Ana SayfaArşivSayı 26Bitimsiz Mücadele, Kesintisiz Devrimcilik

Bitimsiz Mücadele, Kesintisiz Devrimcilik

Metin Kayaoğlu

Geçmişi güncel sorun olarak yaşadığı kabul edilen Filistinlilerle, geleceği güncelde yaşadığı söylenen ‘küreselleşme karşıtları’, 29 Mart’ta İsrail’in işgal ettiği Filistin’de birleşti. İsrail güçlerinin işgaline karşı Filistinlilerle Filistin’de fiilen dayanışma gerçekleştiren tek muhalefet gücü, ‘zengin ve müreffeh kuzey’in ‘küreselleşme karşıtı’ militanları oldu.

Dünyada ezilenlerin kısmi fakat mutlak değerdeki ‘birleşmesi’nin ilk örneği, kendilerini Filistinlilere canlı kalkan yapan küreselleşme karşıtı militanların eylemi değildi. Ezilenler, her zaman paramparçaydı –birbirine düşmanlıklar besledi–, fakat onlar her zaman, kadim zamanlardan beri birleşmenin de yollarını gösterdi ve örneklerini verdi. Filistin’e yardıma koşanlar pasifist, rahip, köylü, sosyalist, Yahudiydi, ..; fakat her biri, mücadele içindeki fiziki varlığıyla militandı.

I. Durum

Ezenler tahakkümlerini değişen tarzlarda yürütüyorsa, ezilenlerin tahakküme karşı mücadele tarzları da değişecektir. Burada, hangi tarafın önce geldiği önemli olmamakla birlikte, öncel olan ezenlerle ezilenler arasındaki canlı, ‘şu-an’daki çelişkidir. Sorun, çelişik ve giderek karşıt konumu koruyabilmek, bu moment kaçırılmışsa, çelişik ve tercihen karşıt konumu yeniden yaratmaktır. Marksistler olarak, açıklayamadıklarımız artmışsa, konum değiştirme zamanı gelmiştir. İçinde bulunduğumuz dönemde, on-yirmi yıllık değil, yüzyıllık ya da ona yakın ölçülerde bir çevrimin gerçekleştiği güçlü bir kanaattir. Ama buradaki can alıcı uğrağı bilgisel olan değil, –‘bilmeden’– kendiliğinden zuhur edecek olan ezilenler mücadelesinin konjonktürel olarak içinde olmayı ‘garanti eden’ bir pozisyon alabilmek oluşturmaktadır.

Çevrimin süresi, değişme öğelerine daha derinden bakmayı zorunlu kılıyor. Belirtiler, değişene olumlu bir şüpheyle yaklaşmayı gerektirecek ölçüde güçlü etkiler yaratıyor. Değişimin belirsiz deryasına girerken de ‘sabit noktalar’, ‘kazıklar’ gerekecektir. Bunun güvencelerinden biri, pratik-politiğe ilişkin bir husus olan devrimciliktir. Pratik-politik devrimcilik, her türlü spekülasyona aykırı ve duyularla algılanabilecek bir gerçekliktir. Ezenlerin hükmetme aygıtlarına karşı, –belli bir süre için şiddeti de içeren– eylemli bir konjonktürel duruş sergileyen hareketleri genel bir bakışla ‘pratik-politik devrimci’ olarak telakki ediyoruz. Bu ‘kazık’ta, ideoloji, teori, görünenin altında yatan, “bugün değil ama yarın yapacağı..” gibi öğelere yer yok. Gayet yalın bir şekilde, içinde olunulan anda eylemli bir duruştur söz konusu edilen. Diğer bir ‘kazık’ yine ontolojik nitelikli; belirsize atlayan öznenin verili ‘öznelik niteliği’. Bu, gayet öznel bir ontolojik niteliktir. Sonuncu ‘kazık’ –bu epistemolojik niteliktedir–, içinde olunduğu kabul edilen yapının, Marksizmin, değişimi edinebilecek ve bütünlüğünü, yeni durumda da kurabilecek kapasitede olduğu görüşüdür.

* * *

Arrighi, Hopkins ve Wallerstein, 1991’de, “sistem karşıtı militanlar”ın, önlerine çıkan üç politik durum karşısında büyük bir güçlüğün içine düştüğü görüşündedir. Yazarlara göre, “Bu üç durum Ayetullah Humeyni önderliğindeki İran devrimi, Irak’ın Kuveyt’i istilası ve Güney’den Kuzey’e (eski Doğu’dan Batı’ya doğru başlayan yeni göç de dahil) kitlesel izinsiz göçtür. Dünyanın sistem karşıtı militanları (Kuzey’de, Güney’de, eski Doğu’da ve Batı’daki çeşitli ve farklı tüm hareketlerin içinde olanlar) bu üç prototip durum karşısında çelişik ve belirsiz konumlar aldılar”.[1] Yazarlar, 2002’de herhalde aynı kategoriden olmak üzere, ama çok daha fazla örnek sıralayabilirdi. Yazarların şu sözleri kesin bir isabet içeriyor: “Yirmi birinci yüzyılın merkezi konularından olacak gibi görünen bu sorunlar üzerinde henüz hiçbir ciddi tartışma yapılmamıştır.”[2]

Sistem Karşıtı Hareketler’in üç yazarı, 1848 devriminin, onlara bir strateji vererek, 1917 Ekim devriminin ve izleyen devrimlerin evrensel provası olduğunu yazıyorlar[3] ve 1991’de (ve bugün de), yenisine ihtiyaç olduğu halde, “sistem karşıtı hareketler”in bir “stratejisi olmadığı”nı belirtiyorlar.[4] Bu görüşleri, epeyce farklı bir yerden bakan bir yapıt, Negri ve Hardt’ın İmparatorluk’u, şu ifadelerle yankılıyor: “Egemenliğin yeni boyutlarıyla başa çıkacak yeni bir direniş türü bulunmak zorundaydı. Bugün de biz, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın önemli olayları içinde gelişen kurumsal işçi örgütleri gibi, geleneksel direniş biçimlerinin güçlerini yitirmeye başladıklarını görebiliyoruz. Tekrar edelim; yeni bir direniş türü bulmak zorunludur.”[5] Hardt ve Negri’ye göre, “İmparatorluğun kuruluş süreçleri ve figürlerine ilişkin bu analizde bizim nihai amacımız karşı çıkış ve alternatiflerin ortaya çıkabileceği zemini tanımaktır. (…) Ama bugün ne zeminin niteliği ne de mücadelenin kendisi açıklıkla görünüyor”.[6] İmparatorluk’un yazarları, ne tür “politik öznellikler”in “İmparatorluğun kuvvetlerine karşı koyabileceğine ve onları yıkabileceğine ilişkin” bir anlatıları olmadığını yazıyor. Yazarlar, politik bir alternatif gösterecek konumda olmadıklarını, bunun esasen “pratikte çıkacak bir şey” olduğunu ifade ediyorlar.[7]

Genel durum değerlendirmesine, bir başka konumu temsil eden E. M. Wood da –sorunun öznel faktörde düğümlendiği görüşüyle– katılıyor: “Anti-kapitalist mücadelelerin başlamasından bu yana ilk kez, onları harekete geçirecek gerçek sosyalist bir hareket bulunmuyor. (…) Son yıllarda sistemdeki çelişkiler ve sonuçları gözardı edilemeyecek kadar açığa çıktı ve dolayısıyla, bütün bir yeni kuşak, kapitalizmi nasıl eleştireceğini ve ona nasıl karşı koyacağını sıfırdan öğrenmek zorunda kalıyor. Ve bunu yaptıkları bağlam da, kapitalizmin tarihinde eşi olmayan bir bağlam: Sağlam temellere dayalı örgütler, radikal gelenekler veya eleştirel entellektüel formasyonlar yok.”[8]

* * *

Yeni bir dönemde bulunduğumuz kesin. Bu, olsa olsa sadece birkaç yıl ömür biçilebilecek bir geçici yenilgi, gerileme dönemi olmaktan çok uzak. Politik harekette bir kriz olduğunu kabul etmek, Lenin’in bir yerde ifade ettiği gibi, “devrim zamanında devrimci olmak” kadar anlamsız bir hale geldi. Açıklayamadıklarımız artmış –bu, yeni bir dönemde olduğumuzun bir tanıtıdır–, ve konum değiştirme zamanımız gelmiştir.

İçinde olduğumuz yeni dönemde, karşıt konumu kudretli olarak yeniden kurmanın ön-temellerinden birini, politik ufkumuza dünyanın bütün ezilenlerini kapsayabilecek bir genişlik katmak oluşturuyor. Yeni dönemin hareketi, ‘ezilenler hareketi’ olarak adlandırılmasını karşılayabilecek bir görünüm arz ediyor. Ezilenler arasında öne çıkan ve dinamiğiyle ezilenlerin öteki bölüklerini sürükleyebileceğini göstermiş bir kesim henüz yok; hatta bir anlamda dünya çapında, gereğinden fazla parçalanmış ve bu yüzden önceliğin tayin edilemeyeceği bir manzara karşısındayız. Ezen-ezilen ayrımı, yeni dönemin diğer ayrımlarının anlam bulacağı, politik örgütlenme ve eylemin üzerinde yükseleceği ve hedefini bulacağı bir niteliğe sahip olmaya doğru gelişiyor. Yeni dönemin ezilenler ‘cephesi’nin sınırını, EZLN lideri ‘İkinci komutan’ Marcos’un, 1994’te, kendisinin bir eşcinsel olduğunun iddia edilmesine karşı söylediği şu sözler parlak bir şekilde çiziyor: “San Francisco’da bir gay, Güney Afrika’da bir siyah, Avrupa’da bir Asyalı, San Ysidro’da bir Chicano, İspanya’da anarşist, İsrail’de Filistinli, San Cristobal sokaklarında Mayalı bir Kızılderili, Almanya’da bir Yahudi, Polonya’da bir Çingene, Quebec’te bir Mohawk, Bosna’da bir barışçı, metroda gece saat 10.00’da yalnız bir kadın, topraksız bir köylü, varoşlarda bir çete üyesi, işsiz kalmış bir işçi, mutsuz bir öğrenci ve tabii ki, dağlarda bir Zapatista…”

* * *

Günümüz dünyasında öne çıkan mücadele örneklerini genel hatlarıyla şöyle aktarabiliriz: Kuzey ve Batı ülkelerinde –emperyalist ülkelerde– son birkaç yılda ortaya çıkan ve milyonları harekete geçiren, ‘küreselleşme karşıtı’ olarak yaygın adlandırmasını bulan hareket; Güney ya da Doğu ülkelerinde –‘Üçüncü Dünya’da– süren gerilla hareketleri ve devrimci dinamikler barındıran ‘İslamcı’ akım ve örgütler, –şu aylarda Arjantin başta olmak üzere– daha çok Güney ve Doğu’da yer yer patlamalar gösteren kitlesel hareketler.

Emperyalist metropollerde gelişen yaygın ve yeni tür olduğu söylenebilecek ‘küreselleşme karşıtı’ hareket, dünyada ezilenler mücadelesinin sorunlarını aşma, ona yeni ufuklar katma, günümüze kadarkinden farklı politika ve örgütlenme anlayışları oluşturma gibi faktörler açısından ilgi görüyor. ‘Küreselleşme karşıtlığı’ deyişi, ilk kez, Kasım 1999’da Seattle’da meydana gelen eylemlerden sonra kullanılmış olmakla birlikte, EZLN’nin Chiapas’ta başlattığı ayaklanmanın tarzı küreselleşme karşıtı hareketin başlangıcı olmaya daha uygun bir örnek olarak değerlendiriliyor. Her ne olursa olsun, ‘küreselleşme karşıtlığı’nın Batılı ülkelere özgü bir temel karakteri olduğu ortada. Bu, “‘dar anlamda’ küreselleşme karşıtı hareket” olarak anılabilir.

Bu çerçevede, küreselleşme karşıtı harekete ilişkin Gün Zileli’nin yaptığı sınıflama, politik vurgusu bakımından kaydedilmelidir: “Hareketteki gerçek saflaşma kanımca şöyledir: 1. ‘Şiddet’e karşı olduklarını söyleyen ve başını, hareketin içindeki orta halli unsurlardan oluşan ‘şemsiye’ örgütlerin çektiği kesim; 2. ‘Şiddet’ konusunda birinci kesime daha yakın olan, Sosyalist İşçi Partisi ve diğer Troçkist ya da sosyalist örgüt ve unsurların oluşturduğu, sosyalist kesim; 3. ‘Şiddet’ konusunda, ilk iki kesimden ayrılan, bugüne kadar ‘kara blok’ diye ifade edilen, başını anarşistlerin çektiği, çeşitli türdeki anarşist, sol komünist, radikal-ekolojist, punk ve radikallerin içinde yer aldığı radikaller kesimi.”[9]

Emperyalist metropollerde ‘geleneksel’ kitle hareketlerinin, ‘küreselleşme karşıtı’ hareketle nasıl ilişkileneceğine dair birtakım belirtiler görülmesine rağmen, bu konunun, içinde bulunduğumuz dönemin iç-ilerlemesiyle açıklığa kavuşacağı söylenebilir. ‘Geleneksel’ sendikal ve politik önderliklerin tipik tutum olarak yeni harekete mesafeli durmayı tercih ettiği izlenmekle birlikte, ‘küreselleşme karşıtı’ hareketin birkaç yıl gibi kısa sürede, bu yapılar ve ‘kitleleri’ karşısında –derin bir kriz içinde olmalarının da etkisiyle–, gerçek bir inisiyatif kazandığı söylenebilir. Bu, gerçek bir hegemonik etkiye de dönüşebilir. Ancak Batı ve Kuzey’de hareketin yeni yöneliminin uzağında durmayı bir politik ayırt edici nitelik olarak koyanlar ve böylece yeni dönemin bir bileşeni olmaktan düşmüş ‘gelenekçi’ politik kesimlerin varlığı kaydedilmelidir. Hatırlanmalı; mücadelenin düğümlendiği (1914’te II. Enternasyonal önderlerinin savaşa karşı neden oldukları krizde olduğu gibi) ve sıçradığı (1917 Ekim Devrimi, 1960’lar hareketleri..) neredeyse her dönemde, eski konumda kalanlar ve devrimci politik nitelikten düşenler olur.

Gerçekte, ‘küreselleşme karşıtı hareket’ ifadesinin, henüz yeterli kapsayıcılıkta olmasa da, kapitalizmin dünya çapında yaşadığı değişimin bir ürünü olmakla, sadece emperyalist Batılı ülkelerdeki yeni hareketi anlatmak üzere kullanılması sorgulanıyor. Bu anlamda, dünyanın bütün bölgelerinde yeni ortaya çıkan birtakım hareketlerin ve mücadele tarzlarının tek bir ifadeyle anılabilir olmasının politik işlevi de vardır. Bütün dünyanın ezilenleri, böylece, mücadeleleri bağlamında tek bir terimle kapsanmış oluyor. Bu, güçlü politik anlamları olan bir talebi dile getirmesi bakımından yeteri kadar önemli olmasına rağmen, yine de eksikli ve çelişkili bir gerçekliğe işaret etmektedir.

Seattle’dan Cenova’ya uzanan hattın 11 Eylül (2001) eylemine, Arjantin’deki toplumsal patlamaya (Aralık 2001) ve Filistin direnişine kadar ulaştırılabilmesi –veya tersi– mümkün mü? Dünya yüzündeki bazı politik öznelerin, bu işi kendi konumlarından yaptığı görülüyor. Ezilenlerin hareketlerini bir cümleden saymak, vurgulu olarak politik bir tutum almanın anlatımıdır. Dünyanın her bir yanındaki ezilenleri, yatay ve dikey her türlü heterojenlikleriyle, ayrılıkları değil bağlantıları, ideolojileri değil, –mücadelelerine koşulmuş ideolojileriyle birlikte– hareketlerinin yönü bakımından ‘bir’ olarak kabul etmeye dönük politik yaklaşım, elbette günümüzün bir ayrımını da kendi varlığında ifade etmiş oluyor.

Amaçlanan, söz konusu hareketlerin öznelerinin aynı düşmana karşı mücadele ettiğini, etmesi gerektiğini, ve bu temelde nesnel olarak bir bileşik kapta bulunduğunu, bulunması gerektiğini göstermektir. O yüzden, terminolojik bazı sorunları olsa da, ‘küreselleşme karşıtı hareket’ adlandırmasına itiraz etmek gereksiz bulunacak, ancak bunu, yerine göre, geniş ya da dar anlamda kullanım söz konusu olacaktır. Esasen, mücadele yarın başka bir terimle de anlatılabilir. Her entellektüel yönelim, konjonktürlerin ürünü olan terimlere tarih-üstü anlamlar yüklemeye hazırdır.

Ezilenlerin dünya ölçüsündeki hareketinin birliğini hangi anda hangi terimin daha güçlü vurguladığı düşünülüyorsa, o terim kullanılmalıdır. ‘Ezilenler’, ‘küreselleşme karşıtları’ olabileceği gibi, epeyce yanlış bir hedef gösteren ‘anti-kapitalist hareket’ bile buna dahil olabilir. Filistin direniş hareketini bir uğrakta ‘küreselleşme karşıtlığı’ bağlamında değerlendirebilir, başka birinde, ‘klasik ulusal hareket’ olarak kabul edebiliriz.

Ezilenler hareketi, nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, Kuzey ve Batı’da da, Güney ve Doğu’da da derin yatay ve dikey kopukluklar içinde. Hareket, binbir bileşeniyle her yerde ortaya çıkan kendiliğindenliğin olası bütün sorunlarını bünyesinde barındırıyor; ancak onun, kendiliğindenliğin olası meziyetlerini de –beklentileri yüksek tutmamak gereken bir dönemde– taşıdığı söylenebilir. Hareketin kendiliğindenliği –yaygın olarak anlaşıldığı üzere–, belli bir politik öncülük ve ideolojik donanımdan yoksunluk olarak anlaşılmasın. Hareketin politik ve ideolojik boyutları da ‘kendiliğinden’ ibaresini hak edecek bir manzara sunuyor.

II. Ezilenler hareketi ve solun yaklaşımı

Günümüzde dünya çapında ortaya çıkan ve süren ezilenler hareketine yaklaşım, sol hareketi tasnifte önemli bir ayıraç işlevi görebilir. Ancak sol harekete ilişkin ayıraç, önce başka bir ayrım yapmayı gerektiriyor. Dünya ölçüsünde ezilenler hareketi, epeyce genel bir bakışla iki ayrı kanaldan akıyor: Emperyalist ülkelerde süren ‘dar anlamda’ küreselleşme karşıtı hareket ve ‘Üçüncü Dünya’ ülkelerinde çeşitli biçim ve tarzlarda süren hareket.

Aşağıda yapılacak ayrımlama, kendi içinde çapraz başka ayrımları da içeriyor. Bir ayrımı, harekete ‘esasen ideolojik bakanlar’ ile ‘esasen politik bakanlar’ oluşturuyor. Ezilenler hareketine esasen ideolojik bakanların ağırlıkla devrimci olmadığı görülüyor. (İdeolojik bakmak istemesine rağmen, devrimci pratik-politik niteliklerinden dolayı bunu gerçekleştiremeyen bazı devrimciler hariç.) Harekete esasen politik bakanlar, hem çok farklı politik konumlardan, hem de –devrimci olmak ve olmamak gibi– iki farklı politik nitelikten bakıyorlar. Ayrıca, gerçek politik öznelerin birçoğunun, karakterini tek bir yerden almakla birlikte, birden fazla kesimde bulunabildiği değerlendirilecektir.

Hareketin içinde aktığı kanallardan birini ya da diğerini reddedenler

1. Görüş ufkunda sadece ‘dar anlamda küreselleşme karşıtı hareket’ olanlar: Liberal ya da radikal küreselleşmeciler. Bu akımlar, genel olarak ezilenler hareketi içinde öncelikle politik bir yer işgal etmeye dönük duruyorlar, yani esasen ideolojik davranmıyorlar. Fakat, bu kesimler, hareketin içinde özel bir politik yeri gözlüyor. Bunların çoğu, dar anlamda küreselleşme karşıtı hareketin liberal öbeğinde yer alıyor. Liberal küreselleşme karşıtları, devrimciliğe dönük olumlu potansiyeller taşıyan öbeklerle aralarına mesafe koymaya gayret ediyor olmalarına rağmen, daha başka bir yerde duran radikal küreselleşme karşıtları içinde devrimci potansiyel taşıyanlar bulunuyor.

2. Görüş ufkunda sadece Güney ve Doğu’daki hareketler olanlar: Ulusal solcular (ve solda sayılabilirliklerine göre İslamcı akımlar). Bu akımlar, ‘küreselleşme süreci’nden eski ilişkiler içindeki konumlarını yitiren ya da yitirme tehdidiyle karşı karşıya kalan kesimleri esas alan bir politik duruş sergiliyor. Bu akımlar da, Üçüncü Dünya hareketlerini genel olarak değil, birtakım ayrımları izleyen bir çerçevede benimsiyorlar. Genel olarak devrimciliğe karşı duran ve Güney ülkeleri devletleriyle uzlaşma çizgisi izleyen güçlü –radikal ulusalcı– temsilcileri var. Türkiye’de Aydınlıkçılar, bütün varlıklarıyla burada dururken, TKP/SİP, politikaya dönük olduğu kadar bu kesimde yer alıyor. Bu kesim net bir şekilde devrimci olan –ulusal devrimci– akımları da barındırıyor. (İslamcı akımlar için benimseme sınırını ‘Müslümanlık’ belirliyor. Ancak El Kaide gibi bir örgütün bu kesimin sınırlarına sığmadığı görülüyor.)

Radikal küreselleşme karşıtlığı, ulusal olan her şeye kategorik bir karşı duruş sergiliyor.[10] Küreselleşmeye tepkinin ulusal cenahının da radikal unsurları var. Aydınlık bu niteliğiyle bugün pratik-politik açıdan karşı-devrimcidir. Ancak unutulmamalıdır; ulusalcı yönelimin öznesini pratik-politik olarak nereye koyacağı bir özgül konjonktür konusudur. Örneğin bugün Venezüella’da ulusalcı radikalizm devrimci işlevler üstlenebilir.

Ezilenler hareketinin her iki kanalını da reddedenler

3. Hareketin her iki kanalındaki dinamik unsurlarla aralarına ideolojik esaslı seçmeci ayrımlar koyanlar: Doktrinerler, sosyalizmciler. Bu kesimler, ezilenlerin ne küreselleşme karşıtı hareketine, ne de ‘Üçüncü Dünya’ ülkelerindeki hareketine olumlu yaklaşıyor. Yaklaşımlarına, politik olmaktan çok ideolojik öğeler egemen.

Esasen devrimci olmayan unsurlardan oluşan bu kesim, genellikle dar-Marksist konumda yer almakta ve dünyanın gerçekte pek de değişmediği iddiasını her vesileyle ifade etmektedir. Bu iddia, öznelerini, gerçek ilişki ve çatışmalara ilgisiz kılıyor. Son yıllarda ortaya çıkan pek çok mücadele örneğinden çeşitli gerekçelerle uzak duran bu akımların Türkiye’de görece geniş yelpazesinin bir ucunda TKP/SİP, diğer ucunda Köz Dergisi yer alıyor. Bu kesimler, mücadele edenlerin eyleminin içeriği ve hedefine değil, ideolojilerine bakar. Seattle’da mücadele edenlerin ideolojik meşreplerini öne alır ve tabii reddederler. ABD Irak’a saldırırken, “milliyetçi olmadıkları için” hem ABD’ye hem de Saddam’a karşı olduklarını vurgulamayı zorunluluk addederler. Onlar için “Seattle ruhu tehlikeli”dir.[11] 11 Eylül’den sonraki sloganları “Ne emperyalizm, ne gericilik” olur. Ama bu yelpazenin adı geçen uçları arasında yine de önemli birtakım farklar mevcut. TKP/SİP, Arjantin’de gelişen toplumsal hareketi “yağmacı” olduğu gerekçesiyle –Seattle, Cenova ve Türkiye’de esnaf eylemleri türünden– mahkum ederken, Köz bu hareketi, Seattle ve Cenova’ya –ve esnaf eylemine– karşı savunu örneği yaptı, hem de hareketin patladığı 2001 Aralık’ından önce. TKP/SİP ile Köz arasındaki farkı, birinin devrimci olmayan sosyalizmciliğin köklü ve yerleşik bir geleneğinin temsilcisi olmasıyken, diğerinin devrimciliği sürekli gözeten bir işçicilik-sosyalizmcilik örneği olması oluşturuyor. Köz’ün, doktriner işçici-sosyalizmci niteliği şu sözler somutunda politikanın ve politik düzeyin özgüllüğünün nasıl reddedilebileceğine ilişkin bir ders niteliğindedir: “Sadece burjuva basınında değil sosyalist basında da Cenova’daki eylemlere katılanlar küreselleşme karşıtları olarak adlandırılıyorlar. Burjuva toplumunun düşünce kalıplarını benimsemiş olanların bu tanımı kullanmasında bir sakınca yok. Ama Marksist olma iddiasını taşıyanların, ‘Cenova’daki eyleme kim katıldı?’ sorusunu, ‘küreselleşme karşıtları’ diye yanıtlaması anlaşılmazdır. Küreselleşme karşıtlığı sınıfsal bir kategori değildir. Benzer şekilde küreselleşme yanlıları, özelleştirme yanlıları-karşıtları, şeriat yanlıları-karşıtları, ilericiler-gericiler, savaş yanlıları-karşıtları, anti-faşistler, anti-emperyalistler de sınıfsal kategoriler değildir.”[12] Evet, sınıfsal kategoriler değildir ve bu iyidir; çünkü politikanın kendini sınıfsal kategorilere hapsetmesi, onun ya sınıfa, ya da sınıf üzerine konuşmaya indirger. Küreselleşme karşıtlığının, politik anlamda, sınıfsal bir kategori olmadığı doğru, böyle olması da gerekmiyor. Onun, olumlu olması ve politik olması için bir çelişkiyi ifade etmesi, ve bu çelişkinin devrimci işlevlere sahip olması yeter.

Marksizmin genel alanında ya da sosyalizm alanında bulunan akımların küreselleşmeye karşı tutumları ve mücadele refleksleri ilginç bir pozisyon ortaya koydu. Bazı akımlar, tam da 1968’de kitle hareketlerinin ‘kitaba aykırılığı’ karşısında aldıkları tutumu aldılar. Gerçekte bunların sorunu ‘kitap’ değildi; geleneksel Marksizan reformizm, belli kalıplara hapsolmamış ve her an devrimcileşebilecek hareketlere soğuk davranmayı tercih etti. Nasıl ‘68’in kitlesel dinamiği bazı geleneksel komünist partileri politik devrimciliğin dışına attıysa, şimdiki dinamiğin de bazı gruplaşmaları aynı akıbete sürükleyeceği kehanet sayılmamalıdır. Geleneksel sosyalizmcilik ‘yeni’ dinamikler karşısında ‘eski’leşmiş, kireçlenmiş, paslanmıştır. Formel mücadele anlayışıyla bu yapılanmaların yeni ve ucu açık mücadele tarzlarına yakın durma ihtimalleri yapısal olarak yoktur; aksi örnekler elbette olumlu, ama kesinlikle olumsal ve atipik olacaktır.

Hareketin her iki kanalına “mücadele içinden” destek verenler

Ezilenler hareketini, emperyalist ülkelerde gelişen küreselleşme karşıtı hareketi ve ‘Üçüncü Dünya’ ülkelerinde gelişen hareketleri ilişkili bir bütün olarak görerek yaklaşanlar, ve kendilerini henüz şekilsiz görünen bu hareketin ‘içine’ atanlar, sol hareket içinde ağırlığı teşkil etmiyor. Ama konjonktürel gerçeğin çelişkili ve karşıtlıklar barındıran dinamiğine dikkat çekici bir politik vuzuhla yaklaşan kesimler, dünyanın yeni mücadele dönemini Marksist olarak karşılamanın muhtemel örneklerini varlıklarında özgülleştirerek çok önemli bir işlev yerine getiriyorlar. Dünya çapında büyük bir çeşitlilik arz eden ezilenler hareketini bir bütün olarak gören sol politik öznelerin teşkil ettiği alanı anlamak ve bunu Marksizm açısından işleme tabi tutmak için, özneler arasında, yerleriyle öne çıkan, ve konjonktürel gerçekte örnek politik taktik tutumlar sergilemeleriyle bir yönelimi ‘temsil’ edici mahiyette olan iki kesim ele alınacaktır.

Bunlardan birini, küreselleşme karşıtı hareketin içinde önemli bir yer tutmuş olan ve İngiltere’deki Sosyalist İşçi Partisinin (SWP) başını çektiği akım oluşturuyor. SWP, Dördüncü Enternasyonal geleneği dışından gelen bir Troçkist akımdır.

Ezilenler hareketini bütün olarak kapsama bakımından öne çıkan diğer politik kesim, Atılım Gazetesi şahsında izlenecektir.

Bu iki politik kesimi bir bağlamda değerlendirmek bile, dünyada ezilenler hareketine yaklaşım bakımından ‘genel olarak Marksizm alanı’nın dinamiğini ve yaygınlaşma ölçüsünü göstermeye yeter nedendir. Sözün gerçek karşılığı anlamında, her açıdan farklı ve birbiriyle çatışmak bir yana birbirinin görüş ufkunda bile olmayan iki kesimdir Atılım’la Sosyalist İşçi. Rasyonalist bir bakışla, bambaşka kosmolojilerin politik özneleri, dünyanın şu konjonktürü aynı platforma getirmiş bulunuyor –her birine yakın olan birçoğu uzaklara gitmişken.

3. Batılı sosyalizmin bir türü.[13] Küreselleşme karşıtı hareketin içinde yer alan, Batılı, belli başlı yegane sosyalist hareket tek başına anılmayı hak ediyor: İngiltere’deki Sosyalist İşçi Partisi ve onun fiilen başını çektiği uluslararası akım. SWP’nin ezilenler hareketine yaklaşımını şu sözler özetliyor: “Dünya ölçeğindeki hareket, solun artık geleneklerine hapsolmuş kesimlerini geride bırakarak, ‘mücadele içinde’ bir araya gelmenin yolunu arıyor. (…) Faaliyet alanlarımız, yeni dalganın öznelerinin yer aldığı geniş ve çok çeşitli alanları da kapsamalı.” [14]

Bu akımın tek özelliği, Batıdaki küreselleşme karşıtı hareketin dinamiğini içeriden kavraması olsaydı, önemini koruyor olmakla birlikte bu tutumuyla tayin edici bir yerde durduğu söylenemezdi. Fakat SWP’nin, ‘Üçüncü Dünya’daki ezilenler hareketine yaklaşımı, onun ilk hareketi ele alışının tesadüf olmadığını kanıtlıyor ve bu kez, SWP’nin tutumu, bir üst boyuta sıçrayarak kategorik önem kazanıyor. O, dünya ölçeğindeki ezilenler hareketini, –Seattle’dan Arjantin’e, oradan Filistin’e– bir bütünün bileşenleri olarak görüyor. (Böyle bir bakış 11 Eylül’ü savunamamış; ne gam!)

Sosyalist İşçi Partisi, dünyada son yıllarda meydana gelen birçok kritik konjonktürde –ya da bir konjonktürdeki çeşitli olaylarda– ilginç pozisyonlar aldı, dikkat çekici taktik tutumlar benimsedi. Birinci Körfez Krizinden bu yana, –Yugoslavya’da Miloşeviç’i deviren ‘güdümlü’ kitle hareketini desteklemesi gibi bir-iki ‘aykırı’ örnek dışında– anti-emperyalist bir tutumu tereddütsüz sürdürüyor. 11 Eylül saldırısında –aynı dünyadan olanların birçoğundan net bir şekilde farklı olarak– emperyalizme karşı tutumu öne çıkardı ve her türden ‘üçüncü yolculuğa’ tavır aldı. Afganistan’a saldırıda, Filistin’in İsrail tarafından işgalinde, Türkiye’de Kürt sorununda, –uzun yıllar boyu ve politik dönüşüme rağmen– net tutumlar aldı. Herhangi bir analize girilmeyecek olmakla birlikte, bu tutumlarda, söz konusu akımın ‘ezilenler’ kavramlaştırmasının büyük öneminin olduğu söylenebilir.

Köklü bir hareket olarak Sosyalist İşçi Partisi, küreselleşme karşıtı harekette de anarşistlerle alanlarda dirsek temasına girmekten hiç çekinmedi. Kendini Marksist olarak niteleyen akımlar içinde belli başlı olarak sadece bu akımın birçok özgül olay ve gelişmede tutarlı ve izlenebilen bir çizgisellikle bir hat tutturmuş olduğu görülüyor. Bu deneyim, Marksizm alanında yer alan diğer akımlar, özellikle de devrimci akımlar için önemli dersler barındırıyor. Sosyalist İşçi Partisi’nin yönelimiyle ilgili bir değerlendirme yapan anarşistler şöyle diyor: “Yeni kuşak insanların politikaya katılımlarına şahit oluyoruz. Bu insanlar Troçkist veya Leninist grupları benimsemek yerine anarşizme yöneliyorlar. İngiltere’deki en büyük Troçkist grup olan Sosyalist İşçi Partisi (SWP) bu yönelimin farkına vararak partinin klasik cephe örgütlenmesi olan ‘Globalise Resistance’ın (direnişi küreselleştir) dış görünüşünü değiştirdi. Çıkarmaya başladıkları bültene Anarşist Federasyon’un bülteni ‘Resistance’ (direniş) ile şaşırtıcı bir benzerlik taşıyan ‘Resist’ (diren) ismini verdiler. Sitelerine anarşist grupların linklerini koydular. SWP tarafından organize edilen Cenova treninin basın tarafından ‘Anarşist Ekspres’ olarak adlandırılmasına ses çıkarmadılar ve yine basında imajlarının anarşist olarak görünmesine izin verdiler. 1 Mayıs’ta ise, SWP çoğunluğa uyarak tüm planlarını anarşistlerin organize ettiği etkinliklere uygun hale getirmek durumunda kaldı.”[15]

Sosyalist İşçi, küreselleşme karşıtı hareketin asli bir unsurudur; ancak bu hareketin Güney ülkelerinde bulunan temsilcilerinin Güney’deki ezilenler hareketine fiilen katılma ihtimali bulunmuyor. Bu akım Türkiye’de bir Batılı mülteci konumunda ve tam anlamıyla yabancı.

4. Pratik-politik Marksist ve devrimci akımlar. Pratik-politik devrimci akımların tipik tutumu, dünyasal ezilenler hareketine kapsayıcı yaklaşmak şeklinde ortaya çıkıyor.[16] Ancak, bu kesimlerin içinde çeşitli dozlarda ‘sosyalizmci’ özellikler barındıranların diğer tutumlara kaydığı izleniyor. Bazı göçmen ilişkileri dışında, küreselleşme karşıtı harekette fiilen yer aldıklarını söylemek mümkün değil, ama bu hareketler, pratik-politik niteliklerine hak verircesine, ne olursa olsun, hiçbir giydirmeye yanaşmadan, gerçeğin kendisindeki çelişkiye önem veriyor ve anlamaya çalışıyorlar. İşte, devrimciler içinde pratik-politik Marksizmiyle bu eğilimin önünde yer aldığı söylenebilecek Atılım’ın gayretinin yansıdığı sözler: “Yeni sömürgelerde İslami, emperyalist metropollerde ise pasifist-barışçı motiflerin baskınlığı gelişen hareketi küçümseme gerekçesi olamaz. Zaaflarına rağmen, bu hareketler önemli ve değerlidir, yönü ileriye dönüktür. Şimdi sorun, bu hareket(ler)i kimin hangi mecraya çekeceğinde düğümleniyor. Marksist-Leninist komünistler, hareketin içinden yürütecekleri mücadeleyle reformist, pasifist-barışçı, İslami, vd. politik platformlarla emperyalizme karşı tutarlı bir savaşım yürütülemeyeceğini göstermekle yükümlüdür.(…) Güncel görev, ateşi körüklemek ve gelişen hareketi devrim, özgürlük ve sosyalizm bayrağı altında kapitalist-emperyalizmin temellerine yöneltmektir.”[17] Atılım, 11 Eylül’den sonra dünyayı iki cepheye bölüyor: “Bir tarafta haydut ABD’nin başını çektiği emperyalist savaş cephesi, diğer tarafta çeşitli uluslara, din ve mezheplere, politik parti ve örgütlere, kitle örgütlerine mensup emperyalist savaş karşıtı ezilenler cephesi. Anti-emperyalist güçler, ezilen Müslüman halklar, küreselleşme karşıtları, savaş karşıtlığı ekseninde yan yana geliyor.” Üstelik Atılım, şu saptamaya rağmen yapıyor bu ayrımı: “Savaş karşıtı uluslararası kitle hareketindeki hegemonya mücadelesinde önemli bir avantaja sahip politik İslam, Orta Asya ve Ortadoğu ülkelerinde etkili olmaktadır.”[18]

Sosyalist İşçi’nin temsil ettiği kesim, küreselleşme karşıtı hareketin başlıca bileşenlerinden biri konumunda, ancak pratik-politik Marksistlerin paralel bir konumu ‘Üçüncü Dünya’da teşkil etmeye yakın olduklarını söyleme imkanı bulunmuyor. Fakat, devrimci nitelikleriyle temayüz eden bu kesim, ‘Üçüncü Dünya’ ezilenlerinin görece yerleşik bir parçası ve küreselleşme karşıtı hareket içinde, ‘göçmen’ ilişkileri vasıtasıyla kısmen yer alıyor.

Ezilenler hareketine yaklaşım tarzları bakımından politik Marksizmin bulunabileceği yegane kesim, ‘Hareketin bütününe içinden destek ya da eleştiri yöneltenler’dir. Politik Marksizmin diğer kesimlerde aranması, her şeye rağmen, özgül tarihsel durumlar dışında, meşru bir işlem olamaz.

III. Ucu açık dönem

Ezilenlere savaş, devletlere barış

Geçen yüzyılda başarılı olan ya da başarının eşiğinden dönen devrimlerin en büyükleri, ezenler arasındaki dalaşmaların yarattığı krizlerden beslendi. Güçten düşen ezenler, devrimleri ezmeyi de başaramadılar. Ancak bugün, sol gelenekten referans niteliğinde görülen birçok yazara ve devlet ideoloğuna bakılırsa, orta vadede bu tür krizler olmayacak ve ezenler enerjilerini ezilenlere teksif edebilecek. Ezenler arasında barış, ezilenlere savaş.

Bu, başka bir eğilimle birlikte gelişiyor. Dünyada genel olarak ezilenlerde, şiddet eğilimi –yer yer patlayarak–, birikiyor. Ezilenlerin, başlarında olduğumuz dönemde şiddet politikalarını içeren yaygın bir mücadele yürüteceği öngörülüyor. Bu, ezilenlerin öncülüğüne soyunmuş birilerinin yeni dönemi en iyi karşılamanın yolu olarak şiddete başvuracak olmalarıyla ilgili ‘öznel’ bir durum değil. Bu görüş doğruysa, belki ilkini geride bıraktığımız onyıllar boyunca, dünyanın ezenleri arasında savaşa yol açacak dalaşmalar ertelenecek ve dünyanın ezilenlerine savaş açılacak. Üstelik bu savaşın, şiddet ve saldırı bakımından henüz başında olduğumuz kabul ediliyor.

Hobsbawm’a göre, “Üçüncü binyılın dünyası neredeyse kesinlikle şiddet siyasetlerinin ve şiddet yoluyla gerçekleştirilen siyasal değişimlerin dünyası olmaya devam edecek. Bu konuda yegane belirsizlik, bunların nereye götüreceğidir.”[19] Wallerstein’ın görüşleri de Hobsbawm’ı destekler mahiyette: “Önümüzdeki elli yılın dünyası, içinden çıktığımız Soğuk Savaş dünyasından çok daha şiddet dolu olacak gibi görünüyor. (…) İleriki yirmi beş yıl içinde silah artışını kontrol altına almak neredeyse imkansızlaşacaktır; hem nükleer silahlara hem de biyolojik ve kimyasal silahlara sahip olan devletlerin sayısında önemli bir artış olacağını beklemek gerek.”[20] Wallerstein, daha yakın vadeye de getiriyor öngörüsünü: “Gelecek on ya da yirmi yıl içinde, büyük güçlerin kendi arasındaki bir savaş tamamen ihtimal dışıdır. Fakat, ‘küçük savaşlar’, (…) yalnızca bir olasılık olarak karşımızda durmuyor, yaygınlık kazanmaları neredeyse kesin.”[21]

Dünyada, başlarında olduğumuz dönemde emperyalist devletler arası çatışma ve savaşların azalacağı, buna karşılık, yerel ve küçük ölçekli savaş ya da şiddet hareketlerinin artacağı yolundaki öngörüye Gerbier de katılıyor: “Emperyalist savaşlar, ABD’nin tartışmasız askeri üstünlüğü ve ulusların (NATO ve OECD’nin genişlemesiyle belirginleşen) dünyanın ABD tarafından yönetilmesi üzerindeki uzlaşmaları yüzünden artık imkansız hale geldi.”[22]

Önde gelen Batılı yazarların içinde bulunduğumuz döneme ilişkin görüşlerini, dünyada önemli bir alternatif odak olmaya aday kabul edilen Çin devlet yetkilileri de paylaşıyor: “Genelde barış ve yumuşama, yerel alanlarda savaş. Genelde istikrar, lokalde karışıklık. Bu durumun uzun süre devam edeceğini tahmin ediyoruz.”[23] ABD’nin günümüz dünyasında muhtemel bunalım ve tehdit odakları şöyle sıralanıyor: “Bölgesel etnik bunalımlar, Terörizm, Kitle tahrip silahlarının saldırgan eğilimli devlet veya terör gruplarının, suç örgütlerinin eline geçme tehlikesi, Uyuşturucu trafiği, Uluslararası organize suç faaliyetleri.[24]

Emperyalizmin ideologları, toplumlarına dönük en büyük tehdidin “terörizm” olduğu görüşünü yaygın olarak ifade ediyorlar. T. Homer-Dixon’a göre, “yeni ve meşum bir kitlesel şiddet türü olan ‘karmaşık terörizm’in işini kolaylaştıran” faktörler şunlar: “Bizi kolay av yapan iki temel eğilim var: Birincisi, küçük grupların ve bireylerin nesneleri ve insanları yok edebilecek düzeydeki teknolojik kapasitelerinin büyümesi. İkincisi ise, dikkatlice hazırlanmış saldırılara karşı, ekonomik ve teknolojik sistemlerimizin giderek daha korumasız kalması.”[25] Emperyalist ülkeler, bütün dikkatleriyle ezilenlerin içinden yükselecek şiddet dalgasını nasıl karşılayacaklarına yoğunlaşıyor.

Böyle bir dönemde, mücadelenin barışçı olmasının erdemleri üzerinde durmak, öznesini, zihin ve beden olarak, şiddet gerçeğine maruz kalınmadığı ‘medeni’ alanlara itecektir. Artık politika, bu alanda yapılan bir uzlaşma, ortak noktaları bulma faaliyeti olacak ve çatışmacı yönelimler politika-dışı addedilecektir. Bu zihniyetin bedeniyle temas kurmak yine de reddedilmemelidir. Ama bu bedenin zihniyetiyle kesin, açık ve uzlaşmaz bir mücadele yürütmek zorunludur. Değerlendirmeler doğruysa, bu dönem; şiddetin, politikada bir araç olmak değil, bizatihi bir politika türü, politikanın kendisi olduğu anlayışına[26] bol bol ‘ampirik kanıt’ sunacaktır.

Jeo-politikanın dönüşmesi ve gerilemesi

Dünyada ezilenler hareketinin jeo-politik boyutları önceki dönemle kıyaslandığında dramatik bir farklılık gösteriyor. Ezilenler açısından politika, politik aygıt olarak devletlere ve politik mekan olarak belli bölgelere dayanan boyutlarını büyük ölçüde dönüştürmüştür. Bu, ezilenler açısından bir jeo-politik boşluk demektir. Bu önermenin üç dayanağı olduğu söylenebilir. İlk olarak, dünyada öne çıkmış bir devrim coğrafyası saptanamıyor. İkincisi, ‘sosyalizm deneyimleri’ kurumsal olarak değilse de politik olarak tümden çökmüştür. Üçüncü olarak, günümüzde, hasım ya da düşman büyük devletler arasındaki çelişki ve çekişmeler azalmış bulunuyor, ve ezilenler hareketinin öznelerinin, mevcut çelişkilere oynayabilecek yeterlikte bir manevra alanı bulunmuyor.

Bugün dünyada savunulacak coğrafya olarak Filistin, Küba gibi oldukça ‘dar’ örnekler dışında herhangi bir yer akla gelmez. Üstelik bu örnekler, 1960’lar ve ‘70’lerin derin bir şekilde aksine, fiziksel etkiler yaratacak kudretten yoksundur. Değişiklik devrimci hareket için önemli kısıtlamalara yol açmıştır. Devrimci hareket, manevra yapacağı, nefesleneceği ve lojistik ihtiyaçlarını karşılayacağı alanlara gerek duyar. Bugün dünyada, böyle alanların son derece kısıtlandığı veya nitelik değiştirdiği bir dönem yaşanıyor.

Kolombiya, Peru, Nepal, Filipinler[27] gibi klasik gerilla hareketlerinin görece uzun süre boyunca yaşadığı ve geliştiği ülkelerin pratiği, devrimci hareketlerin kırları bu tür işlevlendirme kapasitesinin sürdüğünü gösteriyor. 1970’lerde Filistin hareketinin karargahı Lübnan’dı ve dünyada devrimci hareketin kendiliğinden enternasyonal merkezi bu topraklardı. Bunu, o topraklarda faaliyet yürütmüş olan Ergun Adaklı şöyle anlatıyor: “1960’ların sonlarından itibaren, özellikle 1970’ler boyunca ve ‘80’lerin başlarına kadar, Filistin devrim sahası tüm dünyadan devrimci örgütlerin ortak mücadele ettiği, ilişki kurduğu, dayanışma gösterdiği muazzam bir enternasyonal sahaydı. Dünyanın bütün devrimci örgütleriyle karşılaşmak için Avrupa’ya gidilmezdi, Filistin’e gidilirdi.”[28]

‘Sosyalizm deneyimleri’nin yaşandığı ülkeler, 1990’ların başına kadar sol hareket için jeo-politikanın konusuydu. Bu, sosyalist olarak sadece Arnavutluk gibi küçük bir ülke kalmış olması varsayımında –‘sözde’ kalma ifadesine gerçeklik kazandıracak bir zorlayıcılıkta olsa– bile geçerliydi. Günümüzde, kurumsal olarak halen çökmemiş ‘sosyalizm deneyimleri’ varlığını koruyor. Ağırlık olarak Çin başta gelmek üzere, Vietnam, (Kuzey) Kore ve tabii özellikle Küba’yı saymak gerekir. Ancak, Küba haricindeki ülkelerin sol hareket için jeo-politik bakımdan, burjuva diktatörlüğünün hüküm sürdüğü herhangi bir ülkeden kategorik farkları bulunmuyor. Bu önerme, adı geçen ülkelerin sosyal, hukuksal ve kurumsal yapılarının sosyalist olmaya ilişkin olumlu karakterine bağlı olmayan bir geçerliğe sahiptir. ‘Sosyalizm deneyimleri’ni ‘resmen’ sürdüren ülkelerin, dünyanın herhangi bir yerindeki devrimci mücadele açısından ve model, yardım, destek, dayanışma gibi hususlar bakımından, herhangi bir jeo-politik mevcudiyeti yoktur. Örneğin, Çin’de 1989’da Tiananmen Meydanında gelişen öğrenci hareketine karşı girişilen kanlı saldırıya o dönem nasıl bir tutum alınacağı tartışılabilir, ama bugün Çin’de böyle bir gelişme olsa, diğer koşullar sabit kalmak kaydıyla, herhalde kitle hareketine destek vermek kesin bir gereklilik olurdu.[29] Küba bu konuda özel bir örnek olmayı koruyor. Ancak bu ülkenin simgelediği şeyin, jeo-politik olmaktan çok psiko-politik olduğu söylenebilir.

Bugün, Küba dahil adı geçen ülkelerin bazıları (Kore öne çıkan bir unsurdur), dünyanın ‘ezilen devletler’ kategorisine dahildir ve bu bakımdan taşıdıkları jeo-politik anlamın ‘sosyalizm’e ilişkin olmadığı açık olsa gerektir.

Dünya devletlerinin bir bölüğü bugün ‘ezilen devletler’ kategorisindedir. Libya, Irak, Venezüella, (Kuzey) Kore, Sudan, Somali, bu ülkeler arasında yer alıyor. Ezilen devletlerin günümüzde jeo-politik rol ve etkileri oldukça zayıftır. Bu ülkelerin konumu, saldırı altındaki devrimci politik gruplarınkinden hiç de kolay değildir. Libya’da, 1970’lerin delişmen Kaddafi’sinin bugün şimşekleri üzerine çekmemek için kendini unutturmak istediği bir dönemde yaşıyoruz.

Ezilen devletler dışındaki ülkelerde devrimci politik öznelerin, emperyalizme karşı mücadeleyi kendi ülke devletlerinin dolayımı olmadan yürütmelerine yol açacak her eğilim devrimci niteliği geriletmeye yol açacaktır. Emperyalizme karşı mücadele, gerçek bir askeri işgal ya da yakın işgal tehlikesi söz konusu olmadıkça, kesin ve uzlaşmaz bir biçimde devletlere karşı verilen somut mücadele olarak yürütülmelidir. Aksi halde, soyut emperyalizme karşı somut ve canlı devletle uzlaşılmış (en iyimser ifadeyle, devlet görmezden gelinmiş, atlanmış) olunacaktır.[30] Nitekim, bugün Türkiye’de ‘yurtseverlik’ teması bu tehlikeli bulaşıklığı barındırmaktadır.

Ezilen devletler, ülkeler, ulus ve milliyetler ile halklar, birbirinin yerine geçebilen bir hareketli dinamiğe sahip bulunuyor. Ancak bu ayrımların, politik karakterleri belirleyici nitelikte son derece nazik özellikler taşıdığı unutulmamalıdır. Örneğin, bugün bir Türk ulusal sorunu yoktur, Türkler ‘ezilen halklar’ kategorisinde telakki edilmelidir. Ama Kürtlerin statüsünü ‘halklar’ terimiyle karşılamak politik olarak her iki ulusal kategori arasındaki gerçek farkı (devletli olmak ve devletsiz olmak) gözardı etmek anlamına gelecek ve söz konusu saptamayı yapan özneyi devletluya daha yakın bir yere koyacaktır.

Avrupa Birliği (ülkeleri) ile Japonya, Çin ve Rusya gibi ülkelerin ABD ile çelişkileri bulunması, onları ne ezilen ülkeler ya da devletler kategorisine yerleştirmeyi gerektirir, ne de bu durumun, ezilenler hareketinin özneleri açısından jeo-politik bir mesele haline getirilmesine yeter. Bu ülkelerin ve özellikle –Türkiyeli devrimciler için geçerli olmak üzere–AB’nin ABD’yle çelişkilerinin politik bakımdan tamamen boş bir şey olduğu söylenemez ve bu çelişki örneğin Türkiye’de ve Filistin’de politik mücadele bakımından manevra alanı yaratmaktadır. Fakat bu çelişkiler üzerinden gelişecek bir stratejik hat tutturmak orta vade açısından hiçbir şekilde devrimci politik sonuçlar vermez. Öyleyse, AB’cilik Türkiye’de eğer bir politik öznenin stratejisiyse, bu, o politik öznenin devrimci olmadığı anlamına gelir. (Bunun örneği ÖDP’dir.) Öte yandan, Türkiye devletinin verili biçimini (laik, modernist) stratejik duruşunun temel olumlu bileşenlerinden biri yapan bir politik öznenin de devrimci olmasına imkan yoktur. (Bunun örneği, İP ve TKP’dir.)

Böylece, bir devrimci özne için, yeni dönemde, devletler arasındaki çelişkilere ilişkin manevra alanının artık jeo-politik boyut taşımadığı söylenebilir. Yeni dönemin devrimciliğinin, devletler arası ilişkileri politik ‘stratejisi’nin merkezi unsurlarından biri saymayan bir jeo-politika anlayışına sahip olmasının uygun olacağı öngörülebilir. Ya da, daha radikal bir şekilde ifade etmek uygunsa; devletler, yeni dönemin devrimciliği açısından jeo-politikanın konusu değildir.

Çeçenistan’dan Filistin’e, Kürtlerden Tamillere, Basklılara ve Kuzey İrlanda’ya kadar yaygın olarak süren, ama geride kalan onyıllarla kıyaslandığında kuşkusuz çarpıcı bir şekilde düşüş gösteren ezilen ulus ve milliyetlerin kurtuluş mücadelesi, dünya devrim dinamiğinin önemli bir öğesi olmayı koruyor. Fakat, yirminci yüzyılın, ulusal kurtuluş sorununu ağırlıklı olarak çözdüğü söylenebilir. Çok sayıda ulus-devletin ortaya çıktığı yirminci yüzyıldan günümüze ulaşan ulusal sorunların belli bir mücadele dinamiğiyle mevcut olanlardan Kuzey İrlandalı Katolikler dışındakiler, doğrudan Batılı emperyalistlere karşı değil, bölge devletlerine karşı mücadele yürütüyor. Bu durum, Batılı emperyalistlerin ulusal kurtuluş hareketleriyle ilişkilerine dönük şüphe ve iddialar doğuruyor, ve sol hareketin sosyalizmci ya da (ezen-)ulusçu kesimlerinde, ulusal kurtuluşun tanınmaması şeklindeki görüşlerin yaygınlaşmasına yol açıyor. Ulusal nitelikli hareketlerin emperyalistlerin bölge devletlerine ilişkin manevralarının konusu yapılmak istendiği, hatta bunun gerçekleştiği örnekler mevcut, fakat bunun, ezilen uluslar gerçeğini değiştirmeyeceği ve mücadelenin, bir ezen ulusa ait devlet tarafından uygulanan fiili bir baskıya karşı verildiği unutulmamalıdır. Fiili bir baskı varsa, ve bu baskıya karşı direniş de başlamışsa, direnişin meşruiyetine dönük her türlü şüpheyle mücadele edilmelidir. Ulusal hareketin emperyalistlerle olası ilişkileri ikincil bir faktör olarak mücadelenin konusu yapılmalıdır. Bu tutum, jeo-politiğin dönüştüğü günümüz açısından özellikle gerekli ve geçerlidir.

Pratik-politik devrimcilikler dönemi

Wallerstein, 1848’den bu yana “sistem karşıtı hareketler”in tek ve esaslı hedefinin iktidarı elde etme olduğunu yazıyor. Ona göre, bu hareketler, çok yaygın olarak hedeflerine ulaşmış, ancak böylece güçten düşmüş ve dünyayı dönüştürme yeteneğini yitirmişlerdir.[31] Birçok örnekte görüldüğü üzere, tek tek ülkelerde ele geçirilen iktidarların, muzaffer özneler için ağır sorunlar doğurduğu da bir gerçek. Bunun en büyük ağırlığını “sosyalizm deneyimleri”nin başına gelenler oluşturuyor. Bugün, büyük bir mücadeleyle kurtuluşunu gerçekleştirmiş ve sosyalizmi inşaya yönelmiş Vietnam’da Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinin yaşadıkları gerçekleşmedi, ama Vietnam’ın dünya ezilenlerine ve kendi halkına ‘örnek bir model’ sunamadığı da ortada.

“Sistem karşıtı hareketler”in kollektif başarısızlığını teslim eden Wallerstein, umutların tümden yitmesine de izin vermez ve tam da bu başarısızlığın, “ileriki yirmi beş, elli yıl içindeki pozitif gelişmeler için ümit verici unsur olduğunu ileri sür(er)”.[32] Çünkü dünya kapitalizmi, 1999’da yazıyor, ilk ve tek gerçek krizini şu anda yaşamaktadır ona göre. Wallerstein, dünya kapitalizminin yıkımını hazırlayan dört etkenden söz ediyor. Bunların sonuncusu, devletlerin dört yüzyıldan beri oynadıkları bir rolün artık sonuna geldikleri görüşüdür.[33] Bu görüş, başka temellendirmeler eşliğinde Negri tarafından da ileri sürülüyor.

Wallerstein, Chiapas’ta mücadele yürüten EZLN’nin lideri Marcos’un, devlet iktidarını hedeflemedikleri, çünkü iktidarın merkezinin artık devletlerde olmadığı şeklindeki sözlerini derin bir onayla aktarıyor.[34] Devlet iktidarını ele geçirmenin sanıldığı gibi etkili bir işlem olmadığını ifade eden Wallerstein, özellikle 1960’larla birlikte, eylemin devleti devredışı bırakan bir rotaya girdiğini anlatır. Ona göre eylem, artık devlet düzeyinden, çok daha belirsiz ve zor kumanda edilebilen küresel ve yerel düzeylere kaymıştır. Nitekim, “Düşüncede küresel, eylemde yerel ol!”, bu konudaki bilinci açıkça dile getirmektedir.[35] Buna karşılık, Negri’nin önermesi şudur: “Küresel düşünüp küresel davranmak zorundayız.”[36] Çünkü Negri’ye göre, “Irksal, dinsel ya da bölgesel terimlerle tanımlanmış, İmparatorlukla ‘bağını koparmış’, sabit sınırlarını İmparatorluğun gücüne karşı kalkan yapmış, yalıtılmış bir haldeki tikel bir cemaate ilişkin herhangi bir önerme sonuçta gelip bir tür gettoya kapanmaya mahkumdur. (…) İmparatorluğa ancak kendi genellik düzeyinde ve dayattığı süreçleri mevcut sınırları aşacak şekilde zorlayarak etkili bir biçimde karşı durulabilir.”[37]

“Devlet yenildi; dünyayı artık büyük şirketler yönetiyor!”[38] Wallerstein ile Negri gibi farklı yerlerde duran iki yazarın benzer analizler yapması ve mücadelenin de buna uygun tarzda olmasını önermesi yabana atılamaz. Devletin verili durumuna ilişkin analiz saklı kalmak kaydıyla, bu konuda söylenebilecek olan şudur: Günümüzde küreselleşme karşıtı mücadelenin ‘şirket-karşıtı’ bir görünüme bürünmesinin savunulması mümkün değildir. Bunun bir hedef saptırma olduğu yolundaki eleştiriler yerindedir, zira nasıl bir değişim geçirirse geçirsin, devletler hala aygıtlarıyla ve onları yetkinleştirerek devrededir. “Devlet yenildi” sözü, Chiapas’ta Zapatistalarla şirketler savaşmışsa politik bir anlama sahip olabilir; aksi her şey politik mistifikasyondur. Günümüz küreselleşme karşıtı hareketinin şirketlere ve küresel mali kuruluşlara büyük tepki içinde olduğu birer vakıa. Fakat bu sadece söz konusu hareketlerin kendilerini ifade ediş tarzlarını oluşturuyor; hareketlerin etkisi, kendileri bunu nasıl ifade ederse etsin, devlet iktidarlarına yöneliktir.

Politik bakımdan küresel hareket uçucu, ulusal hareket çökelici bir nitelik arz ediyor. Bugün, tek ülkenin yetmezliği ve yalıtıcılığı ile küreselin ele avuca gelmezliği, afakiliği arasında bir belirsizlik var. Etiyopya’da 1991’de devrimle iktidara gelen devrimcilerin akıbeti bunun önde gelen bir örneğidir. Bugün Nepal’de önemli bir güce sahip olarak gerilla savaşı yürüten devrimci Maocu hareketin iktidarı alması bile, müthiş bir boğma hareketiyle yanıtlanacaktır. Devletin jeo-politik bir edinime tabi tutulması ezilenler tarafından başarılamıyor. Yoksa düşmanlarımız için onun jeopolitik konumu, başta bize karşı, ağırlığından hiçbir şey yitirmeden sürüyor. Diğer yandan, Seattle ile simgelenen (dar anlamdaki) küreselleşme karşıtı hareketin akıbeti ise gerçek ve güçlü bir tartışmanın konusudur.[39]

Bu koşullarda önerme şu olmalıdır: Devrimci öznelerin programatik hedefi devlet iktidarını ele geçirmektir. Bunda bir değişme olmaz. Politik iddianın, öze ilişkin olduğu argümanıyla iktidardan ekonomiye ve sınıfsal alana uzanacağı bir hat yoktur. Politika, iktidar merkezli bir güçler ilişkisi ortamında cereyan eder. Sorun, iktidara ilişkin olabilirliğimizin geriye düşmüş olmasındadır. Devrimci mücadelede programatik boyutun işgal ettiği alan geriledi. Ancak, bu, politik-olanın bittiği şeklinde bir görüşe mahal vermez. Pratik-politik devrimcilikler döneminde programatik mücadele anlayışının gerilemesi beklenmedik bir gelişme değildir. Mücadele edenler önünü artık daha az görüyor; patlamalı ilerlemeler cereyan edebileceği gibi, görece uzun süre ucun ucun ilerlemelere de rastlanabilecektir. Politikanın salt-iktidar ilişkisi çerçevesinde anlaşılması, programatik boyutun gerilediğini kabul edenlerin politika dışına da düşmüş olduğunu ileri sürmek demektir. Oysa, belli bir dönemde iktidar-bağlamlı politikanın devrimci tarzda mümkün olmayacağı görüşü, politikayı devrimciliğin mümkün olduğu alana ‘çekmek’ anlamına gelmektedir. Genellikle pratik-politik devrimciliğin küçümsenmesi, iktidar-bağlamlı politikayı reformist şekilde yapma ya da iktidar odakları arasında müttefik aramayla sonuçlanır. Marksizmin Leninizm uğrağının katkısıyla görüyoruz; iktidar anından önce de devrimcilik mümkündür ve bu devrimciliğin yoğunlaştığı politika tarzı pratik-politikadır. Pratik-politika, anın içindeyken taraf olmayı ve düşmana karşı fiilen mücadele etmeyi öngörür. Bu bağlamda, salt-iktidar-bağlamlı politika olarak ifade edilen politika tarzı, ‘büyük politika’ dışında bir politik tarzı reddeder. Onun için devrimcilik değil, iktidar önemlidir. Böylece, Marksizm adına hükümet olmayı iktidar olmaya, büyük politikayı devrimci pratik-politikaya ikame etme süreci başlıyor.

Zayıf halkanın kaybı

Dünyanın içinde bulunduğumuz konjonktüründe, devrim çemberi olarak öne çıktığı söylenebilecek herhangi bir bölge –orta vadede– muhtemelen olmayacaktır. Pratik-politik devrimci hareketler, patlamalarla seyreden kitle hareketleriyle eşitsiz bir şekilde ilerleyecektir. Dönem, belirli bir bölgede iktidar stratejisi oluşturmak için elverişli olmadığı görünümü sunuyor. İçinde bulunduğumuz ve önümüzdeki yıllarda da süreceğini öngördüğümüz dönemin, pratik-politik devrimcilikler dönemi olacağı görülüyor. Yıkıcılığın, kuruculuğun önünde olduğu, kurumsal iktidar hedefinin politik bir yönelim dışında programatik bir gerçeklik ol(a)madığı, öncü politikanın vurgulu bir tarzda sürdürüleceği, mücadele tarzlarının çok geniş bir yelpaze çizeceği –şiddet politikasıyla barışçı kitle çalışmasının bir ve aynı öznenin görece dar çeperine sığacağı..– bir dönem. Dönemin bu şekilde kabulü, bir yandan, iktidar hedefini reddeden hareket ve ideolojilerle eylemli etkileşim için bir olanak sağlar, diğer yandan henüz devrimci patlamalar yapmamış dünyasal kitle hareketlerinin ‘arayış’ına tekabül eder. Böyle bir dönem anlayışı, iktidardan uzak olmayı bir politik model olarak ve ideolojik karakter olarak ortaya koyan akımların bu yönleriyle bir flört anlamına kesinlikle gelmemelidir. Ancak, günümüzün, iktidar gerçekliği açısından elverişsiz oluşu bakımından bunun pratik-politik bakımdan önemi yoktur.

İktidarın artık ezilenler açısından ele geçirilmeye değmeyecek bir hedef olduğu anlayışı ve teorisi ile uğraşma, geçmişin teorik dağarcığından devşirilenler dışında malzemelerle ancak böyle bir geçişle mümkün olabilecektir. Bu, hem devrimci politikanın kavramlaştırılmasının, hem pratik-politikanın yürütülüşünün merkezi sorunu haline gelmeye adaydır. İktidarı elde etmeye ilişkin tarihsel görüşlerimiz, –genel teorik ve ideolojik olan dışında– aykırı görüşlerle mücadeleye yetmemektedir. İktidar politikasının yeniden ve yeni malzemelerle kurulması için komünist devrimcilerin, pratiğin dersine ve –başta ‘sosyalizm deneyimleri’ olmak üzere– iktidar pratiklerinin analizine gereksinimi vardır. Yükümlülük, Marksizmin üç sektörünün ikisine ilişkindir: Politika alanına ve tarih bilimi alanına. Bu kabul edilmelidir.

İçinde bulunduğumuz dönemde, bir devrimci patlamalar zinciri yaratmak için önde gelen etken, politik sınırlar dahilinde istikrarsızlıklar yaratmaktır. Zira, bu konuda oldukça güçlü ve derinden bir nesnel eğilim mevcuttur. Küreselleşme yönelimi bunun soğuk ateşleyicilerinden biridir. Merkezkaç eğilimi, devrimci muhalefet hareketlerinden düşman merkezlere yöneltilmelidir. Bu, El-Kaide türünden bir örgütlenmenin 11 Eylül benzeri eylemleriyle olabileceği kadar, küreselleşme karşıtı hareketin ‘gelişmiş dünya’nın metropollerinde yürüteceği istikrar bozucu eylemlerle de yürütülebilir. Düşmanlar kendilerince uygun görülen bölgelerde istikrarsızlık yaratıyor; devrimci güçler de düşmanların ininde ya da üslerinde istikrarsızlık öğeleri olmak durumundadır. Yani günümüzde, yıkıcı enerjinin öne çıkacağı bir pratik-politik tarz tutturulmalıdır. Bu dönemde ilerlendikçe, Almanca konuşmaya ayarlanmış politik akımların yeni dönemin Marksizmine uzaklığı epeyce belirginleşecektir. Bunun bizi, –eğer ortaya çıkarsa– devrimci yönelimli anarşizmle yakınlaştıracağı da doğrudur. Ancak anarşizmin son yıllarda uç veren gelişmesi içinde, devrimci yönelimli eğilimlerin oldukça zayıf olduğu göze çarpıyor. Küreselleşme karşıtları arasında ‘Kara Blok’ diye anılanlar dışındaki anarşizan gruplaşmalar genellikle, politikayı kenttaşların oydaşmasını sağlayacak bir etkinlik olarak görmeye eğilimli bir anlayışa sahip. Çatışmacı ve giderek devrimci bir politik eyleyişler birliği yaratılmasına çalışılmalıdır. Böyle bir arayış, şiddet tekelini politik niteliği korumak sözde kaygısı adına düşmana bırakan liberal ve teslimiyetçi sol (anarşist, sosyalist, …) kesimlerle mücadele için gereklidir. Şiddetin damgasını daha çok vurduğu bir dünyada şiddet politikasının kategorik olarak dışında olanların politikanın da kategorik olarak dışında olacakları öngörülebilir.

Marksist ve devrimci hareketin iktidar hedefine önceki döneme göre daha uzak oluşu, yeni dönemde mücadeleye katılan zengin bileşenler bakımından bazı sonuçlar ve etkiler doğuracaktır. Genel olarak devrimci hareketin devleti talep ettiği ve bunda başarılı olduğu[40] yirminci yüzyıl mücadelelerinden farklı olarak, devlet iktidarlarının sol hareketin zaferine daha uzak olduğu koşullarda, muhalefetin bileşenleri arasındaki ilişkiler farklı şekillenecektir. Devrimci hareket, iktidarları elinden kaydırdığı ve yeni iktidar ihtimalinin de pek gözükmediği koşullarda, muhalefetin diğer öbekleriyle bir konum farkını yaşayamayacaktır. Bu, bir ‘eşitler ilişkisi’ yaratacaktır. Bir başka açıdan, iktidara uzaklık ve Marksizmin ezilen hareketi üzerindeki nüfuzunu yitirmesinin açığa çıkması, örneğin, günümüzün küreselleşme karşıtı hareketi içinde dinamik bir unsur olan anarşist ideolojinin rolünü artırabilecektir. Hobsbawm’ın da belirttiği gibi, “1914’ten önce anarşizm dünyanın büyük bir bölümünde devrimci eylemlerin itici ideolojisi olarak Marksizmden çok daha ilerde olmuştu. Marx, Doğu Avrupa dışında daha çok kitle partilerinin gurusu olarak görülüyordu. Bu partilerin zafere doğru kaçınılmaz ama patlayıcı olmayan ilerleyişi Marx tarafından öngörülmüştü.”[41] Anarşizm Ekim Devriminden ve özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra ezilenler hareketinde bir alternatif olmaktan çıktı. ’68 hareketinde anarşizmin yükseliş yaşaması beklendi[42], hatta bunun gerçekleştiği ileri sürüldü. Ancak, ‘68’den sonra birçok ülkede pıtrak gibi biten devrimci örgütler, anarşizme değil yine dönemin nüfuzlu ideo-politik akımı Maoculuk şahsında Marksizme yöneldiler. Buna karşılık, günümüzde anarşizmin gelişmelerden olumlu yönde etkilendiği görülüyor. Bugün “anarşizm, hareketteki egemen perspektiftir”.[43] Anarşizmin pratik-politikaya olan ‘doğal’ eğilimi, pratik-politik bir devrimciliği öne çıkarmış Marksist harekette ilginç etkiler yaratacaktır. Marksistler anarşistleri özellikle Kuzey ve Batı ülkelerinde yanı başlarında daha fazla görecek ve etkileşimlerini gözden geçirecektir.

‘Araziye yayılma’

İçinde bulunduğumuz dönemde, ‘düşman’ın yeni tarzlarla hamleler gerçekleştirmesi yanında, ezilenlerin, hareketin konum ve mücadele tarzına ilişkin değişiklere yönelmesini gerektiren diğer bir faktörü de, düşmanın, mücadele tarz ve yöntemlerine hakimiyeti oluşturuyor. Eski dönemde kullanılan kamuflaj ve teçhizat (mücadele ve örgütlenme tarzları, …) düşmana karşı artık yeterince etkili ve bağışık değil. Pratiğin ateşiyle, ezilenler yeni mücadele tarzları, ‘mücadele stratejileri’ geliştiriyor. Ezilenlerin, farklı saldırı, gizlenme, kuşatma yöntem ve tarzları bulmaları gerekiyor. Gelişmeler, ezilenlerin bu yolda olduğunun çarpıcı işaretlerini veriyor. Dünyanın her yerinden, farklı bir ezilenler kümesinin yepyeni bir tarz denediği haberleri geliyor. Fakat bunlar arasında Marksist ideo-politik nitelikte olanlar pek göze çarpmıyor.

Ezilenlerin temsilcileri ezilenler içinde ufuk açıcı kaynaşmalar olduğunu teslim ediyor: “Yeni şartlarla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini kabul etmeliyiz. Eski politikalar artık yetersiz kalmakta. Bu savaşta avantaj teröristlere geçmiş durumdadır.”[44] Negri ve Hardt, ezilenlerin, ‘düşmanları’ tarafından nasıl görüldüğünü anlatıyor: “Bugün ABD ideologlarının tek, birleşik bir düşman tespiti giderek zorlaşmaktadır; buna karşın, her yerde küçük ve ele avuca sığmaz düşmanlar vardır.”[45] “Kimliği belirsiz bir kalabalık –’enerjik sokaklar’–; işte statükonun savunucularının en büyük kabusu bu.” Bu sözler Wallerstein’a ait. Wallerstein, CIA Başkanı George J. Tenet’in, 7 Şubat 2001’de yaptığı bir konuşmayı yorumlayarak aktarıyor: “Tenet, ‘devlet destekli terörizm’ azalırken, ulusaşırı, merkezi olmayan grupların ortaya çıktığını ve eylemlerin ‘daha alt düzeylerde başlatıldığını ve gerçekleştirildiğini’ söylüyor. Dolayısıyla, kolaylıkla çıkarsayabileceğimiz gibi, bunların sorumluları üzerinde baskı uygulamak ve bunlarla pazarlık yapmak çok daha zor. (…) Tenet, ‘Arap sokaklarındaki eylemliliğin değişen niteliğinden’ kaygı duyuyor ve şunu söylüyor: ‘Kaynayan bir halk, tanımlanabilir herhangi bir liderlik ya da örgütsel yapı olmaksızın, artan şekilde eyleme geçme yeteneğine sahiptir.’ “[46] Bunu bir başka yazar şu şekilde anlatıyor: “Pentagon yeni düşmanların kuralına göre savaşmadığını, küreselleşmiş bir dünyayı zemin alan stratejilerinin, iletişim, ulaşım, enformasyon, psikolojik terör, uluslararası medya ve internet gibi her türlü modern aracı kullandığını öne sürüyor. Onların cephaneliği, çakı, balıkçı teknesi, ev yapımı bomba ve yolcu uçağı gibi düşük teknoloji ürünü silahlardan oluşuyor. Her ne kadar bu düşmanların bir yerlerde üslenmesi gerekiyor olsa da, sürekli kaldıkları bir evleri olmadığından, dünyanın dört bir köşesine dağılmış bir ağa sahip olduklarından, kesin yerleri saptanamıyor. Onların adresi bütün dünya –tıpkı eylem alanları gibi.”[47]

Söz konusu özellikler, sadece ‘Üçüncü Dünya’da ve ABD’yi hedefler durumda olan devrimci hareketler için geçerli değil, emperyalist ülkelerdeki küreselleşme karşıtı hareket de bu özellikleri gösteriyor. Küreselleşme karşıtı hareketin “en önemli meydan okuması, ‘merkezi’ bir liderliğe ya da komuta yapısına sahip olmamasıdır; çok başlıdır ve bu da başını yok etmeyi engellemektedir.”[48]

Ezilenler salt örgütsel ve askeri hareket tarzı değil, toplumsal hareket tarzı bakımından da ‘araziye yayılıyor’; bu, onları zor hedefler haline getiriyor ve onların, ‘düşman’ın alışık olmadığı bir tarzda saldırmasına imkan veriyor.

Günümüz politik mücadelesinin mevzileniş tarzı “Maginot Hattı zihniyeti”nden[49] kopuyor. Bu, güçlerin bir cephe boyunca karşı karşıya geldiği ve savunma ile saldırının da bu hat üzerinde dikine hareketler şeklinde cereyan edeceği anlayışına dayanır. Çizgisel hat mantığı sonucu, Birinci Emperyalist Savaşta milyonlarca askerin siperlere çakılı olarak bekletildiği anlatılır. Fransa’nın, Almanya sınırında inşa ettiği Maginot Hattı, İkinci Dünya Savaşında da aynı işlevi göreceği düşüncesiyle güçlendirilir. Ancak Alman orduları hattın çevresini dolaşarak onu çok kısa bir sürede ve tek bir hamlede işlevsizleştirmiş ve Fransa’ya hakim olmuşlardır. Yirminci yüzyıl boyunca neredeyse bütün ‘geleneksel’ komünist partiler bu tarzda örgütlenmiş ve mücadele yürütmüşlerdir. Tabii, bu tarzı izleyerek devrim yapan hiçbir politik özne olmamıştır. Negri ve Hardt, mücadelenin yeni dönemde “eğik ya da diyagonal bir duruşla en büyük etkiyi sağlaya(cağı)” kanısındadır.[50] Ezilenler, örgütleri ve toplumsallıklarıyla, bir cangılda birbirini görmeyen, ama bir hedefe doğru sürekli hareket halinde olan ‘orman savaşçıları’na dönüşüyor.

‘Araziye yayılma’nın ve Maginot Hattı zihniyetinden kopmanın toplumsal zeminlerinden birini küresel göç dalgası oluşturuyor. “Dünyanın üzerinde bir hayalet dolaşıyor; bu, göç hayaletidir.”[51] Göç, dünyanın yeni resminin temel figürlerinden birini oluşturuyor. Günümüzde Kuzey ve Batı ülkelerinin nüfuslarındaki düşüşün hızlanarak süreceği ve bu ülkelerin giderek daha fazla sayıda çalışabilir yaşta emek gücüne ihtiyaç duyacakları öngörülüyor. Göç dalgasında ‘iten’ faktörü de Güney ülkelerindeki yedek emek gücü fazlalığı oluşturuyor. Asya’nın, Afrika’nın, Güney Amerika’nın genç nüfusu, her türlü yolla ve bütün engellere rağmen emperyalist metropollere göç etmeyi sürdürüyor. Bunun küresel bir sorun haline geldiği ve yakın gelecekte politik sonuçlarını vereceği ileri sürülüyor. Dünyanın temel çelişkilerinden biri artık göç hareketini doğuran, onun doğurduğu sorunlarda yatıyor. Wallerstein, “önümüzdeki elli yılın dünyasını” belirleyen unsurlardan ikincisini (birincisi şiddetti) “Güney-Kuzey göçü” olarak saptıyor. O, “buna yeni diyorum”, diyor ve devam ediyor: “Ama bu tür göçler kapitalist dünya ekonomisinin artık beş yüz yıldır ayrılmaz bir özelliği haline gelmiştir elbette. Gelgelelim, üç şey değişmiştir. Birincisi, süreci çok daha kolay hale getiren ulaştırma teknolojisi. İkincisi, küresel itişi çok daha yoğun hale getiren küresel ekonomik ve demografik kutuplaşmanın yaygınlığı. Üçüncüsü ise, zengin devletlerin akıntıya direnme yeteneğini tahrip eden demokratik ideolojinin yaygınlaşması.”[52]

Negri ve Hardt, göçe dünyada ezilenlerin hareketi bakımından tayin edici bir yer tanıyorlar: “Çokluğun yersiz yurtsuzlaşma arzusu kapitalist gelişme sürecinin tamamını harekete geçiren motordur.”[53] Bunu, yaygın bir başka görüş açısından Gerbier de ifade ediyor: “Sermayenin uluslararası görece hareketliliği ile emeğin uluslararası göreceli hareketsizliği arasındaki çelişki küreselleşme tezinin sınırlarına işaret ediyor.” [54] ‘Emeğin bağlanıp sermayenin salınması’nın ‘küreselleşme süreci’ olarak adlandırılan gelişmeyi çözecek ya da istenen sona götürecek ‘motor’ faktör olduğu kabul edilirse, evrensel bir sol hareketin politik yönünü de bunun tayin edeceği açıktır. Burada, sol harekete ilişkin evrensel doğrultular belirleme çabası içinde olunmuyor. Ancak, bir yandan birbirinden, gittikçe derinleşen uçurumlarla ayrılırken, diğer yandan ‘göç dalgası’ gibi faktörler marifetiyle iç içe geçme süreci yaşayan dünya toplumlarının, verili halleriyle bu yönelimi kaldıramamaları beklenir. Dünyanın her yanına yayılmış ‘Üçüncü Dünyalılar’, ‘Birinci Dünya’ toplumlarının alt sınıflarını mütemadiyen besliyorlar.

IV. Kan ve ateş

Günümüz dünyasında mücadelenin Marksist özneleri, bayrakları göndere çekecek bir durumda değil. Mücadelenin yayılması, gelişmesi, kırılması, patlaması gerekiyor.

Mücadelenin devrimci doğurguları kan ve ateş içinde ortaya çıkacak; kan ve ateşe evrilmeyen, “şiddet ve şehit”[55] yaratmayan bir hareket devrimci sonuçlar verme kudretinde olmayacaktır. Mücadele bitimsizce –hiçbir yenilgiyi, dağılmayı, bozgunu takmadan– sürüyor; politik devrimcilik, ara verilmeden kesintisizce sürdürülmelidir. Ezilenlerin hangi kesiminin hangi adla ve hangi bayrakla öne çıkacağı, ağırlık kazanacağı ancak kan ve ateşin sınavında belli olacaktır. Mücadelenin, kanının ve ateşinin içinde yoğrulmaya elvermeyecek bir düzeyde bulunması, devrimci vargılar için yetersiz olduğu kadar, evrimci çıkarımlar için de erken olacaktır. Tarih(in nereden geldiği ve nereye gideceği) bilinir ama gelecek bilinmez. Bizim, fani özneler olarak her bilişsel faaliyetimiz, geleceğe ilişkindir –bunu biliriz. Ama faaliyetimizin tarihe nasıl ve ne şekilde havale olacağını ‘Allah bilir’.

Ucu açık geçiş dönemi, bir genel hazırlık evresi olarak değerlendirilmemelidir. Mücadele tarz ve yöntemlerine ilişkin bir öncelik-sonralık, bir düzenli sıralama içeren ‘hazırlık’ kategorisi, geçen yüzyılın devrimci hareketler pratiğinde zaten reddedilmişti. İçinde bulunduğumuz onyıllarda bunun en azından niceliksel önemine ilişkin bilincimizin pekişmesine gerek var. Mücadelenin, hazırlık evresi kategorizasyonu bakımından sonda olacak bir tarzı başlarda, başlarda olması gereken bir tarzı ise sonlarda yer alabilir. Bu, bir olumsallıklar keşmekeşi içinde olunmak gerektiği anlamına gelmiyor; elli militana sahip bir örgütün, nüfusu onmilyonlarla ölçülen bir ülkede devrimci politik güç olamayacağını bilmek bir şey bilmek değildir. Olumsallıklar bir somutluklar bileşkesinde bulunur, ve somutluklar teknik ve fiziki çevre tarafından kuşatılmıştır. Mücadelenin tarzı, yöntemi ve araçlarına ilişkin, devrimci konjonktürlerle devrimci-olmayan konjonktürler arasında niteliksel farklar elbette olacaktır; ama bu, örneğin, devrimci konjonktürlerde şiddet politikasına başvurulacağı, devrimci-olmayan konjonktürlerde başvurulamayacağı gibi kategorik ayrımlara meydan vermeyecektir. Bu iki konjonktür arasında –diğerleri yanında– kategorik bir ayrımı, iktidarı talep etme değil, gerçekten isteme, ona doğru fiziksel olarak yürüme oluşturabilir.

Ezilenler mücadele etmek için ‘öncüleri’ne bakmıyor. Onların mücadelesi sonlanamıyor, durdurulamıyor. Tersine, öncüler, model oluşturmak için, yollar çizmek için ezilenlerin pratiğine ihtiyaç duyar. Ezilenlerin politik bir karşılığı da olan devrimcilik, kesintilere uğrayabilir. Devrimcinin görevi, bugün, devrim ‘yapmak’tan önce, her yeni konjonktürde –ona uyarlanarak– devrimcilik konumunu işgal ederek ya da kurarak, devrimciliği kesintiye uğratmamak olmalıdır.

Devrimciliğin kesintisizleştirilmesi pratiği, iktidara gelmiş devrimcilerin mirasları arasında –Kültür devrimi örneği dışında– bulunmuyor. Geçen yüzyılın deneyimleri yeterince gösterdi; iktidar bu konuda ağır bir balyoz. Ama iktidarın önceki dönemlere kıyasla uzak göründüğü günümüz ortamında devrimciliğin kesintisizliği için elzem olan köprübaşları tutmak da kolay görünmüyor. Ancak her zorluğun yanı başında hemen yükselen bir mücadele pratiği kendini gösteriyor.

 

 


[1] Giovanni Arrighi, Terence K. Hopkins, Immanuel Wallerstein, Sistem Karşıtı Hareketler, Çev.: C. Kanat, B. Somay, S. Sökmen, İstanbul 1995, Metis Yay., s. 135

[2] A.g.e., s. 137

[3] A.g.e., ss. 96-99

[4] A.g.e., s. 138

[5] Michael Hardt – Antonio Negri, İmparatorluk, Çev.: Abdullah Yılmaz, İstanbul 2001, Ayrıntı Yay., s. 319

[6] A.g.e., s. 330

[7] A.g.e., s. 219-20

[8] Arif Bektaş, “Ellen Meiksins Wood’la Söyleşi: ‘Yeni Emperyalizm Dünyayı Zapturapt Altına Almak İstiyor’ “, Evrensel Kültür, Sayı: 120, Aralık 2001, s. 13

[9] Gün Zileli, “Kapitalizmin Global İflası”, Birikim, Sayı: 149, Eylül 2001, s. 44

[10] Gün Zileli, radikal bir küreselleşme karşıtı olarak, ezilen ulus-devletlerin ve bunların savunucularının sekter bir hasmı olarak beliriyor: “Ulus-devletin ve milliyetçiliğin, dolayısıyla anti-emperyalizmin, kapitalist sisteme karşı mücadele anlamına gelmediği, başta Çin olmak üzere, bütün ‘anti-emperyalist’, ulus-devlet yapılarının kapitalizme teslim olmalarıyla açık seçik ortaya çıktı. Çin Halk Cumhuriyeti bugün kapitalizme açtığı geniş pazarıyla, kapitalist sistemin en büyük destekçisidir. Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki diğer ulus-devletçi, ‘anti-emperyalist’ yapılar da (buna Küba da dahildir) öyle. Milliyetçi ulus-devletçilik, bırakın kapitalizme karşı olmayı, milli boğazlaşmaları ve yerel hegemonya savaşlarını körüklemesinin ötesinde, yerel ve vahşi bir milli kapitalizmi canlandırmasıyla, kapitalizmin en önemli can damarlarındandır. (…) Bugün, ‘Üçüncü Dünya’nın ‘anti-emperyalist’ ülkelerinin kapitalizmin en büyük dayanağı olduğunun görülmesi, bu tür umutlara da bir son vermiştir. Nitekim, böylesi bir ‘milliyetçi’liğin, hiç de kapitalizme karşı mücadeleyle müttefik olmadığını, bu türün en sivri temsilcilerinden birinin, bugünkü anti-kapitalist harekete saldırması açıkça ortaya koymaktadır. (Bkz. Hasan Yalçın, “Küreselleşmenin Küresel Direnişi”, Aydınlık, 29 Temmuz 2001)” (Gün Zileli, a.g.e., s.43) Bu satırları okuyan birinin, Gün Zileli’nin bir kontr-Aydınlıkçı olduğuna inanmaması için herhangi bir neden olamaz. Aydınlıkçılığın başarısı!

[11] “Seattle Ruhu Yayılırken Tehlikeli Gidişat: Örgütsüzlük”, Sol, Sayı: 93, 7 Temmuz 2000.

[12] “Cenova ve Arjantin İki Ayrı Dünya”, Köz, Sayı: 16, 15 Ağustos / 15 Eylül 2001, s. 6

[13] Sosyalist İşçi Partisi’nin teşkil ettiği yer, şimdilik kavramsal bir karşılığa ulaştırılamadı ve kavramsal nitelik arz etmeyen bu ifadeyle anıldı.

[14] “Anti-Kapitalist Dalga ve Marksistler”, Sosyalist İşçi, Sayı: 152, 13 Nisan 2001. (Vurgu sonradan.) Sosyalist İşçi ve Enternasyonal Sosyalizm Dergileri ile Antikapitalist Gazetesi, SWP’nin görüşlerini genel olarak benimsemektedir. Bu yüzden, SWP’nin görüşlerini ifade etmek için, Türkiye’deki bu yayınları referans almakta sakınca görülmedi.

[15] “ ‘Anti-Kapitalizm’ Kapitalizmi Yıkabilir mi?” (İngiltere Anarşist Federasyonu’nun yayın organı Organize’ın 55. Sayısından derleme), Çev.: M. Ali Kaftan, Kara Mecmua, Sayı: 6, Mart-Nisan 2002, s. 55

[16] Erhan Demircioğlu, “Küreselleşme-Karşıtı Muhalefetin Olanakları” başlığını taşıyan yazısında, Türkiye solundan çeşitli kesimlerin konuya ilişkin tutumunu zengin örneklerle aktarıyor. Demircioğlu, Hedef Dergisini, bu bakımdan özellikle kaydediyor. (“Küreselleşme-Karşıtı Muhalefetin Olanakları”, Teori ve Politika 21, Kış 2001, özellikle ss.122-24)

[17] “Platform: Onarmak İçin Değil, Yıkmak ve Yeni Bir Dünya Kurmak İçin…”, Yaşamda Atılım, Sayı: 2001 46 (70), 24 Kasım 2001, s. 12. Vurgu sonradan.

[18] “Gündem: Ezilenler Ayakta”, Yaşamda Atılım, Sayı: 2001 41 (65), 20 Ekim 2001, s. 11

[19] Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl, Çev.: Yavuz Alogan, İstanbul 1996, Sarmal Yay., s. 527. Hobsbawm, görüşünü sayılarla destekler: “ABD Dışişleri Bakanlığı’nın verilerine göre uluslararası terörizm olayları, 1968’de 125’ten 1987’de 831’e, kurbanların sayısı ise 241’den 2905’e neredeyse sürekli bir artış gösterdi.” (s. 523)

[20] Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Çev.: Tuncay Birkan, İstanbul 2000, Metis Yay., s. 24-25

[21] Wallerstein, “Gelecek Onyılların Kritik Sorunları” (1 Ocak 2001), Güncel Yorumlar, Çev.: V. Atlı, D. Hakyemez, B. Yeldiren, İstanbul 2001, Aram Yay., s. 189

[22] Bernard Gerbier, “Jeo-Ekonomik Emperyalizm: Kapitalizmin Güncel Aşaması”, Çev.. Betül Çolak, Teori ve Politika 22, Bahar 2001, s. 131

[23] “İşçi Partisi, Çin Komünist Partisi ile Pekin’de Görüştü”, Aydınlık, 31 Mart 2002, S. 767, s. 37

[24] Servet Cömert, “Jeo-Politik ve Türkiye’nin Yer Aldığı Yeni Jeo-Politik Ortam”, Jeopolitik, Sayı: 1, Kış 2002, s. 22

[25] Thomas Homer-Dixon, “Karmaşık Terörizmin Yükselişi”, Çev.: Lale Tayla, Foreign Policy (Türkiye baskısı), Ocak/Şubat 2002, s. 39

[26] Bu konuda şu yazıya bakılabilir: M. Kayaoğlu, “Politika ve Şiddet Üzerine Sınırlı Düşünceler”, Teori ve Politika 21, Kış 2001, ss. 3-23

[27] Kolombiya ve Nepal’de süren güçlü gerilla hareketlerine karşı ABD müdahalesi gecikmedi. Nepalli devrimciler, ABD’nin Şubat ayı içinde dışişleri bakanını ve bir askeri heyetini ülkeye göndererek monarşiye yardım etmeyi taahhüt ettiğini bildirmişlerdi. Kolombiya’da ve Filipinler’de ise ABD’li subayların yönetiminde başlayan büyük operasyon sürüyor. Hatırlanacağı üzere, Peru’da gelişen devrimci gerilla hareketi de ABD’nin dolaysız yardımlarının büyük katkısıyla geriletilmişti.

[28] “Ergun Adaklı’yla Söyleşi: Sömürgecilerin Ortadoğu Haritası Yırtılmalı”, Yeniden Atılım, Sayı: 6, 27 Nisan 2002, s. 9. Adaklı’nın devam eden sözleri, jeo-politik farklılaşmanın Filistin hareketi için anlamını da gösteriyor: “… Böyle bir enternasyonal dayanışmanın halesi içindeydi Filistin devrimi. Bu hale zayıfladı. O günlerden bugünlere düşüşü hesaba katın. Her düşüşte Filistin devrimci mücadelesi biraz daha yalnızlaşıyor.”

[29] Bu durum, konuyla ilgili olarak öteden beri aynı konuma sahip olan SWP gibi bir kesimle, içinde bulunulan konjonktürde ve tek olaya ilişkin sorun yaşanmaması anlamına gelecektir. Ancak SWP’de, Küba nezdinde söz konusu olduğu gibi, eski kalıntılar varlığını bazı boyutlarda ve belli bir süre koruyacaktır.

[30] Bu konuda bak.: Yılmaz Sezer, “Küreselleşme: Emperyalizmin En Yüksek Aşaması”, Teori ve Politika 22, Bahar 2001, s. 18.

[31] Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Çev.: Tuncay Birkan, İstanbul 2000, Metis Yay., s. 39

[32] A.g.e., s. 39

[33] A.g.e., s. 41-2

[34] Wallerstein, Güncel Yorumlar, a.g.e., s. 202

[35] Bu yorumlar, Wallerstein’ın başında olduğu Gulbenkian Komisyonunun Sosyal Bilimleri Açın’ından, Çev.: Şirin Tekeli, İstanbul 1996, Metis Yay., ss. 78-9

[36] Hardt-Negri, a.g.e., s. 220

[37] A.g.e., s. 220

[38] A.g.e., s. 318

[39] Teori ve Politika’nın bu sayısında yazıları yayınlanan B. Epstein ve N. Klein gibi harekete oldukça sempati besleyen yazarların, akıbet konusunda ne büyük endişeler taşıdığını gösteriyor.

[40] Barbara Epstein, “Anarşizm ve Küreselleşme Karşıtı Hareket”, Çev.: Sina Güneyli, Teori ve Politika 26

[41] Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl, a.g.e., s. 92-3

[42] Hobsbawm bu beklentiyi şöyle anlatır: “1968 ve sonrasının radikal öğrencileri arasında, çok az ideolojik tarih bilgisine sahip olan biri bile Marx’tan çok Bakunin’in, hatta Neçayev’in ruhunu tanıyabilirdi. Gene de bu durum anarşist teori ya da hareketlerde önemli bir canlanmaya yol açmadı. Tam tersine, …” (A.g.e., s. 94)

[43] Barbara Epstein, “Anarşizm ve Küreselleşme Karşıtı Hareket”, a.g.e.

[44] Thomas Homer-Dixon, “Karmaşık Terörizmin Yükselişi”, a.g.e., s. 46

[45] Hardt-Negri, İmparatorluk, a.g.e., s. 204

[46] Wallerstein, “CIA’in Dünyadaki Tehlikeleri Değerlendirmesi”, Güncel Yorumlar, a.g.e., s. 196-7

[47] Marwan Bishara, “Adresi Olmayan Düşman”, Çev.: Elçin Gen, Birikim, Sayı: Kasım 2001, s. 76

[48] Aktaran Naomi Klein, “‘Tarihin Sonu’ Tezine Veda ve …”, a.g.e.

[49] Bu deyim Wallerstein’a aittir. Güncel Yorumlar, a.g.e., s. 198

[50] Hardt-Negri, a.g.e., s. 225

[51] A.g.e., s. 226

[52] Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, a.g.e., s. 25

[53] Hardt-Negri, a.g.e., s. 143

[54] Bernard Gerbier, “Jeo-Ekonomik Emperyalizm: Kapitalizmin Güncel Aşaması”, a.g.e., Bahar 2001, s. 128

[55] Bu, Yalçın Küçük’e ait bir ikili.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar