Ancak bu, tarihin Marx’a kadar teolojinin ve felsefenin yedeğinde, bir tarih teolojisi ve tarih felsefesi olarak varolduğu gerçeğini unutturmamalıdır. Hegel’de Marx’ı heyecanlandıran şey yalnızca felsefe değil, tarihtir. Buna karşılık çıkış noktası tarih olan Hegel felsefesi bütün ihtişamına karşılık teolojik dogmaları aşamamıştır. Alman İdeolojisi’nin Hegel’den sonraki evrimi ise felsefeye saplanıp kalmakla sonuçlanmıştır. Marx onun bu evrimini şöyle anlatır:

“Strauss, Bauer, Stirner, Feuerbach, felsefe alanından ayrılmadıkları ölçüde hegelci felsefenin uzantısı oldular. Strauss, İsa’nın yaşamı ve Dogmatik’ten sonra artık yalnız felsefi yazına çalıştı ve Rennavari bir din tarihi yazdı; Bauer, ancak tarih alanında, Hıristiyanlık kökenli bir şey, ama aslında kayda değer bir şey yapmayı başardı; Stirner yalnızca ilgi çekici bir tip olarak kaldı: hatta Bakunin, onu Proudhon ile malgamalayıp bu malgamalayı da ‘anarşizm’ adını verdikten sonra bile; yalnız Feuerbach filozof olarak dikkate değer kaldı. Ama yalnız bütün özel bilimlerin üzerinde duran ve onlardan bir bireşim meydana getiren sözde bilimlerin bilimi felsefe, onun için aşılmaz bir engel, dokunulmaz bir kapalı kutu olarak kalmadı; o kendiside filozof olarak yolun ortasında durdu ve aşağıda materyalist, yukarıda idealist oldu; eleştiri ile Hegel’i başından atıp kurtulmayı bilemedi, ama düpedüz işe yaramaz diye bir yana attı, oysa kendisi, Hegel sisteminin ansiklopedik zenginliğine karşılık şişirilmiş bir sevgi dininden zavallı ve güçsüz bir ahlaktan başka olumlu bir şey gerçekleştiremiyordu.[10]

Marx tarihin şafağıdır.

Şimdi ışık, biraz daha ışık!

 



[1] Immanuel Kant, Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegomena, Çev.: Ioanna Kuçuradi, Yusuf Örnek, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara 1983, s.4.

[2] Hans Reichenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, Çev.: Cemal   Yıldırım, Remzi Kitabevi Yay., İstanbul 1993, s.84.

[3] H. Reichenbach, age, s.87.

[4] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev.: Sevim Belli, Sol Yay., Ankara 1979, s.36-37.

[5] Jacques Texier, Gramsci ve Felsefe, Çev.: Kenan Somer, Birey ve Toplum Yay., Ankara 1985, s.6.

[6] Texier, age, s.12.

[7] Orhan Gökdemir, İnsan ve Doğa-Ölen Bir İdeoloji Üzerine İncelemeler, Ataol Yayınları, İstanbul 1994, s.192.

[8] Karl Marx, Yahudi Meselesi, Çev.: Niyazi Berkes, Sol Yayınları, Ankara 1968, s.19.

[9] Karl Marx-F.Engels, Felsefe İncelemeleri, Çev.: Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara 1979, s.64.10

[10] Marx-Engels, age, s.43-44.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar