Ana SayfaArşivSayı 24-25Tekelci Emperyalizm Döneminde Marksizmin Krizi

Tekelci Emperyalizm Döneminde Marksizmin Krizi

Yılmaz Sezer

I. Modernizm ve sosyalizm

Kapitalizmin sanıldığından daha güçlü olduğunu söylemek gerekiyor. Kapitalizm, her aşamasında, içine girdiği sistemik krizlerden yeni bir yapılanmayla çıkmış ve böylece kendisini sürekli olarak yenileyebilme becerisini gösterebilmiştir. Krizlerden çıkış, Jameson’ın ifade ettiği gibi, kapitalist sistemin yaygınlaşması ve yeni teknolojilerle farklı metaların üretilmesi yoluyla mümkün olabilmiştir.[1]

Kapitalizmin, birbirini izleyen üç ayrı aşamasından söz edilebilir: Rekabetçi-ulusal kapitalizm, tekelci kapitalizm (emperyalizm) ve tekelci emperyalizm. Ulusal kapitalizm, üretimin ulusal pazarlara yönelik yapıldığı bir dönemdir. On sekizinci yüzyıl sanayi devrimi ile ortaya çıkmıştır. Ulusal pazar ve serbest rekabet bu dönemin temel özelliğidir. Üretimin yoğunlaşması sonucu ulusal pazarlar yetersiz kalmıştır. Kapitalizmin ikinci, tekelci dönemi başlamıştır. Sermaye uluslarasılaşmıştır. Bu dönemde, ulusal pazarın sınırları aşılmış ve dünya ölçeğinde emperyalist bir düzen kurulmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan çokuluslu şirketlerin egemenliğinde yeni bir dünya sistemi (tekelci emperyalizm) oluşmaya başlamıştır. Kapitalist üretim ilk kez uluslararasılaşmıştır. Kapitalizm, gerçekte her zaman ‘küresel’ olmuştur; kapitalizm, her aşaması bir öncekine göre daha küresel olmak üzere, küreselleşmektedir. Sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşmesindeki ivme daha önceki dönemlerle kıyaslanmayacak ölçüde artmıştır. Uluslararası kapitalist sistemin bir parçası olarak, ulus devletler yeniden yapılandırılmaktadır. Emperyalist ülkeler arasında gerçekleşen birlik ve birleşmeler uluslararası kapitalist sistemin, tekelci emperyalizmin merkezini oluşturmaktadır. Emperyalist ülkeler arasındaki çelişkiler, oluşan uluslararası kapitalist sistemin gereklerinin çok berisine düşmüştür. Bu çelişkilerin, ‘merkezi’ parçalaması ve ‘merkez’in dağılmasına yol açması çok zayıf bir ihtimaldir. Ezen ile ezilen ülke devletleri ve burjuvaları arasındaki ilişkiler dışsallıktan içselleşmeye yönelmiştir. Bir başka deyişle, küreselleşme denen süreç, dışarıdan dayatılan bir gelişme değil, ülke burjuvazilerinin ve devletlerin de doğrudan katıldığı ve halen yaşanmakta olan tamamlanmamış bir süreçtir. ‘Reel Sosyalizm’in[2] çöküşü ile birlikte, kapitalist yayılmanın muhtemel alanları bir hayli genişlemiştir. Bugün, içinde bulunduğumuz dönem işte bu tür küresel bir kapitalizm ile birlikte yaşamakta olduğumuzdur.

Kapitalizmin her uğrağı, hiç kuşku yok, yeni ve ileri teknolojiler, dünyanın küçülmesi ve kapitalizmin yeniden örgütlenmesi demektir. Kapitalizm yapısal bir dönüşüm içindedir ve bu dönüşüm kapitalizm düşmanlarının en güçsüz olduğu bir anda gerçekleşmektedir. İçinde bulunduğumuz konjonktürün dolaysız ifadesi şudur: kapitalizm muzafferdir.

Reel sosyalizmin çöküşü ile sosyalizmin yeryüzünde kapladığı ideolojik ve siyasal alan boşaldı. Sosyalizm, kitleler nezdinde itibar yitirdi; sosyalist devrimin mesihvari görünümü ve sosyalizmin ‘insanlığın garanti edilmiş geleceği’ni temsil ettiğine dair inanç kaybolup gitti. Kitleler bir milenyum efsanesi ile karşı karşıya kaldılar. Fukuyama’nın sözleriyle, ‘tarihin sonu’ gelmişti:

Ben modern dünyadaki sivil devrimin, savaşları siyasi ve askeri sahadan ekonomik sahaya kaydıracağı tezini ileri sürdüm. (…) Savaşların karekterini değiştiren bu süreç, birbirinden farklılaşan iki fenomen tarafından belirlenmektedir. Bunlardan birincisi, bilhassa gelişmiş ülkeler bakımından geçerli olmak üzere dünyadaki büyük siyasi ve ekonomik yapıların kapitalizm ve demokrasi çerçevesinde birbirlerine yaklaşmalarıdır. Ben bu fenomeni Hegel’in literatürüne yaklaşarak ‘tarihin sonu’ şeklinde isimlendirdim. (…) Ikinci gelişme, teknolojinin kendisini ortaya çıkaran modern ekonomide ve toplumlarda çok muazzam bir uzmanlaşmaya yol açmasıdır.[3]

‘Tarihin sonu’ ideolojik bir manifestodur; kapitalizmin ‘mutlak’ anlamda evrenselliğini ve ebediliğini vurguluyor, ama öte yandan bir gerçeği, kapitalizmin zaferini dilegetiriyor. Sosyalizm yenilgisi bir olgudur ve bu olgu, -işin teorik veçhesi bir yana- geleceğin garanti olmadığına ve belirsiz olduğuna dair inancı zihinlere yerleştirmiş ve bu durum, doğal olarak yeni yeni ütopyaların yeşermesine ya da kapitalizmle uzlaşmaya yolaçmıştır.

Fukuyama ve benzerleri ‘tarihin sonu’ ve kapitalizmin mutlak zaferini ilan ederlerken, bazıları da bir çağın sona erdiğini, yeni tarih-dışı, ‘postmodern bir çağ’da yaşamakta olduğumuzu, eski ideolojilerin, rasyonalist ilkelerin ve özellikle ‘Aydınlama projesi’nin geride kaldığını ileri sürüyorlar. Postmodernistlerin kapitalizme hiçbir itirazları bulunmuyor; yaşanan ve yaşanmakta olan herşeyi, dolayısıyla kapitalizmi ebedi bir veri olarak kabul ediyorlar. Her iki kesim de düşüncelerini ‘şimdi’nin şeyleşmesi üzerine kuruyor; birincileri, tarihin bugün varmış olduğu noktada, kapitalizmin ve dolayısıyla liberal pazar toplumunun ‘mutlak’ zaferini ‘tarihin sonu’ olarak kabul ederlerken, ikincileri ise, tarihi yok sayarak, öncesi ve sonrası olmayan ebedi ‘şimdiler’ dünyasında yaşadığımızı, tarih-ilerleme, hakikat-özgürlük vb. anlatıların sona erdiğini söylüyorlar.

Fukuyama’ya göre ‘tarihin sonu’, bir başka deyişle, liberal pazar toplumunun zaferi, yani modernizmin, modern ilkenin en üst düzeyde gerçekleşmesi anlamına geliyor:

Modernleşme kuramı… 1990’lı yıllarda… onbeş ya da yirmi yıl önce olduğundan çok daha ikna edici görünmektedir… Çeşitli ülkelerin tarihin sonuna doğru ilerlerken girebilecekleri çeşitli yollar olmasına karşılık, kapitalist liberal-demokratik modernliğin dışında sürekli bir ilgiye mazhar oluyor gibi görünen başka bir modernlik değişkesi pek yok gibidir.[4]

Fukuyama’ya göre, sosyalizmin kapitalizm tarafından yenilgiye uğratılması, modernleşmenin ve pazar toplumunun liberal demokratik biçimlerinin kesin zaferidir. Bu bağlamda, reel sosyalizmin çöküşüne yol açan olaylar modernleştiricidir. Bu ‘devrimler’, modernleşme yolundan sapan bir dizi ülkeyi yeniden modernleşmenin doğal yoluna sokmuştur. Sözü edilen doğal yol, pazar ekonomisi ve liberal demokrasidir:

Modernleşme teorisinin temel öncüllerinden ikisi, tarihte nihai bir hedefe doğru ilerleyen ayırt edilebilir evrelerin olduğu ve bir ülkenin sosyo ekonomik gelişmesi ile siyasal sisteminin tipi arasında bir bağıntının var olduğudur. Bu argümanın en önemli parçası, ekonomik ve toplumsal gelişimin belirli bir evresinde ve düzeyinde sistemlerin liberal demokrasiye geçme ihtiyacı duyduklarını savunmasıdır. Aynı zamanda liberal demokrasinin nihai olarak sadece tek bir türdeki ekonomik sistemle, başat olarak piyasalaştırılmış ve özelleştirilmiş -kapitalist- bir sistemle nihai olarak bağdaşabilir olduğu da önerilmiştir.[5]

Modernleşme teorisyenlerinin birçoklarına göre, komünistler de teorik olarak özünde moderndirler; insanoğlunun, yani aklın dünya sorunlarını ergeç çözeceğine inanırlar.[6] Ancak, komünistlerin savunduğu modernizm çarpıtılmıştı. Sosyalizmin çöküşüne yol açan olaylar, bu ülkeleri modernleşmenin doğal, yani piyasa ekonomisi ve liberal demokrasi yoluna soktu. Bir başka deyişle, bunlara göre, sosyalizmin çöküşü çarpıtılmış modernitenin kendisini düzeltmesinden başka bir şey değildi.

Öte yandan, aynı olaylar, bir başka açıdan ‘Yeni Zamanlar’ın (postmodern) kuramcıları tarafından modern ilkenin krizi olarak yorumlanmaktadır. Havel bu konuda şunları yazıyor:

Komünizmin çöküşü, dünyanın nesnel olarak bilinebilir ve böylelikle elde edilen bilginin mutlak olarak genellenebilir olduğunu bildiren öncüle dayanmış olan modern düşüncenin nihai bir krize girmiş olmasının bir işareti olarak yorumlanabilir.[7]

Havel’e ve diğer postmodernistlere göre, komünizmin çöküşü ilerleme fikrinin ve kurtuluş anlatılarının ve dolayısıyla Aydınlanma modernizminin iflasıdır. Modernizm bütün biçimleriyle birlikte çökmüştür. Modern çağ bitmiş ve onun yerini yeni bir dönem, postmodern bir çağ almıştır. Postmodern dünyanın temel özelliği şudur:

Köken ya da yönelimin, geçmiş ya da geleceğin olmadığı bir ebedi şimdi dünyası; dünyayı sabit ve bütün halde görmeyi mümkün kılan bir merkez ya da herhangi bir nokta ya da perspektif bulmanın imkansız olduğu bir dünya; kendisine sunulan her şeyin geçici, değişken ve yerel bilgi ve yaşantı biçimleri olduğu bir dünya. Bu dünyada derin yapılar yoktur, gizli ya da ereksel nedenler yoktur; her şey yüzeyde göründüğü gibidir (ya da değildir).[8]

Kapitalizmin Fukuyama, Brzezinski, Huntington türünden ideologları, kapitalizm savunusunda, postmodern kuramcılardan daha geri bir tavır sergiliyorlar. Her şeyden evvel, bunların ‘modern ilke’ye, yani ‘aklın düzenleyiciliğine ve yaratıcılığına’ herhangi bir itirazları yoktur. Ancak, en iyi aklın kendilerinde olduklarını düşünmektedirler. Bunlara göre, kapitalizme muhalif potansiyel bir akıl her zaman imkan dahilindedir. Postmodern kuramcılar bu işi kökünden halletmişlerdir; onlara göre, ebedi ‘şimdi’nin dünyası dışında ne geçmiş-gelecek yani tarih, ne de tarih içinde dolaşan bir ‘akıl’ vardır. Dolayısıyla, ‘şimdi’nin kapitalist dünyası dışında bir gerçek yoktur.

II. Modernizmin evren tasarımı

Modern tarihin kökeninde Hıristiyanlık vardır. Tanrının oğlu Isa’nın Mesih biçiminde ortaya çıkmasıyla, insanlık tarihinin anlamı değişti. Hıristiyanlık, düzenli, tekrara dayanan (gecenin gündüzü, doğumun ölümü izlediği gibi) döngüsel doğalcı pagan zaman anlayışını yıktı; onun yerine, insani zaman, tarihsel zaman anlayışını getirdi:

İnsanlık yaratılış düzenlerinin tümünün üstüne yükseltilir ve kutsal amacın vasıtası kılınır. İnsanlık tarihinin doğa tarihinden farklı bir ilkesi vardır ve olmalıdır. Tüm yaratılış Tanrı’nın yaratımıdır ve onun istencine tabidir. Ama Tanrı, insanların arasına oğlunu göndermeyi özgürce seçmiş ve böylelikle insan tarihine, herhangi bir insani olmayan daha yüksek bir değer vermiştir. Hıristiyanlık yalnızca insan tarihini ayrıcalıklı kılmakla kalmaz; aynı zamanda bu tarihin gelecek boyutunu da imtiyazlı kılar. Eskatolojik bir tarih görüşüne sahiptir. Tarihin bütünü son erek ya da tamamlanım açısından görülür; bu erek ya da tamamlanımdan başka her şey hazırlık ya da bekleyiştir. Geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki bağlantı basitçe kronolojik olmayıp daha önemlisi teleolojiktir de. (…) Zamanın sahası olarak geçmiş, anlamını yalnızca geriye yönsemeli olarak, yani geleceğe yaptığı katkı aracılığıyla edinir. Geçmiş nötr değildir, ama kendinde ve kendi için herhangi bir değeri de yoktur[9].

Hıristiyan tarih felsefesinin ‘modern ilke’yi içerdiği görülüyor; zaman, doğa alanından çekip çıkarılıyor ve düz çizgi halinde geri çevrilemez olarak tasvir ediliyor. Hıristiyanlık, bugünü geleceğe yönelik beklenti duygusuyla doldurur. Geçmişi ise, geleceği yerine getirme yolunda bugüne bir giriş olarak görür. Bu, dinsel bir çerçeve içinde sunulsa bile, tam da ‘modern ilke’dir.

Modern ilke, ‘Ortaçağ’ denilen dönemde dumura uğradı. Mesih’in geleceğine ilişkin beklenti duygusu tamamen köreldi. Tanrı’sal zaman ile insani zaman birbirlerinden ayrıldılar. Ortaçağ Hıristiyanlığı, dünyasal zamanı kutsal zamana göre değersizleştirdi. Dünyasal zamanda ilerleme sözkonusu değildi ve ‘ilerleme’ kavramının da hiçbir anlamı yoktu. Zaman sabit bir ebediyet noktası etrafında dönüyordu. Ortaçağ Hıristiyan düşüncesinin bu eğilimi, klasik eski çağın pagan öncülleri ile uzlaşıyordu. Yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans ise, bir geçiş dönemi özelliğini gösterir: Klasik dünyanın eski biçimlerinin yeniden ele geçirilmesi ve ortaya çıkarılmasıdır sözkonusu olan. Bunlar, dünyasal olan şeylerdi. Rönesans, kutsal tarihin egemenliğine karşı, dünyasal tarihe olan ilgiyi öne çıkardı.

Açık ve net olarak şunları yazabiliriz: Ortaçağ Hıristiyanlığı’nın Tanrısal zaman ile dünyasal zamanı birbirinden tamamen ayırmasını ve her ikisi arasında kapatılamaz bir gedik olduğunu ileri sürmesini düşünce tarihinin önemli bir atılımı saymak gerekiyor. Rönesans, çubuğu dünyasal zamana bükerek, Ortaçağ Hıristiyanlığı’nın şaşılası tezine büyük bir katkı sunuyor; Rönesans’da, yeniden doğuş anlamına gelmek üzere, ‘geçmiş olan’ bugünde edinime tabi tutuluyor.

Modern ilkenin yeniden doğuşu ile birlikte, onsekizinci yüzyılın ortalarından itibaren modernlik din çerçevesinin dışına çıkmaya başladı. Fransız Devrimi, modernliğin bilinci, Sanayi Devrimi ise maddi temeli oldular. Onsekizinci yüzyıl, Hıristiyan zaman kavramını dünyasallaştırdı ve dinamik bir tarih felsefesine dönüştürdü. Tanrısal aklı, yeryüzüne indirdi ve dolayısıyla insanı onun yerine geçirmiş oldu. Modern zamanların söylediği şudur: Geçmiş, bugünü anlamamıza yarayan bir şey olmanın ötesinde anlamsızdır. Modernlik geçmişten bir kopuş, yeniden kuruluş, yeni bir başlangıç demektir. Modernlik aynı zamanda sonsuzca geleceğe uzanmaktır. Zaman içinde ne kadar geç bir noktada bulunuluyor ise, değişim ve ilerleme oranı o denli büyüktür. Modernlik açık uçludur; yeni şeylerin sürekli olarak yaratılması anlamına gelir.

Modernlik mesihvari bir statü edinir. Yüzyıllardır beklenen mesih gelmeyince insanoğlu ‘Mesih’liğe soyunur: Fichte, Schelling ve Hegel gbi düşünürler, Hıristiyan dinini dünyasal bir tarih felsefesine dönüştürdüler. Bunlar, tarihi, insan tininin parçalı olarak açınlandığı ve kendi kendini gerçekleştirdiği bir süreç olarak tanımladılar. Modernliğin görevini de, Tanrı’nın egemenliğini yeryüzünde bilinçli bir şekilde inşa etmek olarak ifade ettiler.

Modernizmin temel tezi şudur: Tarihin bir ‘özne’si ve bir ‘amacı’ vardır. Bu temel tez çerçevesinde, ‘özne’ kimi zaman ‘Tanrı’, kimi zaman da ‘insan’dır; ‘amaç’ kimi zaman ‘Tanrının amacı’, kimi zaman da ‘insanın amacı’dır. Modernizm, bütün tarihi boyunca bu ikiliyi gerilimli ve çatışkılı bir biçimde her zaman bünyesinde taşımıştır. ‘Özne’ kategorisi bağlamında düşünüldüğünde, ‘Tanrı’ ile ‘insan’ arasında kategorik bir fark yoktur. Özne kategorisine dayanan modernizmin temel tezi reddedilmelidir.

Modernizmin, temel teze bağlı, diğer tezi şudur: Tanrısal (tinsel, düşünsel vb.) (zaman), dünyasal (zaman)dır. Geçmiş anlamsızdır. Bugün geçmişten bir kopuş ve yeniden bir kuruluştur. Bugün, sonsuzca geleceğe uzanmaktır. Tanrısal olanla dünyasal olan arasında, modernizmin oluşturduğu biçimiyle kurulan her türlü ilişki, ister diyalektik, ister biçimsel olsun, onları aynı kümenin elamanları haline getirir. Modernizme göre, geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki ilişki birbirini takip eden artsüremli bir ilişkidir. O nedenle, geçmiş anlamsızlaşır ve bugün ise geleceğe yönelik çalışır.

Modernizmin reddiyle, Tarih, öznesiz ve amaçsız bir süreç olarak tanımlanmalıdır. Tanrısal (tinsel) olan ile dünyasal olanı ayrı kümelerin elemanları olarak ‘dışsal’ bir ilişkiye (ya da ilişkisizliğe) göre tanımlamak gerekiyor. ‘Geçmiş’i geçmişte, ‘geleceği’ geleceğe bırakmayarak, geçmiş ve geleceğin ‘şimdi’de okunması, yeniden kurulması ve yaşanması en uygun olanıdır. ‘Şimdi’nin dünyası, özneler yaratır ve ‘ideolojik özneler’ tarafından yeniden kurulur.

Modernitenin ‘özne kabulü’, ‘ideolojik özne’nin bütün düzeylere yayılmasıdır. Modernite her şeyi (özelde bilimi) felsefeleştirir; bir ‘felsefi evren’ oluşturur. Hiç kuşku yok, burada idealizmin olanaklarıyla ortaya çıkan bir devrimcilik türü vardır. Postmodernite, modernitenin devamı olarak ‘felsefi evreni’ materyalizmin yardımıyla bir başka biçimde yeniden kurar: ‘Özne’ geri çekilmiştir. Şimdi’nin ontolojik dünyası dışında başkaca bir gerçeklik de yoktur. Postmodernitenin, ‘ideolojik özne’yi yok varsayarak, ‘özne’ye saldırısı kesin olarak ideolojiktir; ‘postdevrimciliğin’ ideolojisi.

III. Tekelci emperyalizmin ideolojik ve kültürel biçimi

Postmodernizmin sözcük anlamı, ‘modernizmden sonra gelen’ bir dönem ya da bir çağ olarak, içerdiği anlamla pek uyuşmaz. Sözcük, anlam itibarıyla bir ‘sonralık’ ilişkisine dayanmakta ve bir dönemleştirme yapmaktadır. Oysa, öncesi ve sonrası olan ‘şimdi’, postmodernizmin tam da karşısına aldığı ve modernizm nezdinde eleştirdiği bir şeydir. Postmodernizme göre, ne türden bir öykü olursa olsun, içinde yolculuk yapabileceğimiz ne bir ‘geçmiş’ ne de bir ‘gelecek’ sözkonusudur. Tarihi bu şekilde okumamızı mümkün kılacak herhangi bir zeminimiz de yoktur.

Postmodernizmin temel tezi şudur: Öncesi ve sonrası olmayan zaman dışı bir ‘şimdi’nin düzlemi salt uzamsaldır. Şeyler, anlam ve önemlerini (tarihten değil) uzamdaki dağılımlarından alırlar. Şeylerin uzamdaki dağılımları arasındaki bağıntılar anlamın ölçüsü haline gelir. ‘Merkezsizleşmiş özne’ (kimlik) ya da benlik duygusu bu uzam alanında sürekli yeniden oluşur. Bir kimliğin diğer kimlikten hiçbir ayrıcalığı olmadığı gibi, aynı kimliğin sürekli yeniden oluşması onun geliştiği ya da olgunlaştığı anlamına gelmez.

‘Tarihin sonu’, bundan daha iyi nasıl anlatılabilir? Dünya komünizme ulaşsaydı, ‘aklı evvel’lere bu yukarıda söylenenlerden başka ne söylenebilirdi? Fukuyama’nın yaptığı türden, modernizm savunusuyla, yani ‘tarih’ vurgusuyla ‘tarihin sonu’nun ilanı, tamamlanmamış ya da uyum içermeyen bir manifestoda bulunmak anlamına geliyor. Tekelci kapitalizm henüz kendi çelişiğiyle ve ideolojik karşıtıyla mücadele halinde iken, bu tamamlanmamışlık mazur görülebilir. Oysa, postmodernizm, Fukuyama’nın tutarsızlığını tamamlamakta ve onu tutarlı ve bütünlüklü bir çerçevede ideolojik ve politik olarak yeniden üretmektedir. Postmodernizm, bu haliyle, tarihsel olarak modernizmin devamıdır; tekelci emperyalizmin ideolojik ve kültürel biçimidir.

Kapitalizmin yapısal dönüşümü üç temel değişikliği içeriyor: Birincisi, ‘sermaye’nin uluslararasılaşmasının yanı sıra, ‘üretim’ de uluslararasılaşmıştır. Ikincisi, enformasyon teknolojisinde çok önemli gelişmeler sözkonusudur. Üçüncüsü, kapitalist üretim ve iş örgütlenmesinin trendi ‘kitlesel üretim’ tarzı olan fordist biçimden, postfordist denilen bir biçime doğru kaymıştır. Bu üç temel değişikliği ve buna bağlı olarak gerçekleşen kapitalizmin yapısal dönüşümünü, kapitalizmin üretim biçimi ve esasları çerçevesinde anlamak gerekiyor. Kapitalizmin yapısal dönüşümü, aynı zamanda kapitalizmin ekonomik ve siyasal krizi demektir. Kapitalizmin krizi, siyasal entegrasyon ya da ulus-devletlerin yeniden yapılandırılmasıyla ve postfordist yöntemlerle aşılmaya çalışılmaktadır.

Tekelci kapitalizm ‘örgütlü kapitalizm’in doruğudur. Bu dönemin temel özelliği, ekonomik girişimlerin, ulus-devlet çerçevesinde yoğunlaşması, merkezileşmesi ve planlanmasıdır. Burada sadece üretim değil, birey yani işçinin özel yaşamı da bu planın bir parçası olmaktadır. Bu dönemde Taylorist ve Fordist çizgilerde kitlesel üretim sözkonusudur. Insanlar, üretimin merkezi olan sanayi kentlerinde yoğunlaşmıştır. Fordist üretim örgütlenmesi varabileceği azami sınıra ulaşmıştır. Kar marjı düşmüş ve üretkenlik azalmıştır. 1960’lı yıllardan itibaren bu süreç önemli değişikliklere uğramış ve uğramaktadır. Dünya pazarının bütünleşmesi, ulus-devlet merkezli üretim mekanizmalarını çözmüş ve üretimi de uluslararasılaştırmıştır. Esnek uzmanlaşma ve esnek iş örgütlenmesi biçimleri önem kazanmaya başlamıştır. Merkezi üretim, ademimerkezileşmiştir. Postfordist tarz örgütlenmeyle kapitalizm bu hantallıktan kurtulmuş, karlılık ve üretkenliğini artırarak daha güçlenmiştir. Enformasyon teknolojisindeki ilerlemeler, bu gelişmelere eşlik etmiştir. Iletişim teknolojisindeki gelişmeler, mekan ve zamanı sıkıştırmış, dünyayı küçültmüş ve küreselleştirmiştir.

Ulus ölçekli ya da uluslararası postfordist yapılanmada, fonksiyonları farklılaşmış da olsa bir ‘merkez’ vardır; bu merkez, birbirinden bağımsız üretim birimlerinin teknolojik, kültürel ve ideolojik olarak bağlandığı yerdir. Bir başka deyişle, birbirinden bağımsız üretim birimleri üzerinde, bu birimlerin bağlandığı bir ‘merkez’in teknolojik, kültürel ve ideolojik denetimi sözkonusudur. Ademimerkezileşme, üretimin ‘merkezi’nin olmadığı ya da ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. ‘Merkez’in doğrudan görünürlüğü ortadan kalkmıştır.

Postmodernizm, işte bu kapitalist toplumsal yapının gelişimini ifade eden temel dinamiklerle ilişkili olarak, ‘merkezsizlik’ ve ‘parçacılık’ söylemini ideolojik ve kültürel bir edinime tabi tutmuştur.[10]

IV. Reel sosyalizmin çöküşü

Kapitalizm ile sosyalizm arasında bir ‘değilleme ilişkisi’ değil, bir ‘karşıtlık ilişkisi’ vardır ve bunlar birbirlerini altetmek ve ortadan kaldırmak için mücadele ederler. Kapitalizm ile sosyalizm, geçmişte, ayrı ayrı ve birbirlerinden tecrit edilmiş dünyalar olarak değil, aynı kümenin birbirleriyle ilişkide bulunan ve rekabet eden elemanları olarak, bir anlamda ‘değilleme ilişkisi’ içinde varolmuşlardır. Ve aralarındaki rekabet, sosyalizmin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Yenilginin nedenleri konusunda pek çok şey söylenebilir. Her şeyden evvel, dünya kapitalizminin dinamikleri bu süreçte belirleyici rol oynamıştır. Kapitalizmle rekabet, bütün sosyalist ülkeleri uluslarası kapitalizmin kuralları çerçevesinde kapitalist ilişkilere zorlamış ve reel sosyalizm kapitalizme bağlanmış ve nihayet kapitalistleşmişlerdir.

Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleri 1960’lı yılların ortalarında ekonomik örgütlenmelerinde ve politikalarında bazı önemli değişikliklere yöneldiler. Dünya pazarı ile bütünleşme çabaları sonucu, önce uluslararası fiyatların artışı ülke ekonomilerine ve daha sonra kendi aralarındaki ticarete olduğu gibi yansıdı. Hemen hemen bütün reel sosyalist ülkeler (Sovyetler Birliği, Çin, Kuzey Kore vb), 1970’li yıllardan sonra batı teknolojisinin ithaline başladılar. Ve Batıyla olan ticaretlerini genişletme ve üretim anlaşmaları yapma kararı aldılar. Batıdan ithal ettikleri teknoloji ile sanayi malları üreteceklerdi. Bunun bedelini de, kısmen hammadde, kısmen de ithal teknolojilerle ürettikleri mallarla geri ödemeyi düşünüyorlardı.

Umulan gerçekleşmedi; ithalatlarını karşılayabilmek için borçlanmak zorunda kaldılar ve büyük bir borç yükü altına girdiler. Kapitalizmin piyasa kuralları işlemeye başladı ve sosyalist ülkelerin ekonomileri uluslararası kapitalizmin mekanizmalarına bağlandı ve sonuçta ilginç bir manzara oluştu:

Batıdan mamul mal aldılar ve hammadde ihraç ettiler. Fakat, Güneye düşük kaliteli mamul mal satıp, görece ucuz sattıkları mamul mallarına karşılık hammadde aldılar. Yani Güneye göre konumları kendilerinin Batıya göre konumlarına benziyordu. Dahası güneyle olan ödemeler dengesinde bir artık elde ediyorlar ve bunu Batıyla olan açıklarını kapatmak için kullanıyorlardı.[11]

Reel sosyalizm, yaygın üretimden yoğun üretime geçebilmek için Batı teknolojisine ihtiyaç duydu. Bu, aynı zamanda, onların Batıyla olan rekabetinin de bir gereği idi. Ancak, Batıdan ithal ettikleri teknolojiyle kapitalist Batıya daha bağımlı hale geldiler. Yalnız teknolojik olarak değil, ekonomik, toplumsal, ideolojik ve kültürel olarak da bağlandılar

Bu gelişmelerin aksi mümkün müydü? Yani kapitalizm ile sosyalizm, birbirleriyle mücadele halinde, ancak birbirlerinden tecrit edilmiş bir biçimde, kendi kulvarlarında varolabilirler miydi? Bir başka deyişle, sosyalist ülkeler, ekonomik ve teknik ilişkilere girmeksizin, Batı ile ilişkilerini salt politik düzeyde tutabilirler miydi? Reel sosyalizmin yeryüzünde kapladığı alanın büyüklüğü, doğal kaynaklar, insan malzemesi ve kültürel birikim gözönüne alındığında bunun soyut olarak olanaklı olduğunu söylemek mümkündür.

Jameson’ın bu konudaki tespiti, üzerinde durulmaya ve dikkate değerdir. Jameson, Sovyetler Birliği’nin modernleşmeden postmodernizm aşamasına geçen bir dünya sistemiyle bütünleşmeye yöneldiği zaman aciz kaldığını ve çöktüğünü yazıyor:

Sovyetler Birliği, ancak modernleşme aşamasından post moderne geçmekte olan, böylece, yeni işleyiş kuralları Sovyet etki alanındaki hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak yükseklikte bir ‘verimlilik’ oranıyla çalışan bir dünya sistemine entegre olmaya teşebbüs ettiği anda yetersiz kalmış ve çökmüştür. Kültürel motiflerle (tüketimcilik, daha yeni bilişim teknolojileri vb.) itilen, özenle hesaplanmış bir askeri teknolojik rekabet, borç tuzağı ve ticari birlikte varoluşun yoğunlaşan biçimleriyle çekilen Sovyetler Birliği, sonunda, içinde artık yaşayamayacağı bir ortama girdi.[12]

Jameson’ın söyledikleri çok açık; dünya kapitalizminde, ‘verimlilik’ hız ve yoğunluğunun artması ve üretimin bireyselleşmesi ile sonuçlanan çok önemli değişiklikler oldu. Kapitalizm, iletişim teknolojisindeki gelişmeler ve postfordizm denilen farklı üretim ve iş örgütlenmesi ile yapısal bir dönüşüme uğradı. Dünya kapitalizmine entegre olan reel sosyalizm, kapitalizmin bu yapısal dönüşümüne ayak uyduramadı; önce geriledi ve sonra çöktü.[13]

V. Krizi nasıl aşamayız?

Perry Anderson’ın editörlüğünü yaptığı New Left Review, bir ‘yenilenme’yle birlikte yayın hayatını sürdürüyor. Anderson’ın ‘Yenilenmeler’ başlıklı başyazısında, derginin nasıl bir değişikliğe uğradığı, bu değişikliğin nedenleri, bugüne değin yaşanan gelişmeler ve içinde bulunduğumuz dünyasal koşullara ilişkin değerlendirmeler yer alıyor. Anderson, New Left Review’un çıktığı altmışlı yılların koşulları ile bugünün koşulları arasındaki farkın çok büyük, yapısal bir fark olduğunu söylüyor. Basit bir gözlem, yaşayan sosyalizmin ortadan kalktığını, sosyalizmin yaygın bir ideal olmaktan çıktığını, artık Marksizmin solun kültüründe baskın bir unsur olmadığını ve emek hareketlerinin büyük oranda çözüldüğünü saptayabiliyor.

Peki bu durumda ne yapmak gerekir? Nasıl bir yol izlenmelidir?

Anderson, sistemle ‘uzlaşma’yı ve gerçeğe karşı direnen bir tür ‘avuntu’yu reddediyor. Ödünsüz bir gerçekçilik öneriyor; ‘ödünsüz gerçekçilik’, kapitalizmin ebediliği üzerinden sistemle herhangi bir uyuşmaya razı olmamak, sistemin gücünü zayıf gösteren ve gerçekleri hafife almamıza yol açan söylemi de reddetmek anlamına geliyor. Anderson, bu arada son derece önemli bir ayrım yapıyor; bir politik hareket ile herhangi bir düşün dergisinin bu konuda farklı tutumlar alabileceğini ifade ediyor. Bir politik hareketin yandaşlarına bir tür rahatlama biçimi sunmak zorundalığına, oysa bir düşün dergisinin buna ihtiyacı olmadığına dikkat çekiyor.  

Anderson’a göre, gerçekçi bir sol için başlangıç noktası, tarihi yenilginin açık bir tescilinden geçiyor. Anderson, gücünü rekabet ilişkisinden alan sermayenin kendisine yönelen her tür tehditi bertaraf ettiğini; serbest pazarın önceliğini ve üretim araçların özel mülkiyetini şu veya bu şekilde temel alan neo-liberal ideolojinin yeryüzünde egemen hale geldiğini ve son derece başarılı ürünler verdiğini yazıyor. Ve yaklaşımını şu şekilde dillendiriyor:

Bir sistem değişikliği için insani enerjiler bir gün yeniden harekete geçecekse, bu, bizzat sermayenin bünyesi içinde gerçekleşecektir. Hiçbirimiz gerçeğe sırtımızı dönemeyiz. Bir başka düzenin sırları, yalnızca bu düzenin evriminin içinde yatabilir[14].

Anderson’ın yaklaşımı ile Jameson’ın yazdıkları benzeşiyor: Her ikisi de, Marksizmi, kapitalizmin bilimi olarak anlıyor ve böylece Marksizm içi meselelerden uzak duruyorlar:

Marksizm, kapitalizmin -ya da daha iyisi, aynı anda iki terime de derinlik kazandırmak için-, kapitalizmin yapısında var olan çelişkilerin bilimidir. Bu tanım, bir yandan, kapitalizmin ve piyasanın nihai zaferini alkışlarken, aynı solukta ‘Marksizmin ölümü’nü ilan etmenin tutarsızlığını gösterir.” “Başta geçen yüzyılın sonundan Bernstein’ın ya da 1980’lerde post yapısalcılığın temsil ettikleri olmak üzere, çeşitli ‘post-Marksizm’lerin, Marksizmin var saydıkları ‘kriz’ ya da ‘ölüm’leri ile birlikte, tam da kapitalizmin yeniden yapılandığı ve devasa biçimde genişlediği bu konaklarla zamandaş olduğu hemen anlaşılır. Bu post-Marksizmler de, kendi hesaplarına, geleneksel inceleme konusunun, yani kapitalizmin, aldığı bu yeni ve beklenmedik boyutları teorileştirmeye çalışan Marksizmin daha modern (ya da zamanımız için daha doğru bir deyişle postmodern) teorik projelerince izlenir.[15]

Marksizmin, kapitalizmin gelişimini izleme ve yeni uğraklarını belirleme yükümlülüğü elbette vardır. Marksistlerin en başta gelen görevidir bu. Ancak, kapitalist gelişmenin ve onun yeni uğraklarının yeni Marksist projeler doğuracağını söylemek ve bundan emin olmak ve bu nedenle Marksizmin kategorik olarak ‘ölümü’nü reddetmek, Marksizmi felsefeleştirmek, onu kapitalizmin içsel dinamiklerinin ürettiği bir ideoloji haline getirmektir. Jameson’un, kapitalizmin varlığı ile Marksizm arasında bu türden bir ilişki kurması Anderson’ın tutumu ile uyumludur.

Anderson’ın, ‘gerçekliği’ tanıması maddeciliğe, ‘şimdi’nin geleceği doğuracağına ilişkin inancı da tarihselciliğe işaret ediyor. Pozitivizm, Anderson nezdinde bir kez daha gündeme geliyor. Bu nedenle, Anderson tarihselci bir materyalist olarak bilimsel gelişmeleri abartıyor ve bilimsel ilerlemelerin kapitalizmi tehdit edebildiğini yazıyor.

Perry Anderson’a içeriden ve dışarıdan tepkiler geldi. New Left Review’un yazarlarından Boris Kagarlitsky bu duruma dergide yayınlanan bir yazıyla, Monthly Review’un editörleri ise ‘Sosyalizm: Kaçma Zamanı mı?’ başlıklı bir değerlendirme ile tepkilerini dile getirdiler.

Kagarlitsky, sol hareketin bir kriz içinde olduğunu ifade ediyor ve haklı olarak sol hareketin radikal eylem ve eleştirel düşünceye, kapsayıcı bir stratejiye, ilkeli pozisyonlara ve nihayet etik temellere her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğunu belirtiyor. Ve daha önemlisi, neo-liberalizmi hedef alan alternatif bir ideoloji ihtiyacının son derece yakıcı olduğunu ve radikallik ile protestonun teorik bir zemine ihtiyaç duyduğunu söylüyor. Ama, yazısında, bu ihtiyaçların nasıl giderilebileceğine ilişkin hiçbir şey bulunmuyor. Anderson’ı şu şekilde eleştiriyor:

Anderson’a göre, dünyayı değiştirme yönündeki eski proje tüketilmiştir. Dünya değiştiği için değil, kapitalizm ve neo-liberalizme karşı yapılabilecek hiçbir şey olmadığı için. Temelli bir dönüşüm yolundaki bütün girişimler başarısızlığa uğramıştır. Toplum konsolide olmuştur. Bu durumda solun yapabileceği tek şey bu durumu gözlemlemek ve eleştirel düşüncenin keyfini çıkarmaktır. Sonuç olarak, New Left Review, eski geleneği mahkum etmek ve yeni duruma uyum sağlamak zorundadır.[16]

Montly Review’un editörleri de, Kagarlitsky ile aynı fikirdeler, Anderson’ın yazısı ile Daniel Singer’in ‘Whose Millennium? Theirs or Ours?’ adlı kitabını karşılaştırıyorlar ve Daniel Singer’in yanında yer alıyorlar. Yazı şu sözlerle bitiyor:

Hatalara, aksiliklere ve yolun uzunluğunu ve çetinliğini tanımamıza karşın çalışmaya, eğitmeye kapitalist toplumsal sistemin aşılması ve nihayetinde yerine bir eşitlikler sisteminin kurulması için misyonerler gibi çalışmaya duraksamadan devam etmeliyiz.[17]

Editörler, Anderson’ın duraksadığını ve beklemeyi tercih ettiğini, oysa duraksamaksızın misyonerler gibi çalışmaya devam etmek gerektiğini söylüyorlar. Anderson’ın, ‘kapitalizmin değişimin koşullarını yaratmasını’ beklediğini ifade ediyorlar ve Anderson’ın tavrına karşı Singer’in şu sözlerini öne çıkarıyorlar:

Nihai hedefe ilişkin belirsizlik pasifliğe, boyun eğişe ya da geri çekilmeye neden olmamalıdır. Tersine, bu daha fazla katılımı, daha fazla etkinliği ve daha militan tutumları gerektirmektedir. Zira nesnel koşulların sınırları içerisinde, gelecek bizim ona yapacağımız şeydir. Ve bu yenilenmiş kanaat ve etkinlik özellikle bugün anlaşılırdır, çünkü, egemen sınıfın ve onun ideologlarının kibiri, bizim güçsüzlüğümüzden, teslimiyetimizden ve oyunun verili kurallarını kabul edişimizdendir.[18]

Anderson’a yönelik eleştirilerin tamamı aynı tarihselci idealist minvalde dönüyor: Onlara göre, gerçeği tanımak, gerçeğe yani kapitalizme teslim olmaktır. Bu düşünce, Singer’in şu sözlerinde anlam buluyor: ‘Gelecek bizim ona yapacağımız şeydir.’ Singer, kafasının içindeki gerçekten başka bir ‘gerçek’ tanımıyor ve bir praksis öneriyor. Anderson ve diğerleri söz dünyasının üyesidirler. Felsefe alanında dolaşıyorlar[19]. Burjuva düşüncesindeki temel ikililiği temsil ediyorlar. Krizi, felsefe ile, felsefeyi ikame etmek suretiyle aşmaya çalışıyorlar, ancak ikame edilen felsefe kesin olarak her zaman idealizm oluyor.

VI. Tanrı’nın hakkı ve Sezar’ın hakkı

Umutla teorinin kesiştiği yükseliş dönemlerinde, ‘zorunluluk’ ve ‘kaçınılmazlık’ pratiğin bilinci haline gelebiliyor. Bu birleşme, uygun bir birleşmedir; teori ile pratiğin birliğini ifade ediyor. Sosyalizmin kaçınılmazlığı ve zorunluluğuna ilişkin epistemolojik vurgu, yükseliş dönemlerinin ideolojisi olarak kitleler tarafından emiliyor. Yenilgi ve gerileme dönemlerinde ise, umutla teori birbirlerinden hızla uzaklaşıyorlar. Bir savrulma yaşanıyor; umut ya da teori tarafından pratik bilinç yeniden inşa edilmek isteniyor. Oysa, ‘pratik bilinç’ pratiğin, gerçek yaşamın bilincidir; herkesin içinde bulunduğu taraftan konum alması ve oradan konuşması anlamına geliyor. Umudun pratik bilinç inşası, tarihsel idealizmdir. Teori tarafından inşa edilmeye çalışılan pratik bilinç ise, tarihselci bir materyalizm ile sonuçlanıyor. Çünkü, teori pratiği görmez. Bir başka deyişle, sosyalizmin kaçınılmazlığı ve zorunluluğuna ilişkin teorik vurgu, bu noktadan sonra pratiğin teorisi haline getiriliyor; sosyalizm, içinde yaşadığımız dünyanın kaçınılmaz bir sonucu olarak anlaşılıyor.

Söylemin öne çıktığı bir tarihsel idealizm ile ‘şimdi’nin geleceği doğuracağına ilişkin inancın ve dolayısıyla varolanın öne çıktığı tarihselci bir materyalizm arasında gelgitler yaşanıyor; söz dünyasının gerilimli ve çatışkılı durumunu yansıtıyorlar. Felsefe, bilimin ve politikanın yerine geçmeye başlıyor ve bütünsel yapıyı kanserli bir tümör gibi çepeçevre sarmalıyor. Öte yandan, ‘gerçek yaşam’ın içinden konum almaya ya da fiili konumlarını korumaya çalışanlar var; bunların söyledikleri değil, yaptıkları önemli oluyor. ‘Gerçek yaşam’ı, çoğu zaman da yaşadıklarını politik dile tercüme ediyorlar:

Marksizm bugün, inanmış savunucuları tarafından, ya burjuva düşüncesinin kahir saldırısından korunmak kaygısıyla düşünce alanından kaçırılmaya, bu anlamda da ‘yeraltına çekilmeye’ yöneltiliyor ya da burjuva düşüncesinin çizdiği sınırlar içinde, onun koyduğu seçeneklerden birine sarılma özgürlüğünü kullanan bir ‘muhalif-eleştirel yaklaşım örneği’ olma derekesine düşürülüyor. Birincilere söz yok. Onlar, ‘hayasızca akına gövdelerini siper ediyorlar’. Onlarla, meselemiz, yaptıklarına değil, yapamadıklarına ilişkin. Çünkü, ‘hayasız akın’ gövdeyle durdurulabilcek cinsten değil. Ama ikincilerle yaptıklarına ilişkin kavgalıyız. Bunlar düşünce dünyasındalar, ancak ya Marksizmi burjuva düşüncesinin düpedüzsapkın bir alt dalı haline sokuyor ya da Marksizm içinde genel olarak burjuva düşüncesini çeşitli boyutlarda az ya da çok temsil ediyorlar.[20]

Teori pratiği görmüyor ise, Mesih[21] gelene değin, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekiyor. Söz dünyası olarak, hapse atılan, kurşuna dizilen ve şehirleri bombalananlara neler yapmaları gerektiğini söylemenin hiçbir anlamı bulunmuyor. Onların neler yapmaları gerektiği, kendi gerçeklikleri içinde yaptıkları oluyor. Peki, ya teori? Kendi haliyle, iç dinamikleriyle ve ‘sürece bağlı’ olarak varlığını sürdürüyor.

 
 


[1] Fredrick Jameson, “Gerçekte Varolan Marksizm Üzerine Beş Tez”, Çeviren: Ercüment Özkaya, Teori ve Politika 5, Kış 1997, s. 63

[2] Siyasal devrimlerini yapmış, kendilerini sosyalist olarak tanımlayan ve ideolojik olarak üreten sosyalizmleri, hangi siyasal biçim altında olurlarsa olsunlar, ‘varolan’ ya da ‘yaşayan’ sosyalizm anlamına gelen reel sosyalizm olarak anmak uygundur. ‘Reel sosyalizm’, burada, mümkün olabilecek en geniş anlamıyla kullanılmaktadır. Bu ülkelere ya ‘sosyalist’ ya da ‘değildir’ demek kategorik yaklaşmak bakımından önemlidir. Bu anlama gelmeyecek, ‘sosyalizm deneyleri’ vb. nitelendirmeler son derece sorunludur; tarih bilincimize ve anlayışımıza aykırıdır. Çünkü, tarih bir laboratuvar değildir, tarihte ‘deney’ler sözkonusu olamayacağı gibi, toplumlar da bu deneylerin nesneleri olamazlar.

[3]Francis Fukuyama, “Savaşların Geleceği”, Medeniyetler Çatışması, Samuel P. Huntintgon ve diğerleri, Derleyen: Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, 3. Baskı: Ankara 2000, s.204-205

[4]Fukuyama’dan aktaran Krishan Kumar, Sanayi Sonrası Toplumdan Post-Modern Topluma: Çağdaş Dünyanın Kuramları, Çeviren: Mehmet Küçük, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 1999, s.231

[5]Leslie Holmes, Post Komünizm, Çeviren: Yavuz Alogan, Mavi Ada Yayınları, İstanbul 2000, s.88

[6]Aynı tezler, bir bölüm Marksist tarafından da şu ya da bu şekilde savunulmuştur. Aydınlanma, büyük ölçüde tarihsel olarak Marksistlerin de beslendiği ideolojik bir kaynak olagelmiştir. Oysa bu durum son derece sorunlu ve tehlikelidir; Marksizmin Aydınlanma ya da modernizm sorunsalı içinde ele alınması, onu burjuva dünyasının bir parçası haline getirmektedir. Marksizmin burjuva dünyasından kategorik olarak ayrı bir yerde durduğunu ve ondan koptuğunu belirtmek gerekiyor. Burjuva dünyası içinde yer alan bir ‘Marksizm’ anlayışı, iktidarsızlık ideolojisi ile malüldür: ‘Aydınlanmacı Marksizm’ (diğer adıyla ‘Ilerlemecilik’), çoğu zaman içinde bulunulan bir anda egemen olanı -tarihsel olarak ‘ileri’yi temsil ettiğinden- destekleme, dolayısıyla ‘kendisi için’ değil, ‘bir başkası’ için politika yapma eğilimindedir.

[7]Havel’den aktaran Krishan Kumar, a.g.e., s.181

[8]Krishan Kumar, a.g.e., s.175

[9]Krishan Kumar, a.g.e., s.89-90

[10]‘Felsefede yeni bir şey olmaz’ anlamında, felsefe olarak bunlar hep vardı. Bir başka deyişle, postmodernizmin dayandığı felsefe, sözü edilen tarihsel gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkmadı, tersine felsefe tarihi içinden çağrıldı.

[11]Andre Gunder Frank, “Sosyalizme ve Toplumsal Akımlara Yönelik Meydan Okumalar”, 21. Yüzyıl Eşiğinde Sosyalizm, Derleyen: Miloş Nikoliç, Çeviren: Kudret Emiroğlu-Yılmaz Öner, Belge Yayınları, Birinci Baskı, s.10

[12]Fredrick Jameson, a.g.y., s.70

[13]“Pek çok komünist iktisatçıya göre, kapitalist ve komünist ekonomiler arasındaki esas farklılık, üretim araçlarının (fabrikalar, çiftlikler vb.) mülkiyeti meselesi değil, ekonominin örgütlenmesiydi. Bu iktisatçılar, günümüzde genellikle piyasa denilen, üretim, dağıtım ve değişim sistemini ‘anarşik’ olarak betimlerken, kendi sistemlerini planlı olarak sınıflandırdılar. (…) Planlamanın büyük bir kısmı üretim birimi düzeyinde değil, daha çok merkezi kurumlarda gerçekleştiriliyordu.” (Leslie Holmes, a.g.e., s.368) “Sovyet tipi planlama, Fordizmin doruğudur. Taylor’u ve kronometreyi Lenin benimsedi. Sovyet sanayileşmesi, büyük kısmı batıdan alınan kitlesel üretim teknolojisine dayanan dev atölyelerin inşa edilmesi etrafında yoğunlaşmıştı. Bu sistem şimdi tam da Fordizme sadakatı yüzünden yıkılmaktadır. Bu sistemin devletçi ve katı toplumsal, ekonomik ve politik biçimleri yalnızca batıyla rekabet yüzünden değil, kendine özgü Fordizm türleri yüzünden -üretim miktarı, merkezi planlama ve kitle saplantısı, çeşitliliğin bastırılması, merkeziyetçiliğin ve yetkeciliğin boğucu pençesi- yüzünden aşındı ve zayıfladı.” (Krishan Kumar, a.g.e., s.70) Kapitalist toplumsal bir yapıda, üretimin toplumsal, tüketim ve paylaşımın bireysel olduğu ve bu çelişkinin paylaşımın da toplumsallaştırılarak çözüleceği yolundaki sosyalizm eleştirisi, üretimin toplumsal olmak zorundalığına dayanıyordu. Bu eleştiri, halen yerindedir. Ancak, devamla söylenen; üretimin giderek daha fazla toplumsallaşacağı ve bu nedenle çelişkinin sürekli derinleşeceği ve sonunda çatlayacağıdır. Kapitalizm, tersi bir eğilime girdi: ‘Postmodern’ dünyada, yani ‘Yeni Zamanlar’ın kapitalizminde, üretim daha bireyselleşti. Bir başka deyişle, kapitalist üretim örgütlenmesi, tarihsel olarak bireyselleşme ve parçalanma eğilimine girdi ve bu çelişkinin doğurduğu gerilim gevşedi.

[14]Perry Anderson, “Yenilenmeler”, Çev.: Derya Kömürcü, New Left Review-2000 Türkiye Seçkisi, İstanbul 2001, Everest Yay., s.23

[15]Fredrick Jameson, a.g.e., s.62 ve 65

[16]Boris Kagarlitsky, “Perry Anderson’ın ‘Yeni’ NLR’si!..”, Çeviren: Betül Genç, Edebiyat ve Eleştiri, Eylül-Ekim 2000, Sayı:51, s.20

[17]Monthly Review Editörleri, “Sosyalizm: Kaçma Zamanı mı?”, Çev.: Vertov, Monthly Review, Volume: 52, Number: 4 / www.kinodelia.com

[18]A.g.y.

[19]Gerçek yaşamın dili materyalisttir. O, dinci ‘Taliban’, emperyalizme karşı direnirken bu dili kullanıyor. Taliban, söz dünyasının Marksistlerinden daha materyalisttir. Söz dünyasının Marksistlerinin materyalizmi kafalarının içindedir. Söz dünyasının üyelerinden Göran Therborn’un yazdıkları bu savı desteklemektedir: “Hiçbir demokrat liberal, sosyalist bir yana, işkencenin kaldırılmasından, kadın eşitliğinin kurulmasına kadar aydınlanma geleneğinin tüm değerlerine karşı savaşan vahşi ve aşikar biçimde anti-demokrat Afgan gerillalarıyla bir şeyi paylaşamaz. Öte yandan, aydınlanma tutumu ve insan değerleri tüfeğin ucundan, terörist bombalarla elde edilemez.” (Göran Thernborn, “Postaneyi Arkada Bırakırken”, Çev.: Kudret Emiroğlu; A. Gunder Frank ve diğerleri, 21. Yüzyıl Eşiğinde Sosyalizm, İstanbul 1989, Belge Yay., s.91)

[20]Metin Kayaoğlu, “Sunuş”, Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı, Melik Kara, İ. Mert, S. Sahra, Derleyen: Metin Kayaoğlu, Ankara 1995, s.7-8

[21]‘Mesih’ ya da İsa, soyut ile somutun birliğini temsil ediyor. Modernitenin geleneksel temelini oluşturuyor. Mesih ile geleceğin kuruluşu tamamlanıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar