Ana SayfaArşivSayı 49Saldırı ve Durum

Saldırı ve Durum

Saldırı ve Durum

Post-Devrimcilik Dönemi Üzerine

 

Sinan Korkmaz

Giriş

Düşman saldırıyorsa durum iyidir. Düşman, varlığına kasteden, kendisi için sorun teşkil eden bir tehdit gördüğünde, kendi varlığını devam ettirme refleksiyle bu tehdidi saf dışı bırakmaya çalışır. Bir süreç boyunca düşmana, yani devlete sorun çıkarmak, onun varlığına kastetmek ve onun hışmına uğramak devrimcilik anlamına gelecektir. Düşmanın saldırdığı öznenin, devrimcilik niteliğiyle doğrudan ilgisi vardır. Peki ya saldırının sonrası?

Türkiye sınırlarında ‘71 devrimcilerinin pratiğiyle başlayan devrimcilik sürecinde, devrimci hareket, devletin saldırıları karşısında ağır bedeller ödeyip yenilgiler almasına rağmen, kan kaybederek ayağa kalkabiliyordu. Ancak ‘post-devrimcilik’ dönemini açan ve dönemin içindeki düşman saldırıları, adeta “öldürmeyen darbe güçlendirir” formülünün tersi yönde işlemiş, ortaya “tıbbi olarak ölmemiş” ancak neredeyse tüm uzuvları kötürüm kalmış bir devrimci hareket çıkmıştır. Bu etkili saldırı ve gerileme halinin, doğrudan saldırıya uğramayanların önemli bir kısmını da etkilediği, daha da geri durmaya ve bu halini teorileştirmeye yönelttiği rahatlıkla söylenebilir.

Saldırı, had safhadaki fiziksel gerilemenin yanı sıra niteliksel olduğunu gün be gün daha fazla hissettiren gerilemelere yol açmış, ortaya “devrimciliğin yürütülememesi ihtimali”ni[1] çıkarmıştır. Post-devrimcilik dönemi olarak adlandırdığımız, ““mücadele”nin, “hesap sorma”nın, “direnme”nin, ve nihayet “başarı”nın bu kadar küçük ölçeklere indirgendiği”[2] ve/fakat günü kurtarmaya yönelik abartma halinin sanılanın aksine moral bozucu/dağıtıcı yönde etki ettiği bu dönemde; silahların eleştirisinin yerine eleştiri silahının, gerçek savaşın yerine ‘ideolojik savaş’ın geçmeye başladığı, her geçen örnekte tekrar tekrar görülüyor. Devrimci hareket, önceki dönemlere göre çok geride olan pratiğini müthiş bir abartıyla ifadelendirerek, devrimci durumun varolduğu, sürecin devrime gebe olduğu şeklindeki gerçek dışı tespitlerini yineleyerek karikatürize bir tablo ortaya çıkarmakla kalmayıp, çeşitli örneklerde kendini zor duruma düşürüyor.

Politik devrimciliğin, şiddeti temel bir öğe olarak içeren ezenlere karşı güç kazanma/iktidar olma mücadelesi olarak tanımlanması bağlamında; bu yeni dönemde, “devrimcilik yapmaya niyeti olanlar” ile “böyle bir niyeti olmayanlar” arasındaki devrimcilik bağlamlı nesnel açı, “niyetsizler” lehine daralmıştır. Duruma başka bir açıdan bakarsak, devrimcilerin söylemleri ile pratikleri arasındaki büyük fark veri olmasına rağmen, yeni dönemin bir özelliği olarak, bir öznenin “devrimcilik niyeti bildirmesi”, önceki dönemlere göre ayrıksı bir özellik olarak kendini gösteriyor.

* * *

“Umuda özellikle ihtiyaç duyulan bir zamanda, yeni bir umutsuzluk yayıcılığıyla karşılaşmanın ne gereği vardır?”[3] Post-devrimcilik dönemi çerçevesinde yaptığımız tespitlerin, “her devrimci öznenin öteki devrimci öznelerin ne kadar kötü durumda, tasfiye olmakla yüz yüze olduğunu ifşa etmesi”[4] şeklinde beliren ve kendisini toplam manzaradan ayrı tutan tavırla bambaşka yerlere düştüğünü iddia ediyoruz. Tüm devrimcilerin hissettiği ve çeşitli şekillerde ifadelendirdiği ancak yüzleşmekte zorlandığı ve/veya yüzleştiği vakit kendi çaresizliği içinde boğulacağını düşündüğü bu durumu tüm hatlarıyla ortaya sermek, önümüze bir görev olarak çıkmıştır. Bu, devrimcilere bağlılığımızın bir sonucudur.

Amaçlanan, tehlikenin anbean farkında olarak umudun yeniden nasıl yükseltilebileceğini en kapsamlı şekilde tartışmaya açmaktır. Devrimcilik hanesine yazılacak küçük veya büyük her gelişmeyi, mevcut öznelerin veya yeni öznelerin her türlü uygun yönelimini takip etmek bizim açımızdan bir zorunluluktur. Bunun nedeni teorik-politik anlayışımız ve ideolojik duruşumuzdur ve bu bağlamda post-devrimcilik dönemi yazılarımız, “kötü bir zamanda umut edebiyatını tercih etmeden bir şeyler yapabilmenin koşullarını arayanların sesidir ve bir yönelimin bu şekilde de belirebileceğini savunmaktadır”[5].

* * *

Marksizmin, bileşenlerinin parçalanması nezdindeki krizi, pratik varoluşu anlamına gelen devrimciliğin yaşadığı varolma kriziyle katmerlenmiştir. Bu bağlamda Marksizmin politik ayıraçları olarak “Kürt-İslam-şiddet” üçlüsünü[6] öne çıkarmak önemlidir.

Devrimcilik/şiddet

Post-devrimcilik döneminin başlıca üç özelliğini, pozitif şiddetin dozunun çok düşük olması, açık politika alanının, bizzat devrimcilerce, üzerinde çok tartışma yürütülen bir mahiyet kazanması ya da bu konuyu tartışmayan devrimci öznenin neredeyse kalmaması ve hapishanelerin ilk kez bir ‘yük’ haline gelmesi[7] şeklinde belirlemiştik. İkinci ve üçüncü maddenin birinciyle doğrudan ilgili olduğu söylenebilir.

“Türkiye’de, 1971’den beri kesintisiz denebilecek bir devrimcilik pratiği hep var oldu. Devlet, sürekli olarak karşısında silahlı devrimciler buldu, ve devrimciler sürekli olarak devlete karşı şiddet pratiğinin temel bir bileşeni olduğu, yani gerçek-politik nitelikte bir mücadeleyi sürdüregeldi. Devlet, “şiddet tekeli”ni hep tehlikede hissetti.”[8] Belirli bir süredir, şiddet tekelini korumak için devletin saldırdığı öznelerin sayısındaki düşüş, silahlı devrimcilerin ve şiddet eylemlerinin sayısındaki düşüşle paraleldir.

Devletin devrimcilere karşı şiddetli saldırıları, devrimci ve ilerici hareketin toplamını etkilemiştir. Saldırılar genellikle, maruz kalanların bazılarını toparlanma ve aslen varolma mücadelesine iterken bazılarının da devrimci mücadeleden veya devrimcilikten düşmesine yol açmıştır. Devletin gerilettiği devrimci şiddetin bıraktığı boşluğu liberalizm (ki şiddet liberalizme karşı emniyet supabıdır) ve işçicilik doldurmaya başlamış, kimi kesimler açısından da bu fırsat, savaşmaktan kaçışın teorileştirilmesi için kullanılmıştır. Zaten, “(d)evrimciliğin günlük anlamda şiddet pratiği olduğu günlerin geride kalması Türkiye devrimci hareketi hakkındaki sorularımızın başlıca çıkış noktası”dır[9].

“Ezilenler(in), şiddetten arındırılmış egemenlik alanında yapılması serbest –yasal ya da meşru– olanın politika olmadığını, kendilerini özne kılacak bir eylemin ancak şiddet tekelinin kırılmasıyla yaratılacak ‘boşluk’ta ortaya çıkabileceğini eylem-bilgisi olarak edinmesi(ni)”[10] sağlamak şeklinde de tanımlanabilecek kitlelere bilinç taşıma işlemi, kitlelere –devletle çarpışmalarını sağlamaksızın– genel bir sosyalizm propagandası yapma derekesine düşürülmektedir. Oysa ezilenler, ezilme durumlarının, sistemin mağduru olduklarının, ABD’nin emperyalist olduğunun, ordunun egemen olduğunun vb. zaten farkındalar. Devrimci bir özne için gerekli olan, ezilenlere, devleti yıkabilecek güçte veya yönelimde olduğunu, yani devletin çıplak gücüne çıplak güçle muhalefet edilebildiğini göstermektir. Şiddet-politika, ezilenlerin nefretlerini kanalize edebilecekleri etkili bir varoluş pratiğidir, kurucu bir konuma sahiptir.

* * *

“Türkiye’de sol politik yelpazede, devrimciliğin eksen oluşturduğu bir ayrımda ara bir yerde duranların oluşturduğu ve devrimcilikle reformculuk arasında salınan politik kesimlerden oluşan bir ‘ara bölge’ var (olduğu)”[11] saptamasını yapmıştık. Mevcut durumda “(d)evrimci hareket, belirgin bir ‘ara bölgeleşme’ sorunuyla yüz yüzedir”[12].

Genel olarak, etkili olan ve uygun tutumlar alabilen bir reformcu öznenin, etkisiz ancak devrimci olan bir özneye göre sürece “nesnel olarak” (öznel olarak değil) daha fazla katkıda bulunabileceği dönemler olabileceği öne sürülebilir. Ancak devrimi devrimciler yapacaktır elbette. Ara bölgenin devrimcileşemeyen, stabil ve –belirli unsurları bağlamında– doktriner halinin, çok etkili olduğu söylenemeyecek ancak hacmen görece büyük ve çeşitli konjonktürlerde uygun tutumlar alabilen reformcu öznelere göre işlevsiz kaldığı görülüyor.

Kürt-İslam

Temel bileşen olarak “şiddet”in dışında, ülkesel ve dünyasal gelişmelere yaklaşım açısından “Kürt” ve “İslam” başlıkları, politik Marksizmin koordinatlarını dönemsel olarak ortaya koymaktadır. 1970’lerin başında gündemde olmayan İslam başlığının Kemalizmin yerine anılması, “Kemalizm(in), Kürt-İslam-şiddet üçlüsünde içerilerek ötelenmiş”[13] olmasından kaynaklanır. Kemalizmi reddederken aynı anda çeşitli konjonktürlerde Kürt sorunu ve Kürt hareketi açısından gerici tutum alanların, direnen İslama karşı resmi ideolojinin etkisini kıramayanlar azımsanmayacak kadar çoktur. Bu yüzden tek başına Kemalizmi reddetmek yetersiz kalmakta, Kürt ve İslam başlıklarında uygun tutum alarak Kemalizmi reddetmek öne çıkmaktadır.

Türkiye devrimci hareketinin Kürt hareketine yaklaşımı, Marksistlerin bir ezilen hareketiyle nasıl ilişki kurmaması gerektiği açısından sayısız örneği barındırmaktadır. Devlet Kürt hareketine sürekli olarak ve her alanda saldırır. En fazla taraftar bulan tespit, saldırının Kürtler nezdinde aslında tüm işçilere, emekçilere ve komünistlere yapıldığıdır, devlet tüm muhalefeti sindirmek istemektedir. Devlet, basit ve doğru bir yöntemle varlığına kastedenlere saldırıyor. Söz konusu saldırılarla Batı’daki Kürt düşmanı işçilerin hedeflendiğini söylemek, Kürtlerin hakkını yemenin yanı sıra kendisine ait olduğunu düşündüğü alan üzerinden kendine paye biçmeye çalışmaktır. İşçiler arasında devrimci hareketin herhangi bir etkisi yoktur. Kürt Hareketinin hakkı teslim edilmelidir:

“PKK, mücadelenin her türü ve tarzıyla olduğu kadar, mücadele için gereken gücün ne demek olduğunu canlı bir laboratuvar olarak göstermek bakımından eşsiz bir deneyimdir. Türkiye devrimci hareketinin bu laboratuvarı değerlendirebildiğini söylemek mümkün değildir.”[14] Kürt Hareketinin, Türkiye devrimci hareketiyle kıyaslandığında, devleti sarsacak şekilde, çok daha büyük bir kitleyi harekete geçirdiği, savaşı farklı bir ölçeğe taşıyarak güç bakımından Türkiye Cumhuriyeti devletinin karşısına çıkmış tek gerçek devrimci muhalefet olduğu veridir. Bütün bunlara rağmen “Kürt milliyetçisi”, “teslimiyetçi-reformist” gibi eleştiriler, Kürtleri sürekli olarak Kürt Hareketinden ayrı göstermeye çalışan tutumlar ve Kürtlerin ve Kürt Hareketinin, –aslen varolmayan– işçi mücadelesinin bir müttefiki olması ve onu desteklemesi gerektiği, yoksa mücadeleyi bölücü bir işlevi olacağı şeklindeki teoriler adeta Kürt Hareketini ‘eleştirilemez’ bir konuma taşımaktadır. Türkiye sınırlarında, Kürt Yurtsever Hareketi yerine ideolojik referansları sola çok daha uzak bir ezilen hareketi varolsaydı, devrimci ve ilerici hareketin bu varsayılan hareket açısından toplam manzarası muhtemelen çok daha kötü olurdu.

Ezilenlerin ideolojileriyle içeriden ilişki kurmak açısından İslamiyete bakış, hem dünyasal İslami direnişi anlamak ve bu hususta uygun tutum almak açısından önemlidir, hem de Türkiye’de henüz ilişkiye geçilmemiş ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan Türk-Sünni kitlelerle irtibatlanma açısından önemlidir. Türk-Sünni devlet, Türk ve/veya Sünni olduğu için değil, Kürtleri ve Alevileri ezdiği ve kapitalist olduğu için gericidir. Aynı şekilde Türk-Sünni kitleler de gericidir. Ancak “(c)umhuriyetin diniyle halkın dini arasında her zaman bir açı ol(muştur).”[15] Bu açının varlığının yanı sıra, devletin yoksulluğa sürüklediği, ezdiği Türk-Sünni kesimler arasında hiçbir devrimci hareketin etki sahibi olmaması hazindir. “Önerdiğimiz, Sünnilik ve Türklüğün devletlü niteliğiyle, kıyasıya, dişe diş ama muhakkak içeriden yürütülecek bir mücadeledir… Türk ve Müslüman halk kitleleri acımasızca eleştirilmelidir, ama uzağa çekilerek değil, yabancılayamacağı kadar içeriden.”[16] Hrant Dink’i, yani bir ezileni öldürenlerin yeşerdiği topraktan devrimciler de çıkabilirdi!

* * *

Türkiye devrimci hareketi, Marksizmin, tarihi burjuvazi ve işçi sınıfıyla başlatan Aydınlanmacı yorumundan[17] teorik ve pratik olarak kopmalıdır. Aydınlanmacı Marksizme göre, Aydınlanma çağıyla bilinçlenen insan için Aydınlanmanın son basamağı Marksizmdir. Bu kurguda Marksizm, en gelişmiş ‘bilme aracı’dır, tarih artık ellerimizdedir. Proletarya, burjuvazinin teknik ve ideolojik modernleşme hamlesini sonuna kadar götürebilecek yegane öznedir. Bu anlayış, toplumsal tarihi, burjuvazinin sahneye çıkışını bir eksen olacak şekilde ikiye böler ve buna kategorik bir anlam atfeder. Bu tarihsel modernleşme misyonuna kastedecek her türlü etki, etkiyi yapan ezilenler dahi olsa gerici ilan edilecektir. Bu bağlamda; “Aydınlanmacı devrimcilik, ezilenlerin kapitalizmden önceki toplumsal formasyonlarda binlerce yıl boyunca verdiği mücadelelerin engin deneyimine hakarettir; Aydınlanmacı devrimcilik, kapitalizme geçiş koşullarında burjuvazinin devrimci temsilcileri ile işçilerden başka ezilenlerin mücadelelerine hakarettir.”[18] Aydınlanmacı Marksizmin, söz konusu tarihsel misyonu sahiplenme ve sürdürme şeklinde beliren teorik çerçevesinin pratik görünümleri günümüzde de mevcuttur. Ezilenlerin yıkıcı-devrimci pratikleri tarihin geriye çekilme çabası ve uygarlığa saldırı olarak algılanmakta, Kürt ve İslam başlığında olduğu gibi çeşitli ezilen kesimler, sınıf-dışı oldukları veya ‘geri’ bir ideolojiye sahip oldukları gerekçesiyle önemsenmemekte ya da sınıf mücadelesi için kafa karıştırıcı, bölücü, engelleyici etmenler olarak görülmektedir. Ezilenlerde “emekçi” nitelik arama veya ezilenlere “emekçi” sıfatını giydirme hastalığı, “kuruculuk” faktörünü bir taktik sorun olarak değil, söz konusu tarihsel misyon için dahil edilmesi zorunlu bir öğe olarak gören Aydınlanmacı anlayıştan kaynaklanır. Aydınlanmacı ideolojiyle devrimciliği sürdürmeye çalışmak, mücadelenin alan ve imkanları açısından skalayı önemli oranda daraltmak anlamına gelecektir.

* * *

“Devrimci örgütlerin, post-devrimcilik döneminin devrimci tarzda karşılanması ve püskürtülmesi için çaba içinde olduğunu iz(lediğimizi)”[19] ifade etmiştik. Post-devrimcilik dönemi yazılarımızdan bu yana devrimciler, çeşitli alanlarda devletin saldırılarına maruz kalmış; bu esnada öldürmeyle sonuçlanan en az üç pratik gerçekleşmiştir. Bu veriler, dönemin devrimci tarzda karşılanmasına dönük örneklerdir ve halen elde silah bir şeyler yapmaya çalışan devrimcilerin varlığının göstergesidir, fakat dönemin püskürtülmeye başlandığı yönündeki bir değerlendirme için henüz çok erken olduğu kesindir. “Post-devrimcilik dönemini başlangıcında devrimci bir inisiyatifle bitirmek devrimci hareketin tarihsel yükümlülüğüdür.”[20] Kendini devrimci mücadelenin bir mevzisinde konumlandıran Teori ve Politika da bu yeni dönemin aşılması için çabasını ortaya koymalıdır/koyacaktır. Post-devrimcilik dönemi tespitinde olduğu gibi uyarıcı yönümüzü güçlendirmeli, ezilenlerle ilişkilenmeyi ve mücadelenin gereklerini tespit etmeyi engelleyen tarihsel/ideolojik refleks ve anlayışlara karşı Marksizm anlayışımızın etkisini artırmalıyız.

“Örgütlerin iç dünyasına ilişkin ne tür eleştiri getirilirse getirilsin, ve bu eleştirilerin birçoğu ne kadar isabetli olursa olsun, devrimci örgütlerimiz, devlete karşı durmak için hala seçeneksiz kalelerimizdir”[21] ve “(y)eni bir inisiyatif belirmedikçe bu kesindir”[22]. Ancak Türkiye devrimci hareketinin her bir üyesi, kendisini diğerlerinden ayrı tutan tavrından vazgeçerek, tarihi boyunca politik bir güç olamadığını kabul etmeli, bunun teorik ve politik nedenlerini bulmak ve halihazırdaki tükenme riskini bertaraf etmek için “somut gerçeği somut güçler üzerinden analiz”[23] edecek şekilde kendisini masaya yatırmalıdır.

 
 


[1] Melik Kara, “Post-Devrimcilik Dönemi”, Teori ve Politika 46, s. 5-6.

[2] A.g.y, s. 45.

[3] A.g.y, s. 7.

[4] A.g.y, s. 43.

[5] A.g.y, s. 7.

[6] Melik Kara, “Post-Devrimcilik Dönemi – 2: ‘Sürdürülebilir’ Devrimcilik ve Bütünsel Marksizme Doğru”, Teori ve Politika 47-48

[7] A.g.y, s. 7.

[8] “Post-Devrimcilik Dönemi”, a.g.y, s. 10.

[9] “Post-Devrimcilik Dönemi – 2: ‘Sürdürülebilir’ Devrimcilik ve Bütünsel Marksizme Doğru”, a.g.y., s. 25.

[10] A.g.y., s. 9.

[11] “Geçmiş, Misyon, Gelecek”, Teori ve Politika 37, s. 14.

[12] Süleyman Yılmaz Bulduruç, “Politik Ontolojide Sektörel Ayrımlar”, Teori ve Politika 47-48, s. 112.

[13] “Post-Devrimcilik Dönemi – 2”, a.g.y., s. 8.

[14] “Post-Devrimcilik Dönemi”, Teori ve Politika 46, s. 32.

[15] “Post-Devrimcilik Dönemi – 2”, a.g.y., s. 12.

[16] A.g.y., s. 13.

[17] A.g.y., s. 20.

[18] A.g.y., s. 20.

[19] A.g.y., s. 38.

[20] A.g.y., s. 38.

[21] A.g.y., s. 36.

[22] A.g.y., s. 37.

[23] “Post-Devrimcilik Dönemi”, a.g.y., s. 42.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar